Mizan Tefsiri, Cilt:5 |
64..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Nisâ Sûresi 92-94 ................................................................65
92- Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmesi caiz değildir. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, mümin bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Ancak ölünün ailesi o diyeti bağışlarlarsa, vermez. Eğer (yanlışlıkla öldürülen,) mümin olmakla beraber size düşman olan bir topluluktan ise, mümin bir köle azat etmek gerekir. Ve eğer kendileriyle aranızda ant-laşma bulunan bir topluluktan ise, ailesine teslim edilecek bir diyet vermek ve bir mümin köleyi azat etmek gerekir. Buna (köle azat etmeye) gücü yetmeyen kimsenin, Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutması lâzımdır. Allah bilendir, hikmet sahibidir.
93- Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.
94- Ey inananlar! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi araştırın, (müminle kâfiri birbirinden) ayırt edin ve size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, "Sen mümin değilsin" demeyin. Çünkü Allah katında birçok ganimetler vardır. Önceden siz de öyleydiniz (dünya hayatının geçici menfaatine göz dikmiştiniz); ama Allah (sizi imana erdirdiği için) size lütufta bulundu. O hâlde araştırıp (mümini kâfirden) ayırt etmede pek dikkatli olun. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
"Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmesi caiz değildir." Ayetin orijinalinde geçen "hateun" kelimesi, bu hâliyle ve "feal'un" kalıbına uyarlanmış "hatâ'un" şekliyle doğrunun karşıtı demektir. Burada ise, "taammüd"ün (kasten işlemenin) karşıtı olarak kullanılmıştır. Çünkü hemen sonraki ayette, bu ifadeyle karşılık verilmiştir: "Kim bir mümini kasten öldürürse..." "Bir müminin bir mümini öldürmesi caiz degildir." ifadesindeki olumsuzlama [mâ kâne=caiz değildir ifadesi], öldürmeyi gerektirici bir unsuru olumsuzlama amacına yöneliktir. Yani bir müminde, imanın dokunulmaz sahasına ve sınırı içerisine girdikten sonra, kendisi gibi bir mümini öldürmesini gerektirecek herhangi bir durum mevcut olmaz, öldürme duygularının hiçbir türlüsü onda bulunmaz. Ancak yanlışlıkla öldürme olabilir.
Cümlede yer alan istisna, muttasıl (bitişik) istisnadır. Dolayısıyla anlamın vurgusu şu yönedir: "Bir mümin, mümin olduğunu bildiği hâlde, bir mümini mümin olduğu için öldürmeyi istemez." Bu ifade, gerektirici bir unsurun bulunduğunu olumsuzlama bakımından aşağıdaki ayetleri çağrıştırmaktadır: "Allah hiçbir insanla
66 ............ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
karşılıklı konuşacak degildir." (Şûrâ, 51) "Bir agacını bile bitiremeye gücünüzün yetmedigi..." (Neml, 60) "Fakat onlar daha önce yalanladıkları şeye bir türlü inanacak degillerdi." (Yûnus, 74) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.
Ayet-i kerime bunun yanı sıra teşriî=yasama nitelikli bir nehyi [yani, kasten bir mümini öldürme yasağını] dile getirmeye dönük bir kinayeli anlatım tarzına sahiptir. Buna göre ayetin anlamı şöyle belirginleşiyor: Allah, bir müminin bir mümini öldürmesini hiçbir zaman mubah kılmadı, ebediyen de mubah kılmayacaktır. O, bunu haram kıl-mıştır. Ancak yanlışlıkla öldürürse, o başka. Çünkü mümin bu durumda, aslında mümin kimseyi öldürmeyi amaçlamamıştır. Bu ise müminin ya öldürmeyi hiçbir şekilde amaçlamamasından ya da öldürülenin, meselâ öldürülmesi caiz bir kâfir olduğunu sandığı için amaçlayarak (kasten) onu öldürmesinden dolayıdır. Dolayısıyla bu olay, haramlığın kapsamına girmez. Bu ayetle ilgili bir grup müfessirin değerlendirmesi ise başka yöndedir. Bunlar, "Yanlışlıkla olması dışında..." ifadesindeki istisnanın münkatı (kopuk) istisna olduğunu iddia etmiş, ardından şöyle demişlerdir: "Yanlışlıkla olması dışında..." ifadesinin, gerçek bir istisna olarak algılanmamasının nedenine gelince, bu (gerçek istisna şeklinde yorumlamak), yanlışlıkla adam öldürmenin emredildiği veya mubah kılındığı sonucunu doğurur. [Söz konusu değerlendirme bundan ibaretti.]
Ancak siz, bunun yalnızca "yanlışlıkla öldürme" olayındaki haram- lık durumunu ortadan kaldırdığını ya da haramlık hususunun baştan itibaren söz konusu olmadığını gösterdiğini öğrenmiş bulunuyorsunuz. Ayeti böyle anlamanın da hiçbir sakıncası yoktur. Şu hâlde doğrusu, istisnanın muttasıl yani bütünüyle bitişik olduğudur. "Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin mümin bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Ancak ölünün ailesi o diyeti bağışlarlarsa, vermez." Ayette geçen "tahrîr" kelimesi, köleyi özgür kılmak anlamına gelir. "Rakabe" ise, boyun
Nisâ Sûresi 92-94 .......................... 67
demektir. Ancak mecazî olarak köle kimse anlamında kullanılması yaygınlık kazanmıştır. "Diyet" ise cana, bir organa veya başka bir şeye karşılık olarak mal vermek demektir. Dolayısıyla ifadenin anlamı şöyledir: Kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse, mümin bir kimseyi azat etmesi ve öldürülen kişinin ailesine bir diyet ödemesi, diyeti onlara teslim etmesi gerekir. Ancak öldürülen kişinin velilerinin öldüren kişiye bunu sadaka olarak bağışlamaları ve affetmeleri durumunda diyet ödemek gerekmez.
"Eğer (yanlışlıkla öldürülen,)... size düşman olan bir topluluktan ise..." Ayetin orijinalinde geçen "kâne" kelimesinin zamiri, öldürülen mümine dönüktür. Düşman topluluktan maksat da, Müslümanlarla savaş hâlinde bulunan kâfirlerdir. Dolayısıyla ifadenin anlamı şu şekilde belirginleşiyor: Eğer yanlışlıkla öldürülen kişi mümin, kavmi de müminlerle savaş hâlinde bulunan, dolayısıyla mümine mirasçı olamayan kâfirler ise, sadece köle azat etmek gerekir; diyet ödemek gerekmez. Çünkü Müslümanlarla savaşan bir kâfir hiçbir hususta müminin mirasçısı olamaz. "Ve eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluluktan ise..." Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, bu ifadenin orijinalinde yer alan "kâne" fiilinin de zamiri, öldürülen mümin kişiye dönüktür. Yine ayette geçen "mîsak" kelimesi, mutlak olarak antlaşma demektir. Zimmetten ve her türlü sözleşmeden daha geneldir. Bu açıdan şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: "Öldürülen mümin, sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir kavme mensup ise, hem diyet ödemek, hem de bir köle azat etmek gerekir." Diyetin önce zikredilmesi, antlaşma olgusunun gözetilmesine vurgu yapmaya yöneliktir.
"Buna gücü yetmeyen kimsenin... oruç tutması lâzımdır." Köle azat etmeye gücü yetmeyen yani. Çünkü lafız olarak bu ["tahrîr=köle azat etmek"] "lem yecid=gücü yetmeyen" fiiline daha yakındır. Böyle birinin iki ay peş peşe oruç tutması gerekir. "Allah tarafından tövbesinin kabulü için..." Yani oruç tutmanın gerekliliğine ilişkin hüküm, Allah'tan köle azat etme imkânına sahip
68 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
olmayan kimseye yönelik tövbenin kabulünün, ilâhî şefkat ve merhametin ona yönelmesinin göstergesidir. Bu aynı zamanda cezayı hafifletmenin mantığına da uygundur. Şu hâlde bu hüküm, güç yetiremeyen kimseye yönelik bir hafifletmedir. Bunun yanında, "tevbe" sözcüğünün keffaret olarak ayette sözü edilen hususların tümüne dönük bir kayıt olması da mümkündür. Bununla, "Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, mümin bir köle azat etmesi..." diye başlayan ifadeyi kastediyorum. Bu açıdan ifadeyi şu şekilde anlamlandırabiliriz: Yanlışlıkla adam öldüren kimse için keffaret vermesinin yasallaştırılması, yaptığı işin kesin sonuçlarıyla ilgili Allah'ın rahmetiyle ona dönüşünün ve ona inayet etmesinin göstergesidir. Böylece artık kendini kontrol etmeli ve bir daha adam öldürmeye yeltenmemelidir. Bu bakımdan ifadeyi şu ayete benzetebiliriz: "Kısasta sizin için hayat vardır." (Bakara, 179)
Aynı zamanda bu hüküm, yüce Allah'tan topluma yönelik bir tövbe kabulü ve inayettir de. Çünkü bir ferdini kaybettikten sonra, özgürlüğüne kavuşmuş bir başkasını kazanıyor. Bunun yanı sıra öldürülen kişinin ailesinin uğradığı maddî kayıp da ödenen diyetle telafi ediliyor.
Buradan da anlaşılıyor ki Islâm, özgürlüğü hayat, köleliği de bir tür öldürülme olarak değerlendiriyor. Bireyinin varlığının ortalama menfaatini de, eksiksiz bir diyet [bin dinar veya on bin dirhem yahut bin deve] şeklinde kabul ediyor. Ilerdeki bölümlerde bu husus üzerinde etraflıca duracağız.
Yanlışlıkla adam öldürme veya taammüden adam öldürme, köle azat etme ve diyet ödeme, öldürülen kişinin ailesi ve antlaşma gibi ayette sözü edilen hususların somut bir şekilde belirlenmesi, sünnet ve hadislerin alanına girer. Bunlara ilişkin detaylı bilgi isteyenler fıkıh kaynaklarına başvurabilirler.
"Kim bir mümini kasten öldürürse cezası... cehennemdir." Ayetin orijinalindeki "müteammid" kelimesinin mastarı olan "ta-ammüd" kelimesi, bir fiili taşıdığı unvanıyla bilinçli bir şekilde ve kas-
Nisâ Sûresi 92-94 .............................................................. 69
tederek işlemek anlamına gelir. Isteğe bağlı olarak işlenen bir fiil [ihtiyarî bir iş], taşıdığı unvanı kastetmeksizin olmaz. Dolayısıyla bir fiilin birden fazla unvanı olması caizdir. Bu bakımdan bir fiilin bir açıdan kasten, bir diğer açıdan da yanlışlıkla işlenmiş olması mümkündür.
Örneğin, av hayvanı olduğunu sanarak bir karartıya ateş açan kimse, gerçekte bir insan olan bu karartıyı öldürürse, av açısından taammüden, insan açısından da bu fiili yanlışlıkla işlemiş olur. Aynı şekilde, bir kimse birine terbiye etmek amacıyla bastonla vurur ve o kimse ölürse, onu yanlışlıkla öldürmüş olur. Dolayısıyla bir mümini kasten öldüren kimse, işlediği fiille bir mümini öldürmeyi amaçlayan, onu öldüreceğini ve onun mümin olduğunu bilen kimsedir. Yüce Allah, kasten bir mümini öldüren kimsenin cezasını oldukça ağır tutmuş, onun ebediyen ateşte kalacağını belirtmiştir. Ancak "Allah, kendisine ortak koşulmasını bagışlamaz." (Nisâ, 48) ayetine ilişkin değerlendirmemizde belirttiğimiz gibi, bu ayet; aynı şekilde "Allah bütün günahları bagışlar." (Zümer, 53) ayeti, bu ayete yönelik bir sınırlandırma olarak algılanabilirler. Şu hâlde bu ayet, ebedî ateş cezasıyla tehdit ediyor; ancak kesinlik ifade etmek bakımından o kadar net değildir. Dolayısıyla kişinin tövbe etmesi veya şefaate uğraması suretiyle bağışlanması mümkündür.
"Ey inananlar! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi araştırın, ayırt edin." Ayette geçen "darabtum" kelimesinin mastarı olan "darb" kelimesi, yeryüzünde dolaşmak, yolculuk yapmak demektir. Bunun, "Allah yolunda" olmakla kayıtlandırılması, cihat amacıyla sefere çıkmanın kastedildiğine delâlet eder. Yine ayette geçen "tebeyyenû" kelimesi, ayırt etmek demektir. Bundan maksat da mümin olanla kâfir olanı birbirinden ayırmadır. [Kimin kim olduğunu araştırıp anlamadır.] "ve size selâm verene... 'Sen mümin degilsin' demeyin." ifadesi, buna ilişkin bir ipucudur. "Selâm verme" ile, müminlerin aralarındaki selâmlaşma kastedilmiştir. Bazı kıraatlere göre, ayetin orijinalinde geçen "limen elka
70 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ileyku-m'us-selâme=size selâm verene" ifadesi, "limen elka ileykum'us-sele-me" şeklinde okunmuştur. Bu durumda maksat, teslim olup barış önerme olur.
"Dünya hayatının geçici menfaati" ile mal ve ganimet peşinde koşma kastedilmiştir. "Allah katında birçok ganimetler vardır." ifadesinde geçen "meğanim" kelimesi, "meğnem"in çoğuludur ve ganimet anlamına gelir. Yani, Allah katındaki ganimetler, peşinden koştukları dünya ganimetlerinden daha iyidir. Çünkü Allah katındaki ganimetler, hem daha çok, hem de kalıcıdırlar. Dolayısıyla onları tercih etmeniz gerekir.
"Önceden siz de öyleydiniz; ama Allah size lütufta bulundu. O hâlde araştırıp ayırt etmede pek dikkatli olun..." Yani siz de bu niteliğe sahiptiniz. Dünya hayatının geçici menfaatini gözetiyordunuz. Iman etmeden önceki durumunuz böyleydi. Allah size lütfetti, iman aracılığıyla ilginizi dünyanın geçici menfaatlerinden, Allah katındaki çok sayıdaki ganimetlere çevirdi. Böyle olduğuna göre, sizin de iyice araştırıp mümini kâfirden ayırt etmede pek dikkatli olmanız gerekmektedir. Araştırma yönündeki emrin ["tebeyyenû" kelimesinin] iki defa tekrarlanması, konuyla ilgili hükmü pekiştirmek amaçlıdır. Ayet, öğüt ve bir ölçüde kınama anlamını içeriyorsa da, zahiren bir müminin kasten öldürülmesi olarak beliren bu olayı, taammüden öldürmek olarak değerlendirdiği yönü açık değildir. Bundan da anlıyoruz ki, bazı müminler, yanlışlıkla kendilerine selâm veren müşriklerden bazı kimseleri öldürmüşler. Çünkü öldüren kişi onların gerçek mümin olmadıklarını ve can korkusuyla iman ettiklerini söylediklerini sanmıştır. Işte ayet böyle yapanları ayıplıyor ve Islâm'ın zahiri esas aldığını, kalplerin durumunu ise latîf ve habîr olan Allah'a bıraktığını vurguluyor.
Buna göre, "dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek" ifadesi, cümlede durumun gereğini bildirme konumundadır. Yani, size iman ettiğini açıklayan kişiyi, durumuna bakmadan, gerekli araştırmayı yapmadan öldürmeniz, mal ve ganimet peşinde ko-
Nisâ Sûresi 92-94 .......................... 71
şan, dolayısıyla en küçük bir menfaat karşılığında iman ettiğini söyleyen kimseleri öldürenlerin durumuna benzer. Böyle insanlar arada geçerli bir gerekçe olmadığı hâlde, mazeret olarak gösterebileceği küçük bir gerekçe ile iman ettiğini söyleyenleri öldürebilirler. Işte müminler, iman etmeden önce bu durumdaydılar; dünya ve dünyanın geçici metasından başka bir şey amaçlamıyorlardı. Fakat Allah kendilerine iman nimetini bahşettikten, Islâm dinini lütfettikten sonra, bu gibi durumlarda iyice araştırıp anlamaları, cahiliye ahlâkına ve hâlâ zihinlerindeki cahiliye kalıntılarına uyarak bu tür bir yanlışlığa düşmemeleri gerekir.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr-ül Mensûr'da, "Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmesi caiz degildir." ayeti ile ilgili olarak Ibn-i Cerir'in Ikrime'den şöyle naklettiği rivayet edilir: "Amir b. Luveyoğul-larından Haris b. Yezid b. Nubeyşe, Ebu Cehil'le birlikte Ayyâş b. Ebu Rebia'ya işkence ederdi. Sonra Haris Hz. Resulullah'ın (s.a.a) yanına gitmek üzere Mekke'den ayrıldı, hicret etti. Harra denilen yerde Ay-yâş'la karşılaştı. Ayyâş, onun kâfir olduğunu sanarak kılıcını çekip öldürdü. Sonra gelip olayı Resulullah'a (s.a.a) haber verdi. Bunun üzerine, "Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmesi caiz degildir." ayeti indi. Peygamberimiz (s.a.a) ayeti ona okuduktan sonra, kalk ve bir köle azat et, dedi."
Ben derim ki: Bu rivayet başka kanallardan da aktarılmıştır. Bazısında, Ayyâş'ın onu Mekke'nin fethinin gerçekleştiği gün öldürdüğü belirtiliyor. Buna göre Ayyâş o güne kadar müşrikler tarafından zincire vurulmuştu ve ona işkence ediyorlardı. Işte müşriklerin elinden kurtulduğu o gün, Müslüman olan Haris ile karşılaştı. Ama onun Müslüman olduğunu bilmediğinden onu orada öldürdü. Ancak bizim yukarıda yer verdiğimiz Ikrime kanalıyla gelen rivayet daha tutarlı ve Nisâ suresinin iniş tarihine daha uygun düşmekte-
72 ............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
dir. Taberî kendi tefsirinde Ibn-i Zeyd'den ayetin Ebu Derda hakkında indiğini rivayet eder. Buna göre, Ebu Derda bir müfrezede görevliydi. Bir dereye yönelerek ihtiyacını gidermek istedi. Orada koyunlarını güdmekte olan bir adamı gördü. Kılıcını çekerek adama saldırdı. Adam, "Lâ ilâhe illallah" dediyse de, Ebu Derda kılıcıyla onun işini bitirdi. Sonra koyunları alarak arkadaşlarının yanına döndü. Ama yüreğinde yaptığına karşılık bir rahatsızlık hissediyordu. Sonunda Hz. Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelerek olayı ona bildirdi. Bunun üzerine söz konusu ayet indi. [c.5, s.129, Mısır baskısı] Yine ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Ruyani, Ibn-i Mende ve Ebu Nuaym, Bekir b. Harise-i Cuheni'den ayetin onun (Bekir b. Harise) hakkında indiğini rivayet ederler. Çünkü o da Ebu Derda'nınkine benzer bir kıssa ile karşılaşmıştı.
Ancak bu rivayetler, her hâlükârda olayların ayete uyarlanmasına örnek oluşturmaktadırlar.
et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Hüseyin b. Said'den, o da rivayetlerinde esas kabul ettiği adamları aracılığıyla İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Köle azat etmeyi gerektiren her yerde henüz dünyaya gelmiş bulunan bir köle çocuğu azat etmek caizdir. Fakat adam öldürmenin keffareti başka. O konuda yüce Allah, 'mümin bir köle azat etmesi... gereklidir.' buyurmuştur. Bununla erişkin bir kişi kastedilmiştir..." [c.8, s.320, h:03/1187]
Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Musa b. Cafer'den (a.s) şöyle rivayet edilir: Ona; "Bir kölenin mümin olduğu nasıl anlaşılır?" diye sorulur. Cevapta buyurur ki: "Fıtrat esas alınarak anlaşılır." [c.1, s.263, h:220]
Men lâ Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, İmam Sadık'tan (a.s) şirk diyarında oturan ve Müslümanlar tarafından öldürülen bir Müslümanın durumu karşısında bunu öğrenen İmamın ne yapması lazım gelir? diye soruldu, o şu cevabı verdi: "Onun yerine mümin bir köleyi azat eder. 'Eger (yanlışlıkla öldürülen,) mümin olmakla
Nisâ Sûresi 92-94 ............................... 73
beraber size düşman olan bir topluluktan ise...' ayetinde bu anlatılıyor." Ben derim ki: Bu hadisin bir benzerini Ayyâşî de rivayet etmiştir.1 "Onun yerine mümin bir köleyi azat eder." ifadesi, azat etmenin daha önce de değindiğimiz gibi, gerçekte özgür (köle olmayan) Müslümanların sayısının artması amacına yönelik olduğuna ilişkin bir işarettir. Çünkü, öldürülme yoluyla sayılarında bir eksilme olmuştur. Bundan şu sonucu çıkarabiliriz: Keffaret olayında, mutlak olarak köle azat etmenin öngörülmesi, günah yoluyla özgür insanların sayısında bir eksilme meydana geldiğinden, günahkâr olmayan birinin özgür olarak onlara eklenmesiyle dengenin korunması, açığın kapatılması öngörülmüştür. Bu inceliği okuyucuların kavraması gerekir.
el-Kâfi adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Bir adam iki ay peş peşe oruç tutmakla yükümlüyse, birinci ayda orucunu bozsa veya hastalansa, oruçlarını yenilemesi gerekir. Ama eğer birinci ayı tamamlayıp ikinci aydan da birkaç gün tutmuşsa, sonra bir özürden dolayı orucunu bozmuşsa, sadece kaza etmesi gerekir." [Füru-u Kâfi, c.4, s.139, h:7]
Ben derim ki: Başka âlimlerin de dediği gibi, "kaza etmesi gerekir." ifadesinden maksat, geri kalan oruçlarını tamamlamasıdır. Bu an-lam ise, orucun iki ay peş peşe oluşundan çıkarılmıştır. el-Kâfi adlı eserde ve Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: İmama, bir mümini kasten öldüren müminin tövbesi kabul olur mu? diye soruldu. Buyurdu ki: "Eğer onu mümin olduğu için öldürmüşse, tövbesi kabul olmaz. Şayet öfke veya herhangi dünyevî bir sebepten dolayı öldürmüşse, onun tövbesi, ona kısas uygulanmasıdır. Şayet onun katil olduğu bilinmezse, kendisi maktulun velilerine gider ve suçunu itiraf eder. Eğer maktulun veli- 1- [c.1, s.265, h:230]
74 .............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
leri onu affeder, öldürmezlerse, onlara diyet vermesi gerekir. Bunun yanında, Allah'a yönelik tövbenin bir ifadesi olarak bir köleyi azat etmesi, peş peşe iki ay oruç tutması ve altmış yoksulu doyurması da zorunludur." [Füru-u Kâfi, c.7, s.286, h:2 ve Tesir-ul Ayyâşî, c.1, s.267, h: 239]
et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Sefatic'den, o da İmam Sadık'tan (a.s), "Her kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacagı cehennemdir." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Yani, onun cezası cehennemdir; tâbi eğer Allah onu cezalandırırsa." [c.10, s.165, h:658] Ben derim ki: Bu anlamı destekleyen bir rivayeti, ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Taberanî ve başkaları tarafından Ebu Hüreyre'den, o da Peygamberimizden (s.a.a) aktarmıştır. Bu rivayetler, yukarıda da değindiğimiz gibi, ayetlerin kapsadığı incelikleri içeriyorlar. Adam öldürme ve kısas uygulaması ile ilgili çok sayıda hadis vardır. Dileyen hadis kaynaklarına başvurabilir. Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Her kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacagı cehennemdir..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Bu ayet Makîs b. Dabbabet-el Kenanî hakkında indi. O, kardeşi Hişam'ı öldürülmüş olarak Neccaroğulları kabilesinin bölgesinde bulmuştu. Gidip bu olayı Resulullah'a (s.a.a) anlattı. Resu-lullah Kays b. Hilâl Fihrî'yi de yanına vererek Benî Neccar kabilesine gönderdi ve şöyle dedi: 'Neccaroğullarına de ki: Eğer Hişam'ı öldürenin kim olduğunu biliyorsanız, onu kardeşine teslim edin ki, kardeşinin öcünü alsın. Eğer bilmiyorsanız, ona diyetini ödeyin.' Fihrî Peygamberimizin mesajını iletti. Onlar da diyeti ödediler."
"Makîs Fihrî ile birlikte olduğu hâlde geri dönünce şeytan içine bir vesvese verdi: 'Kardeşinin öcünü almadan diyet almış olmakla bir şey yapmış olmuyorsun. Bununla yetinirsen, insanların dilinden kurtulamazsın. Seninle beraber olan bu adamı öldür. Böylece ona karşılık can almış olursun. Aldığın diyet de fazladan sana kalır.' Şeytanın vesvesesine kanan Makîs arkadaşını bir kaya parçasıyla
Nisâ Sûresi 92-94 .................................. 75
vurarak öldürdü. Sonra bir deveye bindi ve kâfir olarak Mekke'ye döndü. Ardından durumunu şu şiirle tasvir etti: "Kardeşime karşılık Fihrî'yi öldürdüm ve kan bedelini de, Fari bölgesinin sahibi Neccaroğullarından aldım. Hem intikamımı aldım, hem de rahat uyuyabildim. Ve ben putlara dönen ilk kişi oldum." "Bunu haber alan Resulullah buyurdu ki: 'Ne Harem dışında, ne de Harem bölgesinde ona eman vermeyeceğim.' Bu olayı, Dahhak ve bir grup müfessir rivayet etmiştir." [Mecma-ul Beyan'- dan aldığımız alıntı burada sona erdi.]
Buna yakın bir hadis Ibn-i Abbas, Said b. Cübeyr ve başkalarından da rivayet edilmiştir.
Tefsir-ul Kummî'de, "Ey inananlar! Allah yolunda savaşa çıktıgınız zaman..." ayeti ile ilgili olarak şöyle deniyor: "Bu ayet, Resulul-lah'ın (s.a.a) Hayber Savaşından dönüşünden sonra Üsame b. Zeyd'i bir suvari birliği ile Fedek bölgesindeki bazı Yahudi köylerine göndererek onları Islâm'a davet etmesi üzerine indi. Bu köylerin birinde Mirdas b. Nehik el-Fedeki adında bir adam vardı. Resulullah'ın (s.a.a) gönderdiği süvari birliğinin geldiğini fark edince, ailesini ve mallarını alarak dağ tarafında bir yerde durup, 'Eşhedu enlâ ilâhe illallah ve enne Muham-meden Resulullah' diyerek Üsame'yi karşılamağa koyuldu. Ancak Üsa-me b. Zeyd, (Mirdas'ın şehadet getirmesini duyduğu hâlde geldi ve) bir mızrak darbesiyle onu öldürdü." "Resulullah'ın (s.a.a) yanına döndüğünde bunu haber verdi. Resu-lullah (s.a.a) ona şöyle buyurdu: 'Allah'tan başka bir ilâh olmadığına ve benim Allah'ın resulü olduğuma şahadet eden bir adamı mı öldürdün?' Dedi ki: 'Ya Resulallah, o bunu öldürülmekten kurtulmak için söyledi.' Resulullah (s.a.a) ona şöyle dedi: Sen, ne onun kalbinin üzerindeki perdeyi araladın, ne diliyle söylediğini kabul ettin, ne de içinde olanları bildin. [Peki bütün bunlara rağmen onu ne diye öldürdün?]"
76 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
"Bunun üzerine Üsame b. Zeyd bir daha 'Eşhedu enlâ ilâhe illallah ve enne Muhammeden Resulullah' diyen birini öldürmemeye yemin etti. Bu yüzdendir ki, Emir-ül Müminin Hz Ali'nin (a.s) kimi gruplara karşı başlattığı savaşlara katılmadı. Işte 'Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, 'Sen mümin degilsin' demeyin...' ayeti onun bu olayı üzerine indi." Ben derim ki: Bu anlamı içeren bir hadisi Taberî kendi tefsirinde Süddi'den rivayet eder. Ayetin iniş sebebine ilişkin birçok rivayet de ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde yer alır. Bunların birinde, mezkur olayın Mikdat b. Esved'in, diğer birinde Ebu Derda'nın, bir başkasında da Mahlem b. Cessame'nin başından geçtiği belirtilir. Bir diğerinde ise, katil ve maktulün adları verilmeyerek kıssa üstü kapalı olarak sunulur. Ne var ki, Üsame b. Zeyd'in bu yemini ve Hz. Ali'nin (a.s) savaşlarına katılmadığı ve böylece ona mazeretini bildirdiği, bilinen ve tarih kitaplarında zikredilen bir konudur. Yine de Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.
Nisâ Sûresi 95-100 ............................................................. 77
95- Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- (savaşa katılmayıp) oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihat edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir; ama Allah mücahitleri, oturanlardan üstün kılarak onlara büyük bir ecir vermiştir.
