Mizan Tefsiri, Cilt:5 |
Nisâ Sûresi 77-80 ...............................................................5
77- Kendilerine, elinizi savaştan çekin, namaz kılın ve zekât verin, denenleri görmedin mi? Sonra onlara savaş farz kılınınca, içlerinden bir kısmı hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar da; "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi yakın olan ölümümüze dek geciktiremez miydin?" dediler. De ki: "Dünya geçimliği azdır, ahiretse sakınanlar için daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar bile zulmedilmez."
78- Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır; hatta isterseniz sağlamlaştırılmış yüksek kalelerde olun. Onlara bir iyilik gelirse, "Bu, Allah'tandır" derler; başlarına bir kötülük gelince de, "Bu, sendendir (sen Peygamberin yüzündendir)" derler. De ki: "Hepsi Allah'tandır." Bu adamlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?!
6..............................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
79- Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.
80- Kim Peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!
Bu ayetler, daha önceki ayetlerle bağlantısız değildir ve o ayetler grubuyla bir bütün oluşturuyor. Her iki grubun akışı da aynıdır. Dolayısıyla bu ayetlerde, zayıf imanlı müminlerden oluşan bir başka grubun durumu gözler önüne seriliyor. Bu bağlamda, ayetlerin öğüt ağırlıklı, dünyanın geçiciliğini ve ahiret nimetlerinin kalıcılığını vurgulayıcı olduğunu gözlemliyoruz. Ayrıca bu çerçevede iyilikler ve kötülüklerle ilgili Kur'ânî bir gerçek de açıklığa kavuşturuluyor. "Kendilerine elinizi savaştan çekin... denenleri görmedin mi? ...hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar." Ayette geçen "el çekme" deyimi, savaşmaktan kaçınmaktan kinayedir. Bunun nedeni, savaş sırasında yapılan eylemlerin eller aracılığıyla gerçekleştiriliyor olmasıdır. Bu ayet gösteriyor ki, başlangıçta kâfirlerin saldırıları, haksızlıkları müminlerin gücüne gidiyordu. Bu tür baskılara karşı sabretmekte ve kılıçları kınlarından çekip karşı koymamakta güçlük çekiyorlardı. Dolayısıyla yüce Allah bu ayette bundan kaçınmalarını, namaz ve zekât gibi dinin şiarlarını (nişanelerini, sembol ibadetlerini) yerine getirmelerini emretti. Çünkü dinin güçlenmesi, sağlam bir zemine oturması buna bağlıydı. Işte o zaman yüce Allah, din düşmanlarına karşı cihat etmelerine izin verecekti. [Ama şimdi, temelleri sağlamlaştırmanın zamanıydı.] Aksi takdirde dinin iskeleti çözülecek, temelleri yıkılacak, parçaları darmadağın olacaktı. Görüldüğü gibi bu ayetlerde, bunlara şöyle kınayıcı bir eleştiri yöneltiliyor: Bunlar var ya! Bunlar, düşmana karşı çıkmak için yeterli sayısal ve donanımsal hazırlıkları bulunmadığı bir sırada kâfir-
Nisâ Sûresi 77-80 .......................................................... 7
lerle savaşmak için acele eden, kılıcını çekmekten kendisini alamayan, eziyetlere tahammül edemeyen kimselerdir. Fakat kâfirlerle savaşmaları farz kılınınca, içlerindeki bir grup, kendileri gibi insan olan düşmanlardan Allah'tan korkar gibi, hatta ondan daha da şiddetli bir şekilde korkarlar.
"Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın!... dediler." Ifadenin zahiri bu cümlenin, "içlerinden bir kısmı" ifadesine atfedilmiş olduğunu gösteriyor. Özellikle, ayetin akışının muzari fiilinden (insanlardan korkuyorlar), mazi fiiline (dediler) geçiş yapmak suretiyle değişmesi bu ihtimali güçlendiriyor. Şu hâlde, bu sözü söyleyenler, savaşmak için can atan, sabretmekte güçlük çeken, bu yüzden savaştan kaçınma emrine muhatap olan kimselerdir. "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi yakın olan ölümümüze dek geciktiremez miydin?" ifadesinin, onların davranış lisanlarının (lisanı hâllerinin) sözlü bir anlatımı olması muhtemeldir. Ama aynı şekilde, bu sözü bizzat söylemiş olmaları da mümkündür. Biz biliyoruz ki, Kur'ân bu tür anlatım tarzlarının tümünü kullanır. Insanın doğal ömrünü tamamlayarak ölmesi demek olan "ecel" kelimesinin "yakın" vasfıyla nitelendirilmesi ile, onların öldürülmekten kurtulup kısa bir süre yaşamayı istedikleri kastedilmiyor. Tersine, onların bununla söylemek istedikleri şudur: "Eğer biz öldürülmeksizin doğal ömrümüzü tamamlayarak ölmüş olsak bu, kısa bir yaşamaktan ve yakın bir süreden başka bir şey değildir. Şu hâlde Allah, neden bu kısa hayatı yaşamamıza razı olmuyor, bizi öldürülme sınavıyla karşı karşıya bırakıyor, ölümümüzü çabuklaştırıyor?"
Bu sözü söylemiş olmalarının nedeni, gönüllerinin dünya hayatına bağlı olmasıdır. Dünya hayatı ise Kur'ân literatüründe az bir yararlanma olarak tanımlanır; az bir süre yararlanılır, sonra çarçabuk tükenir, varlığından eser kalmaz. Onun ötesinde ise ahiret hayatı vardır; gerçek ve kalıcı hayat, dolayısıyla daha iyi bir hayat. Onlara, "De ki..." sözüyle başlayan bir ifadeyle cevap verilmiş olması
8 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
da bunu vurgulamaya dönüktür.
"De ki: Dünya geçimliği azdır..." Burada Peygamberimiz efendimize (s.a.a), adı geçen zayıf karakterlilere, basit ve kısa dünya hayatını, Allah yolunda savaşma, cihat etme onuruna tercih etmenin yanlışlığını ortaya çıkaracak şekilde cevap vermesi emrediliyor. Kısaca verilmek istenen mesaj; imanları hususunda dikkatli davranmaları ve imanlarına zarar verecek her şeyden kaçınmaları gerektiğidir. Dünya hayatı bir yararlanma, bir metadır. Ahiretle karşılaştırıldığında, kısa süre yararlanılan bir geçimlik olduğu net bir şekilde görülür.
Ahiret ise, Allah'tan korkup günahlardan sakınanlar açısından daha hayırlıdır. Şu hâlde onların da, kısa süreli bir yararlanmadan ibaret olan dünya geçiminden daha hayırlı olan ahireti tercih etmeleri gerekir. Çünkü onlar her şeye rağmen mümindirler ve takva yolu üzerinde bulunmaktadırlar. Bunu yapmamaları bir tek şeyle izah edilebilir. O da yüce Allah'ın kendilerinden öç almasından ve haklarında zulmetmesinden korkmaları, bu yüzden ellerindeki somut metaı, vaat edilen daha hayırlı nimetlere tercih etmeleridir. Ama korkmaları yersizdir. Çünkü yüce Allah, hiç kimseye kıl kadar zulmetmez.
Bu açıklamalardan sonra "sakınanlar için" ifadesinin, sıfatın mevsuf (nitelenen) yerine konuluşuna bir örnek olduğu belirginleşiyor. Bununla güdülen amaç, verilen hükmün sebebine delâlet etmek ve nesnel karşılığıyla tam örtüştüğü iddiasında bulunmaktır. Buna göre ifadenin takdirî açılımı -Allah doğrusunu daha iyi bilir- şöyledir: Ahiret sizin için daha hayırlıdır. Çünkü iman etmiş olmanızdan dolayı, takva ehli olmanız gerekmektedir. Takva ise, ahiretin içerdiği hayırları elde etmenin nedenidir. Dolayısıyla "sakınanlar için" ifadesi, muhataplarına yönelik göndermede bulunma nitelikli bir kinaye konumundadır.
"Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır; hatta isterseniz sağlamlaştırılmış yüksek kalelerde olun." Ayetin orijinalinde geçen "burûc" kelimesi, "burc" kelimesinin çoğuludur; kalelerin üzerinde inşa edi-
Nisâ Sûresi 77-80 .............................................................. 9
len yapılar anlamına gelir. Bu tür binalar, düşman saldırılarını püskürtmek için mümkün olduğunca sağlam inşa edilir. Aslında kelimenin etimolojik kökeninde "açıklık" anlamı vardır. Nitekim süs eşyalarını vb. açığa vurmaya "teberruc" denilmesi de bundan dolayıdır. Yine ayette geçen "muşeyyede" kelimesi, yükseklik anlamını ifade eder. Bunun da etimolojik kökeni "eş-şeyd", yani kireçtir. Çünkü kireçle hem bir yapı sağlamlaştırılır, hem yükseltilir, hem de süslenir. Buna göre, ayette geçen "el-buruc-ul müşeyyede", gelmekte olan her türlü düşman saldırısı karşısında insanın sığınmak durumunda olduğu kaleler üzerinde yükseltilen sağlam binalar demektir.
İfadenin temel dayanağı, istenmeyen bazı şeylerden korunma amacıyla sığınılan bir olgunun örnek verilmesi ve bunun her türlü istenmeyen olgulara karşı sağlam bir sığınak işlevini gören şeylere örnek olarak algılanmasıdır. Buna göre, elde ettiğimiz anlamı şöyle özetleyebiliriz: Ölüm öyle bir şeydir ki, sizi bulmaması diye bir şey olmaz. Hangi sağlam, muhkem sığınağa sığınsanız da ondan kurtulamazsınız. Dolayısıyla savaşa katılmamanız ve size savaşın bir yükümlülük olarak farz kılınmaması durumunda ölümden yana güvencede olacağınıza, size ilişmeden onu savuşturacağınıza ilişkin ham bir kuruntuya kapılmamanız gerekir. Çünkü Allah'ın [sizin yaşama süreniz olarak] belirlediği vakit yani ecel elbette gelecektir. "Onlara bir iyilik gelirse, 'Bu, Allah'tandır' derler..." Ayetin sonundaki bu iki cümle, onların havadan söyledikleri diğer iki yanılgıya ve yanlış düşünceye işaret etmektedir. Yüce Allah, bunu onlar adına anlatmakta ve Peygamberine, insana ilişen iyilik ve kötülük olgularının gerçek mahiyetini açıklamak suretiyle onların bu kuruntularına cevap vermesini emretmektedir.
Ayetlerin akışındaki bütünlük, bunu, yukarıda sözü edilen zayıf karakterli bazı müminlerin söylemiş olmalarını gerektirmektedir; ister bu sözü davranış lisanıyla (lisanı hâlle) söylemiş olsunlar, is-
10 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
ter sözlü olarak. Bunda yadırganacak bir şey yok. Nitekim Hz. Musa'ya (a.s) da benzeri bir söylemle cephe alınmıştı. Yüce Allah, bu olayı şöyle anlatmaktadır: "Onlara bir iyilik geldigi zaman, bu bizimdir (kendi bilgi ve davranışlarımızla bunu elde ettik) derler; kendilerine bir kötülük gelince de, Musa ve onunla beraber olanları ugursuz sayarlardı. Iyi bilin ki, onların ugursuzlugu Allah katındadır; fakat çokları bilmezler." (A'râf, 131) Başka ümmetlerin de peygamberlerine karşı bu tür bir davranış içine girdikleri rivayet edilmiştir. Islâm ümmeti de peygamberine karşı sergilediği tutum bakımından geçmiş ümmetleri aratmamıştır. Ulu Allah, "Kalpleri birbirine benzedi." (Bakara, 118) buyurmuştur. Bu bağlamda Islâm ümmeti, daha çok Israiloğullarına paralel düşmüştür. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Onlar kertenkele deliğine girseler, siz de oraya girersiniz." Bununla ilgili olarak Şiî ve Sünnî kaynaklardan derlediğimiz birçok rivayeti daha önce zikrettik.
Tefsir bilginlerinin büyük bir çoğunluğu, bu ayetlerin Yahudiler yahut münafıklar veya her iki grup hakkında indiğini kanıtlamak için yoğun bir çaba içine girmişlerdir. Fakat, ayetlerin akış bütünlüğünün bu ihtimali reddettiğini görmüş bulunuyorsun. Her hâlükârda, tefsirini sunduğumuz ayet, akışı itibariyle, iyilik ve kötülükten maksadın, yüce Allah'a isnat edilebilecek olgular olduğuna tanıklık etmektedir. Bu tür Müslümanlar ise bir kısmını yani iyiliği Allah'a, diğer bir kısmını yani kötülüğü de Hz. Peygambere (s.a.a) isnat ediyorlar. Buradan hareketle anlıyoruz ki, onların kastettikleri iyilik ve kötülükler, Peygamberimizin kendilerine gelmesinden, dinin kurumlarının temellerini atıp yükseltmesinden, davayı yaymasından ve cihadı tavsiye etmesinden sonra karşılarına çıkan olaylardır. Galip geldikleri kimi savaş ve çatışmalarda elde ettikleri fetih, zafer ve ganimetler; yenilgiye uğradıkları diğer bazı savaşlarda da yaşanan öldürülmeler, yaralanmalar ve kayıplar yani. Kötülükleri Peygambere isnat etmelerinin anlamı, onu uğursuz saymak ya da zayıf görüşlü ve tedbirsiz bulmaktır.
Nisâ Sûresi 77-80 .................................................................... 11
Yüce Allah, Peygamberine (s.a.a) onlara şu cevabı vermesini emrediyor: "De ki, hepsi Allah'tandır." Bunlar, evrensel düzeni yönlendiren iradenin düzenlediği olaylar ve felâketlerdir. Evrensel düzenin yönlendiricisi de tek ve ortaksız Allah'tır. Varlıklar varoluşları, kalıcılıkları ve karşılaştıkları olaylar itibariyle başkasına değil, yüce Allah'ın iradesine tâbidirler. Kur'ân'ın öğretisinden bunu anlıyoruz. Ardından bu adamların kıt anlayışlılıkları, bu gerçeği algılamadaki yetersizlikleri, anlayışsızlıkları karşısında şaşkınlığı ifade eden bir soru yöneltiliyor: "Bu adamlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?"
"Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir." Onların hemen hiçbir söz anlamadıkları belirtilip, işin aslını ortaya koyma amaçlandığından, onların idraksiz olmaları hesaba katılarak hitabın hedefi olmaktan çıkarılıyorlar ve hitap doğrudan Peygamberimize (s.a.a) yöneltiliyor; bu bağlamda ona isabet eden iyilik ve kötülüklerin gerçek mahiyetleri açıklanıyor. Buna göre bütün varlıklar, en azından mümin, kâfir, salih (iyi), kötü, peygamber veya başkası olarak bütün insan bireyleri üzerinde egemen olan varoluşsal hükümler açısından, Peygamberin (s.a.a) bir ayrıcalığı, farklı bir konumda olması söz konusu değildir.