78 .............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
96- Kendi katından dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir (onlara). Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
97- Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken; "Ne yapmakta idiniz!" derler. Bunlar, "Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf bırakılmış (mustazaf)lar idik." diye cevap verirler. Me-lekler de, "Allah'ın yeri geniş değil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!" derler. Işte onların varacağı yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!
98- Ancak erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz olup zayıf bırakılanlar, hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır.
99- Işte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır.
100- Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve genişlik (bolluk ve imkân) bulur. Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, artık onun mükâfatı Allah'a düşer. Allah da çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
"Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- (savaşa katılmayıp) oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler bir olmaz." Ayetin orijinalinde geçen "darar" kelimesi, cihat ve savaş yükümlülüğünü engelleyecek şekilde vücutta körlük, topallık ve hastalık gibi bir noksanlığın bulunması demektir. Mal ile cihat etmekten maksat, din düşmanlarına karşı zafer kazanmak için malın Allah yolunda harcanmasıdır. Can ile cihat ise, savaş demektir. "Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir." ifadesi gösteriyor ki, "oturanlar"dan maksat, başkalarının cihada çıkmasının yeterli geldiğinden, kendilerine ihtiyaç duyulmayan koşullarda cihada çıkmayıp savaşı terk eden ve evlerinde kalanlardır. Şu hâlde, tefsirini sunduğumuz bu ayet, insanları cihada teşvik etme
Nisâ Sûresi 95-100 ............................................ 79
ve bu sorumluluğu yerine getirme hususunda yarışmaya sevk etme amacına yöneliktir.
Buna ilişkin bir kanıt, yüce Allah'ın önce özür sahiplerini istisna etmesi, sonra oturanlarla cihada çıkanların bir olmadıklarına hükmetmesidir. Oysa özür sahipleri de tıpkı oturanlar gibi, Allah yolunda savaşan mücahitlerle aynı düzeyde değildirler. Yüce Allah- 'ın, özür sahibi olduklarından dolayı, savaşa katılmayanların uğradıkları zarar ve kaybettikleri sevabı, iyi niyetlerine [yani, "Keşke sağlam olsaydık da biz de onlarla beraber savaşsaydık" arzularına] karşılık verdiği sevapla karşıladığını, telafi ettiğini söylesek bile, kuşku yok ki cihat, şahadet veya Allah düşmanlarını yenilgiye uğratmak, Allah yolunda savaşan mücahitlerin başkalarından üstün ve ayrıcalıklı kılınması için bir meziyettir, bir fazilettir. Kısacası bu ayet, müminleri savaşa teşvik etmeye, onları harekete geçirmeye yöneliktir; hayırlar, faziletler ve değerler uğruna yarışmaları için içlerindeki iman ruhunu uyandırmayı amaçlamaktadır. "Allah, malları ve canları ile cihat edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır." Bu cümle, "bir olmaz" hükmünün bir gerekçesi konumundadır. Bu yüzden atıf edatı veya başka bir bağlaçla iki cümle birbirine bağlanmamıştır. Ayette geçen "derece"den maksat, mertebe ve konumdur. "Dereceler" ise, mertebe üstüne mertebe anlamını ifade eder.
"Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir." Yani yüce Allah, hem oturanlara, hem de mücahitlere veya mazeretsiz oturanlarla, bir mazeretten dolayı oturanlara ve mücahitlere en güzeli vaat etmiştir. Ayetin orijinalinde geçen "el-hüsna=en güzel" kelimesi, mahzuf mevsufun vasfıdır. Güzel akıbet, güzel sevap vb. gibi bir anlam taşır.
Bu cümleler, herhangi bir yanlış algılamayı dışlamayı amaçlamak- tadır. Çünkü müminlerden olup cihada katılmayan bir kimse "Mümin-lerden... oturanlarla, malları ve canlarıyla Allah yo-
80 .................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
lunda cihat edenler bir olmaz. Allah... cihat edenleri, derece bakımından oturanlar-dan üstün kılmıştır." ifadesini duyduğu zaman ne imanından, ne de sa-lih amellerinden dolayı eline hiçbir şeyin geçmeyeceğini, hiçbir sevap elde edemeyeceğini vehmedebilir. Işte böyle bir kuruntu, "Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir." ifadesiyle bertaraf ediliyor.
"Ama Allah mücahitleri, oturanlardan üstün kılarak onlara büyük bir ecir vermiştir. Kendi katından dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir (onlara)." Burada işaret edilen lütuf ve bağışlar (üstün kılma), başta genel olarak sözü edilen lütuf ve bağışların (üstün kılmanın) açıklaması, detaylandırması konumundadır. Bunun yanında bir diğer noktaya da temas ediliyor. Şöyle ki: Müminlerin sadece, "Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir." ifadesinin içerdiği vaade güvenerek yan gelip yatmamaları ve neticede Allah yolunda cihat görevlerini savsaklamaları yakışmaz; aksine hak mesajının yücelmesi ve batılın yerle bir edilmesi hususunda ellerinden gelen çabayı göstermeleri gerekir. Çünkü mücahitlerin oturanlara göre fazladan elde ettikleri bağışlanma ve ilâhî rahmete nail olmak gibi dereceler küçümsenemez.
Ayetin akışı birkaç açıdan ilgi çekicidir: Birincisi: Başlangıçta mücahitler, "malları ve canlarıyla Allah yolunda" ifadesiyle kayıtlandırılmış, ardından "malları ve canları ile", son olarak da hiçbir kayıt olmaksızın zikredilmiştir. Ikincisi: Başlangıçta üstünlükten söz edilirken, onun bir "derece" olduğuna değiniliyor; ama sonra bunların "dereceler" olduğuna işaret ediliyor. Birincisine gelince: Her şeyden önce ayetin akışı, cihat etmenin oturmaktan üstün bir davranış olduğunu açıklamaya yöneliktir. Üstünlük de cihadındır; ama nefsî ihtirasları tatmine yönelik değil, Allah yolunda olduğu zaman; [yine üstünlük cihadındır] ama insanın en değer verdiği mala bedel olduğu yani, insanın yanında en değerli olan malın infak edildiği zaman ve maldan da değerli can pahasına olduğu zaman. Işte bu nedenle başta, "malları ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler" deniliyor. Bununla, meselenin
Nisâ Sûresi 95-100 .......................... 81
tüm açıklığıyla ortaya konulması, akla gelebilecek her türlü yanlışın ortadan kaldırılması amacı güdülüyor. Sonra "Allah malları ve canlarıyla cihat edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır." denilince, yukarıda açıkladığımız açıdan artık söz konusu kayıtlara [malları ve canlarıyla ifadelerine] yer verilmesine gerek duyulmadı. Çünkü önceki açıklama sayesinde akla gelebilecek her türlü yanlış algılama kalkmıştı. Fakat bu cümle, "Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir." ifadesine yakın bir yerde kullanıldığı için, ifadenin akışının gereği olarak, bu üstün kılmanın sebebini de açıklamaya ihtiyaç duyuldu. Bu da insanlarca tutkuyla sevilmelerine rağmen Allah yolunda malın infak, canın da feda edilmesidir. Bu yüzden "mücahitler"le ilgili bir kayıt olarak bu ikisinin zikredilmesiyle yetinildi ve "malları ve canlarıyla cihat edenler" denildi. Üçüncü kez "Allah mücahitleri, oturanlardan üstün kılarak onlara büyük bir ecir vermiştir." denilmesine gelince, burada artık kayıtların zikredilmesine gerek kalmamıştır, ne tümüne, ne de bazısına. Bu yüz-den bütün kayıtlar bir kenara bırakılarak ifade mutlak kullanılmıştır.
İkincisine gelince: "Allah, malları ve canlarıyla cihat edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır." ifadesinde geçen "dereceten" kelimesi, cümle içinde gramatik açıdan "temyiz" olmasından dolayı mansuptur. Dolayısıyla burada, üstünlüğü gerektiren bu derecenin bir veya daha fazla olduğuna değinilmeksizin, söz konusu üstünlüğün, yalnızca derece ve konum itibariyle olduğunun açıklanması amaçlanmıştır.
"Allah mücahitleri, oturanlardan üstün kılarak onlara büyük bir ecir vermiştir. Kendi katından dereceler... vermiştir (onlara)." Bu ifadenin orijinalinde geçen "faddale" sözcüğü, "verme, bahşetme" ve benzeri bir anlamı kapsıyor gibidir. "Kendi katından dereceler" ifadesi, "büyük bir ecir" ifadesi bağlamında bedel ya da atf-ı beyan konumundadır. Dolayısıyla şu anlamı elde ediyoruz: "Allah, mücahitlere büyük bir ecir vererek onları verdiği veya sevap
82 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
olarak bahşettiği bu büyük ecirle oturanlardan üstün kılmıştır. Bu büyük ecir ise, Allah katından olan derecelerdir."
Bu bakımdan ayet, başlangıç itibariyle mücahitlerin oturanlar karşısındaki üstünlüklerinin, Allah katından bir derece dolayısıyla olduğunu açıklıyor. Bu arada derecenin bir tane mi, yoksa daha fazla mı olduğundan söz etmiyor. Sonunda ise bu derecenin bir olmayıp birçok konum ve derece olduğunu açıklıyor ve bu derecelerin, mücahitlere ödül olarak verilen büyük bir ecir olduğuna işaret ediyor.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalar ile, ayetin başında "derece", sonunda ise "dereceler" şeklinde bir ifade kullanılması dolayısıyla bazı zihinlerde bir çelişki varmış gibi bir kuruntunun uyanabileceği problemini bertaraf ettiğimizi umuyoruz. Nitekim bazı tefsir bilginleri de böyle bir problemi hissetmiş olacaklar ki, ondan kurtulmak için çoğu ya da tümü zorlama ürünü olan birçok değerlendirmeler sunma gereğini duymuşlardır.
Bunlardan birine göre; ayetin başında, mücahitlerin özür sahibi olup da cihada katılmayanlardan bir derece, sonunda ise özür sahibi olmadan cihada katılmayıp oturanlardan birçok derece üstün oldukları kastedilmiştir.
Bir diğer yoruma göre; ayetin başında geçen "derece"den maksat, ganimet almak ve iyi nam salmak gibi dünyevi mertebedir. Sonundaki "dereceler"den maksat ise, uhrevi mertebelerdir ve bu mertebeler dünyaya oranla çokturlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Elbette ahiret, dereceler bakımından daha büyüktür." (Isrâ, 21)
Söz konusu mevhum çelişki problemini aşma amaçlı bir diğer yorumsa şöyledir: Ayetin başında işaret edilen "derece"den maksat, Allah katındaki mertebedir ve bu manevî bir olgudur. Ayetin sonundaki "dereceler"den maksat ise, cennetin konakları ve yüksek dereceleridir. Bunlarsa somut olgulardır. Ancak okuyucular, bu yorumların ayetin lafzı itibariyle bir kanıta dayanmadığından haberdardırlar.
Nisâ Sûresi 95-100 ......................................................... 83
"Katından" ifadesinin orijinali olan "minhu" kelimesindeki zamir, yüce Allah'a dönük olsa gerektir. "Bağışlama ve rahmet" kelimelerinin, "dereceler"in açıklaması şeklinde algılanması durumu da bizim bu açıklamamızı desteklemektedir. Çünkü bağış ve rahmet Allah'tandır. Ancak zamirin daha önce zikredilen "ecir" kelimesine dönük olması da mümkündür.
"Bagışlama ve rahmet..." ifadesinin zahiri, "dereceler" kelimesinin açıklaması olduğunu gösteriyor. Çünkü dereceler yani, Allah katındaki her türlü mertebe, bağış ve rahmetin nesnel karşılığıdır. Önceki araştırmalarımızın birinde şunu öğrenmiş bulunuyorsunuz ki: Rahmetin -yani, Allah'ın lütufta bulunup katından nimet bağışı yapmasının- gerçekleşmesi, ancak ona ulaşmanın önündeki her türlü engelin bertaraf edilmesi ile mümkün olabilir. Bu rahmet ise mağfiret, yani bağışlamadan ibarettir.
Bunun bir gereği olarak, her nimet mertebesi ve her yüksek menzil ve derece kendisinden sonraki mertebeye ve kendisinden üstün dereceye oranla mağfiret ve bağışlama konumundadır. Dolayısıyla uhrevî her türlü dereceler, yüce Allah'ın bağışı ve rahmetidirler. Nitekim Kur'ân'-da rahmet veya ona yakın bir kavramın kullanıldığı çoğu yerde bağışlamadan da söz ediliyor. "Bagışlama ve büyük mükâfat onlarındır." (Mâide, 9) "Onlar için... bagışlanma ve tükenmez bir rızk vardır." (Enfâl, 4) " Onlar için bagışlama ve büyük mükâfat vardır." (Hûd, 11) "Orada Allah magfireti ve rızası vardır." (Hadîd, 20) "Bizi bagışla, bize merhamet et!" (Bakara, 286) gibi birçok ayeti örnek göstermek mümkündür. Ardından ayet, "Allah çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir." ifadesiyle son buluyor. Bu iki ismin ayetin içeriğiyle münasebeti belirgindir. Özellikle, "bagışlama ve rahmet" ifadesinden sonra yer almış olması, bu ilişkiyi daha da belirgin hâle getirmektedir.
"Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken;" Ayetin orijinalinde geçen "teveffâhum=canlarını alırken" fiili, mazi veya müzari kipindedir. Aslı "tetevveffâhum"dur. Kullanımda hafiflik olsun diye "tâ"ların biri düşürülmüştür. Şu ayette olduğu gibi: "Nefislerine zulüm ederlerken meleklerin canlarını aldıgı
84 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
lerine zulüm ederlerken meleklerin canlarını aldıgı kimseler, 'Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk!' diye teslim olurlar." (Nahl, 28) [Bu ayette canlarını alma anlamında kullanılan fiil "tetevvefâhum" şeklinde geçer.]
Benzeri ayetten de anlaşıldığı gibi "zulüm"den maksat, onların şirk yurdunda kalmak, kâfirler arasında yaşamak, dolayısıyla dini bilgileri edinme ve dinin kulluk görevlerini yerine getirmedeki çağrısını uygulamaya geçirme imkânından yoksun kalmak suretiyle Allah'ın dininden ve dinin şiarlarını ikame etmekten yüz çevirmeleridir. [Kulluk görevlerini rahat bir şekilde yerine getiremedikleri şirk diyarını terk etmemeleridir.] "Ne yapmakta idiniz? derler. 'Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf bırakılmış (mustazaf)lar idik' diye cevap verirler..." şeklinde başlayan üç ayetin akışı bu yorumu destekleyici niteliktedir.
Yüce Allah, "Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun." (A'râf, 44 ve Hûd, 19) ayetlerinde, "zalimler" kavramını [nefse veya başkalarına zulmetmeyi belirtmeksizin] mutlak olarak kullandıktan sonra, "Onlar (insanları) Allah'ın yolundan alıkoyan ve onun egri olmasını isteyenlerdir." buyurarak bu kelimeye açıklık getirmiştir. Dolayısıyla bu iki ayetin, zulmü açıklamadaki ortak mesajı şudur: Zulüm, Allah'ın dinine sırt çevirmek ve onun eğri, çarpık ve saptırılmış olmasını istemektir. Bu anlam, tefsirini sunduğumuz ayetin tasvir ettiği objektif durum [ve bizim az önce yaptığımız açıklama] ile de örtüşmektedir.
"Ne yapmakta idiniz?" derler." Yani, dini yaşama bağlamında durumunuz neydi? Ayetin orijinalinde geçen "fîme" bileşiğinin sonundaki "me" edatı, soru edatı olan "ma" kelimesinin kısaltılmış şeklidir, ki kullanım hafifliği sağlamak amacıyla sonundaki "elif" harfi hazfedilmiştir.
Ayette genel olarak, rivayetlerde "Kabir Sorgusu" olarak nitelenen olaya yönelik bir işaret vardır. Bilindiği gibi kabir sorgusu, ölümün gerçekleşmesinden sonra meleklerin ölünün dinini sormalarına denir. Şu ayet de buna delâlet etmektedir: "Nefislerine zul-
Nisâ Sûresi 95-100 .................................................... 85
mederken meleklerin, canlarını aldıgı kimseler, 'Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk!' diye teslim olurlar. 'Hayır, Allah sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir. O hâlde, içinde sürekli kalacagınız cehennemin kapılarından girin! Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür! (Kötülüklerden) sakınanlara, 'Rabbiniz ne indirdi?' denildiginde, 'Hayır( indirdi)! derler." (Nahl, 28-30)
"Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf bırakılan (mustazaf)lar idik, diye cevap verirler. Melekler de, 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!' derler." Meleklerin "Ne yapmakta idiniz?" sorusu, dinsel açıdan yaşadıkları duruma ilişkindir. Bu soruya muhatap olan kimseler de dinsel açıdan iyi bir duruma sahip olmayan kimselerdir. Bu yüzden sebebi [yani, dini yaşamamalarına sebep olanı] müsebbebin [yani, kendi durumlarını anlatmalarının] yerine koymak suretiyle cevap veriyorlar. Şöyle ki; onlar, güç sahibi müşriklerin egemen olduğu bir yerde dini yaşama imkânını bulamıyorlardı. Çünkü bu müşrikler, onları çaresiz ve zayıf düşürüyor, güçlenmelerine engel oluyorlardı. Böylece dinin öngördüğü şeriata ve yasalara sarılıp, uygulamaya geçirerek pratik hayatta yaşamalarına imkân vermiyorlardı.
Şayet doğru söylüyorlarsa, zayıf düşürülmüş olmaları, kendilerinin şirk yurdunda yerleşik bir hayat yaşıyor olmalarından kaynaklanıyordu. Çaresiz ve zayıf bırakılmaları, yaşadıkları yurdun müşriklerin egemenlikleri altında olmasından ileri geliyordu. Ancak [ortada bir başka gerçek de var. O da şu ki,] o egemen müşrikler dünyanın her tarafına ve onların yaşadıkları yerin dışında başka yerlere de egemen değillerdi ya! Dolayısıyla bu adamlar her hâlükârda mustazaf (zayıf düşürülmüş) değillerdi. Yani, zayıflıkları sadece içinde bulundukları ortam için geçerliydi. Onu da, o yurdu terk etmek ve çıkıp gitmek suretiyle değiştirmek ellerindeydi. Bu yüzden melekler, onların mustazaflık iddialarını yalanlayarak yeryüzünün Allah'ın arzı olduğu ve Allah'ın arzının da, içinde yaşadıkları ve ayrılmadıkları yerden çok daha geniş olduğunu vurgulayarak bahanelerini boşa çıkarıyorlar. Çünkü, göç etmek sure-
86 ............ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
tiyle zayıf düşürüldükleri yerden ve ortamdan kurtulmaları mümkündü. Dolayısıyla mustazaflık bağından kurtulacak güçleri olduğu için onlar gerçek mustazaflar değillerdi. Demek ki bu durumu, kendi kötü tercihleri sonucu seçmişlerdi.
"Allah'ın yeri geniş degil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!" cümlesindeki soru, "Ne yapmakta idiniz?" ifadesinde olduğu gibi, ayıplama ve kınama amaçlıdır. Daha önce yer verdiğimiz Nahl suresinin ilgili ayetlerinin akışından da anlaşıldığı gibi bu soruların ilkinin ["Ne yapmakta idiniz?"], durumun tespitine [ve dinsel açıdan nasıl bir duruma sahip olduklarına] yönelik olması mümkündür. Çünkü, Nahl suresinden anlaşıldığı kadarıyla bu tür soru, hem zalimlere, hem de muttakilere yönelik bir sorudur ve kınama amaçlı değildir. Ikincisi ise ["Allah'ın yeri geniş degil miydi?..."], her hâlükârda kınama amacına yöneliktir.
Melekler, yeri Allah'a izafe ederek zikrediyorlar. Burada yüce Allah'ın önce arzı geniş kıldığına, sonra insanları imana ve amele davet ettiğine işaret ediliyor. Iki ayetten sonraki "Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve genişlik bulur." ayeti de bu gerçeğe işaret etmektedir.
Yerin "geniş" olarak nitelendirilmesi, hicret etmeyi; "Onda hicret etseydiniz ya! "ifadesi şeklinde kullanmayı gerektirmiştir. Yani, yerin bir bölgesinden bir diğer bölgesine göç etseydiniz ya! Şayet genişlik tasavvur edilmeden bir ifade kullanılsaydı, "Ondan hicret etseydiniz" denilmesi uygun düşerdi.
Ardından yüce Allah, meleklerle onların bu söyleşini gözler önüne serdikten sonra şu hükmü veriyor: "İşte onların varacagı yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!"
"Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup zayıf bırakılanlar...müstesnadır." Bu cümledeki istisna münkatı yani kopuk istisnadır. Bunlarla ilgili olarak ayette söz konusu edilen anlamda "zayıf bırakılmışlar" (mustazaflar) tabirinin kullanılması, yukarıda [önceki ayette] sözü edilen "zalimlerin", aslında musta-zaf olmadıklarına işaret etmeye yöneliktir. Çünkü onlar zayıflık kaydını ü-
Nisâ Sûresi 95-100 ................................................. 87
zerlerinden kaldırabilecek güçtedirler. Asıl zayıflar, bu ayette sözü edilenlerdir. Erkekler, kadınlar ve çocuklar şeklinde ayrıntılı bir açıklamaya gerek duyulması, ilâhî hükmü açıklama ve yanlış algılamalara meydan vermeme amacına yöneliktir.
"hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir yol bulamayanlar" ifadesine gelince, burada kullanılan "hîle" kelimesi, "haylûle" (engel, mani, önlem) kökünden şekil ve biçim ifade eden mastar kipi gibidir. Sonra alet anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla iki şey arasında bir engel ve önlem bulmaya ulaştırıcı araç anlamını ifade eder. Ya da bir şeyi elde etme veya bir başka hâle geçme anlamını ifade eden bir hâl veya bunun dışında bir hâldir. Bu ifade, genelde gizlice yapılan ve yerilen işlerle ilgili olarak kullanılır. Her hâlükârda kelimenin kök anlamında, Ragıb'ın el-Müfredat adlı kitabında belirttiği gibi, değişim anlamı vardır.
Bu durumda şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: "Onlar, müşriklerin kendilerine yönelttikleri zayıf bıraktırıcı baskıyı engellemeye güç yetiremiyorlar; onların bu tür baskılarını defetmek için hiçbir engel bulamıyorlar. Bundan kurtulmalarını sağlayacak bir yol elde etme imkânına da sahip değiller."
Ayetin akışından anlaşıldığı üzere, "yol" kavramı geneldir; gözle görülen ve görülmeyen her türlü yolu [yani, tüm çare yollarını] kapsamına almaktadır. Şöyle ki; bu kavram burada, anlam olarak Mekkeli Müslümanların Medine'ye hicret etmek için kullandıkları normal yol gibi maddî yolu içerdiği şekilde, manevî yolu da kapsar. Dolayısıyla buradaki yoldan maksat, onları müşriklerin elinden, işkence ve fitnelerine duçar ederek zayıf düşürme girişimlerinden kurtaracak her türlü çözüm yoludur.
Ayetten anlaşıldığına göre, dinsel konular bağlanımda cahillik, insanın kendisinden kaynaklanmayan bir kusurdan veya yetersizlikten ileri geliyorsa, bu insan Allah katında mazurdur.
88 ............... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Bu konuyu şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah, dini bilmemeyi ve dinsel şiarları egemen kılmaktan alıkonmanın her türlüsünü, ilâhî affın kapsamına girmeyen zulüm olarak nitelendiriyor. Sonra mustazafları (zayıf bırakılmışları) bu genellemenin dışında tutuyor, zayıf bırakıldıkları için de mazeretlerini kabul ettiğini belirtiyor. Ardından onları, başkalarını da kuşatacak bir nitelikle yani, karşılaştıkları engeli kendilerinden defedecek imkânı bulamamak ve hiçbir çareye güç yetirememek vasfıyla tanımlıyor.
Bu anlam, etrafı kuşatılmış bir yerde tutulan ve bu nedenle dini bilen, dinin ayrıntılarından haberdar olan bir âlim bulunmadığı için dinsel bilgileri öğrenemeyen ya da bu bilgilere sahip olduğu hâlde dayanılmaz ağır işkencelerden dolayı onları pratize etmenin bir yolunu bulamayan, bunun yanında düşünce zayıflığı, hastalık, bedensel noksanlık veya malî yetersizlik gibi bir olumsuzluk yüzünden bulunduğu yerden çıkamayan, Islâm yurduna hicret edip Müslümanlara katılamayan bir kimse için geçerli olduğu gibi, zihni dinsel bilgiler bağlamında sabit gerçekleri kavrayamayan, düşünsel olarak hakka ulaşamayan, hakka karşı inatçı, burun kıvırıcı bir tavrı kesinlikle söz konusu olmadığı ve hattâ hâkkın net bir şekilde önüne konulması durumunda ona kesinlikle tâbi olacağı hâlde değişik etkenler yüzünden hakkı algılayamayan bir kimse için de geçerlidir.
Böyle bir insan da mustazaftır; zayıf düşürülmüş, aciz ve çaresizdir; [içinde bulunduğu olumsuz koşullardan çıkacak ve] herhangi bir yol bulacak durumda değildir. Bunun böylesi bir konuma düşmesindeki etken, hak ve din düşmanları tarafından kılıç ve kırbaç zoruyla kuşatılıp çıkış yolu bulamaması değil kuşkusuz. Bilâkis onu başka faktörler zayıf düşürmüş, sonuç itibariyle de gafleti ona musallat kılmıştır. Dolayısıyla böyle bir gafletin etkisine giren insan artık hiçbir çareye güç yetirmez ve böyle bir cehaletin pençesindeki insan da hiçbir yol bulmaz mustazaftır. Gerçekte nedenin genelliğini vurgulamaya yönelik olan bu ayetin mutlak açıklamasından hareketle bu sonuca varıyoruz. Bu
Nisâ Sûresi 95-100 ...................... 89
anlamı, bunun dışında başka ayetlerden de algılayabiliriz: "Allah her şahsı, ancak gücünün yettigi ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandıgı iyilik lehine, ettigi kötülük de aleyhinedir." (Bakara, 286) Bu ayet gereği, hak-kında gafil olunan şey insanın gücü dâhilinde değildir. Yine, bir engel yüzünden insanın yapamadığı bir şey de onun gücü dâhilinde sayılmaz.
Bakara suresinin konuyla ilgili bu ayeti, insanın gücünün üstündeki teklifi kaldırdığı gibi, mazeret yerlerini [mazur görülme durumlarını] belirlemek ve gerçek mazereti bahaneden ayırt etmek için genel bir ilkeyi koyuyor. Şöyle ki fiil, insanın kendi kazanmasına ve seçimine dayandırılmalı, alıkonduğu şeyden alıkonuluşunda kendi etkisi ve katkısı olmamalı.
Buna göre, dinden bütünüyle habersiz olan veya hak nitelikli dinsel bilgilerin bir kısmını bilmeyen cahil insanın bu cehaleti [ve dinî vazifeyi terk edişi], kendisinin kusurundan veya kötü seçiminden kaynaklanıyorsa, bu terk etmişlik ona isnat edilir ve kendisi günahkâr sayılır.
Şayet dinde cahil olması ve görevini yerine getirmemesi kendi kusuruna veya buna yol açacak kimi ön davranışlarına dayanmıyorsa, aksine cahilliği veya gafleti ya da amel etmemeyi ona dayatan dış faktörlerden kaynaklanıyorsa, bu tarz bir dini terk etmişlik kişinin tercihine isnat edilmez. Böyle bir insan günahkâr, taammüden muhalefet eden, hakka karşı burun kıvıran müstekbir ve körü körüne inkârcı kabul edilmez. Dolayısıyla böyle bir insan eğer iyilik [olarak bildiği bir şeyi] kazanmışsa lehinedir, kötülük [olarak bildiği bir şeyi] de kazanmışsa aleyhinedir. Şayet [yaptığı işin iyi ya da kötü oluşundan habersiz kaldığı için, iyilik veya kötülük unvanıyla] bir şey kazanmamışsa, lehine veya aleyhine de bir şey yok demektir.
Bundan da anlaşılıyor ki mustazaf insan, herhangi bir iş kazanmak durumunda olmadığı için eli boş insandır, lehinde ve aleyhinde olacak bir şeye sahip değildir; onunla ilgili hüküm Allah'a kalmıştır. Nitekim bu, mustazaflarla ilgili ayetten sonra yer alan,
90 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
"İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve bagışlayıcıdır." ayeti ile başka suredeki ayetten anlaşılmaktadır: "Başka ları da vardır ki Allah'ın emrine bırakılmışlardır. O, onlara ya azap eder ya da onları affeder. Allah bilendir ve hikmet sahibidir." (Tevbe, 106) Ve Allah'ın rahmeti gazabından öndedir.
"İşte bunları, umulur ki Allah affeder." Bunlar, bilmeyişleri bir mazerete dayandığı için kötülüğü kazanmamışlardır. Ancak daha önce de vurguladığımız gibi insan, mutluluk ve mutsuzluk arasında hareket etmektedir. Mutluluğu kendi üzerine çekmemiş olması onun için yeterli bir mutsuzluktur. Dolayısıyla bu durumdaki bir insan, iyi olsun, bozguncu olsun ya da hiçbiri olmasın, özü itibariyle mutsuzluğun izlerini silip etkilerini gideren ilâhî aftan müstağni değildir. Yüce Allah'ın ["Işte onları, umulur ki Allah affeder." sözüyle] onların affedilmeleri umudundan söz etmesi, bu gerçeğe yönelik bir işarettir.
Onların affedilebilecekleri umudundan söz edilip ardından, affın onları kapsayacağına yönelik bir işaret içeren "Allah çok affedici ve bagışlayıcıdır." ifadesine yer verilmiş olması, onların, "varacakları yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!" ifadesiyle, yerlerinin kötü bir varış yeri olarak cehennem olacağı vaat edilen zalimler grubundan istisna edilir şekilde zikredilmiş olmalarından dolayıdır.
"Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve genişlik bulur." Ayetin orijinalinde geçen "murâğemen" kelimesinin kökü olan "er-reğâm" ile ilgili olarak Ragıp el-Isfahanî der ki: "er- Reğâm", yumuşak toprak demektir. Araplar, "Rağime enfu fulanin rağmen=burnu toprağa sürtüldü" derler. "Erğamehu gayruhu= başkası onun burnunu yere (toprağa) sürdü" şeklinde de kullanılır. Bununla kızgınlığı, öfkeyi ifade ederler. Şairin şu beyti buna örnektir:
"O burunlar yere sürtüldüğü zaman onları hoşnut etmem. Onlardan özür dilemem; aksine kızgınlıklarını arttırırım."
Nisâ Sûresi 95-100 ..................................................... 91
Şiirde, söz konusu kelimeye karşılık olarak "hoşnut etme" ifadesinin kullanılması, bu kelimenin kızdırma anlamını içerdiğine dikkatimizi çekmektedir. Buna dayanarak, "Erğamellahu enfehu ve erğame-hu=Allah onun burnunu sürttü, ona kızdı", "Râğamehu=iki kişi birbirini kızdırıp öfkelendirmeye çalıştılar, her biri karşı tarafın burnunu sürmek için gayret gösterdi" denilmiştir. Sonra "murâğeme" kelimesi, istiare yoluyla çekişip münakaşa, kavga etmek anlamında kullanılmaya başladı. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünde gidecek birçok yer... bulur." "Murağemen kesîren" yani, öfkelenmesini gerektiren kötü bir şey gördüğünde ondan kaçacak bir yer bulur. Bu tıpkı; "Falandan kızdığım için falana gittim, ona yöneldim" demeye benzer. [Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.]
Şu hâlde ifadenin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: Kim Allah yolunda, yani bilgi ve amel düzeyinde dini yaşamak suretiyle O'nun rızasını elde etmek amacıyla hicret ederse, yeryüzünde bu amacını gerçekleştirmesine elverişli birçok yer bulur. Her ne zaman Allah'ın dinini pratikte uygulamasına yönelik bir engelle karşılaşırsa, dinini yaşamasına engel olan gücün burnunu sürtmek, onu öfkelendirmek ya da onunla çekişip mücadele vermek amacıyla oradan hicret ederek başka bir yerde dinini özgürce yaşama imkânını, ayrıca yeryüzünde genişlik, bolluk ve birçok imkân bulur. Yüce Allah bu ayetlerin öncesinde, "Allah'ın yeri geniş degil miy-di?" buyurmuştur. Bu ifadenin ayrıntısı konumunda olan bu ayetin, [hiçbir kayda yani, Allah yolunda ifadesine yer vermeksizin], "Hicret eden kimse yeryüzünde genişlik bulur." cümlesi şeklinde olması gerekirdi. Ancak Allah yolunda gitmek ve ilâhî yolu sulûk etmek isteyenler için, yeryüzü genişliğinin bir gerekçesi olarak "birçok gidecek yer" ifadesine de ek olarak yer verilmesi nedeniyle, "hicret etme" de "Allah yolunda olmak" şeklinde kayda bağlanmıştır ki, ifadenin ana mesajıyla örtüşsün. Bu ana mesaj ise, şirk düzeninin egemen olduğu bir ortamda yaşamaya devam eden müminlere yönelik bir öğütten ibarettir. Yani, ayet onları tah-
92 ........... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
rik edip coşkulandırmaya, hicrete teşvik etmeye ve [moral destek sağlayarak] yüreklerini hoş tutmaya yönelik bir mesaj konumundadır. "Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek evinden çıkar..." Allah ve Resulü için göç etmek, Allah'ın kitabını ve Peygamberin sünnetini öğrenip amel etme imkânı bulunan Islâm yurduna hicret etmekten kinayedir.
Ölümün yetişmesi, istiare yoluyla ölümün normal biçimde vuku bulması ve beklenmedik şekilde gerçekleşmesinden kinayedir. [Yoksa "idrak" kelimesinin asıl lügat anlamı burada kastedilmemiştir.] Çünkü ayetin orijinalindeki "yudrik" kelimesinin mastarı olan "idrak" kelimesi, gerideki kişinin öncekinin ardından koşup ona yetişmesi demektir. [Oysa insanın ölümü, insandan geri kalmamıştır ki, ardından gelip ona varmış olsun.]
Yine mükâfatın Allah'a düşmesi de, ecir ve sevabın O'nun için gerekli olması ve bunu uhdesine alması demektir. Demek ki orada güzel bir ecir, sınırsız bir sevap vardır ve Allah onu eksiksiz şekilde kesinlikle hicret eden kuluna bahşedecektir. Allah bu vaadini, kendisine hiçbir şeyin ağır ve zor gelmediği, hiçbir şeyin aciz bırakamadığı ve ettiği iradeyi hiçbir şeyin engelleyemediği ulûhiyet makamıyla gerçekleştirir. Ve O sözünden dönmez. Ayetin, "Allah da çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir." cümlesiyle son bulması, ödül ve sevabın eksiksiz verilmesinin bu güzel vaadin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurgulamak ve pekiştirmek içindir.
Yüce Allah bu ayetlerde müminleri, diğer bir ifadeyle iman iddiasında bulunanları, iman yurdunda ve şirk yurdunda yaşıyor olmak bakımından çeşitli kısımlara ayırıyor ve bu grupların her birinin konumuna uygun olarak alacağı karşılığı (mükâfatı) açıklıyor. Bunu da bir öğüt, bir uyarı ve iman yurduna hicret etmeye yönelik bir teşvik unsuru olması, iman yurdunda toplanılması, Islâm toplumunun güçlendirilmesi, iyilik ve takva üzere birlik ve dayanışma içinde olunması, hak mesajın yüceltilmesi, tevhit bayrağının ve din sancağının dalgalandırılması amacıyla yapıyor.
Nisâ Sûresi 95-100 ............................ 93
Bunlar içinde bir grup Islâm yurdunda yaşıyor. Mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihat edenler, mazeretsiz oturanlar ve bir mazereti bulunduğu için oturanlar bu grupta yer alırlar. Allah hepsine de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir; fakat Allah cihat edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.
Diğer bir grup ise, şirk yurdunda yaşıyor. Bunlar zalimdirler. Allah yolunda hicret etmezler. Bu yüzden varacakları yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!
Fakat bunların arasında da zalim olmayan zayıf düşürülmüş bir grup vardır. Bir çözüm bulma imkânından yoksundurlar, bir çıkış yolu da bulamıyorlar. Bunlar aciz olup hiçbir çareye güç yetiremeyen ve hiçbir yol bulamayan mustazaflardır. Işte bunları, yüce Allah'ın affetmesi umulur. Yine bunlar arasında yer alan bir diğer grup da, Allah ve Resulü uğrunda hicret etmek üzere evlerinden çıkan, ama sonra kendisine ölüm gelip yetişen kimselerdir. Ki bunların ecri, mükâfatı Allah'a düşer.
İniş sebebi, Resulullah efendimiz (s.a.a) zamanında Medine'ye hicretiyle Mekke'nin fethi arasındaki döneme tekabül eden Arap yarımadasındaki Müslümanların durumu ile ilintili olsa da, ayetlerin içeriği bütün zamanlardaki tüm Müslümanlar için geçerlidir. O dönemde yeryüzü iki kısma ayrılmıştı. Bir kısmı Islâm yurduydu, Medine ve çevresinin temsil ettiği bu bölgede Müslümanlar dinlerini özgürce yaşıyorlardı. Bazı müşrik gruplar ve diğer dinlere mensup topluluklar da burada yaşıyorlardı. Ancak antlaşma ve benzeri akitlerden dolayı Müslümanları rahatsız etmezlerdi ve bu nedenle aralarında bir çatışma, bir sürtüşme olmazdı.
Diğer bir kısmı ise şirk yurduydu. Mekke ve çevresinin temsil ettiği bu yurtta, egemenlik müşriklerin elindeydi ve buraları putperest inanç sistemleri doğrultusunda idare ediyorlardı. Müşrikler bu topraklarda yaşayan Müslümanlara dinlerini yaşamalarından dolayı yoğun baskı uyguluyorlardı, onları ağır işkencelerden geçiriyor, dinlerinden dönmelerini sağlayacak yoğun bir dayatma tatbik ediyorlardı.
94 ............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Ama ayetlerin ana fikri daima tüm Müslümanlar için geçerlidir. Buna göre bir Müslüman dinini öğrenebileceği, dininin şiarlarını egemen kılabileceği, dinin hükümlerini pratikte uygulayabileceği bir yerde yaşamakla yükümlüdür. Bir yerde dinini öğrenemiyorsa, dininin hükümlerini pratikte uygulamasına izin verilmiyorsa -orası ismen Islâm yurdu olsun veya şirk yurdu fark etmez- oradan hicret etmekle yükümlüdür. Çünkü günümüzde isimler değişime uğramış, isimlerin müsemması, nesnel karşılığı ortadan kaybolmuştur. Insanların dini sadece kimliklerinde yazılır olmuştur. Günümüzde Islâm kuru bir isimdir artık. Islâm isimlendirmesinde Islâmî öğretilere inanmak ve Islâmî hükümleri uygulamak ilkesi esas alınmıyor.
Kur'ân ise, hükmünü Islâm'ın hakikatini baz alarak veriyor; Islâm ismini değil. Insanları, Islâm ruhunu taşıyan amellere teşvik ediyor, şeklî ve ruhsuz tavırlara değil. Nitekim yüce Allah Kur'ân'ın değişik ayetlerinde şöyle buyurmuştur: "(Iş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur. Erkek olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak (birtakım) iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve onlara çekirdek kırıntısı kadar bile zulmedilmez." (Nisâ, 123-124) "Şüphesiz inananlar, Yahudiler, Hıristi-yanlar ve Sabiîlerden Allah'a ve ahiret gününe inanıp iyi işler yapanlara, Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. " (Bakara, 62)
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir, Ibn-i Ebi Hatem, Ibn-i Mürdeveyh ve Beyhaki kendi Süneninde Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Mekkelilerden bir topluluk Müslüman oldu. Bunlar Müslümanlıklarını gizliyorlardı. Müşrikler Bedir Günü onları da yanlarında savaşa götürdüler. Bazısı yaralandı, bazısı da öldürüldü. Bunun üzerine Müslümanlar dediler
Nisâ Sûresi 95-100 ....................................................... 95
ki: 'Bu Müslümanlar bizim arkadaşlarımızdı. Bunlar zorla savaşa getirildiler.' Böylece hata ettiklerini düşünerek Allah'tan onlar için bağışlanma dilediler. Bunun üzerine, 'Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken...' ayeti indi." Ibn-i Abbas daha sonra şöyle dedi: "Bu ayetin indiği, [Medine'- deki Müslümanlar tarafından] Mekke'de kalmaya devam eden Müslümanlara bildirilerek, orada kalmalarının hiçbir mazeretle caiz olmayacağı belirtildi. Bunun üzerine Mekke'den ayrıldılar. Fakat müşrikler onları yakaladılar ve çeşitli baskılar uyguladılar. Bunun üzerine şu ayet indi: 'İnsanlardan kimi vardır ki, Allah'a inandık, der; fakat Allah ugrunda kendisine eziyet edilince insanların işkencesini, Allah'ın azabı gibi sayar.' (Ankebût, 10) Müslümanlar bu ayeti de onlara duyurdular. Bunun üzerine üzüldüler, büyük bir karamsarlığa kapıldılar. Onlarla ilgili olarak şu ayet indi: "Sonra Rabbin, işkenceye uğratıldıktan sonra hicret edip, ardından da savaşan ve sabredenlerin yanındadır. Bütün bunlardan sonra Rabbin elbette çok bagışlayan ve esirgeyendir." (Nahl, 110) Bu sefer onlara bu ayetin indiği haber verildi, Allah'ın kendileri için bir çıkış kapısı gösterdiği duyuruldu ve Mekke'den çıkmaları istendi. Onlar da Mekke'yi terk ettiler. Fakat müşrikler yetişip onlarla savaştılar. Kurtulan kurtuldu, ölen öldü."
Aynı eserde belirtildiğine göre, Ibn-i Cerir ve Ibn-i Ebi Hatem, Dahhak'tan bu ayetle ilgili olarak şöyle rivayet etmişlerdir: "Burada kastedilenler, bir grup münafıktır. Bunlar Resulullah (s.a.a) ile birlikte Medine'ye hicret etmeyip Mekke'de kaldılar. Sonra Kureyş müşriklerinin saflarında Bedir Savaşına katıldılar. Böylece Bedir yaralıları ve ölüleri arasında onlardan da bazı kimseler vardı. Yüce Allah bu ayeti onlar hakkında indirdi."
Aynı eserde, Ibn-i Cerir'in ayetle ilgili olarak Ibn-i Zeyd'den şöyle rivayet ettiği belirtilir: "Peygamberimiz (s.a.a) gönderilince, onun gönderilişiyle birlikte insanların gerçek siması, içlerindeki iman ve nifak nişaneleri de belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Bazı insanlar ona gelir, 'Ey Allah'ın Resulü, biz Müslüman olmamız durumunda
96 ............... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
şu kavmin bize işkence etmesinden, bize şunu şunu yapmasından korkuyoruz. Fakat, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin Allah- 'ın Resulü olduğuna şahitlik ediyoruz.' derlerdi. Bunu her fırsatta ifade ederlerdi. Bedir günü müşrikler harekete geçtiler ve 'Bize katılmayan biri olursa evini yıkarız, malını kendimize mubah sayar el koyarız.' dediler. Bu tehdit karşısında, Resulullah'a (s.a.a) o sözü söyleyenler de müşriklerin safında savaşa katıldılar. Bunların bir kısmı öldürüldü, bir kısmı da Müslümanlara esir düştü." "Bunlardan öldürülenler hakkında yüce Allah buyurdu ki: Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken... 'Allah'ın yeri geniş degil miydi? Onda göç etseydiniz ya!' -sizi zayıf düşürenleri terk etseydiniz ya!- derler. Işte onların varacagı yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!" "Sonra Allah, gerçekten zayıf olan samimi insanların mazeretini kabul etti ve şöyle buyurdu: 'Ancak erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup zayıf bırakılanlar, hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır.' Bunlar göç için yola çıkacak olurlarsa helâk olurlar, müşrikler tarafından öldürülürler. 'Işte bunları umulur ki Allah affeder.' Yani, müşrikler arasında yaşamalarını bağışlaması ümit edilir." "Tutsak edilenlerse şöyle dediler: 'Ya Resulullah! Biliyorsun ki biz, senin yanına geliyor ve Allah'tan başka ilâh olmadığına, senin de Allah'ın elçisi olduğuna şahitlikte bulunduğumuzu söylüyorduk. Biz, can korkusuyla bu kavmin saflarında savaşa katıldık.' Yüce Allah onlar hakkında şu ayeti indirdi: "Ey Peygamber! Elinizde bulunan esirlere de ki: Eger Allah kalplerinizde bir hayır oldugunu bilirse, sizden alınandan (fidyeden) daha hayırlısını size verir ve sizi bagışlar. -Peygambere (s.a.a) karşı müşriklerle birlikte savaşa katılmanızı affeder.- ...Eger sana hainlik etmek isterlerse, (bilsinler ki esasen) daha önce Allah'a hainlik etmişlerdi, -müşriklerin safında savaşa çıkmışlardı,- Allah da bundan ötürü onlara karşı sana imkân ve kudret vermişti." [Enfâl, 70-71]
Nisâ Sûresi 95-100 ...................... 97
Aynı eserde Abd b. Hamid, Ibn-i Ebi Hatem ve Ibn-i Cerir kanalıyla Ikrime'nin, "Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken, 'Ne yapmakta idiniz?' derler... orası ne kötü bir varış yeridir!" ayetiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Bu ayet Kays b. Fakih b. Müğire, Haris b. Zemaa b. Esved, Kays b. Velid b. Müğire, Ebu'l As b. Münebbih b. Haccac ve Ali b. Ümeyye b. Halef hakkında inmiştir."
"Kureyş müşrikleri ve onlara tâbi olanlar, Ebu Süfyan'ı ve Kureyş'in kervanını Resulullah (s.a.a) ve ashabına karşı savunmak ve Nahle Günü ellerinden alınan malların telafisini çıkarmak, onları geri almak için harekete geçince, Müslüman olan bazı gençleri de zorla beraberinde götürdüler. Ancak beklenmedik bir şekilde iki ordu Bedir'de karşı karşıya geldi. Böylece yukarıda isimlerini saydığımız kimseler, Islâm'dan döndüler ve Bedir'de kâfir olarak öldürüldüler." Ben derim ki: Ehlisünnet kaynaklarında aktarılan bu anlama yakın rivayetlerin sayısı oldukça çoktur. Bunlar zahiren ayete uyarlama gibi görünüyorlarsa da güzel bir uyarlamadır.
Bundan ve sonraki ayetlerden algıladığımız en önemli hususlardan biri, Peygamberimizin (s.a.a) hicretinden önce de, sonra da Mekke'de münafıkların bulunmasıdır. Inşallah Tevbe suresinin tefsiri çerçevesinde münafıkların durumunu incelerken, bu realitenin gözlemlerimiz üzerinde büyük etkisi olacaktır.
Aynı eserde, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir ve Ibn-i Ebi Hatem kanalıyla Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet edilir: "Mekke'de Bekiroğullarından Damre adında bir adam vardı. Bu adam hastaydı. Bir gün ailesine dedi ki: 'Beni Mekke'den çıkarın. Çünkü sıcak hava beni rahatsız ediyor.' Dediler ki: 'Nereye götürelim seni?' Eliyle Medine'ye giden yolu işaret etti. Onu Mekke'den çıkardılar. Iki mil kadar uzaklaşmışken yolda öldü. Bunun üzerine şu ayet indi: "Kim Allah ve Resulü ugrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse..."
98 ............... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Ben derim ki: Bu anlamı destekleyen birçok rivayet vardır. Ancak bu rivayetler arasında, hicret yolunda ölen kişinin kimliği hususunda büyük farklılıklar vardır. Bazısına göre, Damre b. Cündeb, bazısına göre Eksem b. Sayfi, diğer bazısına göre Ebu Damre b. Is ez-Zarkî, bir diğer bazısına göre Leysoğullarından Damre b. Is, diğer bazısına göre de Cunda' b. Damre b. Cundaî olduğu söylenir. Bazı rivayetlerde ayetin, Habeşistan'a hicret ederken yılan tarafından sokulup ölen Halid b. Hazzam hakkında indiği belirtilir. Ibn-i Abbas'a dayandırılan bazı rivayetlerde, Ibn-i Abbas onun Eksem b. Sayfi olduğunu söyler. Ravi der ki: Ibn-i Abbas'a sordum: "Peki Leysi olayı ne zaman gerçekleşti?" Dedi ki: "Bu, Leys'ten bir süre önce meydana geldi. Ayet, hem özel, hem de genel niteliklidir." Ben derim ki: Yani özel olarak Eksem hakkında indi, sonra başkalarını da kapsayacak şekilde genelleştirildi. Rivayetlerden çıkan sonuca göre, Eksem b. Sayfi, Leys kabilesinden biri ve Halid b. Hazzam adlı üç Müslüman hicret amacıyla yola çıkmışken yolda ölürler. Ayetin bunlardan biri hakkında inmiş gibi gösterilmesi, ravi tarafından yapılan bir uyarlama gibidir.
el-Kâfi adlı eserde Zürare'nin şöyle dediği rivayet edilir: İmam Bâkır'dan (a.s) "mustazaf"ın kim olduğunu sordum, dedi ki: "Musta-zaf, kâfir olmak için hiçbir çareye gücü yetmeyen (nasıl küfre sapılacağını bilmeyen), iman etmeye doğru hiçbir yol bulamayan kimsedir. Yani, ne iman edebilen, ne de küfre sapabilen kimseye denir. Meselâ çocuklar bu konumdadırlar. Aynı şekilde çocukların akılları düzeyine inen erkek ve kadınlar da öyledir; onlardan sorumluluk kalkmıştır." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.404, h:1] Ben derim ki: Zürare'den aktarılan bu hadis müstafiz yani çok kanallıdır; Kuleyni,1 Şeyh Saduk2 ve Ayyâşî1 değişik kanallardan ondan rivayet etmişlerdir. 1- [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.404, h:1-2-3.] 2- [Maâni'l Ahbar, s.200.]
Nisâ Sûresi 95-100 .......................... 99
Aynı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Ismail el-Cu'fi'den şöyle rivayet eder: İmam Bâkır'a (a.s) sordum ki: "Kulların bilmezlik edemeyecekleri [hakkında bilgisiz olamayacakları] din nedir?" Buyurdu ki: "Din geniştir. Fakat Haricîler [Hz. Ali (a.s) döneminde meydana çıkan, Nehrevan Savaşını başlatan, Islâm'da olmayan bazı sapık inançlarından dolayı Islâm'dan çıkan ve 'Haricîler' diye adlandırılan bir grup] cahillikleri yüzünden onu kendilerine daralttılar." Dedim ki: "Sana feda olayım. Üzerinde bulunduğum ve inandığım dinden söz edeyim mi?" İmam "Evet" dedi. Dedim ki: "Allah'- tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık ediyorum. Hz. Muhammed'in (s.a.a) Allah katından getirdiklerine ikrar (tasdik ve kabul) ediyorum. Sizi (Ehlibeyt'i) dost, veli, yönetici ediniyorum. Size düşman olanlardan, sizin başınıza musallat olanlardan, size büyüklük taslayanlardan, hakkınızı gasp edenlerden, size zulüm edenlerden uzaklaşıyorum." Bunun üzerine buyurdu ki: "Allah'a andolsun ki, dinde bilmediğin bir şey yok. Allah'a andolsun ki bu, bizim de üzerinde bulunduğumuz dindir." Sonra şöyle dedim: "Peki, bunu bilmeyen bir kimse Müslüman olabilir mi?" Buyurdu ki: "Mustazaflar olabilir." Ben, "Kim bunlar?" diye sordum. "Kadınlarınız ve çocuklarınız" diye cevap verdi. Ardından şunu ekledi: "Ümmü Eymen'i duydun mu? Ben onun cennet ehli olduğuna şahitlik ediyorum. Buna rağmen o, sizin üzerinizde bulunduğunuz dini anlayıştan haberdar değildi." [Usûl- ü Kâfi, c.2, s.405, h:6]
Tefsir-ul Ayyâşî'de Süleyman b. Halid'den, o da İmam Bâkır'- dan (a.s) şöyle rivayet eder: Süleyman der ki: "İmama mustazafları sordum." Şöyle buyurdu: "Bir perde gerisinde dışarıyla ilişkileri kesik olan zayıf akıllı kadınlar, 'namaz kıl' dediğinde kılan ve senin dediğinden başkasını anlamayan hizmetçiler, dediğinden başkasını bilmeyen ve biri tarafından güdülmedikçe hareket edemeyen 1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.268, h:243.]
100 ............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
köleler, çok yaşlı insanlar, çocuklar, küçükler... Işte bunlar mustazaftırlar. Fakat güçlü olan, mücadele eden, didişen, alış veriş yapabilen bir adam hakkında, senin ona mustazaf diyerek hiçbir şekilde aldatamadığın kimse kesinlikle mustazaf değildir; o böyle bir saygınlığı hakketmez." [c.1, s.270, h:251] Maani'l Ahbar adlı eserde Süleyman'dan, o da tefsirini sunduğumuz ayetle ilgili olarak İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Ey Süleyman, mustazaflar içinde senden daha güçlü kimseler vardır. Mustazaflar oruç tutan, namaz kılan, karınlarını ve ırzlarını haramdan koruyan, bizden başkası için velayet hakkını öngörmeyen ve [peygamberlik] ağacının dallarından tutunan [Ehlibeyt'e sarılan] kimselerdir. Işte bunları, ağacın dallarına tutundukları sürece umulur ki Allah affeder. Ancak bunlar şunu da bilmelidirler ki, eğer Allah onları affederse bu, O'nun rahmetindendir. Şayet onlara azap ederse, bu da onların sapmalarının sonucudur." [s.200]
Ben derim ki: "Bizden başkası için velayet hakkı öngörmeyen" ifadesiyle, Ehlibeyt'e düşmanlığı esas alan "Nasibîlik" akımına veya onlarla aynı paralele düşmeyi gerektirecek şekilde Ehlibeyt hakkında kusur işleme durumuna işaret edilmiştir. Nitekim aşağıdaki rivayetlerde buna değinilmektedir.
Aynı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Mustazaflar birkaç gruba ayrılırlar. Bunların hepsi de birbirinden farklıdır. Kıble ehli olup da Nâsibî, yani Ehlibeyt'e düşman olmayanlar mustazaftır." [s.200]
Yine aynı eserde, ayrıca Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) tefsirini sunduğumuz ayetle ilgili olarak şöyle buyurduğu rivayet edilir: "hiçbir çareye gücü yetmeyenler" yani, Ehlibeyt'e düşmanlığı esas alan Nasibîlik akımına katılmaktan aciz olanlar. "hiçbir yol bulamayanlar" ise, hakka ulaşıp bağlanmaya bir yol bulamayan kimselerdir. Böyle kimseler güzel amelleri ve Allah'ın yasakladığı haramlardan sakınmaları dolayısıyla cennete girerler; ancak iyilerin derecelerine ulaşamazlar." [Maani'l Ahbar, s.200, Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.268, h:245]
Nisâ Sûresi 95-100 ...................................................... 101
Tefsir-ul Kummî'de Durays el-Kunasî İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: İmama dedim ki: "Sana feda olayım, Hz. Muhammed'in (s.a.a) peygamberliğini kabullenen, ama günahkâr olup imamı olmadan ve siz Ehlibeyt'in velayetini de bilmeden ölen muvahhitlerin durumu ne olacak?"
Buyurdu ki: "Bunlara gelince, onlar çukurlarında (kabirlerinde) kalacak ve oradan çıkmayacaklardır. İçlerinde salih ameller işleyenler ve bize karşı bir düşmanlık beslemeyenler için yüce Allah'ın mağripte yarattığı cennete doğru bir delik açılır. Cennete açılan bu delikten o adamın kabrine esenlik ve rahatlık dolar. Bu durum kıyamete kadar böyle devam eder. Nihayet yüce Allah ile karşılaşır. Allah onu iyiliklerinden ve kötülüklerinden dolayı sorgular. Bunun sonucunda ya cennete ya da cehenneme gider. Bu gibi adamlar Allah'ın emrine, iradesine kalmışlar."
Daha sonra İmam şöyle buyurdu: "Mustazaflara, zayıf akıllılara, çocuklara ve henüz bulûğ çağına erişmemiş Müslüman çocuklarına da böyle yapılır. Kıble ehlinden olup da Ehlibeyt'e düşmanlığı ve sövgüyü esas alan Nasibîlik akımına mensup olanlara gelince, onlar için de yüce Allah'ın maşrikte (doğuda) yarattığı cehenneme doğru bir delik açılır. Bu delikten onların üzerine alevler, kıvılcımlar, dumanlar ve kızgın alevlerin yakıcı homurtuları dolar. Bu durum kıyamete kadar devam eder. Sonra vardıkları yer cehennem olur."
el-Hisal adlı eserde, İmam Sadık'tan (a.s), o babasından, o da dedesinden ve o da Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Cennetin sekiz kapısı vardır. Birinden peygamberler ve doğrular girer. Birinden şehitler ve salihler girer. Beş kapıdan da taraftarlarımız (Şiîlerimiz) ve sevenlerimiz girer... Bir diğer kapıdansa, Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik eden ve kalbinde zerre ağırlığı kadar biz Ehlibeyt'e karşı kin barındırmayan diğer Müslümanlar girer." [s.407, h:6]
Maani'l Ahbar adlı eserde, ayrıca Tefsir-ul Ayyâşî'de Hamran'dan şöyle rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "(ger-
102 ............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
çekte) aciz olup zayıf bırakılanlar... müstesnadır." sözünün anlamını sordum. Buyurdu ki: "Onlar velayet ehlidirler." Dedim ki: "Hangi velayet?" Buyurdu ki: "Tâbi ki, dindeki velayet değil. Nikâhtan, mirastan ve bir arada, iç içe yaşamaktan kaynaklanan velayeti kastediyorum. Böyle kimseler ne mümin, ne de kâfirdirler. Onların durumu ulu Allah'ın emrine kalmıştır." [Maani'l Ahbar, s.202, h:8, Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.269, h:249]
Ben derim ki: Burada "Başkaları da vardır ki, Allah'ın emrine bırakılmışlardır. O, ya onlara azap eder ya da onları affeder." (Tevbe, 106) ayetine işaret edilmiştir. Inşallah buna ilişkin açıklamalara yer vereceğiz.