Buna göre, insanın öz doğası gereği hoş karşıladığı, güzel gördüğü sağlık, nimet, güvenlik ve konfor gibi olgular anlamında iyiliklerin tümü yüce Allah'tandır. Hastalık, alçaklık, düşkünlük ve fitne gibi insana hoş gelmeyen olgular anlamında kötülükler de sonuçta insana gelip dayanırlar, yüce Allah'a değil. Bu açıdan ayetin, içerik bakımından şu ayete yakın olduğunu görüyoruz: "Bu, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) degiştirmedikçe, Allah'ın da onlara verdigi nimeti degiştirmeyeceginden ve Allah'ın işiten, bilen olmasından dolayıdır." (Enfâl, 53) Fakat bu değerlendirme, bütün iyilik ve kötülüklerin başka bir genel perspektifle Allah'a döndürülmesi gerçeği ile çelişki oluşturmaz. Bu konuyu ilerde etraflıca açıklayacağız.
"Seni insanlara elçi gönderdik." Senin bizim katımızdan yana, el-
12 ................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
çi olmaktan başka bir özelliğin yok. Görevin de ilâhî mesajı açık bir şekilde duyurmaktır. Senin misyonun elçiliktir. Bunun dışında başka bir misyonun yoktur. Ayrıca emir konusunda, yasama ve evrensel hükümranlık noktasında herhangi bir yetkiye sahip değilsin. Dolayısıyla, uğur ve uğursuzluk bağlamında bir etkinliğin olmaz. Sen insanlara kötülük iliştiremez, onlara yönelmiş iyilikleri alıkoyamazsın. Bu bakımdan ifade, "Bu, sendendir." diyerek kötülükleri Peygamberimizden (s.a.a) kaynaklanan bir uğursuzluk olarak algılayan söz konusu kişilere yönelik bir cevap niteliğindedir ve bu cevap, "şahit olarak da Allah yeter." sözüyle pekiştiriliyor.
"Kim Peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." Bu cümle, bir yeniden başlama niteliğindedir. Fakat önceki ayette geçen "Seni insanlara elçi gönderdik." ifadesinin pekiştirilmesi de amaçlanıyor. Önceki ayetin hükmünün gerekçesi açıklanıyor bir bakıma. Demek isteniyor ki, sen bizim tarafımızdan gönderilmiş bir elçiden başka bir şey değilsin. Dolayısıyla bir elçi olduğun için sana itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur. Kimileri burun kıvırıp yüz çevirirlerse, biz seni onların başına bekçi olman için göndermedik. Bundan da anlaşılıyor ki, "Kim Peygambere itaat ederse..." ifadesi, sıfatın mevsuf (nitelenen) yerine konuluşuna bir örnek oluşturmaktadır. Böylece hükmün gerekçesine işaret etme hedeflenmiştir. Tıpkı "ahiretse sakınanlar için daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar bile zulmedilmez." cümlesinde olduğu gibi. Dolayısıyla "Seni... gönderdik." ifadesindeki muhataba yönelik hitaptan, "Kim Peygambere itaat ederse..." ifadesindeki üçüncü tekil şahsa (gayip siygasına), ondan da "seni... bekçi göndermedik." ifadesindeki ikinci tekil şahsa (muhatap siygasına) doğru bir geçiş yapılmış olmaksızın ayetlerin akışı normal seyrini devam ettirmektedir.
İYİLİK VE KÖTÜLÜKLERIN ALLAH'TAN OLMASI NE ANLAM IFADE EDER?
Bana öyle geliyor ki, insanın güzellik kavramının farkına var-
Nisâ Sûresi 77-80 ................................................................ 13
ması, ilk defa kendi türüne yönelik gözlemleri esnasında gerçekleşmiştir. Insan denen türün yaratılışındaki denge olgusunu, tüm organların belli bir uygunluk içinde vücuttaki yerlerini almış olmasını, özellikle yüzdeki organlar arası ahengi kastediyoruz. Bunun dışında insan, doğadaki diğer somut olguların şahsında da bu anlamı gözlemlemiş, algılamıştır. Sonuç itibariyle güzellik, bir şeyin doğası itibariyle amacına uygun olması demektir.
İnsan yüzünün güzel olması demek, göz, kaş, kulak, burun ve ağız gibi organların olmaları gereken bir nitelik veya durum üzere ve birbirleriyle uyum içinde olmaları demektir. O zaman insanın canı ona doğru çekilir, tabiatı ona eğilim gösterir. Bir şeyin bunun aksi bir durumda olması da kötü, kötülük ve çirkin gibi yerine göre kullanılan ifadelerle nitelendirilir. Şu hâlde kötülük, adem nitelikli [varlıktan yoksun] bir anlamdır. Buna karşılık güzellik varoluşsal bir anlamdır.
Daha sonra bu niteleme tüm itibarî eylem ve anlamları, toplumsal koşullarda öngörülen tanımlamaları kuşatacak şekilde genelleştirilmiştir. Burada da değerlendirme ve nitelemenin esasını, bir şeyin insan hayatının mutluluğu veya bu hayattan yararlanma olarak tanımlayabileceğimiz toplumsal hedeflere uygunluğu veya uygun olmayışı oluşturur. Meselâ adalet güzeldir. Hakkedene iyilikte bulunmak güzeldir. Eğitim, öğretim, öğüt vb. olgular güzeldirler. Zulüm, haksızlık gibi olgular da kötü ve çirkin şeylerdir. Bunun nedeni birinci gruptaki olguların insan mutluluğu veya insanın toplumsal koşullarda yararlanması amacına uygun olmaları, ikinci gruptaki olguların da bu amaca uygun olmayışlarıdır. Güzel olarak nitelenen kısım ve onun karşısında yer alan çirkin olaylar, toplumsal amaca uygunluğu dolayısıyla bu vasfı kazanan fiile bağlıdırlar. Dolayısıyla toplumsal amaç ve hedeflere uygunluğu sürekli ve kalıcı olan fiillerin güzellikleri de sürekli ve kalıcıdır. Buna adaleti örnek gösterebiliriz. Diğer bazı fiillerin de çirkinliği öyledir; örneğin zulüm.
Bazı fiillerin durumu, zamana, duruma, yere veya topluma gö-
14 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
re değişkenlik arz eder. Örneğin gülmek, şakalaşmak dostlar arasında güzeldir, büyük şahsiyetlerin yanında değil. Sevinç ortamlarında güzeldir, matem ortamlarında değil. Mescitlerde ve mabetlerde de bu tür davranışlar çirkin kaçar. Zina ve içki batılılara göre güzeldir; ama Müslümanlar arasında bu tür fiiller çirkindir. Bu bakımdan, "Güzellik ve çirkinlik kavramları sürekli değişirler, değişkenlik arz ederler. Bu kavramlar açısından kalıcılık, süreklilik ve bütünsellik söz konusu değildir." iddiasını ortaya atan ve adaletle zulüm gibi kavramlar hakkında bu iddiayı kanıtlamak için, "Toplumsal bazı kabullerin uygulanışı bağlamında kimi toplumlara göre adalet olarak değerlendirilen bir husus, başka bir toplumun, toplumsal kabulleri gereğince pratize edilen birtakım uygulamalar çerçevesinde adalet olarak değerlendirilen hususla farklı olur. Dolayısıyla adalet anlamının dayandığı belli bir zemin yoktur. Söz gelimi zina suçunu kırbaçla cezalandırmak, Islâm açısından adalettir. Ama bu uygulama Batılılara göre adalet değildir." diyenlerin bu sözlerine kulak asmamalısın.
Çünkü bunlar meseleyi karıştırıyorlar. Kavram ile onun objektif karşılığını ayırt edemiyorlar. [Şöyle ki, adalet kavramı Müslümanlara göre de iyidir, Batılılara göre de. Yine zulüm her iki grubun da yanında kötüdür. Ne var ki bu iki topluluk neyin adaletle, neyin de zulümle nitelenmesi hususunda farklı düşünebilirler. Meselâ, Müslümanlar zinayı zulüm olarak nitelendirirken, Batılılar onu öyle değerlendirmeyebilirler. Bu ise, onların zulmü iyi bilmeleri anlamına gelmez.] Anlayışı bu düzeyde olanlara da söyleyecek sözümüz yoktur. Insan, toplum üzerinde etkili olan faktörlerin değişmesi hasebiyle toplumsal kuralların bir kerede veya aşamalı olarak değişmesini onaylar; fakat adalet niteliğinin kendisinden soyutlanmasını ve zalim diye adlandırılmasını onaylamaz. Bir zalim tarafından kabul edilir bir gerçeğe dayanmadan sergilenen herhangi bir zulümden hoşlanmaz ve onu onaylamaz. Aslında konu daha da uzatılabilir. Ancak sözü daha fazla uzatmamız, bizi daha önemli olan
Nisâ Sûresi 77-80 ............................................................ 15
bir husustan uzaklaştırır. Daha sonra, güzellik ve çirkinlik kavramları, insanın, hayatı boyunca değişik faktörlerin etkisiyle oluşup karşısına çıkan diğer zihin dışı objektif olayları da kuşatacak şekilde genelleştirilmiştir. Bunlar bireysel ya da toplumsal olaylardır. Bunların bir kısmı, insanın arzularıyla örtüşür. Sağlık, sıhhat veya rahatlık gibi bireysel ya da toplumsal hayatının mutluluğu açısından uygunluk arz ederler. Bu yüzden iyilikler, güzellikler olarak isimlendirilirler. Bunların bir kısmı da, yukarıdakinin tam aksi bir niteliğe sahip olur. Fakirlik, hastalık, zillet veya tutsaklık gibi sıkıntı ve musibetler buna örnektir. Bunlara kötülükler adı verilir. Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalardan şu husus belirginlik kazanıyor: Olgular veya fiiller, insan türünün kemaliyle yahut bireyin mutluluğu veya başka bir şeyle ilintileri açısından iyi ve kötü niteliğini alırlar. Şu hâlde güzellik ve çirkinlik izafî (göreceli) niteliklerdir. Fakat bu izafîlik bazı alanlarda daimîdir, değişmez; diğer bazı alanlarda ise değişkendir. Hakkeden birine mal bağışlamanın güzel, hakketmeyen birine vermenin de çirkin, kötü olması örneğin. Yine şu husus belirginlik kazanmış oldu ki, güzellik her zaman için varoluşsal bir olgudur. Kötülük ve çirkinlik ise ademîdir, varlıktan yoksundur; yani bir şeyin, insanın mizacına uygunluk ve uyumluluk niteliğini yitirmesidir. Yoksa bir şeyin veya fiilin yapısı (kendisi, özü), söz konusu uygunluk ve uyumluluğu bir kenara bırakırsak, birdir ve temelde bir değişikliği yoktur. [Dolayısıyla bu şey veya fiil, ne güzellikle nitelenir, ne de çirkinlikle.]
Meselâ deprem ve sel gibi felâketler bir kavmin başına geldiği zaman, bunlar o kavmin düşmanları açısından güzel nimetler olarak algılanırlarken, kendilerine yönelince çirkin ve kötü olarak algılanırlar. Yine din perspektifinde tüm genel musibetler yeryüzünde bozgunculuk yapan kâfirlerin veya azgın günahkârların başına gelince mutluluk, bolluk; salih müminlerin başına gelince de mutsuzluk ve sıkıntı olarak belirginleşirler.
16 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
Yine bir diğer örnek olarak, bir yemeği yemek, kişinin kendi malı ise, güzeldir, mubahtır. Fakat başkasının malından ve onun rızası alınmadan yeniliyorsa çirkindir, haramdır. Çünkü başkasının malını, onun rızası alınmadan yemekle ilgili yasağa veya sırf Allah- 'ın helâl kıldığı şeyleri yemekle ilgili emre uyma ile ilgisi kesilmiş olur. Söz gelişi, bir kadınla bir erkek arasındaki cinsel birleşme evlilik yoluyla gerçekleşiyorsa güzeldir, mubahtır. Fakat nikâhsız ve zina şeklinde gerçekleşiyorsa, çirkindir, haramdır. Çünkü nikâhsız birleşme şeklindeki eylem ilâhî yükümlülükle uygunluk niteliğini yitirmiş olur. Şu hâlde güzellikler, olgulara ve fiillere ilişkin varlıksal tanım ve nitelemelerdir. Kötülükler ise ademî (varlıktan yoksun) tanım ve nitelemelerdir. Yoksa güzel veya çirkin, iyi veya kötü niteliğine maruz kalan şeyin özü, aslı birdir.
Kur'ân'ın bakışı, yüce Allah dışındaki her şeyin O'nun tarafından yaratıldığı şeklindedir. Nitekim şöyle buyuruyor: "Allah her şeyin yaratıcısıdır." (Zümer, 62) "Her şeyi yaratmış, ona ölçü, biçim ve düzen vermiştir." (Furkan, 2) Bu iki ayet, her şeyin yaratılmış olduğunu ortaya koyuyor. Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "O (Allah) ki, yarattıgı her şeyi güzel yapmıştır." (Secde, 7) Burada da yaratılan her şeyin güzel olduğu vurgulanıyor. Bu güzellikten maksat ise, hilkat için gereken, onun ayrılmaz bir parçası olan ve onun ekseni etrafında dönen bir güzelliktir.