Nehc-ül Belâğa'da Hz. Ali (a.s) şöyle der: "Mustazaf ismi, hakka ilişkin kanıt kendisine ulaşan, onu kulağıyla duyup kalbiyle kavrayan kimseler için geçerli değildir." [Hutbe:189]
el-Kâfi adlı eserde, İmam Kâzım'dan (a.s) şöyle rivayet edilir: Ona "zayıflar" hakkında bir soru soruldu. O da şöyle bir cevap yazdı: "Zayıf, kendisine hakka ilişkin kanıt ulaşmayan, bu konudaki ihtilafları (ve farklı inançları) bilmeyen kimsedir. Ihtilafları bildikten sonra, artık ona zayıf denmez." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.406, h:11]
Aynı eserde İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: Ona soruldu ki: "Mustazaflar hakkında ne diyorsun?" Hazret bağırırcasına buyurdu ki: "Yoksa siz, (şimdiki zamanda yeryüzünde) mustazaf olan birinin olduğunu mu sanıyorsunuz? Nerede mustazaflar? Allah'a andolsun ki, sizin bu dininiz her tarafı kaplamıştır. Elden ele perde arkasındaki kadınlara kadar ulaştı. Medine yolundaki sucu kadınlar bile ondan söz eder oldular." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.404, h:4]
Maani'l Ahbar adlı eserde Ömer b. Ishak'tan şöyle rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "Yüce Allah'ın sözünü ettiği mustazafın sınırı nedir?" diye soruldu. Buyurdu ki: "Kur'ân'dan bir sureyi iyice bilmeyendir. Oysa yüce Allah Kur'ân'ı o kadar basit kılmıştır ki, bir kimsenin onu iyice bilmemesi, okuyamaması olacak iş değildir." [s.202, h:7]
Nisâ Sûresi 95-100 ............................. 103
Ben derim ki: Yukarıda yer verdiğimiz rivayetlerin dışında, konuyla ilgili başka rivayetler de vardır. Ne var ki, şimdiye kadar sunduğumuz rivayetler, amaçlanan mesajı kapsayıcı niteliktedir. Gerçi rivayetler, ilk bakışta çelişkili görünüyorlar; ancak mustazaflığın derecelerini açıklamak amacıyla konuya yönelik özel açıklamalar olma durumlarını bir an için göz ardı ettiğimizde, bunların sadece bir anlamı ifade etme noktasında birleştikleri görülür. Şöyle ki mustazaflık, kişinin kendisinden kaynaklanan hiçbir kusuru olmaksızın hakka ulaştırıcı yolu bulamamasıdır. Bu da daha önce vurguladığımız gibi ayetin ifadesinin mutlaklığıyla bağdaşan bir durumdur.
104 ................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Nisâ Sûresi 101-104 .....................................................105
101- Yeryüzünde yolculuk ettiğiniz zaman, kâfirlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Zira kâfirler, size apaçık düşmandırlar.
102- (Ey Muhammed!) Sen içlerinde bulunup da onlara namaz kıldırmak istediğin zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar; secdeyi yaptıktan sonra onlar arkanıza geçsinler. Ardından henüz namazını kılmamış olan diğer grup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da korunma tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. Çünkü kâfirler size ansızın baskın yapmak için sizin, silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olmanızı arzu ederler. Yağmurdan zarar görür yahut hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur. Ama yine de korunma tedbirlerinizi alın. Şüphesiz Allah, kâfirlere aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır.
103- Namazı kıldıktan sonra ayakta iken, otururken ve yanınız üzerinde Allah'ı anın. (Yolculuktan dönüp ikamet yurdunuza) yerleştiğiniz zaman, artık namazı gereğince (seferî olarak değil, tam olarak) kılın. Çünkü namaz inananlar üzerinde sabit bir farzdır.
104- (Düşmanınız olan) topluluğu takip etmede gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Oysa siz Allah'tan, onların ümit etmediklerini umuyorsunuz. Allah bilendir ve hikmet sahibidir.
Bu ayetlerde korku namazı ve yolculukta namazları kısaltma (seferî namaz) uygulaması hükme bağlanıyor. Akışın sonunda da müminler müşrikleri takibe almaya, onları aramaya teşvik ediliyorlar. Bu bakımdan üzerinde durduğumuz bu ayetler, cihadı ve onunla ilgili çeşitli meseleleri ele alan önceki ayetler grubuyla bağlantılıdır. "Yeryüzünde yolculuk ettiğiniz zaman... namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur." Ayetin orijinalinde geçen "cü-nah" kelimesi, günah anlamına geldiği gibi sıkıntı, sakınca, dönme ve meyletme anlamlarını da ifade eder. Yine "taksurû" kelimesinin kökü olan "kasr" kelimesi de, namazı kısaltma demektir. Mecma-ul Beyan adlı tefsirde şöyle deniyor: "Namazı kısaltma anlamında üç değişik ifade kullanılır: Birincisi, 'kasart-us salate'. Kur'ân'da kullanılan ifade budur. Ikincisi; [tef'il kalıbına uyarlanmış şekilde, ayni] 'kassartuha taksiren'. Üçüncüsü, 'aksartuha iksaren' [If'al kalıbına
106 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
uyarlanmış şekli yani]." [Mecma-ul Beyan'dan aldığımız alıntı burada son buldu.]
Dolayısıyla ayetin anlamı şu şekilde belirginleşiyor: "Yolculuğa çıktığınız zaman, namazı kısaltmanızı engelleyecek bir sakınca ve günah söz konusu değildir." Bir karine olmaksızın caizlik anlamını ifade eden günah ve sakıncanın olumsuzlanması, ayetin kapsamında zorunluluk (vaciplik) bildiren bir anlam ifade etmesine engel oluşturmamak-tadır. Buna şu ayeti örnek gösterebiliriz: "Şüphesiz Safa ile Merve, Allah'ın nişanlarındandır. Kim Allah'ın evini hacceder ya da umre yaparsa, onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur." (Bakara, 158) Oysa bilindiği gibi, Safa ile Merve tepelerini tavaf etmek vaciptir.
Bunun nedeni, ayetin akışının yasama (teşri) nitelikli olmasıdır. Böyle olunca da hükmün konuluşunu ortaya koyan, gözler önüne seren bir ifade yeterli oluyor. Hükmün bütün yönlerinin ve özelliklerinin tüm boyutlarıyla açıklanışına, birer birer sıralanışına gerek duyulmuyor. Aşağıdaki ayet de bir açıdan tefsirini sunduğumuz ayete örnek oluşturabilir. "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır..." (Bakara, 184)
"Kâfirlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız," Ayetin orijinalinde geçen "fitne" kelimesinin birbirinden farklı birçok anlamı vardır. Ancak Kur'ân'ın genel yaklaşımı, kâfirlerle müşriklere izafe edilerek mutlak şekilde kullanılması, öldürme, dövme ve yaralama gibi işkence türlerini ifade etmesi yönündedir. Ayetlerin akışından edindiğimiz sözel ip uçları da bu anlamı desteklemektedir. Dolayısıyla kastedilen anlam, "Eğer onların size saldırmak ve öldürmek suretiyle işkence etmelerinden ve size herhangi bir kötülük yapmalarından korkarsanız..." şeklindedir. Bu cümle, "size bir günah yoktur." ifadesine yönelik bir kayıt konumundadır. Bu ise şu demektir: Namazı kısaltma hükmü başlangıçta, işkence korkusundan dolayı yürürlüğe konulmuştur. Ama bu, hükmün, korku söz konusu olmasa bile her türlü meşru yolculuk türleri için geçerli olacak şekilde genelleştirilmesi-
Nisâ Sûresi 101-104 .............................. 107
ne engel değildir. Kitap bu hükmün sadece bir kısmını açıklıyor; sünnet ise, onun diğer tüm şekilleri kapsadığını ortaya koyuyor ki, rivayetler kısmında bunları göreceğiz.
"Sen içlerinde bulunup da onlara namaz kıldırmak istediğin zaman... korunma tedbirlerini ve silahlarını alsınlar." Ayet, korku namazının nasıl kılınacağını açıklıyor ve korku namazında imamın Peygamber (s.a.a) olacağı varsayımından hareketle hitabı Peygamber efendimize (s.a.a) yöneltiyor. Burada daha öz, daha güzel ve daha kuşatıcı olmasının yanı sıra, daha açık olsun diye açıklamaya örneklendirme yolu ile başlanmıştır.
Şu hâlde, "onlara namaz kıldırdıgın zaman" ifadesiyle, cemaatle namaz kastedilmiştir. "onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursun." ifadesiyle de, onların Peygamberi (s.a.a) imam edinerek namaza durmaları kastedilmiştir. Bunlar aynı zamanda silahlarını da yanlarına almakla yükümlüdürler. "secdeyi yaptıktan sonra." ifadesinden maksat, secde edip namazı tamamlamalarıdır. Bunlar secdelerini tamamladıktan sonra namaz kılacak diğer grubun gerisinde durmakla yükümlüdürler. "onlar da korunma tedbirlerini ve silahlarını alsınlar." ifadesiyle kastedilenler, Peygamberle (s.a.a) birlikte namaz kılan ikinci bölüktür. Bunların da korunma tedbirlerini ve silahlarını almaları istenmektedir. Ayetin anlamı -gerçi Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir- şöyledir: Ey Resulullah! Sen aralarındayken ve ortam da korkuluysa, onlara imam olup cemaatle namaz kıldırdığın zaman, topluca namaza girmesinler, içlerinden bir grup sana uyarak seninle beraber namaza başlasın ve silahlarını da yanlarına alsınlar. -Tâbi ki diğer grubun da, namaz kılanları ve eşyalarını korumak durumunda olduğunun gerekliliğini söylemeye gerek yoktur.- Namazdaki grup seninle birlikte secde edip namazı tamamladıktan sonra, arkanıza geçsin, sizi ve eşyanızı korusunlar. Bu arada henüz namazını kılmamış olan diğer grup gelip seninle birlikte namazlarını kılsınlar. Bunlar da önceki grup gibi korunma tedbirlerini ve silahlarını yanlarına alsınlar.
108 .......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Ayetin orijinalindeki "tâife=grup" kelimesini, "uhra=diğer" kelimesiyle vasfedilmesi, sonra eril-çoğul (cem-i müzekker) zamirinin döndürülmesi ile -söylendiğine göre- bir yönden lafız, diğer bir yönden de anlam göz önünde bulundurulmuştur. Yine bazılarının söylediğine göre, "korunma tedbirlerini ve silahlarını alsınlar." ifadesi, latif bir istiare türüne örnektir. Çünkü burada, "hizr=korunma tedbiri" de silah gibi bir alet, bir araç şeklinde algılanmış ve silaha nispetle kullanılan "yanına alma" fiili, ona nispetle de kullanılmıştır. "Çünkü kâfirler... gafil olmanızı arzu ederler." Bu ifade, hükme bağlanan yasanın [korku namazının, yani seferde ve korkulu zamanlarda namazın kısaltılarak kılınmasının] gerekçesi konumundadır ve anlamı da açıktır.
"Yağmurdan zarar görür yahut hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanızda size bir günah yoktur... kâfirlere aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır." Bu, bir diğer hafifletici ifadedir. Buna göre, şayet yağmurdan rahatsız olurlarsa veya bazıları hastalanırsa, silahlarını bırakmalarında bir sakınca yoktur. Fakat bununla beraber korunma tedbirlerini almaları, kâfirlerden yana gaflete düşmemeleri gerekir. Çünkü kâfirler, onların bir anlık gafletlerini kollamaktadırlar.
"Namazı kıldıktan sonra ayakta iken, otururken ve yanınız üzerinde Allah'ı anın." Ayette geçen "kıyam" ve "kuûd" kelimeleri, çoğul ya da mastardırlar. Cümledeki fonksiyonları hâldir. Aynı şekilde, "yanınız üzerinde" ifadesi de, diğer iki kelime gibi hâldir. Kısacası, tabirlerin üçü de her hâli kuşatan sürekli zikirden, Allah'ı anmaktan kinayedir.
"(Yolculuktan dönüp ikamet yurdunuza) yerleştiğiniz zaman namazı gereğince kılın." Ayette geçen "itme'nentum" fiilinin mastarı olan "itminan" kelimesi, istikrar ve yerleşme anlamını ifade eder. Bu ayet, "Yeryüzünde yolculuk ettiginiz zaman..." diye başlayan ifadenin oluşturduğu tablonun karşıtı bir tabloya işaret etmek-te olduğundan dolayı bununla, ifadenin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla seferden ikamet yurduna dönüş kastediliyor. Nitekim ayetlerin a-
Nisâ Sûresi 101-104 ............................................... 109
kışı da bu çıkarsamamızı destekler niteliktedir. Buna göre, namazı ikame etmekten (dosdoğru kılmaktan) maksat, onu tam olarak kılmaktır. Çünkü korku namazı hakkında "namazı kısaltma" tabirinin kullanılması, [ardından da namaz kılmaktan söz edilmesi,] bu anlamı verir.
"Çünkü namaz inananlar üzerinde sabit bir farzdır." Ifadenin orijinalinde geçen "kitab=yazı" kelimesi, farz ve vacip kılmadan kinayedir; o anlamda kullanılmıştır. Nitekim aşağıdaki ayette de aynı anlamda kullanılmıştır: "Sizden öncekilere yazıldıgı (farz kılındıgı) gibi sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz kılındı)." (Bakara, 183) Tefsirini sunduğumuz ayetin orijinalinde geçen "mevkut" kelimesi, "vakit" kökünden türemiştir. Meselâ, "vakkattu keza" yani, onun için vakit be-lirledim. Dolayısıyla ifadenin zahirinden şunu anlıyoruz: Namaz, vakitleri belirlenmiş, bölüm bölüm olarak tayin edilmiş ve belli vakitlerinde kılınan bir farzdır.
Ancak ayetin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla, namazla ilgili "vakit" kelimesinin kullanılması, sabitliği ve değişmezliği ifade etmekten kinayedir. [Yani, ayette namazın, vakti belirlenmiş bir farz olduğu ifade edilmesi amaçlanmamıştır. Maksat, namazın sabit ve kesinlikle değişmez bir farz olduğunu açıklamaktır. Dolayısıyla] gerektirilenin, gerektirici anlamında kullanılması gibi bir durumdur bu.
O hâlde namazın "kitaben mevkuten" oluşundan maksat, sabit ve değişmez bir farz oluşudur. Buna göre, hiçbir şekilde namazın farzlığı düşmez. Dolayısıyla "mevkut" sözcüğünü ilk anlamıyla [vakti belirlenmiş olarak] algılamak, öncesindeki ifadenin içeriğiyle örtüşmüyor. Çünkü namazın belli vakitleri olan bir ibadet olduğundan söz etmenin bir gereği yoktur. Ayrıca, "Çünkü namaz..." diye başlayan ifadenin, "...yerleştiginiz zaman artık namazı geregince kılın." ifadesini gerekçelendirmeye yönelik olduğunu da unutmamak gerekir. Şu hâlde namazın "mevkut" oluşundan maksat, hiçbir şekilde farzlığı değişmeyen sabit oluşudur. Dolayısıyla namaz, orucun yerine fidye verilmesi gibi bir başka şeyle
110 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
değişmez.
"(Düşmanınız olan) topluluğu takip etmede gevşeklik göstermeyin..." Ayette geçen "tehinû" kelimesi, "vehn" kökünden zayıflık demektir. "Ibtiğâ" ise, aramak ve takip etmek anlamına gelir. "Te'lemûne" kelimesi de, "elem=acı" kökünden lezzetin karşıtıdır. "Oysa siz Allah'tan, onların ümit etmediklerini umuyorsunuz." ifadesi, "la tehinû" kelimesindeki üçüncü çoğul zamirine ilişkin hâl işlevini görmektedir. Buna göre cümlenin anlamı şudur: Iki grubun durumu acı çekmek bakımından birdir. Fakat siz düşmanlarınız gibi değilsiniz, durumunuz da onlardan kötü değil. Siz onlardan daha rahat ve daha mutlusunuz. Çünkü sizin için, veliniz olan Allah'tan fetih, zafer ve bağışlanma ümidi var. Düşmanlarınıza gelince, onların velisi yoktur. Dolayısıyla yüreklerine su serpecek, amellerine dinamizm katacak ve arzularına sevk edecek [arzularını gerçekleştirecek] bir velileri ve de umutları yoktur. Allah kullarının maslahatını herkesten daha iyi bilir. Hikmet sahibidir; emir ve yasakları sağlam bir gerekçeye ve hikmete dayanır.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir-ul Kummî'de şöyle deniyor: "Korku namazı ile ilgili ayet şu olay üzerine inmiştir: Resulullah efendimiz (s.a.a) Mekke'ye gitmek üzere Hüdeybiye'ye doğru harekete geçince, Kureyşliler bunu haber aldılar. Bunun üzerine, Halid b. Velid'i iki yüz atlıyla birlikte Resulullah'ı (s.a.a) karşılamak üzere gönderdiler. Halid dağ başlarında hareket ederek kendini hep Resulullah'a (s.a.a) göstermeye çalışıyordu. Öğle namazının vakti gelince Bilal ezanı okudu. Resulullah (s.a.a) Müslümanlara namaz kıldırdı." "Bunu gören Halid b. Velid şöyle dedi: 'Onlar namazdayken saldırırsak onlara ağır bir darbe indirmiş oluruz. Çünkü onlar namazlarını yarı bırakmazlar. Fakat bir namazları daha var ki, onlar için gözlerinin ışığından daha sevimlidir. Onlar bu namaza başlayınca, biz de ansızın saldırıya geçeriz.' Bunun üzerine Cebrail
Nisâ Sûresi 101-104 .................................................. 111
Resulullah'a (s.a.a), 'Sen içlerinde bulunup...' diye başlayan ayetin içerdiği korku namazı hükmünü indirdi." Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Yagmurdan zarar görür yahut hasta olursanız... size bir günah yoktur." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Bu ayet inerken Resulullah (s.a.a) Usfan denilen yerde bulunuyordu, müşrikler de Dacnan denilen yerde konaklamışlardı. [Öğle saatleri, bulundukları yerde namaz kılmak amacıyla Müslümanlar cemaate durdular.] Peygamberimiz (s.a.a) ve ashabı öğle namazını bütün rüku ve secdeleriyle kıldılar. Bunu gören müşrikler onlara saldırmak istediler. Içlerinde bazıları dediler ki, onların bir diğer namazları daha var ki, onların nazarında bundan daha sevimlidir; -ikindi namazını kastediyorlardı- onu bekleyin. Bunun üzerine yüce Allah Peygamberimize bu ayeti indirdi. Peygamberimiz de ikindi namazını korku namazı şeklinde kıldırdı. Bu olay Halid b. Velid'in Müslüman olmasının sebebidir..."
Yine aynı eserde, Ebu Hamza Sumali'nin kendi tefsirinde şöyle dediği belirtiliyor: "Peygamberimiz Enmaroğullarına savaş açtı. Allah onları hezimete uğrattı, Müslümanlar da çocuklarını ve mallarını zaptettiler. Resulullah (s.a.a) ve Müslümanlar savaş meydanına inince, düşmandan geriye kimsenin kalmadığını gördüler. Bunun üzerine Müslümanlar silahlarını bıraktılar. Resulullah (s.a.a) da ihtiyacını gidermek üzere yanlarından ayrıldı. O da silahını bırakmıştı. Ashabıyla arasına vadi girecek şekilde uzaklaştı. Ihtiyacını gidermişti ki, vadi engebeliydi ve gökten de ufak ufak yağmur çiseliyordu. Ashabın Resulul-lah'ı (s.a.a) görmesine engel oluyordu." "Resulullah (s.a.a) bir ağacın dibine oturdu. Düşman askerlerinden Gavres b. Haris el-Muharibi onu gördü. Arkadaşları dediler ki: 'Ey Gavres, bu Muhammet'tir. Arkadaşlarından ayrı düşmüş, uzaklaşmıştır.' Gavres dedi ki: 'Onu öldürmezsem, Allah beni öldürsün.' Yanına kılıcını alarak dağdan aşağıya indi. Yanına dikilinceye kadar Resulullah (s.a.a) onu fark etmedi. Kılıcını kınından çekmiş öylece Peygamberin başı ucunda duruyordu. Dedi ki: 'Ey
112 ....... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Muhammed! Şimdi seni kim benden kurtaracak?!' Resulullah (s.a.a) 'Allah' dedi." "Işte tam bu sırada Allah düşmanı ansızın yüzükoyun yere düştü. Resulullah (s.a.a) kalktı ve kılıcını aldı. Sonra şöyle dedi: 'Ey Gavres, şimdi seni kim benden kurtaracak?!' Gavres, 'Hiç kimse' diye karşılık verdi. Resulullah, 'Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah'ın kulu ve elçisi olduğuma şahitlik ediyor musun?' diye sordu. 'Hayır' dedi. 'Ancak hiçbir zaman seninle savaşmayacağıma, sana karşı çıkan hiçbir düşmanına yardım etmeyeceğime söz veriyorum.' Resulullah (s.a.a) kılıcını geri verdi. Gavres, 'Allah'a andolsun ki, sen benden daha iyisin' dedi. Resulullah ise, 'Böyle bir davranış bana daha çok yakışır' karşılığını verdi." "Gavres arkadaşlarının yanına dönünce ona dediler ki: 'Ey Gavres, seni elinde kılıç ve onun başında dikilmiş hâlde gördük. Seni onu öldürmekten ne alıkoydu?' Dedi ki: 'Allah. Tam kılıcımı kaldırmış ona indirecektim ki, birden nasıl olduğunu anlamadığım bir darbe yedim omuzlarımın arasında. Hızla yüzükoyun yere kapandım. Kılıcım elimden düştü. Muhammed -saa- benden önce davrandı ve kılıcı aldı.' Çok geçmeden vadideki yağmur suları duruldu. Resulullah (s.a.a) arkadaşlarının yanına gitti ve onlara olup bitenleri haber verdi. Onlara, 'Yagmurdan zarar görür...' ayetini okudu."
Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Abdurrahman b. Ebu Abdullah'tan, o da İmam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) Zat-ur Rika seferinde ashabına namaz kıldırdı. Önce onları iki gruba ayırdı. Bir grup düşmana karşı durdu. Bir grup da Peygamberimizin arkasında saf tuttu. Peygamberimiz (s.a.a) tekbir getirdi, onlar da tekbir getirdiler. Peygamberimiz (s.a.a) Kur'ân'dan bir bölüm okudu, onlar sessizce dinlediler. Peygamberimiz (s.a.a) rükua gitti, onlar da rükua gittiler. Secde etti, onlar da secde ettiler. Sonra Resulullah (s.a.a) ikinci rekât için kalktı ve hiçbir şey okumadan öylece kıyam hâlinde bekledi. Bu sırada namaz kılmakta olan cemaat, namazlarının ikinci rekâtını kendi başlarına tamamlayarak birbirlerine selâm
Nisâ Sûresi 101-104 ........................ 113
verdiler. Sonra arkadaşlarının yanına giderek düşmanın karargâhına karşı nöbet tuttular." "Bu sefer diğer grup gelip Resulullah'ın (s.a.a) arkasında saf tuttu. Peygamberimiz (s.a.a) tekbir getirdi, onlar da tekbir getirdiler. Peygamberimiz Kur'ân'dan bir bölüm okudu, onlar sessizce dinlediler. Rükûa gitti, onlar da rükua gittiler. Secde etti, onlar da secde ettiler. Sonra Resulullah (s.a.a) oturdu ve teşehhüdü okudu. Sonra onlara selâm verdi, onlar da kalkıp diğer rekâtı kendi başlarına kıldılar, ardından birbirlerine selâm verdiler. Yüce Allah da Peygamberine şöyle buyurmuştur: 'Sen içlerinde bulunup da onlara namaz kıldırdıgın zaman... Çünkü namaz inananlar üzerinde sabit bir farzdır.' Işte bu, yüce Allah'ın Peygamberine (s.a.a) emrettiği korku namazıdır."
İmam devamla şöyle dedi: "Korku anında bir topluluğa akşam namazını kıldıran kimse, birinci grupla bir rekâtı, ikinci grupla da iki rekâtı kılar..."
et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare'den şöyle rivayet eder: İmam Bâkır'a (a.s) korku ve seferî namazların her ikisi de kısaltılmalı mıdır? diye sordum. Buyurdu ki: "Evet, ama korku namazı, korkusuz bir ortamda gerçekleştirilen yolculuktaki namazdan daha fazla kısaltılmayı hak eder." [c.3, s.302, h:12/921]
Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare ve Muhammed b. Müslim'den şöyle rivayet eder: Biz İmam Bâkır'a (a.s) sorduk: "Seferî namaz hakkında ne buyurursunuz? Nasıl kılınır? Kaç rekâttır?" Buyurdu ki: "Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Yeryüzünde yolculuk ettiginiz zaman... namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur.' Bu bakımdan, seferde namazı kısaltarak kılmak, tıpkı mukimken tam kılmak gibi vaciptir." Dedik ki: "Ama yüce Allah, 'size bir günah yoktur.' buyuruyor, 'yapın...' demiyor ki. Mukimken namazı tam kılmak gibi, seferde kısaltarak kılmak nasıl vacip olur?"
Buyurdu ki: "Yüce Allah, 'Şüphesiz Safa ile Merve, Allah'ın ni-
114 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
şanlarındandır. Kim Allah'ın evini hacceder veya umre yaparsa, onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur.' buyurmuyor mu? Ve Safa ile Merve'yi tavaf etmek farz değil midir? Çünkü yüce Allah, bunu kitabında ve Peygamberi -saa-de pratikte uygulamıştır. Aynı şekilde yolculukta namazı kısaltmak da Peygamberin (s.a.a) fiilen uyguladığı ve yüce Allah'ın kitabında zikrettiği bir hükümdür."
Dedik ki: "Peki yolculukta bir namazı dört rekât kılan kimse, namazını yenilemeli mi, değil mi?"
Buyurdu ki: "Eğer ona namazları kısaltma ayeti okunmuş ve açıklanmış buna rağmen yine de dört rekât olarak kılmışsa, namazı yeniden kılması gerekir. Şayet ayet kendisine okunmamışsa ve bu hükmü de bilmiyorsa, dört rekât olarak kıldığı namazı yenilemesi gerekmez. Bütün namazların yolculukta iki rekât kılınması farzdır. Akşam namazı hariç. Bu namaz üç rekâttır ve kısaltması olmaz. Çünkü Resulullah (s.a.a) seferî iken de, mukim iken de onu üç rekât hâlinde bırakmıştır [üç rekât olarak kılmıştır]."
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ibn-i Ebi Şeybe, Abd b. Hamid, Ahmed, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai, Ibn-i Mace, Ibn-i Carud, Ibn-i Huzeyme, Tahavî, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir, Ibn-i Ebi Hatem, en- Nuhhas -Nasih adlı eserinde- ve Ibn-i Hibban, Ya'la b. Ümeyye'den şöyle rivayet ederler: Ömer b. Hattab'a sordum: "Kâfirlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur." buyruluyor. [Dolayısıyla bu hüküm korkuyla ilintilidir.] Şimdi ise, insanlar güvene kavuşmuşlardır." Ömer bana dedi ki: "Senin hayret ettiğin şeye ben de hayret etmiş ve bunu Resulullah'a (s.a.a) sormuştum. Buyurmuştu ki: Bu Allah'ın size verdiği bir sadakadır [tanıdığı bir kolaylıktır]. Onun sadakasını kabul edin."
Yine aynı eserde, Abd b. Hamid, Nesai, Ibn-i Mace, Ibn-i Hibban ve Beyhaki -Süneninde- Ümeyye b. Halid b. Ese'den şöyle rivayet ederler: Ümeyye, Ibn-i Ömer'e sorar: "Sence yolculukta namazı kısaltmak caiz midir? Çünkü Allah'ın kitabında da buna ilişkin bir hüküm göremiyoruz. Varolan hüküm korku namazı ile ilgilidir."
Nisâ Sûresi 101-104 ............... 115
Ibn-i Ömer şu cevabı verir: "Ey kardeşimin oğlu, yüce Allah Hz. Muhammed'i (s.a.a) gönderirken biz bir şey bilmezdik. Biz ne yapıyorsak, Resulullah'tan gördüğümüz gibi yapıyoruz. Yolculukta namazı kısaltmak da Resulullah'ın (s.a.a) uyguladığı bir sünnettir."
Aynı eserde, Ibn-i Ebi Şeybe, Tirmizi -sahih olduğunu belirterek- ve Nesai Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Resulullah ile beraber Mekke ile Medine arasında hiçbir şeyden korkmadığımız, güvenlikte olduğumuz hâlde dört rekâtlı namazı iki rekât olarak kıldık."
Aynı eserde, Ibn-i Ebi Şeybe, Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai, Herise b. Veheb el-Huzai'den şöyle rivayet ederler: "Resulullah ile birlikte çok sayıda insan varken ve kendimizi tamamen güvenlikte hissederken, öğlen ve ikindi namazlarını ikişer rekât kıldık."
el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Davud b. Ferkad'dan şöyle rivayet eder: İmam Cafer Sadık'a (a.s) dedim ki: "Çünkü namaz inananlar üzerinde sabit bir farzdır." ayeti hakkında ne buyurursunuz?" Dedi ki: "Namaz sabit ve hiçbir şekilde değişmez bir farzdır, demek isteniyor. Biraz erken kılman veya biraz geç kılman sana zarar verecek değildir. Yeter ki bu yaptığın, namazın büsbütün zayi olmasına neden olmasın. Aksi takdirde yüce Allah'ın şu sözünün kapsamına girersin: "Namazı zayi ettiler, şehvetlerine uydular. Işte bunlar, azgınlıklarının cezalarını göreceklerdir." (Meryem, 59) [Füru-u Kâfi, c.3, s.270, h:13]
Ben derim ki: Burada namazların vakitlerinin genişliğine işaret ediliyor. Nitekim başka rivayetlerde de bu anlama işaret edilmiştir.
Tefsir-ul Ayyâşî'de Muhammed b. Müslim'den, o da İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sadık'tan (a.s) birinin, seferde akşam namazıyla ilgili olarak şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Eğer bir süre geciktirmiş olsan dahi onu terk etme. Sonra yatsı namazını kılarken onu da kılabilirsin. Dilersen akşamüzeri güneş battıktan sonra şafakta beliren kızartı kayboluncaya kadar yürüyebilir sonra kılabilirsin. Çünkü Resulullah öğle ve ikindi namazlarını birlikte ve akşam
116 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ve yatsı namazlarını da birlikte (cem ederek) kılmıştır. Bazen tehir ediyor (erteliyor), bazen de takdim ediyordu (öne alıyordu). Çünkü yüce Allah, 'namaz inananlar üzerinde sabit bir farzdır.' buyurmuştur. Burada namazın müminler üzerinde farz olduğu kastedilmiştir; başka değil. Çünkü eğer ayette Sünnîlerin iddia ettikleri gibi, beş namazın ancak kendilerine ait özel vakitlerde kılınmasının zorunluluğu kastedilseydi, Resulullah namazları birleştirerek kılmazdı ve onların dedikleri gibi yapardı. Oysa Resulullah (s.a.a) dini daha iyi bilirdi, dinin hükümlerinden herkesten çok haberdardı. Eğer böylesi daha hayırlı olsaydı, Hz. Muhammed (s.a.a) bunu emrederdi."
"Nitekim Sıffin savaşında Emir-ül Müminin Ali (a.s) ile beraber olanlar öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılmaya fırsat bulamadıkları için Hz. Ali (a.s) onlara yaya ve binekte iken tekbir, tahlil ve tesbih getirmelerini emretti. Çünkü yüce Allah, 'Eger korkarsanız, yaya veya binekte iken kılın.' [Bakara, 239] buyurmuştur. Hz. Ali (a.s) emretti, onlar da böyle yaptılar."
Ben derim ki: Görüldüğü gibi, bu rivayetler daha önce yaptığımız açıklamalarla örtüşüyor. Işaret ettiğimiz bu anlamı destekleyen hadisler, özellikle Ehlibeyt İmamları (Allah'ın selâmı onlara olsun) kanalıyla çokça rivayet edilmiştir. Biz, bunlardan bazı örnekler sunduk.
Biliniz ki, Ehlisünnet kaynaklarında, yukarıdaki açıklamalarla çelişen bazı rivayetler de vardır. Fakat bunlar da kendi aralarında çelişki arz etmektedirler. Bunların ve özelde korku namazının, genelde de seferî namazının kısaltılışını konu alan rivayetlerin değerlendirmesi, fıkıh biliminin alanına girer.
Tefsir-ul Kummî'de, "(Düşmanınız olan) toplulugu takip etmekte gevşeklik göstermeyin..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Bu ifade Âl-i Imrân suresinde yer alan, 'Eger siz (Uhud'da) bir yara aldınızsa, onlar da benzeri bir yara almışlardır.' [Âl-i Imrân, 140] ayetine atfedilmiştir; onunla ilintilidir, ona yönelik bir açıklamadır."
Nisâ Sûresi 101-104 ........................... 117
Biz söz konusu ayeti tefsir ederken iniş sebebini zikretmiştik.
Nisâ Sûresi 105-126 ........................................................... 119
120 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
105- Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana kitabı hak ile indirdik; hainlerin savunucusu olma!
106- Ve Allah'tan mağfiret iste. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
107- Kendilerine hainlik edenlerden yana uğraşmaya kalkma (onları savunma); çünkü Allah hainlikte ileri giden günahkâr birini sevmez.
108- Insanlardan gizleniyorlar (utanıyorlar) da Allah'tan gizlenmiyorlar (utanmıyorlar). Hâlbuki geceleyin, O'nun razı olmadığı sözü düşünüp kurarlarken O, onlarla beraberdir. Allah, onların yaptıkları her şeyi kuşatıcıdır.
109- Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz, ya kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacak yahut onlara kim vekil olacak?!
110- Kim de bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve esirgeyici bulur.
111- Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah bilendir, hikmet sahibidir.
112- Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.
113- Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup seni şaşırtıp saptırmağa yeltenmişti. Fakat onlar sadece kendilerini şaşırtıp saptırırlar; sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana kitabı (vahyi) ve hikmeti indirdi, sana bilemeyeceğin şeyleri öğretti. Allah'ın lütfu sana gerçekten büyüktür.
114- Onların fısıldaşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Yalnız sadaka yahut iyilik ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden hariç. Kim Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla bunu yaparsa, biz ona yakında büyük mükâfat vereceğiz.
Nisâ Sûresi 105-126 ................... 121
115- Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu gittiği yönde yürütür ve cehennemde yakarız. Orası ne kötü bir varış yeridir!
116- Çünkü Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüştür.
117- Onlar Allah'ın dışında etkileri olmayan edilgen tanrılardan başkasına tapmazlar ve hiçbir hayırla ilişkisi olmayan Şeytandan başkasına tapmazlar.
118- Allah onu lânetlemiş, o da demişti ki: "Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım.
119- Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, şüphesiz onlara emredeceğim de Allah- 'ın yarattıklarını değiştirecekler." Kim Allah'ı bırakır da Şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana uğramıştır.
120- (Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; hâlbuki Şeytanın onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey değildir.
121- Işte onların varacağı yer cehennemdir; ondan kaçıp kurtulacak bir yer de bulamayacaklardır.
122- İnanıp iyi işler yapanları da, altından ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğiz. Orada sürekli kalacaklardır. Bu, Allah'ın gerçek vaadidir ve Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?
123- (İş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur.
124- Erkek olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak birtakım iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve onlara çekirdek kırıntısı kadar bile zulmedilmez.
125- Iyilik yaparak kendini Allah'a teslim eden ve Ibrahim'in hanîf (Allah'ı bir tanıyan) dinine tâbi olan kimseden din bakımın-
122 ......... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
dan daha iyi kim vardır? Allah Ibrahim'i dost edinmiştir. 126- Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır ve Allah her şeyi kuşatmıştır.
Ayetlerin üzerinde düşündüğümüz zaman, bir akış bütünlüğüne sahip olduğunu; yargıda adalet ilkesini gözetmeyi tavsiye etme amacına yönelik olduğunu; yargıç ve hakimin, kim olurlarsa olsunlar yargısında ve hükmünde haksızlara eğilim göstermesini ve hak sahiplerine haksızlık etmelerini yasaklamayı hedeflediğini görürüz. Bu söylediğimiz konulara da, ayetlerin indiği ortamda yaşanan kimi olaylara işaret edilerek ve bununla ilintili olarak konuyu yakından ilgilendiren dinsel hakikatlerden, bunların vazgeçilmezliğinden, uyulmalarının zorunluluğundan söz edilerek ve müminlerin dikkati, "Din ancak hakikattir, isim değil. Hak ismini taşımak değil, hakka riayet etmek yarar verir." evrensel gerçeğine çekilerek değinilmiştir.
Anlaşıldığı kadarıyla bu kıssa, şu ayette işaret edilen bir olayla ilgilidir: "Kim bir hata ya da günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve açık bir günah yüklenmiş olur." Bu ayet gösteriyor ki, o dönemde suçsuz insanların üzerine yıkılabilecek türden hırsızlık, adam öldürmek, başkasının malını telef etmek veya zarar vermek gibi suçlar işleniyordu ve bu tür suçları işleyenlerin Hz. Peygamberi (s.a.a) hüküm vermede yanıltmaya yeltenmeleri de ihtimal dâhilindeydi. Fakat Allah onu, bu gibi art niyetli insanların saptırma girişimlerine karşı korumuştur. Bundan da anlaşılıyor ki, ayetler grubunun başlarındaki şu ifadelerde de bu kıssaya işaret ediliyor: "Hainlerin savunucusu olma...", "Insanlardan gizleniyorlar (utanıyorlar)...", "Haydi siz onları savununuz..." Gerçi hainlik, genelde emanetlerle ilgili olarak gün-
Nisâ Sûresi 105-126 ................... 123
deme gelen bir durumdur; ancak burada, "Allah hainlikte ileri giden günahkâr birini sevmez. Insanlardan gizleniyorlar (utanıyorlar)..." ifadesini tefsir ederken vurgulayacağımız gibi, hırsızlık gibi bir durumla ilgili olarak kullanılmıştır. Burada gözetilen husus ise şudur: Müminler bir nefis gibidirler. Içlerinde birine ait olan maldan, başkaları da gözetme ve dokunulmaz oluşu noktasında sorumludur. Diğer müminler de o malı korumak ve kollamakla yükümlüdür. Dolayısıyla müminlerden bazılarının diğer bazısının malına yönelik bir tecavüzde bulunması, kendilerinden yine kendilerine yönelik bir ihanet konumundadır.
Ayetler üzerinde biraz daha düşündüğümüz zaman, kıssa biraz daha canlanır zihnimizde ve şöyle bir tablo beliriyor gözümüzün önünde: Bazıları birilerinin malını çalmışlar. Meselâ Resulullah'a (s.a.a) götürülüyor. Bu sırada hırsız, suçsuz birini itham ediyor, suçu onun üzerine atıyor. Hırsızın akrabaları da kendi lehlerine bir hüküm çıkarması için Peygambere (s.a.a) ısrarla yalvarıp rica ediyorlar. O kadar ileri gidiyorlar ki, hükmün suçsuz kişinin aleyhine çıkması yolunda Resulullah'ı (s.a.a) yanıltmak için aşırı çaba gösteriyorlar. Bunun üzerine ayetler iniyor ve yüce Allah, haksız yere suçlanan kişiyi aklıyor.
Bu bakımdan ayetler, iniş sebepleri bağlamında rivayet edilen Ebu Tu'ma b. Ubeyrik'in hırsızlığı kıssasıyla ilginç bir örtüşme arz etmektedir. Daha önce defalarca söylediğimiz gibi, rivayet edilen iniş sebepleri ile ilgili hikayeler, genelde kaynaklarda aktarılan kıssaların uygun bir Kur'ân ayetine uyarlanması şeklinde değerlendirilmiştir. Bu ayetlerden ayrıca Peygamberimizin (s.a.a) verdiği hükümlerin hüccet oluşu ve onun bu açıdan masum olduğu anlaşılıyor. Bunun yanında diğer bazı gerçeklere de işaret ediliyor ki, inşallah bunları da açıklayacağız.
"Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana kitabı hak ile indirdik." İnsanlar arasında hükmetmek deyince, insanın aklına gelen ilk şey, insanların yargı işleriyle ilgili çe-
124 ........ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
kişmeleri ve ihtilaflarını verilecek hüküm aracılığı ile gidermektir. Yüce Allah, kitabın (Kur'ân'ın) indirilişinin amacı olarak insanlar arasında hükmetmeyi göstermiştir. Bu bakımdan tefsirini sunduğumuz ayetin içeriğiyle, daha önce ayrıntılı bir şekilde ele aldığımız, "Insanlar bir tek ümmetti, sonra Allah müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. Insanlar arasında anlaşmazlıga düştükleri konularda hüküm vermeleri için onlarla beraber hak içerikli kitapları da indirdi..." (Bakara, 213) ayetinin içeriği arasında benzeşme vardır.
Dolayısıyla, özel bir meseleyle ilgili olan "Allah'ın sana gösterdigi... sana kitabı hak ile indirdik." ayeti, genel nitelikli olan "İnsanlar bir tek ümmetti..." ayetine benzemektedir. Ancak tefsirini sunduğumuz ayette ek bir husus daha var. O da Resulullah'a (s.a.a) hüküm yetkisi tanıması, görüşünü ve bakışını hüccet olarak görmesidir. Çünkü hükmetme yani, yargılayıp karara bağlama ve dava konusunu sonuçlandırma gibi bir hususta hakimin ve yargıcın (Peygamberin) dava konusuyla ilgili olarak genel hükümlere ve bütünsel yasalara ilişkin bilgiye sahip olmasının yanında kendi görüşünü yürütmesi, bildiğini uygulamaya geçirmesi gereklidir. Çünkü hükümlerin genelini ve insanların haklarını bilmekle, dava konusu olan meseleyi, ilgili yasaya tatbik ederek hükme bağlamak farklı şeylerdir. Şu hâlde, "Allah'ın sana gösterdigi şekilde insanlar arasında hükmedesin diye..." ifadesinde geçen "gösterdiği" tabiriyle kastedilen husus, görüş oluşturma ve hükmü tanımlamadır, bazılarının ihtimal verdiği gibi hükümleri ve yasaları öğretme değildir. Dolayısıyla, ayetlerin akışından algıladığımız kadarıyla ayette anlatılan husus şudur: Allah sana kitabı indirdi; hükümlerini, şeriatını ve hüküm vermesini öğretti ki, sana bahşettiği, icat ettiği görüşü ve tanıttığı hükmü buna ekleyerek insanlar arasında hükmedesin, böylece aralarındaki ihtilafları çözüme kavuşturasın. "Hainlerin savunucusu olma." Bu ifade, bundan önceki haber cümlesine ("hükmedesin") atfedilmiştir. Çünkü bu cümle de ger-
Nisâ Sûresi 105-126 ................................................. 125
çekte inşa (emir) anlamını içerir. Yani, sanki şöyle denilmiştir: "Insanlar arasında hükmet ve hainlerin savunucusu olma." Ayette geçen "hasîm" kelimesi, bir davayı ve onunla ilgili hükmü savunan kimse demektir. Burada Peygamberimizin (s.a.a), kendisinden haklarını isteyenlerin aleyhine olmak üzere hainleri savunması ve davaya taraf olanlardan haklı olanların haklarını geçersiz kılması yasaklanıyor.
"Hainlerin savunucusu olma." ifadesinin, Peygamberimize (s.a.a) yönelik olarak hükmetmeye ilişkin genel bir emir niteliğinde olan önceki ifadeye atfedilmesiyle şöyle bir sonuç da elde etmek mümkündür: Ayette geçen hainlikten maksat, başkalarının hakkına tecavüz etmemesi gereken bir kimsenin başkalarının haklarına yönelik her türlü saldırıda bulunmasıdır; salt emanet edilen bir şeye ihanet etmek değil. Gerçi, bir hususun gözetilmesinden dolayı, özel nitelikli bir ifade daha genel bir ifadeye atfedilebilir, ancak üzerinde durduğumuz konu böyle bir husustan uzak gibidir. Bu konuya ilerde değineceğiz.
"Ve Allah'tan mağfiret iste. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir." Ayetlerin akışından belirginleştiği kadarıyla, bu ayette geçen "mağfiret"ten maksat, yüce Allah'tan insanın doğasında mevcut bulunan başkasının haklarını çiğneme, nefsin tutkulu arzularına eğilim gösterme imkânını örtmesini ve bundan dolayı bağışlamasını istemektir. Daha önce defalarca vurguladığımız gibi "af" ve "mağfiret" kelimeleri Kur'ân-ı Kerim'de farklı olgularla ilgili olarak kullanılır ve bu farklı olguların ortak noktası ise "günah" nitelikli oluşlarıdır. Bir şekilde haktan sapmak yani. Şu hâlde ayeti -gerçi Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir- şu şekilde anlamlandırabiliriz: Sakın hainleri savunma, onlara eğilim gös-terme. Bu kararlılığında başarılı olmayı Allah'tan dile. Nefsini onların ihanetlerini savunmaktan alıkoymasını ve nefsinin tutkulu arzularının etkisi altına girmesini önlemesini iste. Bunun kastedildiğinin kanıtı, ayetlerin akışı içinde yer alan şu ifadedir: "Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir
126 ....... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
grup seni şaşırtıp saptırmaya yeltenmişti. Fakat onlar sadece kendilerini şaşırtıp saptırırlar; sana hiçbir zarar veremezler." Çünkü ayet kesin bir dille, onların Hz. Peygamberin (s.a.a) duygularını batılı tercih etme, onu hakkın üzerine geçirme yönüne doğru harekete geçirmek amacıyla var güçlerini harcamalarına karşın ona hiçbir zarar veremeyeceklerini ifade etmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.a) her türlü zarara karşı ilâhî güvence altındadır. Allah daima onu korumaktadır. O hâlde, Hz. Peygamber (s.a.a) hükmederken asla zulmetmez, zorbalığa eğilim göstermez, nefsin tutkulu arzularına göre hareket etmez. Hz. Peygamber (s.a.a) insanlar arasında hükmederken güçlü ile zayıfı, dost ile düşmanı, mümin ile zımmî kâfiri, yakın ile uzağı birbirinden ayırt ederek hareket etseydi bu, Kur'ân'ın yerdiği zorbalığın, zulmün ve nefsin hevası-na eğilim göstermenin bir göstergesi olurdu. Şu hâlde yüce Allah'ın ona mağfiret dilemeyi emretmesi, vebal ve sorumluluk nedeni olan bir günahın ondan sâdır olduğunu ya da onun açısından övünç vesilesi olmayacak bir tutum sergilemek üzere olduğunu göstermez. Tersine burada maksat, yüce Allah'tan kendisini nefsin tutkularına karşı üstün getirmesini istemesidir. Bu açıdan onun masum olması, Allah'ın koruması altına alınmasıyla birlikte Rabbine muhtaç olduğu ve Allah'tan müstağni olmadığı da kuşkusuzdur. Çünkü Allah ne dilerse onu yapar. Burada sözü edilen masumiyetin (koruma altında olmanın) etkinlik alanı itaat ve isyan, övülen ya da yerilen amellerdir, objeler dünyasında olup bitenler değil. Diğer bir ifadeyle, ayetlerin akışı, Hz. Peygamberin (s.a.a) nefsin tutkulu arzularına tâbi olma ve batıla eğilim gösterme hususunda güvence altında olduğunu göstermektedir. Ama öte yandan, Peygamberimiz (s.a.a); "Şahit getirmek iddia sahibine, yemin etmek de inkâr edene aittir." gibi kendi koyduğu zahirî yargı kural ve yasalarını esas alarak hükmetmesinin, daima realitede hakka tesadüf etmesi ve sürekli olarak haklı tarafın galip gelmesi ve haksızınsa iddiasında mağlup olması ile
Nisâ Sûresi 105-126 ........................ 127
sonuçlanması, bu ayetlerden çıkarılamaz. Ayetlerin, bu yasalar sayesinde devamlı hakkın haklıya verildiği sonucuyla ilgili olmadığı apaçık ortadadır.
Kaldı ki, zahirî yasaların kapasitesi, insanı kesin olarak böyle bir sonuca ulaştırmaya yetmez. Çünkü bir nevi alamet ve nişanelerden ibaret olan zahirî yasalar, yalnız genel olarak hak ile batılı birbirinden ayırır, daima değil. Genelde olan bir şeyi daimi gibi algılamanın bir anlamının olmadığı ise açıktır.
Yukarıdaki açıklamadan hareketle, bazı müfessirlerin "Allah'- tan magfiret iste." ifadesiyle ilgili olarak yaptıkları şu değerlendirmenin yanlışlığını anlıyoruz. Diyorlar ki: "Yüce Allah, ona mağfiret dilemeyi emretti; çünkü Hz. Peygamber (s.a.a) ayette işaret edilen haini savunmaya ve onu görmezlikten gelmeye eğilim göstermişti. Çünkü söz konusu hainin akrabaları, onu savunmasını ve Yahudi'ye karşı ona destek olmasını istemişlerdi." Fakat bu değerlendirme doğru değildir. Çünkü bu anlama göre, onlar Peygamberimizi (s.a.a) bu miktar eğilim göstermesiyle bile yanıltmışlar ve üzerinde olumsuz yönde etki bırakmışlardır. Oysa yüce Allah, [ayetlerin devamında, "Sana hiçbir zarar veremezler." buyurarak] her türlü zararı ondan uzaklaştırmıştır.
"Kendilerine hainlik edenlerden yana uğraşmaya kalkma." Bir görüşe göre, bu ayette hainlik niteliğinin nefse (kendilerine) nispet edilişi, sorumluluğun ve vebalin sonuçta ona dönük olmasından ya da her günahın nefse yönelik bir zulüm sayılması gibi ona yönelik bir hıyanet sayılması dolayısıyladır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Allah, sizin kendinize hıyanet etmekte oldugunuzu bildi." (Bakara, 187)
Ancak, Kur'ân'ın genel söyleminin de yardımıyla ayetten şöyle bir sonuç da elde edebiliriz: Müminler bir tek nefis gibidirler. Içlerinden birinin malı tümünün malı gibidir. Tümü o malı kaybolmaktan, telef olmaktan korumakla yükümlüdür. Dolayısıyla bazılarının hırsızlık benzeri bir yöntemle diğer bazısının malına tecavüz etme-
128 ............. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
si, kendilerine hıyanet ve kötülük etmek olarak değerlendirilmiştir. "Çünkü Allah, hainlikte ileri giden günahkâr birini sevmez." ifadesi, söz konusu hainlerin ihanetlerinde süreklilik olduğunu gösteriyor. "Esîm=günahkâr" ifadesi de bunu destekliyor. Çünkü "esîm", anlam itibariyle "âsim"den daha vurgulayıcıdır. Bunun nedeni "esîm"in, değişmezliğe delâlet eden sıfat-ı müşebbehe kalıbından olmasıdır.
Kaldı ki, "Kendilerine hainlik edenler..." ifadesi de süreklilik anlamı içerir. Aynı şekilde "hâinîn=hainler" kelimesi de sürekliliği ifade ediyor. Çünkü, "Daha önce Allah'a da hainlik etmişlerdi de Allah onlara karşı sana imkân ve kudret vermişti." (Enfâl, 7) ayetinde de görüldüğü gibi [hainlik ifadesinin fiil kalıbında kullanıldığı gibi], bu ayette "lillezîne hânu=onlar ki hıyanet ettiler" ifadesi gibi bir fiil ifade yerine, vasıf (hâninin=hainler) kullanımı esas alınmıştır.
Bu ve benzeri karinelerden -nüzul sebebini de göz önünde bulundurarak- hareketle ayetin anlamının şu şekilde belirginleştiğini görürüz: "Onları savunma, onlardan yana çıkıp uğraşma! Çünkü onlar hainlikte ısrar ediyorlar, aşırı gidiyorlar, günahkârlıkta kalıcıdırlar. Allah ise hainlikte ileri giden, durmadan günah işleyen kimseleri sevmez." Bu değerlendirme, ayetlerin Ebu Tu'me b. Ubeyrik hakkında indiğine ilişkin rivayeti destekler mahiyettedir. Ileride buna da değineceğiz.
Nüzul sebebini göz ardı ettiğimizde ise, şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: Yargılamalarında hainlikte ısrar edenleri, bu tutumlarını sürekli bir tavır hâline getirenleri [hainliği meslek edinenleri] savunma. Çünkü Allah hainlikte ileri giden günahkâr birini sevmez. Allah hainliğin çoğunu sevmediği gibi azını da sevmez. Azını sevmesi mümkün olsaydı, hainliğin çoğunu sevmesi de mümkün olurdu. Böyle olduğuna göre, yüce Allah, hainliğin çoğunu savunmayı yasakladığı gibi, azını savunmayı da yasaklamıştır. Fakat bir kimse bir hususta hainlik edip de bir başka hususta haklı olarak münazaaya taraf olursa, böyle birini savunmanın sakıncası olma-
Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 129
dığı gibi, yasak da değildir. "Hainlerin savunucusu olma..." ayetinden buna ilişkin bir yasak çıkmaz.
"İnsanlardan gizleniyorlar da Allah'tan gizlenmiyorlar." Bu ifade de daha önce, ayetler grubunun tamamının (105-126) aynı akışa tâbi olduklarına ve tek bir kıssa ile ilgili olarak nazil olduklarına ilişkin olarak yaptığımız değerlendirmenin doğruluğunun bir diğer kanıtıdır. Nitekim şu ifadede de buna işaret ediliyor: "Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa..." Çünkü "giz-lenmek" ancak başkalarının üzerine atılabilecek hırsızlık vb. gibi fiiller açısından söz konusu olabilir. Böylece kesin olarak anlaşılıyor ki, tefsirini sunduğumuz bu ve bundan önceki ayetlerin işaret ettikleri husus, "Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa..." ayetinde işaret edilen hususun aynısıdır. Allah'tan gizlenmek insanın gücü dâhilinde değildir. Çünkü yerde ve gökte Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. Bunun karşı tarafı da, yani gizlenememek de güç dâhilinde olmayan zorunlu bir olgudur. Güç dâhilinde olmadığına göre, kınama ve ayıplama konusu yapılamaz. Oysa ayetin zahirinden de anlaşıldığı gibi onlar bu gizlenmelerinden dolayı kınanıyorlar. Fakat öyle anlaşılıyor ki, ayette "gizlenme" kelimesi, "utanma" dan kinaye olarak kullanılmıştır. Çünkü, "Allah'tan gizlenmiyorlar." ifadesi, önce "Hâlbuki geceleyin, O'nun razı olmadıgı sözü düşünüp kurarlarken O, onlarla beraberdir." ifadesiyle kayıtlandırılmış; böylece onların geceleyin, yerilen bu hıyanetten kendilerini temize çıkarmak için çare yolu bulmaya çalıştıklarına ve bu bağlamda Allah'ın razı olmadığı sözü düzüp kurduklarına işaret edilmiş, ardından da ikinci kez, "Allah, onların yaptıkları her şeyi kuşatıcıdır." ifadesiyle kayıtlandırılmıştır. Bu ikinci kayıt da gösteriyor ki, yüce Allah işledikleri suçla ilgili durum da buna dâhil olma üzere, onlarla ilgili her durumu kuşatmıştır. "Oysa O, onlarla beraberdir." ve "Allah... kuşatıcıdır." ifadeleriyle getirilen kayıt, özelden sonra genelle kayıtlamaya örnek o-
130 ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
luşturmaktadır. Gerçekte ise, burada yüce Allah'tan hiçbir şekilde gizlenemeyeceklerinin önce özel, ardından genel bir delille (gerekçeyle) gerekçelendirilmesinden başka bir durum söz konusu değildir.
"Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz..." Onları savunmanın faydasız olduğu ve onların bundan yararlanamayacakları, soru cümlesi kalıpları içinde ifade ediliyor. Bu ifadeyle güdülen amaç şudur: Onlara yönelik bu savunma bir yarar sağlayacaksa bile, ancak dünya hayatında sağlayabilir. Fakat dünya hayatının Allah katında bir değeri yoktur. Allah katında büyük bir değeri olan ahi-ret hayatında veya bu hayat çerçevesinde gerçekleşen asıl savunma günü olan kıyamet gününde ise, onları savunacak kimse bulunmaz. O gün hainlere taraf çıkıp savunan, onlar adına uğraşan olmaz. Daha doğrusu o gün işlerini düzenleyip ıslah etmeyi üstlenecek bir vekilleri dahi olmaz.