Şu hâlde her şey, yaratılıştan ve varoluştan pay aldığı oranda güzellikten pay alır. Yukarıda üzerinde durduğumuz güzellik kavramına ilişkin anlamı düşündüğümüzde, bunun daha bir açıklığa kavuştuğunu görürüz. Şöyle ki: Güzellik, bir şeyin amacına ve maksadına uygun olması, kendisiyle hedeflenen gayeyle tamtamına örtüşmesi demektir. Varlık bütününün parçaları, evrensel düzenin boyutları arasında tam bir uyum ve örtüşme vardır. Yüce Allah, amacını bozacak şekilde parçaları arasında hiçbir uyumluluk olmayan, birbirini geçersiz kılan bir şey yaratmaktan münezzehtir. Yarattığı bir şeyin, O'nu aciz bırakması, akıllara durgunluk veren şu olağanüstü düzenle güttüğü amacı iptal etmesi
Nisâ Sûresi 77-80 ................................................................ 17
düşünülemez. Nitekim şöyle buyuruyor: "O tek ve her şeye üstün olan Allah'- tır." (Zümer, 4) "O, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir." (En'âm, 18) "Ne göklerde, ne de yerde, Allah'ı aciz bırakacak bir güç vardır. O bilendir, güçlüdür." (Fâtır, 44) Buna göre hiçbir şey Allah'ı, yarattıklarıyla ilgili iradesi, kullarına ilişkin dilemesi hususunda aciz bırakamaz, O'nu engelleyemez; O'na baskı kuramaz, O'nun üstünde bir güce sahip olamaz. Şu hâlde, varlık âlemindeki her nimet varlığı itibariyle güzeldir ve yüce Allah'a nispet edilir. Aynı şekilde başa gelen her felâket de kötüdür. Fakat bu felâket, özü itibariyle yani, yaratılmış varlıklara egemen olan temel özellik (nispet) bakımından yüce Allah'a nispet edilir. Gerçi başka bir nispetle kötü olarak nitelenir. Şu ayetlerin vurgulamak istediği anlam budur: "Onlara bir iyilik gelirse, 'Bu, Allah'tandır.' derler; başlarına bir kötülük gelince de, 'Bu, sendendir (sen Peygamberin yüzündendir).' derler. De ki: 'Hepsi Allah'tandır.' Bu adamlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?!" (Nisâ, 78) "Onlara bir iyilik gelince, 'Bu, bizim hakkımızdır.' derler; eger kendilerine bir kötülük ulaşırsa, Musa ve onunla beraber olanları ugursuz sayarlardı. Iyi bilin ki, onlara gelen ugursuzluk Allah katındandır; fakat onların çogu bunu bilmezler." (A'râf, 131) Bu konuya temas eden başka ayetler de vardır. Kötülük bağlamına gelince; Kur'ân-ı Kerim, onu insanla ilintilen-dirirken insan nefsine isnat eder. Meselâ tefsirini sunduğumuz şu ayet, "Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir." (Nisâ, 79) ve diğer ayetler bunun birer örnekleridir: "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah birçogunu da affeder." (Şûra, 30), "Bir millet kendi durumlarını degiştirmedikçe Allah onların durumlarını degiştirmez." (Ra'd, 11) "Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) degiştirmedikçe, Allah'ın onlara verdigi nimeti degiştirmeyeceginden... dolayıdır." (Enfâl, 53) Bu hususu vurgulayan daha birçok ayet örnek göste-
18 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
rilebilir. Bunu şöyle açıklamak mümkündür: Görüldüğü gibi önceki ayetler, kötü nitelikli felâketleri de tıpkı iyilikler gibi yaratılışları itibariyle güzel olgular kategorisine sokuyor. Dolayısıyla onların kötü olmalarının tek nedeni, bazı şeylerin doğalarıyla uyuşmamaları, bundan dolayı da onlar için zararlı olmaları kalıyor. Sonuçta mesele şu noktaya dayanıyor: Yüce Allah, musibete duçar kalan ve zarara uğrayan bu olgular için gerektirdikleri ve doğaları gereği ilgi duydukları şeyler meydana getirmemiş, onlara yapmakta olduğu bağışı durdurmuştur. Işte bu bağışın durdurulması, zarara uğrayan olgular açısından musibet ve kötülük konumundadır. Şu ayet, bu hususu son derece açık bir şekilde ortaya koymaktadır: "Allah'ın insanlara açtıgı herhangi bir rahmeti tutup hapseden olamaz (ona mâni olan bulunamaz). O'nun tuttugunu O'ndan sonra salıverecek de yoktur. O, üstündür, hikmet sahibidir." (Fâtır, 2)
Ardından yüce Allah, bağışın birinden alıkonmasının veya rahmetinin akışının artış ve eksilişinin karşı tarafın kapasitesine, üstesinden gelebilme yetkisine bağlı olduğunu açıklıyor. Nitekim örnekle anlattığı bir ayette şöyle buyuruyor: "Gökten su indirdi de vâdiler kendi ölçüsünce çaglayıp aktı." (Ra'd, 17) Bir başka ayette de buyuruyor ki: "Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın ve biz onu ancak bilinen bir miktarda indiririz." (Hicr, 21) Demek ki yüce Allah, karşı tarafın hakkettiği miktarda ve bildiği durumuna uygun olarak verir. "Hiç yaratan (yarattıgını) bilmez mi? O latiftir, her şeyden haberdardır." (Mülk, 14) Bilindiği gibi nimet, azap, belâ ve rahatlık her şeyin özel durumuna göre belirginleşir. Yüce Allah bir ayette bu hususa şöyle işaret ediyor: "Herkesin yöneldigi bir yönü vardır." (Bakara, 148) Her şey kendine özgü yöne yönelir, kendi durumuna uygun hedefi, gayeyi ve amacı ister.
Bu noktada şöyle bir sezgiyi dile getirmek mümkündür: Bolluk, sıkıntı, nimet ve musibet, Kur'ân öğretisine göre, serbest irade ko-
Nisâ Sûresi 77-80 ............................................................. 19
şullarında yaşayan insan bağlamında, yine insanın iradesiyle ilintili olgulardır. Çünkü insan bir yol üzerindedir. Bu yolu iyi veya kötü katetmesine paralel olarak sonunda mutluluk veya mutsuzlukla karşılaşır. Bütün bunlar insanın serbest iradesinin müdahalesinin söz konusu olduğu olgulardır [ve yolu iyi veya kötü katetmenin insanın iradesine bağlı olduğu, inkâr edilmeyecek bir gerçektir]. Kur'ân-ı Kerim de bu sezgiyi onaylıyor ve şöyle buyuruyor: "Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) degiştirmedikçe, Allah'ın da onlara verdigi nimeti degiştirmeyeceginden... dolayıdır." (Enfâl, 53) Içlerinde besledikleri temiz niyetler ve yap-tıkları salih ameller, kendilerine özgü kılınan nimetlerin verilmesinde etkilidir. Fakat niyet ve tavırlarını değiştirince, yüce Allah da rahme-tinin akışını durdurmak suretiyle onlara yönelik fiilini değiştirir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah birçoğunu da affeder." (Şûra, 30) Buna göre, insanların işledikleri ameller, felâketlerin başlarına gelmesinde ve musibetlerin karşılarına çıkmasında etkili olurlar. Bunun yanında Allah, birçok kusurlarını da affeder [bunlardan dolayı karşılarına herhangi bir olumsuzluk çıkarmaz].
Yine yüce Allah, şöyle buyurmuştur: "Sana gelen iyilik Allah'- tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir..." (Nisâ, 79) Sakın ola ki aklına, yüce Allah'ın bu ayeti Peygamberine (s.a.a) vahyederken şu ifadelerde açıkladığı belirgin bir gerçeği unuttuğu şeklinde bir fikir gelmesin: "Allah her şeyin yaratıcısıdır." (Zümer, 62), "O (Allah) ki, yarattıgı her şeyi güzel yapmıştır." (Secde, 7) Şöyle ki bu ayetlerde yüce Allah, her şeyi kendisinin yarattığını ve yarattığı her şeyin, özü itibariyle güzel olduğunu vurguluyor. [Ama tefsirini yapmakta olduğumuz ayette insanın başına gelenlerin iyi ve kötü diye ikiye ayrıldığını; iyiliğin Allah'tan, kötülüğün de insanın kendi nefsinden olduğunu ifade ediyor ve bu iki ayette vurguladığı gerçeği, burada unutuyor sanki. Ancak sen böyle bir vehme asla kapılmamalısın.] Çünkü yüce Allah başka ayetlerde şöyle bu-
20 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
yuruyor: "Rabbin asla unutkan degildir." (Meryem, 64) "Rabbim ne yanılır, ne de unutur." (Tâhâ, 52) Buna göre, "Sana gelen iyilik..." ifadesinin anlamı şöyledir: Senin karşına çıkan her iyilik -ki karşına çıkan her şey iyidir, güzeldir- Allah'tandır. Sana gelen her kötülük ise, amacına ve arzuna uygun olmamasından dolayı senin açından kötü olduğu için kötüdür. Aslında onlar da özü itibariyle iyidirler, güzeldirler. Senin nefsin onları kötü seçimiyle üzerine çekti, onları çağırmış oldu. Dolayısıyla onlar da Allah'tandırlar. Allah, [senden kaynaklanan bir seçim ve irade olmaksızın] doğrudan sana kötülük veya zarar yöneltmekten münezzehtir.
Daha önce de vurguladığımız gibi, ayette özel olarak Peygamberimize (s.a.a) hitap ediliyorsa da, anlamı herkesi kuşatacak genelliğe sahiptir. Diğer bir ifadeyle, bu ayet de "Bu böyledir... Allah degiştirecek degildir." ve "Size gelen her musibet..." ayetleri gibi, bireysel hitabın yanı sıra, toplumsal hitabı da içerir niteliktedir. Çünkü toplum da bireyden ayrı olarak insanî bir organizmaya, iradeye ve seçme yeteneğine sahiptir. Toplumun bir organik yapısı vardır. Toplumu oluşturan bireylerden öncekiler ve sonrakiler, bu yapı çerçevesinde yok olur, erirler; geçmişte kalanlar ölüp gidince, sonradan gelenler öncekilerin, ölüler dirilerin kötülüklerinden sorumlu olurlar; onlardan dolayı sorguya çekilir, azaba çarptırılırlar. Hatta günah işlemeyen birey, günah işleyenlerin günahı karşılığı cezalandırılır vs. Oysa bu, tek tek bireylere uygulanan hükümler açısından hiçbir zaman doğru olmaz. Tefsirimizin ikinci cildinde "Ceza Açısından Amellerin Hükmü" nü incelerken, bu konuya ilişkin bazı açıklamalarda bulunduk.1 Nitekim Resulullah efendimiz (s.a.a) Uhud Savaşı sırasında yüzünden yara almış, mübarek dişleri kırılmıştı. Müslümanlar da birçok yaralar almışlardı. Hâlbuki o, günahtan ve yanılgıdan berî olan
1- [bkz. c.2, Bakara Suresi, ayet: 216-218.]
Nisâ Sûresi 77-80 ............................................................... 21
masum bir peygamberdir [ve böyle bir cezalara maruz kalması asla düşünülemez]. O hâlde, ona isabet eden şey, içinde bulunduğu topluma isnat edilirse -ki onlar Allah'ın ve Resulünün emrine muhalefet etmişlerdi- bu, içinde bulunduğu toplumun kendi elleriyle kazandığı şeylerden dolayı başına gelen bir kötülüktür. Şayet [tefsirini sunduğumuz ayetteki gibi] onun mübarek şahsına isnat edilirse, bu, Allah yolunda karşısına çıkan ilâhî bir sınama amaçlı musibet olur; insanları bilinçli olarak Allah'a davet etme onuru uğruna çekilen mihnet olur. Bu ise insanın derecesini yükselten bir nimetten başka bir şey değildir.
Aynı şekilde, Kur'ân'ın bakışına göre, -ki Kur'ân'ın bakışı haktan başka bir şey değildir- bir kavme isabet eden kötülüklerin kaynağı onların amelleridir. Yine onlara isabet eden iyiliklere gelince, onlar sadece yüce Allah'tandır.
Evet, burada iyilikleri bir açıdan insanlara nispet eden ayetler de vardır kuşkusuz. Meselâ: "O ülkelerin halkı inansalar ve (günahlardan) sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık." (A'râf, 96) "Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyrugumuzla dogru yola ileten önderler tayin etmiştik." (Secde, 24) "Onları rahmetimizin içine aldık; dogrusu onlar iyi kimselerdendi." (Enbiyâ, 86) Bu anlamı içeren ayetlerin sayısı oldukça fazladır. Ne var ki, yüce Allah Kur'ân'da yarattığı herhangi bir varlığın, kendisi için öngörülen bir amacı gerçekleştirmesinin, bir hayra ulaşmasının ancak Allah'ın muktedir kılması ve yol göstermesi ile mümkün olabileceğini vurgulamaktadır: "...Her şeye kendi (özel) yaratılışını veren, sonra da onu (o dogrultuda) hidayet eden Allah'tır." (Tâhâ, 50) "Eger Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temiz bir hâle gelemezdi." (Nûr, 21) Bu iki ayetle ve bundan önce zikrettiğimiz ayetlerle, iyiliklerin yüce Allah'tan olması hususunda karşımıza yeni bir anlam çıkıyor. O da şu ki: Insan, ancak yüce Allah'ın sahip kılması ile, ona ulaştırması ile bir iyiliğe sahip olabilir. Demek ki bütün iyilikler Allah'ın, kötü-
22 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
lükler de insanındır. Böylece, "Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir..." ayetinin anlamı daha bir belirginlik kazanıyor.
Iyilikler Allah'tandır, çünkü her iyi O'nun tarafından yaratılmıştır. Hilkat ve güzellik de ayrılmaz ikilidir. Yine iyilikler O'ndandır, çünkü hayırdırlar. Hayır ise, O'nun elindedir. Bir kimse ancak O'nun sahip kılmasıyla bir hayra sahip olabilir. Kötülükler ise ona nispet edilmezler. Çünkü kötü bir şey, kötülük bağlamında yaratılmış değildir. Yüce Allah ise yaratır. Yaratma O'nun işidir. Kötülük, meselâ insanın Allah katından gelen bir rahmeti yitirmesidir; insanlar tarafından işlenen bir amelden dolayı, yüce Allah o rahmetin akışını durdurmuştur. Itaat ve günah anlamında iyilik ve kötülüğe gelince; daha önce bu kitabın birinci cildinde, "Allah bir sivrisinegi... örnek göstermekten çekinmez." (Bakara, 26) ayetini tefsir ederken, bunların yüce Allah'a nispet edilişleri hakkında açıklamalarda bulunduk. Bu bağlamda tefsir kitaplarını inceleyecek olursanız, farklı sözler, değişik görüşler ve eğilimler göreceksiniz, sizi hayrete düşürecek problemlerle karşılaşacaksınız. Yaptığımız açıklamaların, Allah'ın kitabı üzerinde düşünenler için yeterli bir açıklıkta ve açıklayıcılıkta olmasını diliyoruz. Bir araştırmacı, bu konuyu incelerken, konunun fark-lı yönlerini birbirinden ayrı tutmak, Kur'ân'ın iyilik, kötülük, nimet, ceza gibi kavramlara getirdiği anlamları kavramak, toplumun ve bire-yin kişiliklerini ayrı ayrı değerlendirmek zorundadır. Çünkü böyle yap-ması hâlinde, ifadelerin ana mesajını net bir şekilde algılayabilir.
AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, "Kendilerine elinizi savaştan çekin... denenleri görmedin mi?" ayetiyle ilgili olarak Nesai, Ibn-i Cerir, Ibn-i Ebi Hatem, Hakim -sahih olduğunu belirterek- ve Beyhaki kendi Süneninde Ikrime kanalıyla Ibn-i Abbas'ın şöyle dediğini rivayet ederler: "Abdurrahman b. Avf ve arkadaşları Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelerek, 'Ey Allah'ın peygamberi, bizler
Nisâ Sûresi 77-80 ............................................................. 23
müşrikken onurlu, üstün idik; fakat iman edince alçaldık.' dediler. Peygamberimiz (s.a.a) 'Ben affetmekle [savaştan el çekip eziyetleri hoş görmekle] emredildim. Sakın halkla savaşmayın.' Yüce Allah, onun Medine'ye gelmesini sağlayınca, savaşmasını emretti. Bunun üzerine daha önce savaş isteyenler, bu sefer savaştan kaçındılar. Yüce Allah, onların çelişkili tavırlarına işaret eden şu ayeti indirdi: "Kendilerine, elinizi savaştan çekin... denenleri görmedin mi?"
Yine aynı eserde, Abd b. Hamid, Ibn-i Cerir ve Ibn-i Münzir Kata- de'den bu ayetle ilgili olarak şunları rivayet ederler: "Peygamberin (s.a.a) ashabı içinde bir grup vardı. Bunlar, hicretten önce Mekke'de oldukları sırada savaşmak için can atıyorlardı. Resulullah'a (s.a.a) gidip şöyle dediler: Bize izin ver ki, külünklerimizi alıp onlarla savaşalım. [Yani onlara kılıçsız bile galip gelebiliriz.]" Katade daha sonra şöyle diyor: "Bize gelen bilgilere göre Abdur-rahman b. Avf da bunlar arasındaydı. Fakat Resulullah (s.a.a) onları bundan menederek, bana savaş emri verilmedi, buyurdu. Ancak hicret gerçekleşip savaş emri verilince, bu adamlar bundan hoşnut olmadılar ve sizin duyduğunuz şeyleri yaptılar. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: "De ki, dünya geçimligi azdır, ahiretse sakınanlar için daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar bile zulmedilmez."
Tefsir-ul Ayyâşî'de Safvan b. Yahya kanalıyla Imam Musa Kâzım'-dan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Allah dedi ki: Ey Âdemoğlu, benim me-şiyetimle (irade ve dilememle) dileyebiliyor ve söyleyebiliyor oldun. Benim gücümle sana yüklediğim farzları yerine getirdin. Benim bahşettiğim nimetler sayesinde, kendinde bana karşı günah işleyecek gücü bulabildin. Sana gelen her iyilik Allah'tandır; başına gelen her kötülük de kendindendir. Çünkü sana iyilik verme hususunda ben senden daha öncelikliyim ve sana kötülük verme noktasında, sen benden daha layıksın. Çünkü ben yaptığımdan dolayı sorgulanmam; ama insanlar sorgulanırlar." [c.1, s.258, h:200]
24 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
Ben derim ki: Tefsirimizin birinci cildinde, "Allah bir sivrisinegi... örnek olarak göstermekten çekinmez." (Bakara, 26) ayetini açıklarken, bu rivayetin değişik bir ifade tarzına sahip bir diğer versiyonunu aktardık. Orada bununla ilgili düşüncelerimize de yer verdik. el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Abdurrahman b. Haccac'dan şöyle rivayet eder: "Imam Cafer Sadık'ın (a.s) yanında belâdan ve yüce Allah'ın müminlere özgü kıldığı belâ türlerinden söz edildi. Buyurdu ki: Resulullah'a (s.a.a), dünyada en şiddetli belâlara duçar olanlar kimlerdir? diye soruldu. Buyurdu ki: Peygamberler. Sonra insanların içerisinden peygamberlere benzeyenler (evliyâullah), derecelerine göre sıralanırlar. Daha sonra müminler imanları ve amellerinin iyiliği oranında belâlara maruz kalırlar. Dolayısıyla kimin imanı sahih, ameli güzelse, karşılaştığı belâ da o oranda şiddetli olur. Imanı gevşek ve ameli zayıf olanın başına gelen belâ da o oranda cılız olur." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.252, h:2]
Ben derim ki: Ünlü rivayetlerden biri de Peygamber efendimizin (s.a.a) şu sözüdür: "Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir." Aynı eserde, birkaç kanaldan Imam Sadık ve Imam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Mümin [onun iman ve belâ hususundaki durumu] terazinin [iki] kefesi gibidir. Imanı arttıkça başına gelen belâlarda da artış olur." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.254, h:10]
Aynı eserde Imam Bâkır'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Yüce Allah mümine belâları armağan olarak gönderir, tıpkı gurbetteki bir insanın ailesine armağan göndermesi gibi. Bir doktorun hastaya zararlı şeyleri yasaklaması gibi, mümine dünyayı yasaklar." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.255, h:17]
Yine aynı eserde Imam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Yüce Allah'ın, malında ve bedeninde Allah için payı bulunmayan kuluna ihtiyacı yoktur." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.256, h:21]
Ilel-uş Şerayi adlı eserde, Imam Ali b. Hüseyin'den (a.s), o da
Nisâ Sûresi 77-80 ........................................................... 25
babası Imam Hüseyin'den (a.s) şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Mümin bir dağın başında bulunsa bile yüce Allah, sevaba nail olsun diye, eziyet edecek birini ona musallat eder." [c.1 s.44, h:2, Necef baskısı]
et-Temhis adlı eserde Imam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Hiç günahı kalmayıncaya kadar, dertler ve gamlar mümine eşlik ederler."
Yine Imam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Müminin üzerinden kırk gün geçmez ki, kendisini üzen ve Rabbini hatırlatan bir olayla karşılaşmasın."
Nehc-ul Belâğa'da Imam Ali (a.s) şöyle der: "Beni bir dağ sevse, paramparça olur." Ve der ki: "Biz Ehlibeyt'i seven kimse, belâlara karşı kendine bir giysi hazırlasın." [Nehc-ül Belâğa, Kısa sözler: 111 ve 112.]
Ben derim ki: Ibn-i Ebi'l Hadîd Imamın bu sözünü şerh ederken şöyle der: Peygamber efendimizden (s.a.a) Hz. Ali'ye (a.s) hitaben şöyle buyurduğu nakledilir: "Seni ancak mümin sever. Ancak münafık sana buğzeder." Öte yandan Peygamberimizin (s.a.a), bir diğer hadiste de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Belâlar, tepelerden aşağı akan sulardan daha çabuk mümine ulaşırlar." Bu iki önerme, doğru bir sonucu kaçınılmaz kılıyorlar: Evet, Hz. Ali'yi (a.s) bir dağ sevse, paramparça olur.1
Biliniz ki, bu anlama yönelik rivayetlerin sayısı oldukça kabarıktır, tümü de yaptığımız açıklamayı destekler niteliktedir. ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ibn-i Münzir ve Hatib, Ibn-i Ömer'- den şöyle rivayet ederler: "Bir grup ashapla birlikte Resulullah'ın (s.a.a) yanında bulunuyorduk. Buyurdu ki: 'Sizler! Bilmez misiniz ki, ben Allah tarafından size gönderilen bir elçiyim?' Ashap dedi ki: 'Evet.' Buyurdu ki: 'Bilmez misiniz ki, Allah kendi kitabında, bana itaat edenin Allah'a itaat etmiş olacağını içeren ayetler indirmiş- -----
1- [Şerh-i Nehc-ul Belâğa, Ibn-i Ebi'l Hadîd, c.2, s.185, Beyrut baskısı.]
26 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
tir?' Dediler ki: 'Evet! Biz tanıklık ederiz ki, sana itaat etmek Allah- 'a itaat etmektir. Allah'a itaat etmenin bir gereği de sana itaat etmektir.' Buyurdu ki: Allah'a itaat etmenin bir gereği bana itaat etmeniz, bana itaat etmenizin bir gereği de imamlarınıza itaat etmenizdir. Hatta eğer onlar oturarak namaz kılarlarsa, siz de top yekûn oturarak namaz kılın."
Ben derim ki: Peygamberimizin (s.a.a) "Hatta eğer onlar oturarak namaz kılarlarsa..." sözü, eksiksiz tâbi oluşu vurgulamaya yönelik kinayeli bir ifadedir.
Nisâ Sûresi 81-84 ........................................................... 27
81- "Baş üstüne" derler; ama yanından ayrılınca onlardan bir kısmı, geceleyin senin dediğinden (veya kendi söylediklerinden) başkasını düşünüp kurar. Allah da onların kurduklarını yazar. Sen onlara aldırma ve Allah'a dayan; vekil olarak Allah yeter.
82- Hâlâ Kur'ân (ayetleri) üzerinde durup düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birbirini tutmaz birçok şeyler bulurlardı.
83- Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince, hemen onu yayarlar; hâlbuki onu Resule veya içlerinden olan ululemre (yetki sahibi kimselere) götürselerdi, onların arasından o işin (haberin) içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi (ve onlara gerçeği bildirirlerdi). Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz.
84- Artık Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden (kendi yaptığından) sorumlusun. [Sadece] inananları [savaşa] teşvik et. Umulur ki Allah, kâfirlerin zarar ve baskınını (onlardan) defedip gi-
28 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
derir. Allah'ın azabı (kahrı) daha çetin ve cezası daha şiddetlidir.
Tüm ayetlerin, önceki ayetler grubuyla bağlantılı olmasını önleyecek herhangi bir engel söz konusu değildir. Bu bakımdan, tefsirini sunmak üzere olduğumuz bu ayetler grubunun, imanı zayıf bazı Müslümanlara yönelik kınayıcı ifadeleri bütünlediğini söyleyebiliriz. Bununla güdülen amaç; şayet düşünüp basîret ve görüş sahibi olarak gerçekleri görmek isterlerse, gereği gibi düşünecekleri ve mülâhaza ile idrak edip bilecekleri şekilde öğüt almalarını sağlamaktır.
"Baş üstüne, derler..." Ayetin orijinalinde geçen "tâat-un=baş üstüne" kelimesi, gramatik açıdan -söylendiğine göre- haber fonksiyonunu icra eder ve merfudur. Bu durumda anlamsal açılımı şöyle olur: "Bizim işimiz itaattir. Yani, sana itaat ederiz." Yine ayette geçen "berezû" kelimesi, "el-burûz" kelimesinin çoğuludur, açıklık ve çıkış demektir. "Beyyete" kelimesinin mastarı olan "ettebyit" ise, "beytûte" kökünden gelir ve bir işi geceleyin düşünüp sağlamlaştırmak anlamını ifade eder. "Tekûlu=dediğin" fiilindeki zamir, ayette geçen "tâifet-un=bir kısım" kelimesine veya Peygamber efendimize (s.a.a) dönüktür.
O hâlde ayetin anlamı -Allah herkesten daha iyi bilir- şudur: "Cihat için çağırdığın ve bu çağrına olumlu karşılık veren bu adamlar der-ler ki: 'Bizim işimiz itaat etmektir.' Ama senin bulunduğun yerden çık-tıklarında sana verdikleri cevaptan, sana söyledikleri veya senin onlara söylediğin sözden farklı bir tavırla ilgili olarak geceleyin düşünüp karar alırlar." Burada onların Peygambere (s.a.a) muhalefet etmeyi kararlaştırdıkları, kinayeli bir ifadeyle dile getiriliyor.
Ardından yüce Allah, elçisine onlara aldırmamasını, işlerinde ve kararlarında Allah'a güvenip dayanmasını emrediyor: "Sen onlara aldırma ve Allah'a dayan; vekil olarak Allah yeter." Ayette,
Nisâ Sûresi 81-84 ............................................................ 29
bu tavırları anlatılanların, bazılarının iddia ettikleri gibi, münafıklar olduklarına ilişkin bir kanıt yoktur. Aksine ayetlerin akışının bütünlüğü göz önünde bulundurulduğu zaman, bundan farklı bir sonuç çıkar ortaya.
"Hâlâ Kur'ân (ayetleri) üzerinde durup düşünmüyorlar mı?..." Soru tarzında bir teşvik ifadesi... Ayetin orijinalinde geçen "yetedebberûne" kelimesi, "tedebbur" kökünden, bir şeyi diğer bir şeyden sonra almak demektir. Ayetin atmosferi içinde ise, bir ayeti diğer bir ayetten sonra düşünmeyi veya ayet üzerinde peş peşe düşünmeyi ifade eder. Fakat maksat, Kur'ân'da çelişki olmadığını anlatmak olduğundan ve bu da birden fazla ayetler arasında gözlemlendiğinden, asıl ilk anlamın kastedildiğini, onun temel olduğu ortaya çıkıyor. Gerçi bu, ikinci anlamı da büsbütün olumsuzlamamaktadır. Şu hâlde maksat, onları Kur'ân ayetleri üzerinde düşünmeye, inen her hükümle, açıklanan her hikmetle, her kıssayla, her öğütle ve herhangi diğer bir meseleyle ilgili olarak, Mekkî [Mekke dönemi inişli], Medenî [Medine dönemi inişli], muhkem, müteşabih tüm ayetlere başvurmaya ve Kur'ân'da çelişki olmadığını açık bir şekilde gözlemleyecek duruma gelinceye kadar bir kısmını bir kısmının yanına koyup etüt etmeye teşvik etmektir. Çünkü Kur'ân ayetlerinin önceden inenleri sonradan inenlerini tasdikler, bazısı bazısına tanıklık eder.
Dolayısıyla ayetler arasında akla gelebilecek hiçbir çelişki yoktur. Bazısının bazısını olumsuzlaması veya reddetmesi şeklinde çelişme ihtilafı olmadığı gibi, zıtlaşma ihtilafı da yoktur. Yani iki ayetin, açıklamadaki uyumluluk, anlam ve maksattaki sağlamlık açısından birbirinin zıddını ifade etmesi söz konusu değildir. Bazılarının yapı olarak diğerlerinden daha sağlam ve temellerinin daha muhkem olması anlamında çarpıklık örnekleri yoktur Kur'ân'da. Bu, ayetleri birbirine benzeyen, birbiriyle uyum içerisinde olan, bir kısmı diğer bir kısmını gerçekleştiren, her şeyi tekrar tekrar [veya emir-nehiy, cennet-cehennem, sevap-azap gibi ikişerli olarak] bil-
30 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
diren bir kitaptır. Öyle ki onu dinlerken etkisinden tüyler ürperir, diken diken olur. [Zümer suresinin 23. ayetine işarettir.] Kur'ân'da bu tarz çelişki ve ihtilafların olmadığını anlamaları, onları Kur'ân'ın Allah katından inen bir kitap olduğu, O'ndan başkasından gelmediği sonucuna götürür. Eğer Kur'ân Allah'tan başkasının ortaya koyduğu bir kitap olsaydı, içinde birçok ihtilaf barındırmadan, birbiriyle çelişen ifadeler içermekten kurtulamazdı. Çünkü Allah'ın dışındaki tüm evrensel varlıklar, özellikle insanlar - ki onlardan bazı septikler (şüpheciler) Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğundan şüphe ediyorlar- varoluşları ve evrenin doğası gereği hareket, değişim ve tekâmül etme olgusuna göre programlanmışlardır. Dolayısıyla evrende yer alan hiçbir varlık yoktur ki, var olduğu sürece farklı yönlere ve değişik durumlara sahip olmasın. Bugün dünden daha akıllı olduğunu görmeyen insan yoktur. Her insan, son olarak işlediği bir amelin veya buna benzer bir eylemin ya da düşünüp ortaya koyduğu bir görüş veya bir bakış açısının, daha önce sergilediği buna benzer şeylerden daha sağlam, daha tutarlı olduğunu görür. Hatta bu durum, tedricî ve aşamalı olarak varolan bir tek eylem için de geçerlidir. Yazarın yazdığı kitap, şairin söylediği şiir, hatibin yaptığı konuşma gibi. Bunlar üzerinde düşünüldüğü zaman sonlarının başlarından daha iyi, bazı kısımlarının bazı kısımlarından daha üstün olduğu görülür. Dolaysısıyla bir insan, hem kendi iç dünyasında, hem de sergilediği herhangi bir amelde ihtilaftan, farklılaşmadan ve çelişkiden kurtulamaz. Bu ihtilaflar, farklılıklar ve çelişkiler öyle bir-iki tane değil, çok çok fazladır. Bu, genel dönüşüm ve tekâmül olgusunun etkisi, egemenliği altında olan insanı ve diğer varlıkları bağlayan bütünsel bir yasadır. Varlık âleminde, peş peşe iki zaman diliminde aynı hâl üzere kalan bir tek varlık gösterilemez. Her şeyin özü ve durumları sürekli bir değişime tâbidir.
Bununla, "birbirini tutmaz birçok şeyler" ifadesindeki "çok" nitelemesinin hikmetini algılıyoruz. Şu hâlde bu niteleme açıklamaya dönüktür; ihtirazî [kastedilmeyen şeyleri dışlayan] bir kayıt de-
Nisâ Sûresi 81-84 ............................................................. 31
ğil. Bu durumda ifadenin anlamı şu şekilde açıklığa kavuşuyor: "Eğer Kur'ân Allah'tan başkasının ortaya koyduğu bir kitap olsaydı, onda ihtilaflar bulurlardı. Ve bu ihtilaflar, Allah'tan başkasının ortaya koyduğu her şeyde bulunan ihtilaflar sayısınca çok olurdu." Yoksa ifadenin anlamı, "Ayette sadece Kur'ân'da çok ihtilafın bulunmadığı ifade ediliyor; az bir ihtilafın değil [dolayısıyla Kur'ân'da çok tutarsızlık yok; ama az tutarsızlık var]." şeklinde değildir. Kısacası Kur'ân'ı inceleyen, onun üzerinde düşünen kimseler, onun insanla ilintili her meseleye, dünya ve ahirete ilişkin bilgilere, yaratma ve meydana getirme konularına, sonra genel insanî faziletlere değindiğini gözlemler. Bunun yanında Kur'ân'ın insan türüne, istisnasız herkesi kuşatacak şekilde egemen olan toplumsal ve bireysel yasalardan söz ettiğini; kıssalar, ibret tabloları ve öğütler anlattığını görür. Bütün bunları Kur'ân, insanları benzerini getirmeye çağırdığı ayetler aracılığıyla açıklar; yirmi üç yıllık bir sürede tedricî olarak parça-parça, ara-ara inen ayetler aracılığıyla sunar. Bu esnada, durumlarda sürekli bir değişim yaşanmıştır; kimi ayetler gece, kimisi gündüz; kimi hazerde [Peygamberin ikamet ettiği yerde], kimisi yolculukta; kimi barış zamanında, kimisi savaş ortamında; kimi dar zamanda, kimi rahat ortamda; kimi zorlukta, kimi kolaylıkta inmiştir. Ama bütün bunlara rağmen, ayetlerin akıllara durgunluk veren olağanüstü belâgatinde, sunduğu yüksek bilgilerle yüce hikmetlerin durumunda en ufak bir değişiklik olmamış; işaret ettiği toplumsal ve bireysel yasalar bazında bir tutarsızlığa, çelişkiye tanık olunmamıştır. Aksine, ifadelerinin sonu, başının üzerinde durduğu anlama yönelik olmuştur. Ayrıntılı ve detaylı anlatımları, köklü ve temel açıklamalarında ortaya konan ilkelere dönük olmuştur. Yasalarının ve hükümlerinin ayrıntılarının tahlil (analiz) sonucu, saf tevhidin özüne döndükleri görülür. Yine bileşimlerin dönük olduğu bu saf tevhidin, ayrıntıların ortaya koyduğu nesnel olgulara dönüştüğü rahatlıkla gözlemlenir. Ite Kur'ân budur; durumu bundan ibarettir.
32 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
Kur'ân üzerinde bu şekilde düşünen insan, diri bilincinin ve fıtrî yargısının sonucu, bu sözleri söyleyenin, varlıklar üzerinde etkili olan dönüşüm ve tekâmül yasasının zaman içinde üzerinde etkili olduğu bir kimse olamayacağına, ancak bir ve Kahhar [her şeye üstünlük sağlamış] olan ulu Allah'ın böyle bir kelâm ortaya koyabileceğine hükmeder.
Bu açıklamayla, tefsirini sunduğumuz ayetten sırasıyla şu hususlar belirginlik kazanmış oldu: 1- Kur'ân'ı, sıradan bir anlayış düzeyine sahip bir kimse algılayabilir. 2- Kur'ân ayetlerinin bazısı, bazısını açıklayıcı mahiyettedir. 3- Kur'ân nesh, iptal, ekleme ve ayıklama kabul etmeyen bir kitaptır. Hiçbir hakim hiçbir zaman onun aleyhinde hükmedemez. Çünkü yukarıda saydığımız hususlardan birine açık olan bir kitabın, bir nevi değişim ve dönüşüme de açık olması kaçınılmazdır. Kur'ân ihtilafı içermediğine göre, dönüşüm ve değişime de tâbi değildir. Dolayısıyla nesh, iptal vb. konular da onun için söz konusu olmaz. Bunun kaçınılmaz sonucu şudur: Islâm şeriatı, kıyamet gününe kadar geçerlidir.
"Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince, hemen onu yayarlar..." Ayetin orijinalinde geçen "ezâû" kelimesi, "izâa" kökünden, "yaymak, neşretmek" anlamına gelir. Ayette, bu tarz bir yayma ve neşretmeden dolayı, onların kınandıklarını görüyoruz. Ayetin sonunda yer alan, "Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı..." ifadesi gösteriyor ki, bazı müminler bu tarz bir yayma ve neşretmeden dolayı sapma tehlikesiyle karşı karşıya idiler. Tehlike de Resulullah'a (s.a.a) muhalefet etmekten başka bir şey değildi. Çünkü tefsirini sunduğumuz ayetler grubunun işlediği konu budur. Bundan sonra gelen ayette, Peygamberimize, tek başına yardımcısız kalsa dahi savaşmasının emredilmiş olması da bizim bu çıkarsamamızı destekleyici niteliktedir. Buradan hareketle anlıyoruz ki, güven ve korkuya ilişkin olarak getirdikleri şey, kargaşa çıkarma amaçlı bazı yalan haberlerdi.
Nisâ Sûresi 81-84 .......................................................... 33
Bunları, kâfirlerin kendisi ile müminler arasında ikilik ve ayrılık çıkarmak için gönderdikleri casusları tertipliyordu. Bazı imanı zayıf müminler de bu tür haberleri hiç düşünmeden, akıbetini araştırmadan yayıyorlardı. Bu da müminlerin kararlılığını zaafa uğratıyor, güçlerini sarsıcı rol oynuyordu. Ancak yüce Allah, müminleri zaafa uğratmak ve onları rezil, rüsva etmek için bu tür haberler getiren şeytanlara uymaktan korudu da bu küfür girişimi de sonuçsuz kaldı.
Ayetin içeriği Küçük Bedir Kıssası ile örtüşüyor. Âl-i Imrân suresinin tefsiri çerçevesinde bu kıssa ile ilgili açıklamalarda bulunduk. Adı geçen surede yer alan konuyla ilgili ayetler, içerik bakımından bu ayetlere benziyorlar. Her iki ayetler grubu üzerinde düşünenler bu benzerliği gözlemleyebilirler. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Yara aldıktan sonra yine Allah'ın ve Peygamberin (Uhud Savaşında müşriklerin ordusunu takip etme) çagrısına icabet edenler, onların içinden iyilik yapanlar ve (günahlardan) sakınanlar için büyük bir mükâfat vardır. Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar kendilerine, '(Düşmanlarınız olan) bütün insanlar size karşı (tekrar) ordu topladılar, onlardan korkun!' dediklerinde bu, onların imanlarını artırdı ve 'Allah bize yeter, O ne de güzel vekildir' dediler... Işte o şeytan (bu sözü diyen insanlar), ancak kendi dostlarını korkutur. O hâlde eger inanmış kimseler iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun!" (Âl-i Imrân, 172-175) Görüldüğü gibi ayetler, Resulullah'ın (s.a.a) müminleri (Uhud Savaşında) yara aldıktan sonra kâfirleri takip etmeye davet ettiğini, bu sırada bazı grupların insanları bundan vazgeçirmeye, Peygamberden uzaklaştırmaya ve müminleri müşriklerin topluluğundan korkutmaya çalıştıklarını anlatıyor.
Bunun yanında ayetler, bütün bunların şeytan menşeli asılsız korkutmalar olduğunu, bunları dostları aracılığı ile dile getirdiğini vurguluyor. Bu arada eğer inanmışlarsa, onlardan değil sadece Allah'tan korkmaları gerektiği ifade ediliyor.
34 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
Yukarıdaki ayetler ve "Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince, hemen onu yayarlar..." ayeti üzerinde etraflıca düşünüldüğü zaman, yüce Allah'ın bu ayette Küçük Bedir Kıssasını hatırlattığından, bunu da zayıf karakterli kimi müminlere yönelik eleştiriler ve kınamalar kategorisine aldığından kuşku duymaz. Bu eleştiriler ve kınamalar şu şekilde ifade edilmiştir: "Sonra onlara savaş farz kılınınca...", "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın? dediler...", "Onlara bir iyilik gelirse...", "Baş üstüne, derler..." Sonra aynı minval üzere şu ayete yer veriliyor: "Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince, hemen onu yayarlar." "Hâlbuki onu Resule veya içlerinden olan ululemre (yetki sahibi kimselere) götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi." Nisâ suresi 59. ayette, "Eger bir hususta anlaşmazlıga düşerseniz... onu Allah'a ve Resule götürün..." olduğu gibi, burada Allah'a götürmekten söz edilmiyor. Çünkü Nisâ suresi 59. ayette, üzerinde anlaşmazlığa düşülen şer'î hükmün götürülmesinden söz ediliyor. Şer'î hükümde ise, Allah ve Resulü dışında hiç kimsenin bir etkinliği söz konusu değildir.
Bu ayette götürülmesi istenen şey ise, insanlar arasında güven ve korkuya ilişkin olarak yayılan haberdir. Böyle bir şeyi Allah'a ve kitabına döndürmenin anlamı yoktur. Bu işteki etkinlik, Allah Resulü'ne ve müminlerden olan ululemre, yani buyruk sahibi kimselere aittir. Bu gibi haberleri duyanlar, bunları onlara götürürlerse, onların uygun yorumu yapmaları, işin iç yüzünü anlayıp çıkarmaları; kendilerine baş vuranlara işin gerçeğini, yanlışını, doğrusunu ve yalanını söylemeleri mümkündür.
Şu hâlde, bilmekten maksat; ayırt etmek, yani hak ve batılı birbirinden ayırmak, doğru ile yalanı ayırt etmektir. Şu ayetleri bu anlamda bir ölçü olarak değerlendirebiliriz: "Allah, gizlide kimin kendisinden korktugunu bilsin." (Mâide, 94) "Allah, elbette inananları da bilir ve elbette iki yüzlüleri de bilir." (Ankebût, 11) Ayetin orijinalinde geçen "yestenbitûne=işin iç yüzünü anlayanlar" kelimesinin mastarı "istinbat" kelimesi, sözün kapalılık duru-
Nisâ Sûresi 81-84 ..................................................... 35
mundan çıkarılıp bilgi ve ayırt etme aşamasına ulaştırılması demektir. Bu kelimenin kökü "nebet"tir; kuyudan çıkarılan ilk su anlamına gelir. Bu açıdan "istinbat" kelimesinin, Resul ile ululemrin vasfı olması mümkündür. Yani onlar meseleyi araştırıyorlar, böylece konuyla ilgili olarak hakka ve doğruya ulaşıyorlar. Nitekim bu kelime, meseleyi Resule ve ululemre götürenlerin -tâbi ki eğer onlara götürürlerse- vasfı da olabilir. Çünkü onlar bu durumda, Resulün ve emir sahiplerinin onları haberdar etmesiyle, işin gerçeğini ve doğrusunu bilmiş oluyorlar.
Bu durumda ayetin anlamı şu şekilde belirginleşiyor: Eğer "onların arasından o işin iç yüzünü anlayanlar"dan maksat, elçi ve emir sahipleri ise, -nitekim ayetten de anlaşılan budur- ayetin anlamı şöyle olur: ...Elçiden ve emir sahiplerinden çıkarsama isteyenler bilirlerdi. Sorulanların işin doğru olduğunu onayladıkları ve onun gerçeğe uyduğunu benimsedikleri takdirde yani. Şayet maksat, meseleyi Resule ve ululemre götürenler ise, ayetin anlamı şöyle olur: ...Araştıranlar, açıklığa kavuşması için çabalayanlar, bunlar içinde işin, haberin aslına ulaşma hedefini gerçekleştirenler bilirdi.
"içlerinden olan ululemr..." ifadesiyle kastedilenler, "Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin." (Nisâ, 59) ayetinde kastedilenlerdir. Gerçi daha önce, tefsir bilginlerinin bu ayetin açıklaması hususunda ihtilaf ettiklerini belirtmiştik. Yine bu konudaki görüşlerin beş esasa dayandığını vurgulamıştık. Fakat bizim elde ettiğimiz anlam, bu ayette (Nisâ, 83) daha net bir şekilde gözükmektedir.
Ayette geçen "ululemr"den maksat, "müfreze komutanlarıdır" şeklindeki değerlendirmeye şu cevabı veririz: Bu komutanlar sadece özel bir olayla ilgili olarak görevlendirilen müfrezenin eylemleri oranında bir emir yetkisine sahiptiler. Bu yetki, onların uzmanlıklarını ve eylem çerçevelerinin kapsamını geçmiyordu. Oysa ayette, müşriklerin gizli casuslar görevlendirip müminlerin arasına göndermesiyle onların birliğini dağıtacak, savaşa katılmalarını en-
36 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
gelleyecek yalan haberler yayma girişiminde bulunmalarına ilişkin olarak güvenliği bozmak, korku ve genel panik havası meydana getirmek gibi, verilen bu tür örneklerin müfreze komutanlarını ilgilendiren bir yönü yoktur. Ki bunlarla ilgili olarak, kendilerine sorular yönelten insanlara işin iç yüzünü, hakikatini açıklama imkânına sahip olsunlar.