"Kim de bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de..." Burada adı geçen hainler, bağışlanma dilemek suretiyle Rablerine dönmeye, tövbe etmeye teşvik ediliyorlar. Ayetin akışı içinde maksadın, "Kim de bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder" şeklinde iki şıklı açıklanması ve "kötülük"ten, "nefse zulmetme"ye geçiş yapılması; önce kötülük, sonra da zulme işaret edilmesi gösteriyor ki kötülükten maksat, başkasına haksızlık etmek; zulümden maksat da kendine haksızlık etmektir [ki birincisinden daha kötüdür]. Ya da kötülük zulümden daha basittir. Büyük günaha oranla küçük günahın daha basit ve önemsiz olması gibi. Yine de doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.
Bu ve bundan sonraki iki ayetin akışı, tek bir amaca yani, insanın kendi ameliyle kazandığı günahın mahiyetini açıklamaya yöneliktir. Üç ayetin her biri bu olgunun bir yönüne işaret ediyor. Ayetlerin ilkinde deniyor ki: Insanın işlediği ve sonucundan nefsinin etkilendiği ve amel defterine yazılan günahtan dolayı, insanın Allah'a tövbe etmesi, O'ndan bağışlanma dilemesi gerekir. Eğer bunu yaparsa, Allah'ın bağışlayan ve merhamet eden olduğunu
Nisâ Sûresi 105-126 ........................................... 131
görür.
Ikinci ayette de insana şu husus hatırlatılıyor: Kazandığı günahı, ancak kendi nefsinin aleyhine kazanmıştır. Bu günahının ondan sıyrılması, iftira ve suçlama gibi bir yöntemle bir başkasının yakasına yapışması mümkün değildir.
Üçüncü ayette, insanın işlediği hata veya günahı suçsuz birinin üzerine atmasının, hata veya günahın asıl vebalinin ötesinde ek bir vebal ve günah olduğu açıklanıyor.
"Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah bilendir, hikmet sahibidir." Daha önce, bu ayetin içerik olarak, hata ve günahı bir başkasının üzerine atma durumunu ele alan sonraki ayetle irtibatlı oluğunu belirtmiştik. Dolayısıyla bu ayet, bir bakıma kendisinden sonraki ayetin mukaddimesiymiş gibi bir konumdadır. Buna göre, "onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur." ifadesi, günahın vebalını sırf işleyenle sınırlandırmaya yöneliktir. Bu bakımdan ayette, bir günahı işleyip de onu suçsuz birinin üzerine atan kimseye öğüt vermek isteniyor.
Dolayısıyla şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza -gerçi doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir-: Günah işleyen insan şunu hatırlamalıdır ki, bu günahı ancak kendi aleyhine işlemiştir; başkasının değil. Onu başkasının üzerine atsa da yahut başkası günahını üstleneceğini vaat etse de, bu günahı işleyen başkası değil kendisidir. Ve Allah bilendir; bu günahı onun işlediğini, işleyenin o olduğunu; üzerine yıktığı kimse olmadığını bilir. Hikmet sahibidir Allah; bir günahtan ancak o günahı işleyeni sorumlu tutar ve günah yükünü ancak yüklenenden sorar.
Nitekim şöyle buyuruyor: "Herkesin kazandıgı (iyilik) kendi yararına, işledigi (kötülük) de kendi zararınadır." (Bakara, 286) "Kendi günah yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının günah yükünü taşımaz." (En'âm, 164) "Inananlara, 'Siz bizim yolumuza uyun. Sizin hatalarınızı biz taşırız' dediler. Oysa kendileri, onların hatalarından hiçbir şey taşıyacak degillerdir, onlar tamamen yalancıdır-
132 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
lar." (Ankebût, 12)
"Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur." Râgıp el-Isfahani, el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "Bir şeyi kastettiği hâlde başka bir şeyi elde eden kimse için 'hata etti' denir. Eğer elde ettiği şey kastettiği şeyse, bu sefer 'isabet etti' denir. Hoş olmayan bir fiili işleyen veya yakışık olmayan bir şeyi isteyen kimse için de 'hata etti' denir. Bu yüzden, 'hataya isabet etti' ve 'doğruyu bulmada yanıldı', 'doğruya isabet etti' ve 'yanlışlıkta hata etti, yanıldı' denir. Görüldüğü gibi bu, ortak bir kelimedir; değişik anlamlar arasında gidip gelmektedir. Gerçekleri araştıran bir kimsenin, üzerinde durup bunları incelemesi gerekir." Ragıp devamla şunları söyler: "Hata ve kötülük anlamlarına gelen 'hatîe' ve 'seyyie' kelimeleri birbirlerine yakındırlar. Ancak 'hata' genellikle yapılması bizzat kastedilmeyen şeyle ilgili olarak kullanılır ve gerçekte insanın bu kastı, böyle bir fiilin ondan sâdır olmasına sebep olur. Av hayvanını vurayım derken bir insanı vuran ya da sarhoş edici bir içki içip sarhoşken bir cinayet işleyen kimsenin durumu gibi. Burada iki sebepten söz edebiliriz: Birini işlemek sakıncalıdır. Sarhoş edici şarabı içmek yani. Dolayısıyla insan, bundan kaynaklanan hatadan sorumludur ve bu hatanın doğurduğu sonuç ondan asla ayrılmaz. Diğeri ise, sakıncalı değildir. Av hayvanını vurmak yani." "Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: 'Yanılarak yaptıgınızda size bir günah yoktur; fakat kalplerinizin bile bile yöneldiginde günah vardır.' (Ahzâb, 5) Nitekim bir başka ayette de şöyle buyuruyor: 'Kim bir hata veya günah işler de...' (Nisâ, 112) Şu hâlde burada geçen 'hata' ile, istemeden işlenen fiil kastediliyor." (el- Müfredat'tan aldığımız alıntı burada son buldu.) Bana öyle geliyor ki, "hatîe" kelimesi, kullanım çokluğu dolayısıyla mevsufa gerek duymayan sıfatlar türündendir. "Musibet", "reziyye=musibet, belâ" ve "selika=tabiat, yaratılış" gibi. "Feîl" kalıbı (sıfat-ı müşebbehe), olayın birikmesine ve kalıcılık kazanmasına
Nisâ Sûresi 105-126 ......................................... 133
delâlet eder. Şu hâlde "hatîe", hatanın birikip kalıcılık kazandığı fiil demektir. Hata, insanın kastetmeden işlediği fiil demektir. Yanlışlıkla adam öldürmek gibi. Bu kavramla ilgili asıl anlam budur. Ancak gitgide anlam daha geniş tutuldu ve salim bir fıtrata sahip bir insanın kastetmemesi gereken fiiller anlamında da kullanılır oldu. Dolayısıyla anlamın bu genişletilmiş hâliyle, her günah ve günahın her türlü etkisi, "hata" kavramının nesnel karşılığının kapsamına girer. "Hatîe=hata", insanın kastetmediği amel veya amelin etkisidir (bu durumda günah olarak değer kazanmaz) ya da kastedilmemesi gereken bir şeydir (bu durumda da günah veya günahın vebalı olarak değerlendirilir).
Fakat yüce Allah, "Kim bir hata... işler" ifadesinde, hatayı insanın kazanmasına nispet etmiştir. Dolayısıyla burada kastedilen, günah nitelikli hatadır. Bu bakımdan ayette geçen "hatîe" kelimesi ile, kastedilmemesi gereken bir fiili bilerek işlemek durumuna işaret edilmiştir.
Daha önce, "De ki: Onlarda büyük günah vardır." (Bakara, 219) ayetini tefsir ederken, "Günah, insanın birçok hayırdan yoksun kalmasına neden olan amele denir. İçki içmek, kumar oynamak ve hırsızlık yapmak gibi. Bu gibi ameller, insanın hayati hayırları özünde barındırmasına engel olurlar; toplumsal çöküşe yol açarlar ve insanın toplumsal statüsünü kaybetmesine, itimadını ve genel güvenini yitirmesine neden olurlar, demiştik.
Dolayısıyla "hata" ve "günah"ın, "Kim bir hata veya günah işler..." ayetinde iki şık şeklinde zikredilmesi ve her ikisinin birlikte insanın kazancına nispet edilmesi gösteriyor ki, her birini kendine özgü anlamıyla ele almak, öylece algılamak gerekir. Bu bakımdan, -gerçi Allah herkesten daha iyi bilir- şöyle bir anlam elde ediyoruz: Oruç gibi bazı görevleri terk etmek veya kan içmek gibi haram bir fiili işlemek suretiyle sadece bu çerçeveyle sınırlı kalan bir günahı işleyen yahut haksız yere adam öldürmek ve hırsızlık yapmak gibi vebali sürüp giden bir günahı işleyen, sonra bunu masum bir kimsenin üzerine atan insan, apaçık bir iftira ve günah yüklenmiş olur.
134 ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Kötü ameli başkasına nispet etmenin, "ok atma" anlamında kullanılan "remy" kelimesiyle ifade edilmesinde, aynı şekilde iftira atmanın vebalini kabullenmeyle ilgili olarak "ihtimal=yüklenmek kelimesinin kullanılmasında, latif bir istiare sanatı örneği vardır. Sanki iftiracı kişi, suçsuz insana bir ok fırlatarak onu öldürüyor ve bu öldürmesi ona hayatı boyunca her türlü hayırdan alıkoyucu, kendisinden ayrılmayan bir yük bindiriyor. Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan, ayetlerde "günah" olgusunun bazen "ism", bazen "hatîe, sû', zulüm, hiyanet ve dalâl" olarak nitelendirilmesinin hikmetini kavrıyoruz. Çünkü bu lafızların her biri, anlamı itibariyle kullanıldığı yere uygun düşmektedir.
"Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup seni şaşırtıp saptırmağa yeltenmişti..." Ayetin akışından anladığımız kadarıyla onların Hz. Peygamberi (s.a.a) saptırmaya yeltenmelerinden maksat, onu yüce Allah'ın ayetlerin başında "hainler" olarak nitelediği kimseleri savunmaya, onlara taraf çıkmaya razı etmektir. Buna göre söz konusu grup da, yüce Allah'ın ayetlerin akışı içinde doğrudan hitap ederek, "Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz..." şeklinde buyurduğu kimselerdir. Ileride değineceğimiz gibi bu niteleme Ebu Tu'ma'nın akrabalarına uyuyor. "Fakat onlar sadece kendilerini şaşırtıp saptırırlar." ifadesine gelince, "sana hiçbir zarar veremezler." ifadesinin içerdiği ip ucundan hareketle maksadın şu olduğunu anlıyoruz: Bu grubun saptırma girişimi kendilerinden öteye geçmez, sana ulaşmaz. Onlar yeltendikleri şey dolayısıyla sapmışlardır. Çünkü yeltendikleri şey günahtır. Her günah da sapıklıktır. Bu ifadenin değişik bir anlamı daha var. Buna tefsirimizin üçüncü cildinde, "Fakat onlar sadece kendilerini şaşırtıp saptırırlar da farkına varmazlar." (Âl-i Imrân, 69) ayetini tefsir ederken değinmiştik. Fakat o açıklama, bu ayetin içeriğiyle bağdaşmadığı için burada ona değinmedik. "Sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana... indirdi." Burada
Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 135
onların Hz. Peygambere (s.a.a) zarar vermeleri mutlak bir şekilde olumsuzlaşıyor. Fakat ayetin akışı bunun, "Allah sana kitabı indirdi." ifadesiyle kayıtlı olduğunu gösteriyor. Kuşkusuz, "la yudirruke=sana zarar veremezler" ifadesindeki zamirle ilintili "hâl" olması koşuluyla. Gerçi nahiv bilginlerinin belirttiğine göre, mazi fiille başlayan fiil cümleleri genellikle "kad" edatıyla başladığı takdirde ancak "hâl" olabilir [ve bu ayette öyle değil; ama biz bunu göz ardı etmeliyiz. Çünkü be genelde böyledir, her zaman değil]. Dolayısıyla burada kastedilen husus, insanların ilim ve amel açısından Peygamberimize (s.a.a) zarar vermelerinin mutlak olarak olumsuzlaşmasıdır.
"Allah sana kitabı (vahyi) ve hikmeti indirdi, sana bilemeyeceğin şeyleri öğretti." Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, ayetin akışı bunun, "Sana hiçbir zarar veremezler." ifadesinin ya da "Fakat onlar sadece kendilerini şaşırtıp saptırırlar; sana hiçbir zarar veremezler." cümlelerinin gerekçesi konumunda olduğunu gösteriyor. Her hâlükârda kitabın inişi ve öğretim, onların Hz. Peygamberi (s.a.a) etkileyip saptırmalarını engellemektedir. Şu hâlde Peygamber efendimizin (s.a.a) masum oluşunun kriteri de budur.
Ayetten anladığımız kadarıyla, masumiyetin gerçekleşmesini sağlayan olgu bir tür ilimdir ki, bu ilim kişiyi günaha ve hataya bulaşmaktan alıkoyuyor. Diğer bir ifadeyle, masumiyet sapmayı önleyen bir bilgiden ibarettir. Nitekim cesaret, iffet ve cömertlik gibi huylar da sonuçlarının gerçekleşmesine yol açan ve korkaklık, panik, pısırıklık, oburluk, cimrilik ve müsriflik gibi karşıt olguların gerçekleşmesine engel olan insan fıtratında kökleşmiş ilmî şekillerdir. Gerçi yararlı ilim ve yetkin hikmet, kişinin kötü sıfatların ölümcül, helâk edici çukurlarına düşmesine, günah pisliklerine bulaşmasına engel olur ve biz bunu ilim ve hikmet sahiplerinin, takva ve
136 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
din ehlinin şahsında gözlemleyebiliyoruz; ancak bu sebep, şu maddî-doğal âlemde mevcut olan diğer sebepler gibi genelde etkinlik göstermektedir. Dolayısıyla kemâl sıfatına sahip kimseler arasında, onun bu kemâlinin her zaman kendisinin noksanlıklara duçar olmasına engel olacak, sürekli ve değişmez bir şekilde onu hatalardan koruyacak biri bulunmaz. Bu, aynı zamanda görüp gözlemlediğimiz tüm sebepler açısından da yürürlükte olan bir yasadır. Bunun izahı şöyledir: Insanın öz yaratılışında mevcut bulunan değişik idrakî ve kavramsal güçlerin bazısı, insanın bu güçlerden diğer bazısının etkisinden habersiz olmasına ya da onlara yönelik ilgisinin azalmasına neden olur. Söz gelimi, takva duygusuna sahip kimse, takva duygusunun üstünlüğünün bilincinde olduğu sürece, hoşnut olunmayan şekilde şehevi duygulara tâbi olmaz, takvanın gereği neyse ona göre hareket eder. Fakat şehvet ateşi parladığında, nefis büyük bir iştiyakla kendini bu duygunun kucağına attığında, insan takva duygusunun üstünlüğünü hatırlamayabilir veya takva duygusu zaafa uğrar. Çok geçmeden insan, takvanın onaylamadığı davranışlar sergilemeye başlar ve oburluğun, iffetsizliğin girdabına düşer.
İnsanın öz yaratılışında mevcut bulunan diğer düşünsel ve kavramsal güçler için de aynı durum geçerlidir. Dolayısıyla bu sebepler mevcut oldukları sürece, insanın bu sebeplerden birinin etkisinden kurtulması mümkün değildir. Hiçbir güç, onu bunun etkisinden kurtaramaz. Şu hâlde tanık olduğumuz farklılıkların kaynağı, takva ile sebepler arasındaki birbirini alt etme mücadelesi, bazısının bazısını devre dışı bırakmasıdır.
Bundan da anlaşılıyor ki masumiyet dediğimiz güç, kesinlikle alt edilemeyen ilmî-kavramsal bir güçtür. Eğer bizim bildiğimiz türden bir duygu ve kavrayış olsaydı, farklılık olgusu ona da yol bulurdu, etkisinde zaman zaman sürçmeler olurdu. Şu hâlde masumiyete yol açan ilim, kazanma ve eğitim yoluyla elde edilen diğer bilgi ve kavrayışlar türünden değildir.
Nisâ Sûresi 105-126 ........................................ 137
Nitekim yüce Allah, özel olarak Peygamberine (s.a.a) hitap ettiği şu ifadede, bu duruma işaret etmiştir: "Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi, sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." Burada özel bir hitap söz konusudur ve bizim bunu gereği gibi kavramamız mümkün değildir. Çünkü bu tarz bir bilgi ve bilinç alanında yetkinlik gerektirici düşünce yapısına ve ilmî zevke sahip değiliz. Şu kadarı var ki, diğer bazı ayetlerde buna ilişkin bazı ip uçları da algılamıyor değiliz. Meselâ: "De ki... Cebrail'e kim düşman olursa, (bilsin ki) Kur'ân'ı senin kalbine... o indirmiştir." (Bakara, 97) "Onu Ruh-ul Emin (Cebrail) uyarıcılardan olasın diye apaçık Arapça diliyle senin kalbine indirmiştir." (Şuarâ, 193-195) Bu ayetlere göre Peygambere indirilen şey, bir tür ilimdir.
Öte yandan, bunun bir vahiy ve konuşma türünden olduğu da anlaşılıyor: "O... dinden Nuh'a tavsiye ettigini, sana vahyettigimizi, Ibrahim'e, Musa'ya ve Isa'ya tavsiye ettigimizi sizin için de (din olarak) yasallaştırdı..." (Şûrâ, 13) "Biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik." (Nisâ, 163) "Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum." (En'âm, 50) "Ben, ancak Rabbimden bana vahyolunana uyuyorum." (A'râf, 203) Bu birbirinden farklı ayetlerden çıkan sonuca göre, "indirme" den maksat vahyetmedir. Kitap ve hikmetin vahyedilmesi yani. Ve bu, yüce Allah'ın Peygamberini (s.a.a) eğitmesinin bir şeklidir. Fakat "sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla bu, yüce Allah'ın kitap ve hikmeti vahyetmek suretiyle ona öğretmesinden ayrı bir şeydir. Çünkü ayetin konusu, Peygamberimizin (s.a.a) kendisine iletilen olaylar ve dava konusu edilen meseleler hakkında özel görüşüyle hükmetmesidir. Bu ise, kitap ve hikmetten ayrı bir şeydir. Kitap ve hikmete uygun ve dayalı olmakla beraber, onun özel görüşü ve düşüncesidir. Bundan da anlaşılıyor ki, "Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi, sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ayetinde geçen "indirme" ve "öğretme"den maksat, iki tür bilgidir. Biri, vahiyle ve Ruh-ul Emin- 'in Pey-gambere (s.a.a) inmesiyle gerçekleşen öğretim; diğeri ise,
138 ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
melek indirmeksizin kalbe telkin etmek, gizlice ilâhî ilhamı ulaştırmaktır. Peygamber efendimizin (s.a.a) ilmiyle ilgili olarak rivayet edilen hadislerin de vurguladığı budur. Buna göre, "sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ifadesinden maksat şudur: Allah sana bir tür ilim vermiştir ki, eğer bu ilmi katından sana bahşetmeseydi, böyle bir ilmi elde etmek için, insanların ilim kazanmak amacıyla baş vurdukları normal sebepler yeterli olmazdı.
Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalardan çıkan sonuca göre, bizim masumiyet gücü dediğimiz bu ilâhî bağış bir tür bilgi, duygu ve kavrayıştır. Onu diğer bilgi ve duygulardan ayıran, hiçbir kavramsal güç tarafından kesinlikle alt edilememesidir. Bilâkis o diğer duygulara baskın çıkar, onları kendi amacı doğrultusunda kullanır. Böylece sahibini mutlak sapıklık, yanılgı ve hatadan korur. Rivayete göre, Peygamberin ve İmamın "Ruh-ul Kudüs" adı verilen bir ruhu vardır ki, bu ruh onları doğrultur, günahlardan ve hatalardan korur. Şu ayet-i kerime buna işaret etmektedir: "Işte böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan diledigimizi kendisiyle dogru yola ilettigimiz bir nur kıldık." (Şûrâ, 52) Ayeti, zahirini esas alarak incelediğimizde öğretici, yol gösterici ruh kelimesinin Peygambere (s.a.a) ilka edildiğinin, ulaştırıldığının kastedildiğini anlıyoruz.
Şu ayet de bu anlamı destekler mahiyettedir: "Onları, emrimizle dogru yolu gösteren önderler (imamlar) yaptık ve onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar, daima bize kulluk eden kimselerdi." (Enbiyâ, 73) Ileride inşallah bu ayeti inceler-ken açıklayacağımız gibi, bununla kastedilen anlam şudur: Ruh-ul Kudüs hayırlı işler yaptırmak ve Allah'a ibadet etmesini sağlamak suretiyle İmamı doğrultur, yönünü tayin eder ve yanlış yapmasını engeller.
Bu açıklamalardan çıkan bir diğer sonuç da şudur: "Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi, sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ifadesinde geçen "kitap"tan maksat, insanlar arasında baş
Nisâ Sûresi 105-126 ............................................... 139
gösteren ihtilafları çözüme kavuşturmak üzere inen vahiydir. Nitekim şu ayette bu noktaya işaret edilmiştir: "Insanlar bir tek ümmetti, sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. Insanlar arsında anlaşmazlıga düştükleri konularda hüküm vermeleri için onlarla beraber hak içerikli kitapları da indirdi..." (Bakara, 213) Tefsirimizin ikinci cildinde bu ayet geniş bir şekilde ele alınmıştır.
"Hikmet" kavramı da vahiy yoluyla inen, dünya ve ahiret için yararlı olan sair bilgiler anlamında kullanılmıştır. "sana bilemeyecegin şeyleri ögretti." ifadesi ile, kitap ve hikmetten oluşan bütünsel bilgilerden başkası kastedilmiştir. Bu açıklamalardan sonra, bazı müfessirlerin söz konusu ayeti tefsir ederken getirdikleri yorumların zayıflığını rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. Bazı müfessirler "kitab"ı Kur'ân, "hikmet"i de hüküm içeren ayetler, "bilemeyeceğin şeyleri" ise hüküm ve gaybî bilgiler şeklinde açıklamışlardır.
Bazıları, kitap ve hikmeti Kur'ân ve sünnet, bilemeyeceğin şeyleri de şer'î hükümler ve önceki elçilere ilişkin haberler ve diğer çeşitli bilgiler olarak açıklamışlardır. Müfessirlerin bunların dışında işaret ettikleri daha nice yorumları vardır; ancak yukarıdaki açıklamalar, bu tür yorumların zayıflığını ortaya koyuyor. Bir kez daha yineleme gereğini duymuyoruz.
"Allah'ın lütfu sana gerçekten büyüktür." Burada Peygamber efendimize (s.a.a) yapılan minnete işaret ediliyor, ilâhî lütfe dikkat çekiliyor.
"Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Yalnız sadaka yahut iyilik ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden hariç." Ragıp el Isfahani der ki: "Naceytuhu; ona bir sır verdim, sırrımı verdim, fısıldadım, demektir. Bunun aslı, biriyle bir yerde yalnız kalmaktır." (Ragıp'tan aldığımız alıntı burada son buldu.) Buna göre ayette ge-
140 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
çen "necva" fısıldaşarak konuşmak demektir. Bazen fısıldaşan kimseler anlamında da kullanılmıştır. Nitekim yüce Allah, bir ayette şöyle buyurmuştur: "Kendi aralarında fısıldaşırlarken..." (Isrâ,47) "Onların fısıldaşmalarının birçogunda hayır yoktur." ifadesinde, daha önce yer alan, "Hâlbuki geceleyin, O'nun razı olmadıgı sözü düşünüp kurarlarken..." ifadesine dönüş yapılıyor. Bunun gerekçesi de ayetlerin akış bütünlüğüne sahip olmalarıdır. Açıklama, bütün sözlü fısıldaşmaları kapsayacak şekilde genel tutulmuştur. Bunun geceleyin gizlice bir araya gelip plân kurmak veya başka bir şekilde olması fark etmez. Çünkü, kendisinde hayır olmadığına ilişkin olarak sözü edilen hüküm, gizlice fısıldaşmanın mutlakı, geneli içindir. Bunun geceleyin gizlice buluşup plân kurmak şeklinde olması şart değildir. Şu ifade de tıpkı bunun gibidir: "Kim de... Peygambere karşı gelir..." Dikkat edilirse, kim karşı gelmek için fısıldaşırsa, denmemiştir. Çünkü sözü edilen hüküm, karşı gelmenin geneli için geçerlidir. Bunun fısıldaşma suretinde olmasından veya olmamasından çok daha kapsamlıdır.
Ayetten anlaşıldığı kadarıyla istisna, münkatı=kopuk istisnadır. Buna göre şöyle bir anlam elde ediyoruz: "Fakat şu şeyleri emreden kimsede ve emrettiği şeyde bir ölçüde hayır vardır." Hayır amaçlı gizli buluşma çağrısı emir olarak nitelendirilmiştir. Bu bir tür istiaredir. Yüce Allah, fısıldaşma yoluyla emredilen hayırları üç gruba ayırmıştır: Sadaka, iyilik, insanların arasını düzeltme. Maruf= iyilik kavramının genel kapsamı içinde olmasına rağmen sadakanın ayrı bir bölüm olarak zikredilmesi, özel olarak fısıldaşmayı gerektirecek düzeyde ihtiyaç duyulan eksiksiz ve kâmil bir fert olmasından dolayı olsa gerektir. Genelde öyledir de. "Kim Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla bunu yaparsa..." Diğer bir açıklamayla gizlice fısıldaşma durumuna, olumlu veya olumsuz akıbeti açısından açıklık getiriliyor. Amaç, hayır nitelikli fısıldaşmaların hayırlı yönlerinin ve hayır içermeyenlerin de hayırdan yoksun oluşunun nedenini açıklamaktır.
Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 141
Buna göre, fısıldaşmanın failleri iki kategoride incelenebilir: Birisi, bunu Allah'ın rızasını elde etmek için yapıyor. Dolayısıyla Allah'a yaklaşmak için insanların arasını düzeltmek veya marufa çağırmak amacıyla yapılmış olması kaçınılmazdır. Allah, buna ileride büyük bir ödül verecektir. Ikincisi, bunu elçiye karşı gelmek, müminlerin yolundan ayrı bir yol edinmek için yapıyor. Bunun cezası da onlara mühlet verme ve aşamalı olarak [istidraç şeklinde] azaba doğru sürüklemektir; sonra da cehenneme atılmaktır. Orası ne kötü varış yeridir!
"Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa..." Ayetin orijinalinde geçen "yuşâkik" kelimesi, "şakk" kö-künden gelir ve bir şeyden ayrılan parça demektir. Buna göre, "yuşa-kik" kelimesinin mastarları olan "muşâkka" ve "şikâk" kelimeleri, kişi-nin arkadaşınınkinden ayrı bir parçada, bir şıkta olması demektir. Bu ise karşı çıkmaktan, muhalefet etmekten kinayedir. Dolayısıyla, doğru yol belli olduktan sonra Resule karşı çıkmak, ona muhalefet etmek ve ona itaat etmemek demektir.
Buna göre, "müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa" ifadesi, Resule karşı çıkmanın diğer bir açıklaması konumundadır. Müminlerin yolundan maksat, Peygambere itaattir. Çünkü ona itaat, Allah'a itaat demektir. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmuştur: "Kim Peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." (Nisâ, 80)
Şu hâlde müminlerin yolu, iman üzere birleştikleri hasebiyle Allah'a ve Resulü'ne ya da (sadece) Allah Resulüne itaat üzere birleşmelerinden ibarettir. Çünkü, yollarının birliğini sadece bu durum koruyabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah'ın ayetleri size okunuyorken ve O'nun elçisi içinizdeyken, nasıl oluyor da inkâr ediyorsunuz? Kim Allah'a sımsıkı tutunursa, artık elbette o, dosdogru yola iletilmiştir. Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa, öyle korkup sakının ve ancak Müslümanlar olarak ölün. Ve topluca Allah'ın ipine sımsıkı sarı-
142 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
lın. Dagılıp ayrılmayın." (Âl-i Imrân, 101-103) Tefsirimizin üçüncü cildinde bu ayetlere ilişkin ayrıntılı açıklamalara yer verdik. Yüce Allah bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Işte bu, benim dosdogru yolumdur. Ona uyun, başka yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın. Korunmanız için Allah size işte böyle tavsiye etti." (En'âm, 153) Allah'ın yolu takva yolu olduğuna göre, müminler de takvaya çağrıldıklarına göre, onların bir bütün olarak izledikleri yol, takva üzere yardımlaşma yoludur. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve haddi aşma üzerinde yardımlaşmayın." (Mâide, 2) Görüldüğü gibi bu son ayet, Allah'a isyan etmeyi ve Islâmî toplumun birliğini parçalamayı yasaklıyor. Işte yukarıda sözünü ettiğimiz müminlerin yolunun ifade ettiği anlam da budur. Şu hâlde, "Kim de kendisine dogru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa" ifadesi, anlamı itibariyle, "Ey iman edenler! Aranızda gizli konuştugunuz zaman günahı, düşmanlıgı ve Peygambere karşı gelmeyi fısıldamayın. Iyilik ve takvayı konuşun." (Mücâdele, 9) ayetini çağrıştırmaktadır.