Bir diğer görüş de ayette geçen "ululemr" ile âlimlerin kastedildiği şeklindedir. Fakat ayetin bununla bir ilgisinin olmadığı daha da açıktır. Çünkü âlimler -o dönemde âlim derken, hadisçiler, fıkıhçılar, hafızlar ve usûl-u dinde uzmanlığı olan kimseler (kelâmcılar) kastedilirdi- sadece fıkıh ve hadis gibi alanlarda ihtisas sahibiydiler.
"Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince..." ifadesinin işaret ettiği husus ise, çok boyutlu değişik alanlarla irtibatlı derin siyasî kökleri bulunan haberlerdir. Bu gibi haberleri kabul etmek, reddetmek veya önemsememek yaşamsal yıkımlara, hiçbir onarımla tedavisi mümkün olmayan sosyal zararlara yol açabilir; toplumun kendi mutlu-luğu yolunda harcadığı onca emeğini boşa çıkarabilir; ya da toplumun egemenliğini yitirip zillete, alçaklığa, katliamlara ve esirliklere mah-kûm olmasına neden olabilir. Hadis veya fıkıh ya da kıraat âlimlerinin bu gibi konularda ne tür bir uzmanlıkları olabilir ki, yüce Allah bu gibi meselelerde onlara baş vurulmasını, bu konuların gerçek anlamını öğrenmek için onların görüşlerinin esas alınmasını emretsin? Acaba bu gibi problemlerin onların elleriyle çözüme kavuşturulmasında hiç ümit yolu var mıdır? [Böyle bir şeyin beklentisi realiteye uygun mudur?] Ululemrden maksat, raşit halifelerin yani Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin olması görüşüne gelince; buna ilişkin, kitap (Kur'ân) ve kesin sünnette bir kanıt olmamasının yanı sıra şöyle bir cevap vermek mümkündür: Ayetin içerdiği hüküm, ya Peygamberimizin (s.a.a) zamanına özgüdür ya da ondan sonrasını da kapsayan genel bir hükümdür. Birinci şıkkın doğru kabul edilmesi durumunda adı geçen halifelerin dördünün de insanlar arasında, özel-
Nisâ Sûresi 81-84 ........................................................ 37
likle sahabeler tarafından bu özellikleriyle bilinmeleri gerekirdi. Hadis ve tarih kitapları, onların bu şekilde bilindiklerine ilişkin bize bir kanıt sunmamaktadır.
Ikinci şıkkı doğru kabul etmemiz durumunda, ayetin hükmünün, onların egemenlik zamanlarının sona ermesiyle birlikte kesintiye uğraması gibi bir olgu çıkıyor karşımıza. Bu durumda da ayette buna ilişkin somut bir açıklamanın yer alması zorunlu olurdu. Kur'ân'da sözü edilen ve belli bir zaman dilimine özgü kılınan tüm özel hükümlerde olduğu gibi... Söz gelimi, Peygamberimize özgü hükümler buna örnek verilebilir. Fakat incelediğimiz ayette, buna ilişkin hiçbir somut belirti yoktur.
Konuyla ilgili olarak ortaya atılan bir diğer görüş de, ayette kastedilen "emir sahipleri"nin hâl ve akd ehli [sorunları çözme ve akitleri bağlama yetkisine sahip uzmanlar şurası] olduğu yönündedir. Yalnız, bakanlar kurulu, parlamento gibi uygar toplumlarda rastladığımız türden bir kuruma benzer "hâl ve akd ehli" olarak belirginleşen bir topluluk, Peygamberimiz (s.a.a) döneminde oluşmadığı ve o dönemde Al-lah'ın ve Resulünün hükmünden başka hüküm yürürlükte olmadığı için, bu görüşü savunanlar, bunu sahabeler arasında bulunan Şûrâ ehli ve bunlar içinde Hz. Peygamberin (s.a.a) çok yakınında bulunan arkadaşları, şeklinde yorumlamak zorunda kalmışlardır.
Her neyse; bu değerlendirmeye şu karşılık verilir: Peygamber efen-dimiz (s.a.a) istişare amaçlı toplantılarında müminlerle Abdullah b. Übey ve arkadaşları gibi münafıkları bir araya getirirdi. Peygamberimizin (s.a.a) Uhud günü Abdullah b. Übey ile istişare ettiğine ilişkin hadis ünlüdür. Peki yüce Allah'ın bu gibi hususları Abdullah b. Übey gibilerine götürmeyi emretmesi düşünülebilir mi?
Ayrıca gerek Peygamberimiz (s.a.a), gerekse ondan sonraki halifeler zamanında Abdurrahman b. Avf'ın, kendisine istişare amacıyla başvurulan kişilerden biri olduğu herkesçe kabul edilir. Oysa zayıf karakterli müminler hakkında inen ve onları yaptıkları
38 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
bazı işlerden dolayı eleştirip kınayan bu ayetlerin giriş kısmı, yani "Kendilerine elinizi savaştan çekin... denenleri görmedin mi?..." (Nisâ, 77) ifadesi, Abdur-rahman b. Avf ve arkadaşlarının tutumuna dikkat çekiyor.
Nitekim sahih kaynaklarda, bu ayetin Abdurrahman b. Avf ve arkadaşları hakkında indiği belirtilmiştir. Bu rivayeti Nesai sahihinde, Hakim el-Müstedrek adlı eserinde sahih olduğunu belirterek rivayet etmiştir. Yine Taberî gibi tefsir bilginleri tefsirlerinde bu rivayete yer vermişlerdir. Ki bir önceki rivayetler bölümünde bu hadisi aktardık. Durum böyle olduğuna göre, ayette böylesine önemli bir hususun bu gibi insanlara götürülmesinin emredilmesi nasıl mümkün olabilir?
Şu hâlde, "Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan ululem-re de itaat edin..." (Nisâ, 59) ayetini tefsir ederken, sadece bizim tercih ettiğimiz değerlendirme, bu ayetin tefsiri olarak algılanmalıdır. "Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz." Daha önce bu ayetlerin, Küçük Bedir Kıssasına işaret ediyor olmalarının daha belirgin bir durum olduğuna değinmiştik. Bu bağlamda Ebu Süfyan, Naim b. Mesud el- Eşcai'yi Medine'ye göndererek halk arasında korku ve panik meydana getirmekle ve Bedir Savaşı için çıkma noktasında isteksiz davranmalarını sağlamakla görevlendirmişti. Buna göre, "şeytana uymak"tan maksat, söz konusu provokatörün getirdiği haberi tasdik etmek, Bedir'e çıkmama yönündeki telkinlerine uymaktır. Bununla hiçbir zorlamaya ve dolambaçlı anlatıma gerek kalmadan, ayetteki istisnanın [pek azınız müstesna] anlamının doğruluğu kendiliğinden açığa çıkıyor. Şöyle ki; Naim halka, Ebu Süfyan kalabalık bir ordu topladı, askerlerini savaş için donattı. Onlardan korkun, kendinizi erken ölümün kucağına atmayın, diyordu. Nitekim bu propagandalar bazılarının üzerinde etkili olmuş ve bunlar Bedir'de bulunmaya dair verdikleri sözü yerine getirmemek için bahaneler bulmanın peşine düşmüşlerdi. Peygam-
Nisâ Sûresi 81-84 ................................................................... 39
berimiz (s.a.a) ve çok yakın bazı arkadaşları dışında bu olumsuz propagandanın etkisinden kurtulan olmamıştı. "pek azınız müstesna..." ifadesiyle kastedilen de budur. Bu bir avuç azınlık hariç, insanların çoğu korkunun etkisiyle sarsılmış, sonra kendilerini toparlayarak azınlığın peşine düşüp sefere çıkmışlardı. Ayetteki istisna ile ilgili ön plâna çıkardığımız bu yorum, zorlama ve dolambaçlı olmamakla birlikte önceden sözü edilen karinelerle de pekiştirilmektedir.
Ancak tefsir bilginleri, ayetteki bu istisnanın yorumu bağlamında çarpıklık veya zorlamadan kurtulamayan farklı yöntemleri esas almışlardır. Bazılarına göre, ayette geçen "lütuf" ve "rahmet" ten maksat; yüce Allah'ın müminlere, kendisine itaati, elçisine ve içlerinden olan ululemre itaati farz kılmasıyla yol göstermiş olmasıdır. Azınlık diye istisna edilenler de fıtratları bozulmamış temiz kalpli müminlerdir. Buna göre, ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir:
Eğer Allah'ın sizi itaatin zorunluluğuna ve meseleyi elçiye ve buyruk sahibine döndürmenin gerekliliğine iletmesi olmasaydı, topluca sapmak suretiyle şeytana uymuş olurdunuz. Temiz ve bozulmamış fıtrat sahibi bir azınlık grup hariç... Onlar haktan ve iyilikten kesinlikle sapmazlar.
Bu yorumla ilgili olarak söyleyeceğimiz söz şudur: Bu yoruma göre, lütuf ve rahmet, buna ilişkin somut bir kanıt olmaksızın özel bir hükme özgü kılınmaktadır. [Yani, genel bir anlama sahip olan lütuf ve rahmet, Allah'a itaat etmenin, Resule ve ululemre başvurmanın gerekliliği şeklinde yorumlanarak, ortada hiçbir kanıt olmaksızın özel bir anlamda kullanılmıştır.] Bu ise, Kur'ân'ın ifade tarzından uzak bir uygulamadır. Kaldı ki ayetin zahiri, bunun sona ermiş ve geçmişe yönelik bir minnet hatırlatması olduğunu ortaya koymaktadır.
Bir diğer görüşe göre, ayeti zahirî doğrultusunda yorumlamak gerekir. Dolayısıyla ihlâslı olmayan müminler, ek lütuf ve rahmete muhtaçtırlar. Ihlâslı olanları bile, ilâhî inayetten müstağni değildirler.
40 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
Bu yoruma yönelik itirazımız şudur: Böyle bir durumda, ifadenin zahirinin vehmettirdiği bir hususun [yani, ancak ihlâslı olmayanların ilâhî lütuf ve rahmete muhtaç olması vehminin] Kur'ân belâgatince bertaraf edilmesi gerekirdi. Ancak ayette böyle bir noktayı gözlemleyemiyoruz. Nitekim yüce Allah bütün herkesin lütuf ve rahmete muhtaç olduğunu belirterek, bir ayette şöyle buyuruyor: "Eger Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temiz bir hâle gelemezdi." (Nûr, 21) Başka bir yerde de insanların en üstünü olan Peygamberimize (s.a.a) şöyle hitap ediyor: "Sana sebat vermeseydik, andolsun ki, az da olsa, onlara meyledecektin. O takdirde sana hayatın da, ölümün de kat kat azabını tattırırdık." (Isrâ, 74-75) Bazıları, lütuf ve rahmetten maksat, Kur'ân ve Peygamber efendimizdir (s.a.a) demişlerdir. Bazılarına göre de maksat, fetih ve zaferdir. Böylece cümledeki istisna yerinde oluyor. Çünkü çoğunluk, ancak fetih ve zafer gibi hoşuna giden ilâhî somut inayetlerden dolayı hak üzere kalır. Hakkın acı veren sonuçlarına ise, ancak durumlarının bilincinde olan azınlık müminler grubu katlanır. Bazılarına göre istisna, "onu yayarlar" sözünden yapılmıştır. [O hâlde ayetin anlamı şöyle olur: Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince, hemen onu yayarlar; pek azı müstesna.] Başkaları da istisnanın, "iç yüzünü arayanlar" sözünden yapıldığını demişlerdir. [Yani, eğer duydukları haberi Resule veya ululemre götürselerdi, onların arasından o işin iç yüzünü anlayanlar, pek azı müstesna, onun ne olduğunu bilirlerdi.]
Bir diğer grup da şöyle demiştir: Istisna yalnızca lâfızda söz konusudur. Ki topluluk ve kuşatıcılık ifade eder. Buna göre ayetin anlamı şöyledir: "Eğer Allah'ın size yönelik lütfü ve rahmeti olmasaydı, hepiniz şeytana uyardınız." Bu, tıpkı şu ayete benzemektedir: "Sana (Kur'-ân'ı) okutacagız; artık Allah'ın diledigi hariç, sen hiç unutmayacaksın." (A'lâ, 6-7) Bu ayetlerdeki dileme istisnası, unutmanın olumsuzlaşmasıyla hükmün genelliğini ifade eder. Görüldüğü gibi, bu değerlendirmelerin hiçbiri zorlamadan kur-
Nisâ Sûresi 81-84 .............................................................. 41
tulabilmiş değildir.