"Onu gittigi yönde yürütürüz." Yani, onu gittiği yönde yürüterek, müminlerin yolundan başkasını izleme hususundaki tavrını gerçekleştirmesine imkân veririz. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Hepsine, onlara da, bunlara da (dünyayı isteyenlere de, ahireti isteyenlere de) Rabbinin rahmetinden ulaştırırız. Rabbinin nimeti (kimseye) yasak kılınmış degildir." (Isrâ, 20) "ve cehennemde yakarız. Orası ne kötü bir varış yeridir!" Bu ifadenin "vav" harfiyle önceki cümleye atfedilmiş olması gösteriyor ki bunların tümü, yani "gittiği yönde yürütülmesi, döndüğü yola yöneltilmesi" ve "cehennemde yakılması", tek bir ilâhî emirdir. Bunun bir kısmı dünyevîdir. Gittiği yönde yürütülmesi yani. Bir kısmı da uhrevîdir. Kötü bir varış yeri olan cehennemde yakılması yani.
"Çünkü Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz." Ayetin a-
Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 143
kışından anladığımız kadarıyla bu ifade, "Onu gittigi yönde yürütürüz ve cehennemde yakarız." ifadesinin gerekçesi konumundadır. Özellikle ayetlerin oluşturduğu akış bütünlüğünü göz önünde bulundurduğumuzda bu nokta son derece belirgin olarak ön plâna çıkar. Buradan hareketle anlıyoruz ki ayet, elçiye karşı çıkmayı ulu Allah'a ortak koşma olarak değerlendiriyor. Yüce Allah ise, kendisine ortak koşulmasını kesinlikle bağışlamaz.
Bu anlamı şu ayetten de algılayabiliriz: "Inkâr edenler, Allah yolundan yüz çevirenler ve kendilerine dogru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkanlar Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır. Ey inananlar! Allah'a itaat edin, Resule itaat edin, işlerinizi boşa çıkarmayın. Inkâr edip Allah yolundan yüz çevirenleri ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah asla bagışlamaz." (Muhammed, 32-34) Yukarıda sunduğumuz bu üç ayetin zahiri, bunların ikinci ayette yer alan, "Allah'a ve Resule itaat" etmeye ilişkin emrin gerekçelendirilmesi amacına yönelik olduklarını ortaya koymaktadır. Buna göre, Allah'a ve Resulü'ne itaat etmemek bağışlanmaz bir küfürdür. Bununla da şirk kastedildiği açıktır.
Konunun akışından anlıyoruz ki, "Çünkü Allah, kendisine ortak koşulmasını bagışlamaz" ifadesinden hemen sonra ve ona bağlı olarak, "bundan başkasını diledigi kimse için bagışlar." ifadesinin yer alması, açıklamayı tamamlama ve bu uğursuz günahın, yani elçiye karşı çıkma suçunun büyüklüğünü vurgulama amacına yöneliktir. Tefsirimizin dördüncü cildinin sonlarında bu ayetle ilgili bazı açıklamalarda bulunduk.1
"Onlar Allah'ın dışında etkileri olmayan edilgen tanrılardan başkasına tapmazlar." Ayetin orijinalinde geçen "inas" kelimesi, "unsa" nın çoğuludur. Araplar, "Enus-el hadîdu enesen=demir büküldü, yumuşak oldu" ve "Enus-el mekanu=yer çabuk ve çok bitki verdi." derler. Dolayısıyla kelimede etkilenme ve edilgenlik anlamı esas-
1- [c.4, s.535, Nisâ Suresi, 48. ayetin tefsirinde.]
144 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
tır. Bu yüzden dişi canlılara "unsa" adı verilmiştir. Allah'tan başka kulluk sunulan tüm mabutlar ve putlar da "inas" diye nitelendirilmişlerdir. Bunun nedeni, onların edilgen, etkilenen şeyler olmaları, onlara tapanların beklediği türden bir etkinlik yapma gücünden yoksun olmalarıdır.
Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "...Sizlerin Allah- 'ı bırakıp yalvardıklarınız (taptıklarınız) bir araya toplansalar, bir sinek dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. Isteyen de aciz, kendinden istenen de! Allah'ı geregi gibi degerlendiremediler. Dogrusu Allah kuvvetlidir, üstündür." (Hac, 73-74) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "O'nu bırakıp hiçbir şey yaratamayan, bilâkis kendileri yaratılmış olan, kendilerine bile ne zarar ve ne de fayda verebilen; öldürmeye, hayat vermeye, ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen tanrılar edindiler." (Furkan, 3)
Dolayısıyla anlaşılıyor ki, buradaki "unuset"ten maksat, yaratıcıya oranla yaratılmışın özelliği olan salt edilgenliktir. Bu yorum şu tür yorumdan daha yerindedir: "Burada kastedilenler Lat, Uzza ve üçüncü put olan Menat gibilerdir. Nitekim her kabilenin bir putu vardı ve 'Falancaların dişisi' derlerdi. Böyle demelerinin sebebi, ya putlara verilen isimlerin müennes (dişi cinsten kelimeler) olması ya da cansız varlıklar olmasıydı. Nitekim cansızlar lafız itibariyle dişil olarak işlev görür.
Bizim yorumumuzun daha isabetli olmasının gerekçesine gelince; karşı görüş, ayetteki kesin sınırlandırmayla tamamen örtüşmüyor. Ayette "Onlar, O'nu bırakıp birtakım dişileri (tanrıları) çagırıyorlar." buyruluyor. Oysa, müşriklerin Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları arasında Isa, Brahman ve Buda gibi dişi olmayan kimseler de vardır.
"ve hiçbir hayırla ilişkisi olmayan Şeytandan başkasına tapmazlar." Ayette geçen "el-merîd" kelimesi, her türlü hayırdan ari ya da mutlak olarak çıplak demektir. Beydavî kendi tefsirinde der ki: "el- Merîd" ve "el-mârid" hiçbir hayırla ilgisi olmayan demektir. Terki-
Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 145
bin aslı, düz ve yumuşak olma anlamına gelir. Yani, yumuşaklık ifade eder. "Sarh-un mumerred" (yumuşak, düzgün taht) "Gulamun emred" (bıyığı henüz terlemiş, tüysüz delikanlı), "Şeceret-un merdâ" (Yaprakları az ve seyrek ağaç)..." (Beydavî'den aldığımız alıntı burada son buldu.)
Anlaşıldığı kadarıyla, bu cümle önceki cümlenin açıklaması konumundadır. Çünkü "çağırma" ibadetten, tapmaktan kinaye olarak kullanılmıştır. Ibadetin insanlar arasında yaygın bir davranış olarak ortaya çıkması, ihtiyacı gidermeye yönelik çağrıdan kaynaklanmıştır. Öte yandan yüce Allah, itaat etmeyi de ibadet olarak isimlendirerek şöyle buyurmuştur: "Ey Âdemogulları! Ben size, şeytana tapmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır. Bana tapın... diye bildirmedim mi?" (Yâsin, 60-61)
Dolayısıyla, tefsirini sunduğumuz ayetin anlamı gelip şu noktaya dayanıyor: Müşriklerin Allah dışında kulluk sundukları tüm putlara yönelik ibadetleri, aslında hayırsız şeytana yönelik bir ibadet ve çağrı konumundadır. Çünkü bu tarz bir ibadet, şeytana itaattir.
"Allah onu lânetlemiş," Ayetin orijinalinde geçen "lânet" kelimesi, rahmetten uzaklaştırma demektir. Bu ifade, Şeytana ilişkin ikinci bir vasıftır, ayrıca birinci vasfın [her türlü hayırdan yoksun] da gerekçesi niteliğindedir.
"o da demişti ki: Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım." Burada yüce Allah'ın daha önce Şeytanın ağzından aktardığı şu ifadelere işaret ediliyor gibi: "Iblis dedi ki: Senin mutlak kudretine andolsun ki, onların tümünü azdıracagım. Yalnız onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların hariç." (Sâd, 82-83) Şeytan, "Senin kullarından" ifadesiyle, saptırmasına rağmen onların Allah'ın kulları olduklarını itiraf ediyor, bu niteliklerinin dışına çıkamadıklarını ve Allah'ın onların Rabbi olduğunu, onlar hakkında dilediği gibi hükmedeceğini dile getiriyor.
"Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım..." Ayetin orijinalinde geçen "yubettikunne" kelimesinin
146 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
mastarı olan "tebtîk" kelimesi, yarmak anlamına gelir. Burada anlatılmak istenen husus, Arap cahiliyesindeki şu uygulamayla örtüşmektedir: Araplar cahiliye döneminde, etlerini haram kılmak amacıyla Bahira ve Saibe adını verdikleri hayvanların kulaklarını, bunun bir nişanesi olarak yararlardı.1
Ayette sayılan hususların tümü, sapmanın bazı örnekleridir. Dolayısıyla bunlarla birlikte saptırmadan da söz edilmesi, önce genel bir anlatım, ardından özel önem verildiğinin bir göstergesi olarak bunların bazılarından birer birer bahsedilmesi içindir. Iblis diyor ki: "Mutlaka onları, Allah'tan başkasına kulluk sunmak ve günah işlemekle uğraştırarak saptıracağım. Konumlarının gereği, kendilerini ilgilendiren işlerden alıkoyacak şekilde onları asılsız kuruntu ve emellerle oyalayacağım. Hayvanların kulaklarını yarıp Allah'ın helâl kıldığını haram kılmalarını emredeceğim. Onlara Allah'ın yaratmasını değiştirmelerini emredeceğim." Şu hâlde şeytanın bu sözleri, iğdiş yapmak, cinsiyet değiştirmek, çeşitli organları kesmek, livata (homoseksüellik) ve sevicilik (lezbiyenlik) gibi sapıklıklarla örtüşmektedir.
Allah'ın yaratmasını değiştirmek ifadesiyle, fıtratın dışına çıkma ve dosdoğru hanîf dinini terk etme durumunun kastedilmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Sen yüzünü, hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında degiştirme yoktur. Işte dosdogru din budur." (Rûm, 30)
Ardından yüce Allah, şeytanı çağırmayı yani emrettiklerine uymayı, onu dost-veli edinmek olarak nitelendiriyor: "Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana ugramıştır." Dikkat edilirse, burada "şeytan kime dost-veli olursa" şeklinde bir ifade kullanılmamıştır. Bununla verilmek istenen mesaj, ------
1- [Evcil olan bu hayvanlar, Arapların batıl inanç ve âdetlerine göre kesilmez ve etleri de yenmezdi. Konuyla ilgili ayrıntılı açıklama, Mâide suresinin 103. ayetinin tefsirinde gelecektir.]
Nisâ Sûresi 105-126 ............................................... 147
önceki ayetlerde de belirtildiği gibi, velinin yüce Allah olduğunu vurgulamaktır. Ondan başkaları, birileri tarafından dost-veli edinseler de hiçbir şey üzerinde velayetleri söz konusu değildir.
"(Şeytan) onlara söz verir ve ümitlendirir; hâlbuki Şeytanın onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey değildir." Ayetten algıladığımız kadarıyla önceki ayette yer alan, "elbet-te apaçık bir ziyana ugramıştır." ifadesi gerekçelendiriliyor. Gerçek mutluluğu ve mükemmel yaratılışı boş vaatlerle ve mevhum umutlarla değiştiren insanın hüsranından daha büyük ziyan olabilir mi? Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Inkâr edenlere gelince; onların işleri, ıssız çöldeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder, fakat yanına gelince hiçbir şey bulamaz. Orada Allah'ı bulur ve Allah da onun hesabını tastamam görür. O hesabı çabuk görendir." (Nûr, 39)
"Vaatler" ise, şeytanın bir aracı kullanmaksızın telkin ettiği vesveseler anlamında kullanılmıştır. "Umutlar"a gelince, onlar insanın vehim yoluyla kuruntulardan zevk aldığı şeytanî vesveselerin birer ayrıntısı konumundadırlar. Bu yüzden, "hâlbuki şeytanın onlara söz vermesi, aldatmacadan başka bir şey degildir." buyrularak, va'din aldatma olduğu belirtilmiş, buna karşın "umut" için böyle bir nitelemede bulunulmamıştır. Bunun nedeni ise açıktır. Sonra yüce Allah, onların bu durumlarının akıbetini açıklıyor:
"İşte onların varacagı yer cehennemdir; ondan kaçıp kurtulacak bir yer de bulamayacaklardır." Ayette geçen "mahîs" kelimesinin mazi fiili "hâse"dir ve bir yerden dönmek, kaçınmak anlamına gelir. Dolayısıyla "mahîs" kaçış ve dönüş yeri anlamını ifade eder. Ardından, açıklamayı tamamlamak amacıyla karşı tabloda müminlerin durumu tasvir ediliyor: "Inanıp iyi işler yapanları da, altından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecegiz. Orada sürekli kalacaklardır..." Ayetlerin akışı içinde ["onu gittigi yönde yürütürüz." ve "cehennemde yakarız." ifadelerindeki] üçüncü çoğul şahıstan, ["Allah, kendisine ortak koşulmasını bagışlamaz." ifade-
148 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
siyle] gayıp sıygasına geçiş yapılıyor.
Bu uygulama, geneli itibariyle, konunun önemine ve büyüklüğüne vurgu yapma amacına yöneliktir. Şöyle ki, böyle bir vurgunun gerekli olduğundan dolayı, önce Allah lafzı birinci çoğul şahıs zamiri yerine kullanılıyor, ardından amaç gerçekleştirilince, asıl olan önceki ifade tarzına [yani, birinci çoğul şahıs zamiri kullanmaya] geri dönülüyor. Bu da, "cennetlere yerleştirecegiz." ifadesinde gerçekleştiriliyor.
Burada bir diğer incelik de vardır. O da şu ki: Yüce Allah burada çok yakın olduğunu, mümin kullarıyla aralarında bir perde olmadığını, onların velisinin kendisi olduğunu ima ediyor.
"Bu, Allah'ın gerçek vaadidir ve Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?" Burada şeytanın vaadine karşılık veriliyor. Onun vaadi bir aldatmacadır, buna karşılık Allah'ın vaadi haktır, sözü doğrudur.
"(İş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla olmaz." Yeniden ayetlerin akışının başlangıcına dönülüyor; ama açıklamanın ayrıntısından çıkan öz bir sonuç olarak. Şöyle ki: Bazı müminlerin anlatılan davranışlarından, sözlerinden ve Peygamberden (s.a.a) ısrarla kendilerini gözetmesini, başkalarına karşı kendilerine destek verip yardım etmesini, başkalarıyla aralarında çıkan anlaşmazlıklarda taraflarını tutmasını istemelerinden anlaşılıyor ki onlar, iman etmiş olmakla Allah katında bir üstünlük ve Peygamberin (s.a.a) üzerinde bir hak elde ettiklerini düşünüyorlardı. Bu yüzden [bunların nazarında] Allah'ın ve Resulünün onları gözetmeleri, onları başkalarına galip getirmeleri, haklı veya haksız olmalarına bakmaksızın üstün tutmaları bir zorunluluktu. Hükmün adilce veya zalimce olması önemli değildi. Önemli olan onların lehine olmasıydı. Tıpkı sapıklık önderlerinin yönetimlerinde olduğu gibi. Bunlar zorba liderlerin maiyetlerinin, sırdaşlarının ve suç ortaklarının talep edebilecekleri şeylerdi. Zorba önderlerin yardakçıları, boyun eğdiği ve tâbi olduğu liderlerine itaat etmenin, teslimiyet göstermenin yanında minnet de ederler, bağlılıklarını başına
Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 149
kakarlar; katında bir saygınlık ve ayrıcalık hak ettiklerini düşünerek önderlerinin zorbalıkla da olsa kendilerini desteklemelerinin, gözetmelerinin ve başkalarına tercih etmelerinin gerekli olduğunu sanırlar.
Yine, yüce Allah'ın belirttiği gibi, Ehlikitap da kendisi için böyle bir ayrıcalık öngörüyordu. "Yahudiler ve Hıristiyanlar; 'Biz Allah'ın ogulları ve sevgilileriyiz' dediler." (Mâide, 18) "Yahudi veya Hıristiyan olun ki, dogru yolu bulasınız, dediler." (Bakara, 135) "Bu, onların; 'Ümmîler konusunda bize bir vebal yoktur.' demelerindendir." (Âl-i Imrân, 75)
Böylece yüce Allah, müminlerin içindeki bu grubun bu tarz mesnetsiz iddialarını geri çeviriyor. Onları Ehlikitap'la aynı çizgide değerlendiriyor ve bu tür iddiaları istiareli bir ifade tarzıyla kuruntu diye niteliyor. Çünkü bu iddialar, tıpkı kuruntular gibi zevk veren hayali tasavvurlardan başka bir anlam ifade etmezler; realiteler dünyasında bir etkinlikleri, gerçeklikleri olmaz. Diyor ki ulu Allah: "Ey Müslümanlar topluluğu veya ey Müslümanların içindeki belli grup, bu iş sizin kuruntunuzla olmaz. Ehlikitab'ın kuruntularıyla da olacak değildir. Aksine, işin ekseninde amel yatar; hayırsa amel karşılığı da hayırdır, eğer şerse karşılığı da şerdir." Ayette iyilikten önce kötülükten söz edilmesinin sebebi, yanılgılarının çoğunluğunun kötülük nitelikli olmasıdır.
"Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur." Sözün akışına ayrıntı getiriliyor, detay kazandırılıyor; ama arada bir bağlaç kullanılmıyor ve yeni bir cümleymiş gibi ifade ediliyor [cümleyi bir öncesine bağlayan vav-ı atıfa kullanılmıyor]. Çünkü bu ifade, zihinlerde uyanabilecek takdirî bir sorunun cevabı niteliğindedir. Takdiri şöyledir: Madem ki İslâm'ın alanına ve imanın konusuna girmek, insan için her türlü hayrı celp etmeye, hayat için gerekli olan her türlü menfaati korumaya yetmiyor ve madem ki Yahudilik ve Hıristiyanlık için de aynı durum geçerlidir, peki bunun [hayrı elde etmenin] yolu nedir? Insanın hâli nice olacak? Işte bu takdirî soruya şu cevap veriliyor: "Kim bir kötülük yaparsa, onunla
150 ................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
şu cevap veriliyor: "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur... her kim de iyi işler yaparsa..."
"Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır." ifadesi mutlak bir ifadedir. Hem adam öldürene kısas uygulanması, hırsızlık edenin elinin kesilmesi, zina edenin [evli olmaması hâlinde] kırbaçlanması veya [evli olması hâlinde] recmedilmesi gibi şeriatın koyduğu siyasal hükümler türünden dünyevî cezayı, hem de yüce Allah'ın kitabında ve Peygamberinin diliyle vaat ettiği uhrevî cezayı kapsamaktadır.
Bu genellik, ayetlerin konusuna uygundur, atmosferiyle örtüşmek- tedir. Ayetlerin iniş sebebi çerçevesinde aktarılan bir rivayette, bunların hırsızlık yapan, sonra bu suçu bir Yahudi'nin ve bir Müslüman'ın üzerine atan, ardından suçlanan kimseyi cezalandırması için Hz. Peygambere (s.a.a) baskı yapan kimseler hakkında indiği belirtilmektedir.
"ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur." ifadesinde dost ve yardımcı ifadeleri geneldir; hem dünyadaki dost ve yardımcıları kapsamaktadır. Dolayısıyla kişinin dünyada karşılaşacağı kötü cezayı savacak olan Peygamberi (s.a.a) veya emir sahibini (masum imamı) yahut bu ikisine yakın olma durumunu ya da Islâm ve dinin saygınlığı gibi yardımcıları kapsamına almaktadır. Şu hâlde yüce Allah'ın öngördüğü olumsuz cezayı hiç kimse, hiçbir etken kötülük yapan kişiden savamaz. Hem de, bir sonraki ayette işaret edilen hususlar hariç, ahiretteki cezayı savma noktasındaki dost ve yardımcıyı kapsamaktadır.
"Erkek olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak (birtakım) iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve onlara çekirdek kırıntısı kadar bile zulmedilmez." Bu ayet, iyi işler yapan kimsenin alacağı karşılığı (cenneti) içeren ikinci şıktır. [Önceki ayette birinci şıkka yani, kötü iş yapanların durumuna değinildi, burada ise ikinci şıkkın yani, iyi iş yapanların durumuna değiniliyor.] Ancak yüce Allah burada bir şart koşuyor ki, mükâfatın realize edilişini, gerçekleştirilme-
Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 151
sinin çevresini daraltıyor; bir diğer açıdan da genişliği gerektirecek şekilde ifadeyi genelleştiriyor.
Buna göre, ödül olarak cenneti kazanmanın şartı, salih amel işleyen kimsenin mümin olmasıdır. Çünkü güzel karşılık ancak salih amelden dolayı söz konusu olabilir. Kâfirinse ameli yoktur. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: "Eger onlar da Allah'a ortak koşsalardı, yaptıkları ameller elbet boşa giderdi." (En'âm, 88) "Işte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa çıkan kimselerdir, ki biz onlar için kıyamet gününde hiçbir ölçü tutmayacagız." (Kehf, 105) "...her kim de birtakım iyi işler yaparsa," ifadesinin orijinalinde, bütünden bir parçayı ifade etmek için kullanılan "min" (baziyet bildiren) edatına yer verilmiştir. Bununla da cennet vaadine ilişkin bir genişletme söz konusu ediliyor. Eğer "min" edatı olmaksızın "kim iyi işler yaparsa" denilseydi -ceza vermede dikkati gerektiren böylesine hassas bir noktada- şu anlamı ifade edecekti: "Cennet, inanan ve bütün salih amelleri işleyen kimseler içindir." Ancak ilâhî lütuf, güzel ödülü inanıp bazı salih amelleri işleyen herkesi kapsayacak şekilde genelleştiriyor.
Dolayısıyla işleyemediği diğer sahil amelleri veya işlediği günahları tövbe ya da şefaatle telafi ediyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Çünkü Allah, kendisine ortak koşulmasını bagışlamaz; bundan başkasını diledigi kimse için bagışlar." (Nisâ, 116) Bu konuyla ilgili açıklamaya,"Allah'ın kabulünü üzerine aldıgı tövbe, ancak bilgisizlikle kötülük yapanlar... içindir..." (Nisâ, 17) ayetini incelerken ve yine orada "tövbe" kavramı hakkında yaptığımız değerlendirmede yer verdik.1 Nitekim tefsirimizin birinci cildinde de, "Öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimse başkasının yerine bir şey ödeyemez." (Bakara, 48) ayetini tefsir ederken "şefaat" le ilgili detaylı bilgiler sunduk.
1- [bkz. c.4, s.342 ve 350.]
152 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
"Erkek olsun, kadın olsun" ifadesinde de hükmün erkek-kadın herkesi kapsadığı, temelde hiçbir fark gözetilmediği vurgulanıyor. Bu tavır, kadınlar için herhangi bir amelin, dolayısıyla işledikleri güzelliklere ödül verilmesinin söz konusu olmadığını ileri süren Hint ve Mısır gibi eski putperest toplumların inançlarından tamamen farklıdır. Üstünlük ve onurun erkeklere ait olduğu, kadınların Allah katında zelil, yaratılışta noksan, ecir ve ödülde hüsrana uğrayan olduğu anlaşılan Yahudilik ve Hıristiyanlık anlayışıyla da bağdaşmıyordu. Cahiliye Araplarının kadınlara ilişkin inançları da bunlarınkinden pek farklı değildi. Böylece yüce Allah, "Erkek olsun, kadın olsun" buyurarak iki cinsin eşitliğini vurgulamıştır. "İşte onlar cennete girerler" ifadesinden hemen sonra, "onlara çekirdek kırıntısı kadar bile zulmedilmez." ifadesine yer verilmiş olması da bu yüzden olsa gerektir. Buna göre, birinci cümle, kadınların da tıpkı erkekler gibi sevapta pay sahibi olduklarına; ikinci cümle de fazlalık veya eksiklik bakımından aralarında herhangi bir farkın olmadığına delâlet etmektedir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Rableri onlara cevap verdi ki: Ben, erkek olsun, kadın olsun, içinizden çalışan hiçbir kimsenin yaptıgını boşa çıkarmam. Bazınız bazınızdan meydana gelmedir." (Âl-i İmrân, 195)
"İyilik yaparak kendini Allah'a teslim eden... kimseden din bakımından daha iyi kim vardır?..." Bu ifade, akla gelebilecek şu tür bir değerlendirmeyi bertaraf etmeye yönelik gibidir: Müslüman'ın Islâm'ının veya Ehlikitab'ın imanının hayrı celp etmede ve genel olarak çıkarlarını korumada bir etkinliği bulunmuyorsa, Allah'a ve ayetlerine inanmak bir şey değiştirmiyorsa, bu bağlamda böyle bir imanın varlığı ile yokluğu arasında herhangi bir fark yoksa, o zaman İslâm'ın saygınlığı nerededir? Imanın ayrıcalığı nedir? Işte bu ayette böyle bir değerlendirmeye şu cevap veriliyor: Dinin saygınlığı kuşku götürmeyen bir olgudur. Akıl sahibi hiç kimse bunun güzelliğinden kuşku duymaz. "din bakımından... daha iyi kim vardır?" ifadesi, işte bunu vurgulamaya yöneliktir. Böylece
Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 153
kuşku götürmez bir gerçek olduğu kabul edilerek sunulan bir soruyla, insanın kesinlikle dinsiz olamayacağı, en güzel dininse göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi olan Allah'a teslim olmak olduğu, O'na kulluk sunularak boyun eğmenin, fıtrat dini olan Ibrahim'in hanîf dini doğrultusunda amel etmenin bir zorunluluk olduğu vurgulanıyor. Bu çerçevede [bu nedenle] yüce Allah'ın, iyilik yaparak kendini ilk kişi olarak Allah'a teslim eden, hanîf dinine tâbi olan İbrahim'i dost edindiği belirtiliyor.
Fakat ilâhî dostluğu, insanlar arasında geçerli olan dostluk gibi algılamamak gerekir. Insanlar arasındaki dostluk hak ve batılın her türlüsünün üstünde tutulur. Bu da onlar için ölçüsüzlüğün ve zorbalığın, tahakkümün kapısını açar. Yoksa yüce Allah her şeyin sahibidir ve hiçbir şeyin O'nun üzerinde sahipliği söz konusu değildir. Her şeyi kuşatmıştır, kuşatılması söz konusu olmaz. Bu bakımdan insanlar arasındaki efendilere, başkanlara ve krallara benzemez. Çünkü efendiler, başkanlar ve krallar kölelerine ve yurttaşlarına bir şey vermedikçe onlardan bir şey alamazlar. Bazılarını diğer bazılarının aracılığıyla ezerler. Bir gruba başka bir grubun desteğiyle egemen olurlar. Bu nedenledir ki, iradeleri herkesin iradesiyle çeliştiği zaman yerlerinde kalamazlar. Aksine makamlarından alaşağı olurlar ve zayıflıkları ortaya çıkar. Buradan hareketle, "din bakımından daha iyi kim vardır?" ifadesinin ardından, "Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır ve Allah her şeyi kuşatmıştır." ifadesine yer verilmesinin nedeni açıklık kazanmış olur.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir-ul Kummî'de şöyle deniyor: "Allah'ın sana gösterdigi şekilde... sana kitabı hak ile indirdik..." ayetinin iniş sebebi hakkında şöyle deniyor: "Ubeyrikoğullarından Hıristiyan bir topluluğa mensup üç kardeş vardı ve bunlar münafıktılar. Isimleri Beşir, Bişr ve Mübeş-şir idi. Bunlar, Bedir Savaşına katılmış biri olan Numan
154 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
oğlu Katade'nin amcasının evinin duvarını delerek içeri girmiş, onun ailesi için depoladığı bazı yiyecekleri, bir kılıcı ve bir zırhı çalmışlardı." "Katade bu durumu Resulullah'a (s.a.a) şikayet etti ve dedi ki: 'Ya Resulullah, bir grup insan, amcamın evinin duvarını delerek içeri girdiler ve onun ailesi için depoladığı yiyecekleri, bir kılıç ve bir zırh çaldılar. Bunu yapanlar kötü bir aileye mensupturlar.' Bunların [genelde] görüş bakımından birlikte oldukları mümin birisi vardı, adı Lebid b. Sehl idi. Ubeyrikoğulları Katade'ye dediler ki: 'Bu, Lebid b. Sehl'in işidir.' Lebid bunu duyunca kılıcını aldı ve onlara karşı meydan okudu. Dedi ki: 'Ey Ubeyrikoğulları, beni hırsızlıkla mı suçluyorsunuz? Hâlbuki, siz benden daha çok hırsızlığa yakışırsınız? Kaldı ki, sizler Resulullah'ı (s.a.a) hicveden ve bu hicivlerinizi Kureyşlilerin üzerine atan, onlara mal eden münafıklarsınız. Ya bunu açıklayacaksınız ya da kılıcımı vücutlarınıza daldıracağım.' Bunun üzerine ona karşı yumuşadılar ve 'Evine dön. Allah sana merhamet etsin. Sen bu suçtan berîsin.' dediler." "Daha sonra Ubeyrikoğulları kabilelerine mensup Useyd b. Urve adlı birinin yanına gittiler. Adam mantıklı ve etkileyici konuşmalar yapan bir kimseydi. Kalkıp Resulullah'ın (s.a.a) yanına gitti ve dedi ki: 'Ya Resulullah (s.a.a), Katade b. Numan, bizim kabileye mensup onurlu, soylu, soplu bir aileye musallat olmuş, onları hırsızlıkla suçluyor, işlemedikleri bir suçu üzerlerine yıkıyor.' Resulullah (s.a.a) bundan dolayı üzüldü. Sonra Katade yanına geldi. Resulullah (s.a.a) ona döndü ve şunları söyledi: 'Onurlu, soylusoplu bir ailenin yakasına yapışmış, onları hırsızlıkla suçlamışsın, öyle mi?' Sert bir dille onu azarlardı. Katade bundan dolayı çok üzüldü, amcasının yanına vararak ona şöyle dedi: 'Keşke ölseydim de Resulullah'la konuşmasaydım. Bana hiç de hoşlanmadığım şeyler söyledi.' Amcası, 'Yardım Allah'tandır.' dedi." "Bunun üzerine yüce Allah, bu olay üzerine şu ayetleri indirdi: "Allah'ın sana gösterdigi şekilde... sana kitabı hak ile indirdik... O'nun razı olmadıgı sözü düşünüp kurarlarken... (Kummî der ki:)
Nisâ Sûresi 105-126 ............................................ 155
Ayette geçen 'söz', fiil anlamındadır. [Yani, Allah'ın razı olmadığı fiil, iş.] Böylece söz, fiil yerine geçmiştir. Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz... Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa... Yani, Lebid b. Sehl'in üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur."
Yine Tefsir-ul Kummî'de Ebu Carud'dan İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğu nakledilir: "Bişr'in yakın akrabalarından bazıları şöyle dedi: 'En iyisi biz kalkıp Resulullah'ın (s.a.a) yanına gidelim, dostumuz hakkında aracılık yapalım, onun suçsuz, bu işten berî olduğunu söyleyelim.' Ancak yüce Allah, 'Insanlardan gizleniyorlar (utanıyorlar) da Allah'tan gizlenmiyorlar (utanmıyorlar)... yahut onlara kim vekil olacak?' ayetini indirdiğinde, bunlar Bişr'e dönerek; 'Ey Bişr! Allah'tan af dile ve günahlarından tövbe et.' dediler. Ama Bişr cevaplarında dedi ki: 'Her zaman kendisine yemin ettiğime andolsun ki, onları Lebid'den başkası çalmamıştır.' Bunun üzerine, 'Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.' ayeti indi." "Daha sonra Bişr küfre saptı ve Mekke'ye yerleşti. Bunun üzerine yüce Allah, Bişr'i savunan ve Resulullah'a (s.a.a) gelerek onu temize çıkarmaya çalışan grup hakkında, 'Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup, seni şaşırtıp saptırmaga yeltenmişti... Allah'ın lütfü sana gerçekten büyüktür.' ayetini indirdi."
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Tirmizi, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir, Ibn-i Ebu Hatem, Ebu Şeyh, Hakim -sahih olduğunu belirterek- Katade b. Numan'dan şöyle rivayet ederler: "Içimizde Ubeyrikoğulları adı verilen bir aile vardı. Bunlar Bişr, Beşir ve Mubeşşir adlı üç kardeşti. Bişr bir münafıktı. Şiirler söyler, Resulullah'ın (s.a.a) ashabını hicvederdi. Bu, bunları bazı Araplara mal ederek, 'Falan falan adamlar söyledi.' derdi. Resulullah'ın ashabı bu şiirleri duyduklarında, 'Vallahi bunu o pis adamdan başka-
156 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
sı söylememiştir.' derlerdi. Bu yüzden o da şöyle demişti: Her kim bir kaside söylese, onu / bana mal ederek, 'Ubeyrik'in oğlu söyledi' mi diyecekler?" "Bunlar hem cahiliyede, hem de Islâm döneminde muhtaç ve yoksul bir aileydi. Halkın Medine'deki yiyeceği hurma ve arpadan ibaretti. Bir adamın imkânı olsa ve Şam'dan beyaz un yüklü bir deve gelseydi, ondan satın alırdı; ama sadece kendisi yerdi, ailenin diğer fertleri hurma ve arpa yemeye devam ederlerdi." "Bir gün Şam tarafından bir kervan geldi. Amcam Rifaa b. Zeyd bir çuval beyaz un aldı ve onu evinin içme salonuna koydu. Içme salonunda silahları da vardı. Iki zırh, iki kılıç ve diğer donanımlar. Gecenin bir vaktinde duvar delinir, yiyecek ve silah götürülür. Sabah olunca amcam Rifaa yanıma geldi ve şöyle dedi: Yeğenim biliyor musun, bu gece evimize saldırıldı. Içme salonumuzun duvarı delindi, yiyeceğimiz ve silahımız götürüldü!" "Ev hakkında biraz araştırma yaptık ve etrafı soruşturduk. Bize denildi ki: 'Ubeyrikoğullarını bu gece ocak yaktıklarını ve ocakta ise size ait bazı yiyeceklerin pişmekte olduğunu gördük.' Biz etrafı soruştururken Ubeyrikoğulları, 'Allah'a andolsun ki, biz arkadaşınız Lebid b. Sehl'den başkasını o civarlarda görmedik.' dediler. Lebid ise bizim topluluktan, yapıcı ve Islâm'ı güzel yaşayan bir insandı. Lebid bunları duyunca kılıcını çekti ve Ubeyrikoğullarının bulunduğu yere geldi. Şöyle seslendi: 'Ben hırsızmışım öyle mi? Allah'a andolsun ki, ya şu hırsızlık olayını açıklarsınız ya da şu kılıçla aranıza dalacağım.' Dediler ki: 'Bizden uzak dur adam. Allah'a andolsun ki, bu işi yapan sen değilsin.' Böylece biz evde araştırma yaptık, sonunda hırsızlığı yapanların onlar olduklarından kuşkumuz kalmadı. Bunun üzerine amcam bana, 'Ey kardeşimin oğlu, Resulullah'ın (s.a.a) yanına gitsen ve bu olayı ona anlatsan daha iyi olmaz mı?' dedi."
Katade diyor ki: "Resulullah'ın (s.a.a) yanına gittim ve şöyle dedim: 'Ya Resulullah, bizim kabileden insanlara eziyet eden bir aile var. Amcam Rifaa b. Zeyd'in evinin içme salonunun duvarını
Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 157
delerek içeri girmiş, silahını ve yiyeceklerini almışlardır. Silahlarımızı geri versinler. Yiyeceklere gelince, onlara ihtiyacımız yoktur.' Resulullah (s.a.a), 'Bu meseleye bakacağım.' dedi. Bunu duyan Ubeyrikoğulları Useyr b. Urve adlı bir adama gidip konuştular. O aileden başka kişiler de adamın başında toplandılar ve hep birlikte gidip Resulullah'a (s.a.a) şöyle dediler: Ya Resulullah, Katade b. Nu'man ve amcası, içimizde Islâm ve ıslah ehli bir aileyi töhmet altında bıraktılar, bir kanıt ve belge olmaksızın onları hırsızlıkla suçladılar." Katade der ki: "Resulullah'ın (s.a.a) yanına gidip onunla konuştum. Bana dedi ki: Islâm'ı güzel yaşayışları ve ıslah ehli oluşlarıyla anılan bir aileyi töhmet altında mı bıraktın? Bir kanıt ve belge olmadan onları hırsızlıkla mı suçladın?" "Geri döndüm ve 'keşke bir kısım malım elimden çıksaydı da bu konuda Resulullah (s.a.a) ile konuşmamış olsaydım.' diye düşündüm. Sonra amcam Rifaa yanıma geldi ve 'Ey kardeşimin oğlu ne yaptın?' dedi. Resulullah'ın (s.a.a) bana söylediklerini haber verince, 'Allah'tan yardım dileriz.' dedi." "Çok geçmeden şu ayetler indi: 'Allah'ın sana gösterdigi şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana kitabı hak ile indirdik; hainlerin -Ubeyrikoğullarının- savunucusu olma! Ve Katede'ye söylediklerinden dolayı- Allah'tan magfiret iste. Şüphesiz Allah, çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir. Kendilerine hainlik edenlerden yana ugraşmaya kalkma (onları savunma)... sonra Allah'tan bagışlanma dilerse, Allah'ı çok bagışlayıcı ve esirgeyici bulur. Yani, onlar Allah'tan bağışlanma dileselerdi, Allah onları bağışlardı.- Kim bir hata veya günah işler... -Lebid'e attıkları iftiradan dolayı- büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur. Allah'ın sana lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir grup -Useyr b. Urve ve arkadaşları- seni şaşırtıp saptırmaga yeltenmişti. ...biz ona yakında büyük bir mükâfat verecegiz.' Bu ayetler inince, Resulullah (s.a.a) silahı hırsızdan alarak getirdi ve Rifaa'ya geri verdi."
158 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Katade der ki: "Silahı amcama getirdim. Yaşlı bir adamdı ve cahiliye eğilimi vardı. Ben onun Müslümanlığının karışık olduğunu düşünürdüm. Silahı verdiğimde, 'Ey kardeşimin oğlu, ben bu silahımı Allah'ın yolunda (sadaka olarak) verdim.' dedi. O zaman amcamın Müslümanlığının sahih olduğunu anladım." "Bu ayetlerin inişi üzerine Bişr kaçıp müşriklere katıldı. Sa'd'ın kızı Selafe'nin evine konuk oldu. Bundan sonra şu ayet indi: 'Kim de kendisine dogru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu gittigi yönde yürütürüz... gerçekten koyu bir sapıklıga düşmüştür." Bişr, Selafe'nin evine konuk olunca Hassan b. Sabit Salafe'nin aleyhine birkaç beyit söyledi. Bunun üzerine Selafe Bişr'in devesinin palanını ve diğer eşyalarını alarak dereye attı ve 'Hediye olarak bana Hassan'ın şiirini mi getirdin?' dedi."
Bu anlamı içeren rivayetler başka kanallardan da aktarılmıştır. Aynı eserde, üzerinde durduğumuz ayetle ilgili olarak Ibn-i Cerir, Ibn-i Zeyd'den şöyle rivayet eder: "Adamın biri, Resulullah (s.a.a) zamanında bir demir zırh çaldı. Sonra suçu bir Yahudi'nin üzerine yıktı. Yahudi dedi ki: 'Allah'a andolsun ki ey Ebu'l Kasım (Muhammed), ben onu çalmadım. Fakat bana iftira atılıyor.' Zırhı çalan ise komşuları tarafından temize çıkarılıyor ve suçu Yahudi'- nin üzerine yıkılıyordu. Diyorlardı ki: 'Ya Resulullah, bu Yahudi pis bir adamdır. Allah'ı ve senin getirdiğin dini inkâr eder.' Öyle ki Resulullah (s.a.a) da bu sözlerin bir parça etkisinde kaldı." "Bunun üzerine yüce Allah, bu etkilenmeden dolayı onu şu sözlerle azarladı: 'Allah'ın sana gösterdigi şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana kitabı hak ile indirdik; hainlerin savunucusu olma! -Yahudi'ye söylediğin sözlerden dolayı- Allah'tan magfiret iste. Şüphesiz Allah, çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir.' Sonra adamın komşularına hitaben, 'Haydi siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz... onlara kim vekil olacak?' buyurdu. Sonra tövbe etmelerini önerdi: 'Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan bagışlanma dilerse, Allah'ı çok ba-
Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 159
gışlayıcı ve esirgeyici bulur. Kim de bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur.' Ey insanlar, siz ne diye bu adamın günahına müdahale ediyor, onun hakkında konuşuyorsunuz? 'Kim bir hata veya günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, -bu suçsuz kişi müşrik bile olsa- muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur... Kim de kendisine dogru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar...' Ibn-i Zeyd devamla şöyle der: "Ama adam yüce Allah'ın kendisine sunduğu tövbe yolunu seçmeyi kabul etmedi ve kaçıp Mekke müşriklerine katıldı. Orada soyma için bir evin duvarını delmeye çalışırken Allah duvarı üzerine yıktı, böyle ölüp gitti." Ben derim ki: Bu anlamı içeren başka rivayetler de, az bir ihtilafla birlikte başka kanallarca da aktarılmıştır.
Tefsir-ul Ayyâşî'de Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Bir günah işledikten sonra kalkıp abdest alan, bu günahından dolayı Allah'a tövbe eden hiçbir kul yoktur ki, Allah'ın onu bağışlaması gerekli olmasın. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'- tan bagışlanma dilerse, Allah'ı çok bagışlayıcı ve esirgeyici bulur."
Yine Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Allah, kulunu sevdiği hâlde sınavdan geçirir. Çünkü onun dua ile yakarışını duymak ister." Bir keresinde de şöyle buyurmuştur: "Allah dua kapısını açarken, kabul kapısını kapatacak değildir. Çünkü O, 'Bana dua edin, size icabet edeyim.' [Mü'min, 60] buyurmuştur. Tövbe kapsını açarken, mağfiret kapsını kapatacak değildir. Çünkü O, 'Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan bagışlanma dilerse, Allah'ı çok bagışlayıcı ve esirgeyici bulur.' buyurmuştur."
Aynı eserde Abdullah b. Hammad Ensari, Abdullah b. Sinan'ın şöyle dediğini rivayet eder: İmam Cafer Sadık (a.s) buyurdu ki: "Gıybet, kardeşin hakkında onda mevcut olup da Allah'ın gizlediği
160 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5 şeyleri söylemendir. Onda olmayan şeyleri söylediğin zaman bu, yüce Allah'ın şu ayette işaret ettiği durumdur: Muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur."
Tefsir-ul Kummî'de, "Onların fısıldaşmalarının birçogunda hayır yoktur." ayetiyle ilgili olarak şu rivayete yer veriliyor: Bana babam anlattı, ona Ibn-i Ebu Umeyr anlatmış, o da Hammad'dan duymuş, ona da Halebî İmam Cafer Sadık'tan (a.s) aktarmış ki: "Allah Kur'ân'da, tamahhülü (müminlerin problemlerini çözmede aracı olmayı) farz kılmıştır." Dedim ki: "Kurban olduğum 'tamahhül' nedir?" Dedi ki: "Kardeşinden daha tanınan, daha saygın biri olur ve onun adına gizlice fısıldaşma ve konuşma yoluyla problemini çözmeye çalışırsın. Yüce Allah şu ayette buna işaret etmiştir: 'Onların fısıldaşmalarının birçogunda hayır yoktur.' [Fısıldaşmalarının birçoğunda hayır olmadığına göre, demek ki bazılarında hayır vardır.]"
el-Kâfi adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Abdullah b. Sinan'dan, o da Ebu Carûd'dan şöyle rivayet eder: İmam Bâkır (a.s) buyurdu ki: "Size bir şey söylediğim zaman, bana Kur'ân'ın onunla ilgili açıklamasını sorun." Sonra şöyle dedi: "Resulullah (s.a.a) dedikoduyu, malı ifsat etmeyi ve çok soru sormayı yasakladı." Denildi ki: "Ey Resulullah'ın oğlu, buna ilişkin Allah'ın kitabının neresinde açıklama vardır?" Buyurdu ki: "Yüce Allah, 'Onların fısıldaşmalarının birçogunda hayır yoktur. Yalnız sadaka yahut iyilik ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden hariç.' buyurmuştur. Bir başka ayette, 'Allah'ın sizin için geçim kaynagı ve yaşayış vesilesi kıldıgı mallarınızı (yetimlerin mallarını) beyinsiz (yetim)lere vermeyin.' (Nisâ, 5) buyurmuştur. Başka bir yerde de, 'Ey iman edenler, açıklandıgı zaman hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın.' [Mâide, 101] buyurmuştur." [Usûl-ü Kâfi, c.1, s.60, h:5.]
Tefsir-ul Ayyâşî'de, Ibrahim b. Abdulhamid'den o da güvenilir bazı kişilerden, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) "Onların fısıldaşmaları- nın birçogunda hayır yoktur. Yalnız sadaka yahut iyilik ya da insanların arasını düzeltmeyi emreden hariç." ayetinde geçen
Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 161
"maruf=iyi-lik" kelimesinden maksat borçtur, şeklinde bir açıklama rivayet eder. [c.1, s.275, h:271]
Ben derim ki: Bu hadisi, Kummî de aynı rivayet zinciriyle kendi tefsirinde aktarmıştır. Aynı anlamı içeren hadisler Ehlisünnet kaynaklarınca da aktarılmıştır. Her hâlükârda, burada bir uyarlama ve soyut bir tanımın objektif karşılığının bir kısmının gündeme getirilişi söz konusudur.
ed-Dürr-ül Mensûr'da, Müslim, Tirmizi, Nesai, Ibn-i Mace ve Bey-haki, Süfyan b. Abdullah es-Sakafi'den şöyle rivayet ederler: "Dedim ki: 'Ya Resulallah, bana öyle bir şey emret ki, Islâm'da onu sarılmakla korunmuş olayım.' Buyurdu ki: 'Allah'a iman ettim, de, sonra dosdoğru ol.' Dedim ki: 'Ya Resulallah, benim hakkımda en çok neden endişeleniyorsun?' Dilinin bir tarafını tutarak, 'Bundan' dedi."
Ben derim ki: Çok konuşmayı yeren; konuşmamayı, susmayı ve sessizliği öven, buna ilişkin öğütler içeren haberler oldukça kabarıktır. Bunlar Şiî ve Sünnî kaynaklarda bolca yer almaktadırlar. Aynı eserde, Ebu Nasr Seczi'nin el-Ibane adlı eserde, Enes'ten şöy-le rivayet ettiği belirtilir: "Bir bedevi Resulullah'ın (s.a.a) yanına geldi. Resulullah (s.a.a) ona dedi ki: 'Ey bedevi, Allah bana Kur'ân'dan şu ayeti indirdi: 'Onların fısıldaşmalarının birçogunda hayır yoktur... biz ona yakında büyük bir mükâfat verecegiz.' Ey bedevi, büyük ödül cennettir.' Bedevi de, 'Bizi Islâm dinine ileten Allah'a hamdolsun.' dedi."
Aynı eserde, "Kim de kendisine dogru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar..." ayetiyle ilgili olarak Tirmizî ve Beyhaki -el-Esmâ ves-Sıfat adlı eserde- Ibn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Yüce Allah, şu ümmeti, ebediyen sapıklık üzerinde birleştirmez. Allah'ın eli cemaatin üzerindedir. Cemaatten ayrılıp kıyıda kalan kimse, ateşte de yalnız olur." Yine aynı eserde, Tirmizi ve Beyhaki Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Yüce Allah,
162 ..... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ümmetimi -veya şu ümmeti- ebediyen sapıklık üzerinde birleştirmez. Allah'ın eli cemaatın üzerindedir."
Ben derim ki: Meşhur bir rivayettir bu. Bunu İmam Hadi (a.s) de Bihar-ul Envar kitabının üçüncü cildinde yer alan ve Ahvaz halkına gönderdiği mektubunda Resulullah'tan (s.a.a) rivayet etmiştir. Önceki açıklamalarımızda, hadisin ifade ettiği anlam hakkında bazı açıklamalarda bulunmuştuk.
Tefsir-ul Ayyâşî'de Heriz'den, o da Şia ulemasından bazılarından, İmam Bâkır ve İmam Sadık'tan (a.s) birinin şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Emir-ül Müminin Ali'nin (a.s) Kufe'de bulunduğu günlerdi. Bir grup insan yanına gelip şöyle dediler: 'Bize, ramazan ayında imamlık edecek birini tayin et.' Hz. Ali, olmaz, dedi ve bu konuda bir araya gelmelerini yasakladı. Akşam olunca aralarında şöyle söylendiler: 'Ramazan için ağlayın. Yazık oldu mübarek ramazana!' Bunu gören Haris el-A'var bir grupla birlikte İmamın yanına geldi ve şöyle dedi: 'Ey Emir-ül Müminin, insanlar matem ediyorlar. Sözlerinden hoşnut olmamışlardır.' Bunun üzerine buyurdu ki: 'Bırakın onları, diledikleri kişinin arkasında namaz kılsınlar.' Sonra şu ayeti okudu: "Kim de... müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu gittigi yönde yürütürüz ve cehennemde yakarız. Orası ne kötü bir varış yeridir!" (c.1, s.275, h:272)
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde nakledildiğine göre, "Allah'tan daha dogru sözlü kim olabilir?" ifadesiyle ilgili olarak Beyhaki ed- Delail adlı eserde Akabe b. Amir'in Resulullah'ın (s.a.a) Tebük seferini anlatırken şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah, sabahın erken saatlerinde Tebük'e vardığımızda, [konuşma yapmak için ayağa kalktı ve] Allah'a hamd etti, O'nu zatına yaraşır biçimde övdü. Sonra şöyle buyurdu:
"Allah'a hamdüsenadan sonra şöyle derim: Sözlerin en doğrusu Allah'ın kitabıdır. En sağlam kulp, takva sözüdür. En hayırlı millet, Ibrahim'in milletidir. En hayırlı yol Muhammed'in sünnetidir. En onurlu söz Allah'ın zikridir. Kıssaların en güzeli şu Kur'ân'dır. Işlerin en hayırlısı Kur'ân ve sünnetle sabit olan gerçeklerdir. Işlerin en
Nisâ Sûresi 105-126 ......................... 163
kötüsü bidatler ve beşer uydurması olanlardır. En güzel hidayet peygamberlerin yol göstericiliğidir. En şerefli ölüm şehitlerin ölümüdür. Körlüğün en körü hidayetten sonra sapmadır. İlmin hayırlısı faydalı olanıdır. Yol göstericiliğin hayırlısı izlenenidir. En kötü körlük kalbin körlüğüdür. Yukarıdaki (veren) el aşağıdaki (alan) elden daha hayırlıdır. Az ama yeterli olan mal, çok ama oyalayıcı olan maldan daha hayırlıdır. En kötü mazeret, ölüm anındaki mazerettir. En kötü pişmanlık, kıyamet günü yaşanan pişmanlıktır." "Kimi insanlar namazı ancak ucu ucuna, yani vaktinin son demlerinde kılarlar. Kimi insanların Allah'ı zikredişleri, dil laklakasından öteye geçmez. Hataların en büyüğü, yalan söylemeyi alışkanlık hâline getirmiş dildir. En hayırlı zenginlik, nefsin zenginliğidir. En hayırlı azık takvadır. Hikmetin başı Allah korkusudur. Kalpte yer eden en hayırlı duygu yakindir. Şek ve şüphe küfürdendir. Ölülerin arkasında sesli ağlayıp dövünmek cahiliye geleneğidir. Savaşta ganimet alınan malı çalarak zimmete geçirmek, cehennem ateşinden bir parçadır. Mal biriktirmek ateşten bir dağlayıcıdır. Şiir, Iblisin çalgılarından biridir. Içki bütün günahların kaynağıdır. Kadınlar şeytanın kemendidir. Gençlik bir çeşit deliliktir." "Kazancın en kötüsü faiz kazancıdır. Yiyeceğin en kötüsü yetim malıdır. Mutlu insan, başkasından öğüt alandır. Bedbaht insan, anasının karnında bedbahttır. Her birinizin varacağı yer, dört ziralık bir yer (kabir)dir. Her iş, sonu ile ölçülür. Işlerin özü sonlarında belli olur. Rivayetlerin en kötüsü yalan rivayetlerdir. Her gelecek olan yakındır. Mümine sövmek fasıklık, müminle savaşmak kâfirliktir. Onun etini yemek (gıybetini yapmak) Allah'a isyandır. Müminin malı da tıpkı canı gibi saygındır." "Kim Allah'a karşı yemin ederse, Allah onu yalancı çıkarır. Bağışlayan bağışlanır. Affedeni, Allah affeder. Öfkesini yutana Allah ecir verir. Musibete karşı sabredene Allah karşılığını verir. Sırf başkalarının duyması için bir iş yapanı Allah, bu sıfatıyla teşhir eder. Sabredene Allah kat kat verir. Allah'a isyan edene Allah azap eder. Allah'ım! Beni ve ümmetimi bağışla. -Bu sözü üç kere tekrarladı.-
164 ........................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Allah'tan kendim ve sizin için bağışlanma diliyorum."
Tefsir-ul Ayyâşî'de Muhammed b. Yûnus'tan, o da bazı arkadaşlarından İmam Sadık'tan (a.s) ve Cabir kanalıyla İmam Bâkır'- dan (a.s), "Şüphesiz onlara emredecegim de Allah'ın yarattıklarını degiştirecekler." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "Allah'ın emrettiği her şeyi değiştirmelerini telkin eder." [c.1, s.276, h:275]
Aynı eserde, Cabir kanalıyla İmam Bâkır'ın (a.s), "Şüphesiz onlara emredecegim de Allah'ın yarattıklarını degiştirecekler." ayetiyle ilgili olarak "Yani Allah'ın dinini" dediği rivayet edilir. [c.1, s.276, h:276]
Ben derim ki: Her iki rivayetin vurguladığı husus aynıdır. O da daha önceki açıklamalarda da işaret ettiğimiz gibi fıtrat dinidir. Mecma-ul Beyan tefsirinde, "hayvanların kulaklarını yaracaklar" ifadesiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Kulaklarını dipten kesecekler. Bu açıklama, İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilmiştir." Tefsir-ul Ayyâşî'de, "(Iş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikita-b'ın kuruntularıyla olmaz..." ayetiyle ilgili olarak, Muhammed b. Müslim'den, o da İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır." ayeti inince, Resulullah'ın (s.a.a) ashabından bazısı, "Bu ayet, ne kadar şiddetli bir tehdit içermektedir!" dedi. Resulullah (s.a.a) onlara dedi ki: "Mallarınız, canlarınız ve çocuklarınız hususunda hiç sınavdan geçirilmiyor musunuz?" Onlar "Evet" dediler. Resulullah (s.a.a) devamla şöyle buyurdu: "Işte bunlarla yüce Allah size iyilik yazar ve kötülüklerinizi siler. [Ancak Ehlikitap hakkında böyle bir şey yapmaz.]" [c.1, s.277, h:278]
Ben derim ki: Bu anlamı içeren rivayetler, Ehlisünnet kaynaklarında birçok kanaldan sahabelerden rivayet edilmiştir.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre, Ahmed, Buharî, Müslim ve Tirmizi Ebu Said el-Hudri'den şöyle rivayet ederler: Resu-lullah (s.a.a) buyurdu ki: "Mümine isabet eden bir hastalık, bir dert, bir keder, bir hüzün, bir eziyet, bir gam hatta eline batan
Nisâ Sûresi 105-126 ................................................... 165
bir diken yoktur ki, yüce Allah onunla günahını örtmesin, silmesin."
Ben derim ki: Bu anlamı içeren rivayetler gerek Resulullah'tan (s.a.a) ve gerekse Ehlibeyt İmamlarından (Allah'ın selâmı hepsinin üzerine olsun) bolca rivayet edilmiştir. Bunlar müstafiz [çok kanallı] rivayetlerdir.
Uyûn-u Ahbar-ır Rıza adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Hüseyin b. Halid'den, o da İmam Rıza'dan (a.s) şöyle rivayet eder: Babamın, babasından şu sözleri aktardığını duydum: "Allah'ın Ibrahim'i dost edinmesi şundan dolayıdır: O hiç kimseyi geri çevirmedi, reddetmedi. Allah'tan başka hiç kimseden bir şey istemedi." (c.2, s.76, h:4)
Ben derim ki: Bu, Hz. Ibrahim'in (a.s) "halil" diye isimlendirilmesine ilişkin rivayetlerin en sahihidir. Çünkü lafzın anlamıyla da örtüşmektedir. O da ihtiyaçtır. Dolayısıyla insanın halili, ihtiyaçlarını ona getiren ve bildiren kimsedir. Konuya başka açıdan yaklaşan rivayetler de vardır.
|