"Artık Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden (kendi yaptığından) sorumlusun! [Sadece] inananları [savaşa] teşvik et." Ayetin orijinalinde geçen "tükellefu" sözcüğünün mastarı "et-teklif" kelimesi, meşakkat ifade eden "el-külfet" kökünden türemiştir. Teklife de teklif (meşakkat, zorluk) denilmesi, mükellefe (yükümlüye) zorluğun yüklenmesi nedeni iledir. Yine ayette geçen "tenkil=ceza" sözcüğü, "nekâl" kökünden gelir ve Mecma-ul Beyan tefsirinde vurgulandığı gibi, şu anlamı ifade eder: Benzeri bir azaba uğratılma korkusu ile insanların bozgunculuk yapmasını engelleyici ceza. Görevini yerine getirmeyenin bir daha benzeri bir suça yeltenmeyeceği diğer mükelleflerin ibret alacağı şekilde cezalandırılması yani. "Fe-katil fî sebîlillah=Artık Allah yolunda savaş" ifadesinin başında yer alan "fa" harfi, ayrıntılandırma amaçlı bir edattır. Buna göre, savaş emri, önceki ayetlerin içeriklerinden çıkan sonucun yani, halkın düşmana karşı çıkmada ağır davranması konusunun bir ayrıntısı niteliğindedir. Hemen sonrasında yer alan cümleler bunu kanıtlamaktadır: "Sen ancak kendinden sorumlusun..." Anlatılmak istenen şudur:
Onlar cihada çıkmakta ağır davranıyorlarsa, savaştan hoşlanmıyorlarsa, ey Allah'ın Resulü, sen kendin savaş. Ağır davranmaları, Allah'ın emrine karşı çıkmaları senin gücüne gitmesin. Çünkü başkasının yükümlülüğü seni bağlamaz. Sen onların değil, kendine yönelik buyruklardan sorumlusun. Sen kendinden başkasını ancak teşvik edebilirsin. O hâlde savaş ve müminleri de savaşa teşvik et. Böylece umulur ki Allah, kâfirlerin zorlu gücünü kırsın, zarar ve baskınını onlardan defedip gidersin. "Sen ancak kendinden sorumlusun." ifadesi şu anlamı içeriyor: "Sen ancak kendi yaptığından sorumlu tutulursun." Bu istisna da, muzaf takdir etmek suretiyle bu şekilde yorumlanabilir. Şöyle ki, "la tükellefu illa nefseke" ifadesinin takdirî açılımı şu şekildedir: "La tükellefu ente şey'en illa amele nefsike." [Görüldüğü gibi istisna ("illa nefseke" ifadesi), muzaf (yani amel kelimesinin) tak-
42 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
dir edilmesi şeklinde açıklanmıştır. Yani, sen ancak kendi yaptığından sorumlusun.] "Umulur ki Allah, kâfirlerin zarar ve baskınını (onlardan) defedip giderir..." Daha önce "asa" sözcüğünün "ümit" anlamına delâlet ettiğini belirtmiştik. Ve bu ümidin, konuşanın veya muhatabın kendisiyle ya da diyalog ortamıyla kaim olmaktan daha genel bir anlam ifade ettiğini vurgulamıştık. Dolayısıyla tefsir bilginlerinin, "asa" sözcüğü, yüce Allah'a izafeten kullanıldığı zaman kesinlik ifade eder, şeklindeki değerlendirmelerine gerek yoktur. Bu ayet, savaşa gitmemek için ağır davrananlara yönelik ilâhî azar ve kınamanın yoğunluğuna, çokluğuna delâlet eden bir ifade tarzına sahiptir. Öyle ki, onların ağırdan almacı tavırları, yüce Allah'ın Peygamberine (s.a.a) tek başına savaşmasını, onlara aldırmamasını, çağrısına olumlu karşılık vermeleri için ısrar etmemesini, onları kendi hâllerine bırakmasını ve bu tür tutumlardan dolayı içinde bir sıkıntı hissetmemesini emretmesini gerektirmiştir. Çünkü o sadece kendi nefsinden ve müminleri savaşa teşvik etmekle yükümlüdür. Uyan uyar, uymayan uymaz.
AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Muhammed b. Aclan'- dan şöyle rivayet eder: Imam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini duydum: "Yüce Allah, 'Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince, hemen onu yayarlar.' ayetinde, bazılarını ifşa etmekle, duydukları haberleri yaymakla kınamıştır. O hâlde, gizli bir şeyi açığa vurmaktan, (duyduğunuz haberi) yaymaktan kaçının." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.369, h:1]
Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Abdulhamid b. Ebi Deylem'den, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Allah buyurdu ki: 'Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin.' Yine buyurdu ki: 'Hâlbuki onu Resule ve içlerinden olan ululemre götürselerdi, onların arasından işin iç yüzünü anlayanlar, onun ne oldugunu bilirlerdi.' Böylece insanla-
Nisâ Sûresi 81-84 ....................................................... 43
rın yönetimini, içlerinden olan ululemre (emir sahiplerine) bırakmıştır ki, onlara itaat etmeyi ve sorunların çözümü için onlara baş vurmayı emretmiştir." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.295, h:3] Ben derim ki: Bu rivayet, bizim ikinci ayette geçen "ululemr"den maksat, ilk ayette geçen "ululemr"dir, şeklindeki değerlendirmemizi desteklemektedir.
Tefsir-ul Ayyâşî'de, Abdullah b. Aclan Imam Muhammed Bâkır- 'ın (a.s), "Hâlbuki onu Resule ve içlerinden olan ululemre götürselerdi..." ayeti ile ilgili olarak, "Kastedilenler Ehlibeyt Imamlarıdır." dediğini rivayet eder. [c.1, s.260, h:205] Ben derim ki: Aynı anlamı içeren bir rivayeti Abdullah b. Cündeb Imam Rıza'dan (a.s) aktarır. Imam Rıza Vakıfiye Mezhebi'ne ilişkin değerlendirmelerini içeren bir yazıda ona (Abdullah b. Cündeb'e) ululemrden maksadın Ehlibeyt Imamları olduğunu buyurur. 1 Yine Şeyh Müfid el-Ihtisas adlı eserde, bu konuya ilişkin olarak Ishak b. Ammar kanalıyla Imam Sadık'tan (a.s) uzun bir hadis rivayet eder.
Tefsir-ul Ayyâşî'de, Muhammed b. Fudayl'dan, "Eger Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı..." ayetiyle ilgili olarak Imam Ebu'l Hasan Musa Kâzım'ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Lütuftan maksat Resulullah (s.a.a), rahmetten maksat da Emir-ül Müminin'dir [Hz. Ali'dir]." [c.1, s.261, h:208] Yine aynı eserde Zürare Imam Bâkır'dan (a.s) ve Hamran Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "Eger Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı..." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet ederler: "Allah'ın lütfu elçisi, rahmeti de Ehlibeyt Imamlarının velayetidir." [c.1, s.261, h:207]
Yine aynı eserde Muhammed b. Fudayl, salih kuldan [yani, Imam Musa Kâzım'dan] (a.s) şöyle rivayet eder: "Rahmetten maksat Resu-lullah (s.a.a), lütuftan maksat da Ali b. Ebu Talip'tir (a.s)." [c.1, s.261, h:209]
1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.260, h:206]
44 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
Ben derim ki: Rivayetleri, genel ve soyut olguların nesnel ve özel olgulara uyarlanışı şeklinde algılamak gerekir. Kastedilen de peygamberlik ve velayettir. Bunlar ayrılmaz iki sebeptir, yüce Allah onlar aracılığıyla bizi sapıklık uçurumundan ve şeytanın tuzağından kurtarmıştır. Bunlardan biri tebliğ edilen sebep, diğeri de yürütmeci sebeptir. Son rivayete daha fazla itibar edilir. Çünkü yüce Allah kitabında elçisini "rahmet" olarak nitelemiştir: "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ, 107) el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Ali b. Hadîd'den, o da Murazim'den Imam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Yüce Allah, kullarından hiç kimseye yüklemediği yükümlülüğü elçisine yüklemiştir. Kendisiyle birlikte savaşacak bir grup bulamaması durumunda tek başına tüm insanlara (düşmanlara) karşı çıkmakla yükümlü tutmuştur. Ondan önce ve ondan sonra hiç kimseyi bununla yükümlü tutmamıştır." Ardından Imam şu ayeti okudu: "Artık Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun." Sonra şöyle buyurdu: "Buna karşılık yüce Allah, kendisi için belirlediğini onun için de belirlemiş ve şöyle buyurmuştur: "Kim bir iyilikle gelirse, ona getirdigi o iyiligin on katı vardır." (En'âm, 160) Bunun yanında Resule (s.a.a) salavat getirmenin on iyiliğe bedel olduğunu belirtmiştir." [Ravzat-ul Kâfi, c.8, s.274, h:414] Tefsir-ul Ayyâşî'de, Süleyman b. Halid'den şöyle rivayet edilir: Imam Cafer Sadık'a (a.s) insanların Hz. Ali (a.s) ile ilgili olarak, "Şayet haklı idiyse, onu hakkını almak için kıyam etmekten alıkoyan neydi?" şeklinde söyledikleri sözlere ilişkin olarak ne düşündüğünü sordum. Buyurdu ki: "Yüce Allah, Resulullah'tan (s.a.a) başkasını tek başına baş kaldırmakla yükümlü tutmamıştır. O, Resulü'ne hitaben şöyle buyurmuştur: 'Artık Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. [Sadece] inananları [savaşa] teşvik et.' Bu ancak Allah'ın Resulü için geçerli olan bir yükümlülüktür. Onun dışındaki insanlar içinse şu hüküm geçerlidir: 'Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya diger bölüge ulaşıp mevzi
Nisâ Sûresi 81-84 ......................................................... 45
tutma durumu hariç... [Yani, böyle birilerinin savaşa katılmamasının sakıncası yoktur.]' [Enfâl, 16] O gün, Ali'ye hakkını almak için yardım edecek bir grup yoktu." [c.1, s.261, h:211] Aynı eserde Zeyd Şehham Imam Cafer b. Muhammed'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) kendisinden istenen hiçbir şeye, yoktur, dememiştir. Şayet istenen şey varsa verir, yoksa, inşallah olursa veririm, derdi. Hiçbir zaman kötülüğe kötülükle karşılık vermemiştir. 'Artık Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun.' ayeti indiğinden itibaren de karşılaştığı tüm müfrezelerde bizzat kendisi komutanlık yapmıştır." [c.1, s.261, h:212]
Bu doğrultuda başka rivayetler de vardır.
Nisâ Sûresi 85-91 ......................................................... 47
85- Kim iyi bir şefaatte bulunursa, onun o şefaat(in doğurduğu iyilik)ten bir nasibi olur; kim de kötü bir şefaatte bulunursa, şefaat( in doğurduğu kötü akıbet)ten bir payı olur. Allah her şeye gücü yetendir, her şeyin koruyucusudur.
86- Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha güzeli ile selâm verin yahut aynısı ile karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyi (hakkıyla) hesaplayandır.
87- Allah'tır ki Ondan başka ilâh (tapacak) yoktur. Geleceğinde şüphe olmayan kıyamet günü, sizi mutlaka bir araya toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?
88- Size ne oldu da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız?! Hâlbuki Allah onları, yaptıklarından dolayı (gerisingeri) küfre döndürdü. Allah'ın, kötü amelleri sonucu saptırdığını doğru yola iletmek mi istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa, artık onun için (doğruya) hiçbir yol bulamazsınız.
89- Onlar, sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki, onlarla eşit olasınız. Onun için Allah yolunda göç etmedikçe onlardan hiçbirini dost edinmeyin. Eğer (göç etmekten) yüz çevirirlerse, onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün; onlardan dost ve yardımcı edinmeyin.
90- Ancak sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar yahut sizinle veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan yürekleri sıkılarak size gelenler, (bu hükümden) müstesnadır. Allah dileseydi onları size musallat ederdi de sizinle savaşırlardı. Artık onlar sizden uzak durup da sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, (bu durumda) Allah size, onların aleyhinde bir yola girme hakkı (savaş izni) vermemiştir.
91- Hem sizden, hem de kendi toplumlarından emin olmak isteyen başkalarını da bulacaksınız. Ne var ki fitneye (küfre veya savaşa) her çağırdıklarında ona dalarlar (dönerler). Eğer sizden uzak durmaz, barış teklif etmez ve sizden el çekmezlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. Işte onlara karşı size apaçık burhan ve delil verdik.
48 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
Bu ayetler grubu, önceki grubu bütünleyen bir içeriğe sahiptir. Çünkü tefsirine başladığımız bu ayetlerin tümünde (85-91) bir grup müşrikle -yani müşriklerden olan iki yüzlü münafıklarla- girişilen savaş konu ediliyor. Ayetler üzerinde düşünüldüğü zaman, bunların müminlere inandıklarını izhar eden, sonra karargâhlarına dönüp müşriklerin şirk inancına katılan bir grup müşrik hakkında indikleri anlaşılır. Işte bunlarla savaşma hususunda Müslümanlarda bir kuşku uyanır; Müslümanlar arasında, bunların konumları hakkında değişik görüşler ileri sürülür. Bazıları onlarla savaşmaktan yana tavır belirlerken, bazıları buna engel olur ve görünürde iman ettikleri için onların lehinde aracılık yaparlar.
Buna karşılık yüce Allah, onlar hakkında Müslümanların yurduna hicret etmek ya da Müslümanların kendileriyle savaşacaklarını bilmek şeklinde iki alternatif sunar ve müminleri bu gibi insanlar lehine aracılık yapmamak hususunda uyarır.
Bunlara başkaları [Müslümanlarla aralarında antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar ve savaşmaktan yürekleri sıkılanlar], sonra başkaları [hem Müslümanlardan, hem de kendi toplumlarından emin olmak isteyenler] katılır ve onlara ya barış ya da savaştan birine razı olmaları önerilir. Söze başlanırken içeriklerine özet-giriş yapılarak bir ayette "şefaat" konusuna, bir diğer ayette de barış önerisiyle ilgisi bulunduğundan "selâmlaşma" konusuna açıklık getirilir.
"Kim iyi bir şefaatte bulunursa, onun o şefaat(in doğurduğu iyilik) ten bir nasibi olur." Ayette geçen "nasîb" ve "kifl" sözcükleri aynı anlama (pay) gelirler. "Şefaat", eksikliği onarma ya da bir meziyeti giydirme vb. amaca yönelik bir tür aracılık olması hasebiyle, bir durumu düzeltmeye yönelik bir tür nedensellik niteliğine sahiptir. Dolayısıyla hakkında şefaat gerçekleşen duruma bağlı olarak belirginleşen kötü akıbet ve mükâfat, şefaatin kendisi için de söz konusu olur. Çünkü aracılık edenin ve hakkında aracılık yapılanın
Nisâ Sûresi 85-91 ...................................................... 49
ortak amacı budur. Şu hâlde aracılık yapan kişi, yaptığı aracılığın doğurduğu hayır veya şerde belli bir pay sahibidir. "Kim iyi bir şefaatte bulunursa..." ayetinde vurgulanan anlam işte budur. Bu gerçeğin gündeme getirilmesinde, müminlere yönelik bir mesaj vardır. Şöyle ki bir şeye aracılık yaparken dikkatli olmaları uyarısında bulunuluyor; hakkında aracılık yapılan şeyde bir tür kötülük varsa, bundan uzak durmaları isteniyor. Müşrik kökenli münafıkların öldürülmemeleri, onlarla savaşılmaması hususunda aracılık yapmak gibi. Çünkü küçük bir bozgunculuğu kendi hâlinde bırakmak ve onunla ilgili önlemleri almayı ihmal etmek, onun gelişmesine, önlenemez bir hâl almasına imkân sağlar. Bu küçük bozgunculuk gelişir, büyür ve sonuçta yönetimi ele alarak çevreyi ve nesli mahveder. Şu hâlde ayet, bir tür kötü aracılık yasağı niteliğindedir. Zalimler, tağutlar, münafıklar ve müşrikler gibi yeryüzünde bozgunculuk yapan gruplar lehinde aracılık yapmayı yasaklamaktadır.
"Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha güzeli ile selâm verin." Bu ayette, verilen bir selâmı, ondan daha güzeliyle veya benzeriyle karşılama emrediliyor. Bu, her türlü selâmı kapsayan genel bir hükümdür. Ancak ayetlerin genel akışından da anlaşılacağı üzere, buradaki selâmdan maksat, barış amaçlı verilen bir selâmdır. Yani bu ayetlerde, Müslümanlara getirilen barış ve uzlaşma önerisinin ifadesi olarak selâmın verilmesi durumu ile ilintili bir hususa temas ediliyor.
"Allah'tır ki, Ondan başka ilâh yoktur... kıyamet günü sizi, mutlaka bir araya toplayacaktır..." Ayetin anlamı açıktır. Bir bakıma, önceki iki ayetin içeriğini gerekçelendiriyor ve sanki şöyle denmek isteniyor: İyi ve kötü aracılık hususunda Allah'ın size yüklediği sorumluluğun gereğini yapın. Size selâm verenin selâmını yüz çevir-mek ve reddetmek suretiyle geçersiz kılmayın. Çünkü önünüzde bir gün var ki, Allah sizi o günde bir araya getirecek ve yöneltilen çağrıya olumlu ya da olumsuz tepki göstermenize dayalı olarak yaptıklarınızın karşılığını verecektir.
50 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
"Size ne oldu da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız?! Hâlbuki Allah onları yaptıklarından dolayı (gerisingeri) küfre döndürdü..." Ayetin orijinalinde geçen "fieteyn" kelimesi, "fieh" kelimesinin tesniyesidir. "Fieh" kelimesi ise taife ve grup demektir. "Erkese" kelimesinin mastarı olan "irkas" ise, geri çevirme, döndürme anlamına gelir.
Bu ayet, içeriği bakımından ilk baştaki "Kim iyi bir şefaatte bulunursa..." giriş ve hazırlık nitelikli ayetin içeriğine ilişkin bir ayrıntılan-dırma konumundadır. Buna göre şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: Kötü aracılık, bunu yapan kimseye de sorumluluktan bir pay yüklediğine göre, ey müminler, size ne oldu da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız, iki hizip ve topluluk hâline geldiniz?! Bir grubunuz, onlarla savaşmaktan yana tavır belirliyor, diğer bir grubunuz da onlar için aracılık yapmayı, onlara karşı savaşmama eğilimini teşvik ediyor; onların gelişmesiyle gelişen, onların olgunlaşmasıyla meyve veren bozgunculuk ağacını görmezlikten gelmeyi öneriyor. Hâlbuki Allah, daha önce çıktıkları sapıklık çukuruna gerisingeri göndermiştir onları. Bu, onların istedikleri kötü amellerin bir sonucudur. Yoksa siz, onlar lehinde aracılık yapmak suretiyle Allah'ın saptırdığı bu kimseleri doğru yola iletmeyi mi istiyorsunuz? Oysa Allah'ın saptırdığı kimseyi hidayete erdirmenin yolu yoktur.
"Allah kimi saptırırsa, artık onun için (dogruya) hiçbir yol bulamazsın." Burada müminlere yönelik hitaptan, Resulullah'a (s.a.a) yönelik hitaba geçiş yapılıyor. [Iltifat sanatına baş vuruluyor.] Bu yöntemle şuna işaret ediliyor: "Onlar hakkında aracılıkta bulunan müminler bu sözü gereği gibi anlayamazlar. Eğer anlayabilselerdi, münafıklar lehinde aracılık yapmazlardı." Dolayısıyla onlara hitap etmekten vazgeçilerek meseleyi en açık, en belirgin şekliyle kavrayan kişiye, yani Peygambere (s.a.a) hitap ediliyor.
"Onlar, sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki, onlarla eşit olasınız..." Bu ifade bir bakıma, "Hâlbuki Allah onları, yaptıklarından dolayı (gerisingeri) küfre döndürdü. Allah'ın saptırdıgını dog-
Nisâ Sûresi 85-91 ........................................................ 51
ru yola iletmek mi istiyorsunuz?" ifadesinin açıklaması niteliğindedir. Dolayısıyla şu anlamı elde etmiş oluyoruz: Onlar inkâr ettiler. Bununla da kalmayıp sizin de onlar gibi inkâr etmenizi, böylece eşit düzeye gelmenizi istediler.
Sonra yüce Allah, Allah yolunda hicret edinceye kadar onlarla dostluk kurulmasını yasaklıyor. Eğer yüz çevirirler (ve hicret etmeye yanaşmazlarsa) sizin yapacağınız, bulduğunuz yerde onları yakalayıp öldürmektir; onlarla dost olmaktan, onlara yardım etmekten kaçınmak-tır. "Eger (göç etmekten) yüz çevirirlerse..." ifadesi, müminlerin onlara hicret etmeyi önermekle yükümlü olduklarını göstermektedir. Eğer bu öneriyi kabul ederlerse, müminlerin onlarla dostluk ilişkilerine girmeleri gerekir; değilse onları öldürmeleri bir zorunluluk hâlini alır.
"Ancak sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar yahut sizinle veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan yürekleri sıkılarak size gelenler, (bu hükümden) müstesnadır." Burada yüce Allah iki grubu, "Eger (göç etmekten) yüz çevirirlerse onları yakalayın, buldugunuz yerde öldürün." genel hükmünün dışında tutuyor. Birincisi: "...sıgınanlar..." Yani, onlarla bazı anlaşmalılar arasında bir ittifak vb. bir durum varsa... Ikincisi: Öldürülmeleri veya başka etkenler dolayısıyla ne Müslümanlarla, ne de kendi kavimleriyle savaşmak istemeyenler, dolayısıyla mü-minlerden uzaklaşarak onlara barış önerisinde bulunanlar; müminlerin lehinde veya aleyhinde bir tutum sergilemeyenler. Işte bu iki grup biraz önce sözü edilen genel hükmün dışında tutulmuşlardır. Ayetin orijinalinde geçen "hasiret sudûruhum" ifadesi, yüreklerin daralması, sıkılması anlamına gelir.
"Hem sizden, hem de kendi toplumlarından emin olmak isteyen başkalarını da bulacaksınız..." Önceden haber veriliyor ki, siz ileride başka insanlarla da karşılaşacaksınız. Bunlar, yukarıdaki genel hükmün dışında tutulan gruplardan ikincisine benzerler. Çünkü bunlar, hem sizin, hem de soydaşlarının yanında kendilerini güvenceye almak isterler. Fakat yüce Allah bunların münafıklar ol-
52 ................................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
duklarını, verdikleri sözlere ve tarafsızlık iddialarına güvenilemeyeceğini bildirmektedir.
Bu yüzden, onların dışındaki gruplarla ilgili olarak olumlu bir ifade tarzıyla, "onlar sizden uzak durup da sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse..." şeklinde konulan iki şarta karşılık olarak onlar hakkında; "Eger sizden uzak durmaz, barış teklif etmez ve sizden el çekmezlerse..." şeklinde olumsuz bir şart ileri sürülmüştür. Bu, mü-minlerin onlara karşı uyanık olmalarını, tedbirli davranmalarını öngören bir uyarı niteliğindedir. Ayetin anlamı bu bakımdan son derece açıktır.
Uygar, ilkel, ilerlemiş ya da geri kalmış gibi kategorilere ayrılan eski-yeni tüm toplumlar ve kavimler, toplumsal yaşayışları çerçevesinde bir selâmlaşma geleneğine sahiptirler. Karşılaşma anlarında bu selâmlaşma biçimiyle tanışırlar, bilişirler. Çeşitli kısımlara ve türlere göre farklılaşan gruplar, birbirleriyle karşılaşınca başlarıyla veya elleriyle işaret ederek yahut şapkalarını vs. çıkararak selâmlaşırlar. Bu durum, toplumsal yaşam üzerinde etkili olan faktörlerin niteliğine göre değişiklik arz eder.
Ama eğer sen değişik toplumlar düzeyinde yaygın olan değişik se-lâmlaşma çeşitleri üzerinde düşünürsen, bunların bir tür boyun eğişe, alçalışa, küçülüşe işaret ettiğini, bu gibi anlamları yansıttığını görürsün. Bununla aşağıda olan yukarıda olana, düşük olan onurlu olana, itaat eden itaat edilene, köle olan efendi olana karşı küçüklüğünü, basitliğini, önemsizliğini ve zelilliğini ifade eder. Kısacası bu tür selâmlaşmalar, ilkel dönemlerde ve sonrasında toplumlar arasında rayiç (yaygın) olan köleleştirme tablosunu, kuşkusuz farklı görüntüleriyle, yansıtır. Bu yüzden söz konusu selâmlaşmaların itaat edenden başlayıp itaat edilende son bulduğunu, alçak-düşük olanla açılıp yüksek-onurlu olanda kapandığını görüyoruz. Şu hâlde bu tür selâmlaşmalar, kölelik düzeninden beslenen putperestliğin bir ürünüdür.
Nisâ Sûresi 85-91 ........................................................... 53
Bilindiği gibi, Islâm'ın en büyük amacı, putperestliği ve sonunda putperestliğe gelip dayanan ondan doğan tüm örf, âdet ve gelenekleri ortadan kaldırmaktır. Bu yüzden, selâmlaşma olgusu bağlamında da normal bir yol izlemiş; putperestlik yasalarına ve köleci düzenin kurallarına karşılık bir yasa, bir gelenek geliştirmiştir. O da insanların birbirlerine "selâm" vermeleri (barış önermeleri) dir.
Bu, bir anlamda selâm verilen kişiye, haksızlığa saldırıya uğramayacağı güvencesini vermektir; insanın doğuştan sahip olduğu fıtrî özgürlüğe dokunulmayacağını ilân etmektir. Bireyleri arasında dayanışma bulunan bir toplumun ihtiyaç duyduğu ilk şey, insanların canları, namusları ve malları noktasında ve bu üçüyle ilintili her hususta karşılıklı olarak birbirlerine güven vermeleridir. Işte, yüce Allah'ın her karşılaşmada verilmesini bir kural hâline getirdiği selâm bu amaca yöneliktir. Ulu Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Evlere girdiginiz zaman, Allah tarafından bereketli (hayır kaynagı) ve pek güzel bir yaşama dilegi olarak kendinize (ev halkına) selâm verin." (Nûr, 61) "Ey inananlar! Kendi evlerinizden başka evlere, haber verip (geldiginizi fark ettirip) izin almadan ve ev halkına selâm vermeden girmeyin. Bu, sizin için daha iyidir; herhâlde (bunu) düşünüp anlarsınız." (Nûr, 27) Yüce Allah, elçisini de müminlerin efendisi olduğu hâlde, müminlere selâm verme yönünde eğitmiş ve şöyle buyurmuştur: "Ayetlerimize inananlar sana geldiginde, onlara de ki: Size selâm olsun. Rabbiniz rahmet etmeyi kendi üzerine yazmıştır (gerekli kılmıştır)." (En'âm, 54) Yine elçisine, müminlerden başkasına da selâm vermeyi emretmiştir: "Artık sen onlardan yüz çevir ve 'Size selâm olsun' de. Yakında bileceklerdir." (Zuhruf, 89)
Karşılaşmalarda selâm verme geleneği, cahiliye Arapları arasında oldukça yaygındı. Cahiliye döneminden kalma şiir ve nesir gibi belgeler bunun somut kanıtlarıdır. Lisan-ül Arap adlı sözlük kitabında konuyla ilgili olarak şöyle deniyor: "Cahiliye döneminde Arapların selâmlaşmaları şöyleydi: Biri arkadaşıyla karşılaşınca
54 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
ona, 'En'im saba-hen=iyi sabahlar' ve 'abeyt-el la'n=cenabınızda lâneti gerektiren bir durum olmasın' derdi. Bir de 'selâmün aleyküm' derlerdi. Bu son cümle, barışma işaretiydi; aramızda savaş yok anlamını ifade ederdi. Sonra yüce Allah Islâm dinini gönderdi ve karşılaşmalarda 'selâm'la yetinilmesi öngörüldü. Bu selâmlaşma şeklini yaygınlaştırmaları emredildi." [Lisân-ul Arap'tan aldığımız alıntı burada son buldu.]
Şu kadarı var ki, yüce Allah Kur'ân'da çok kere Hz. Ibrahim'in (a.a) kıssası kapsamında da bu ifadeyi aktarır. Bu da tıpkı hac vb. gibi, "selâm"ın da cahiliye Arapları arasında yaşayan, Ibrahim'in tevhit esaslı dininin bir kalıntısı olduğuna ilişkin bir kanıttır. Yüce Allah Hz. Ibrahim'in, babasıyla bir diyalogunda şöyle dediğini aktarır. "Sana selâm olsun, dedi, senin için Rabbimden magfiret dileyecegim." (Meryem, 47) "Andolsun ki elçilerimiz (melekler), Ibrahim'e müjde getirdiler ve 'Selâm (sana)!' dediler, o '(Size de) selâm' dedi." (Hûd, 69) Bu kıssa, Kur'ân'da birkaç kez anlatılmıştır. Bunu yüce Allah, kendisi için de bir selâmlaşma ifadesi olarak birkaç yerde kullanmış ve şöyle buyurmuştur: "Âlemler içinde Nuh'a selâm olsun." (Sâffât, 79) "Ibrahim'e selâm olsun." (Sâffât, 109) "Musa ve Harun'a selâm olsun." (Sâffât, 120) "Ilyas'a selâm olsun." (Sâffât, 130) "(Gönderilen bütün) peygamberlere selâm olsun." (Sâffât, 181)
Yüce Allah bunun, aynı zamanda gözde meleklerinin de selâmlaşma aracı olduğunu belirtmiştir: "Melekler, tertemiz olarak canlarını aldıgı kimselere; 'Size selâm olsun' derler." (Nahl, 32) "Melekler de her kapıdan yanlarına varırlar; 'Sabretmenize karşılık size selâm olsun.' derler." (Ra'd, 23-24) Yine bunun, cennet halkının da selâmlaşma aracı olduğunu bildirir: "Oradaki dirlik temennileri 'selâm'dır." (Yûnus, 10) "Orada ne boş bir söz ve ne de günaha sokan bir laf işitirler. Duydukları söz, yalnız 'selâm, selâm'dır." (Vâkıa, 25-26)
Nisâ Sûresi 85-91 ....................................................... 55
AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Size bir selâm verildigi zaman..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: Ali b. Ibrahim kendi tefsirinde [yani Tefsir-ul Kummî'de] Imam Bâkır (a.s) ve Imam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Ayette geçen 'tahiyyat' kelimesiyle, selâm ve diğer iyilikler kastedilmiştir." [c.2, s.85, Tahran baskısı] el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Sekuni'den şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Selâm vermek isteğe bağlıdır; ama selâmı almak farzdır, zorunludur." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.644, h:1]
Yine aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Cerrah el- Meda-inî'den, o da Imam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Küçük büyüğe, yürüyen oturana, az olanlar çok olanlara selâm verirler." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.646, h:1]
Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Üyeyne1 b. Mus'ab'ın Imam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet ettiğini aktarır: "Az sayıda olan çok sayıda olanlara öncelikle selâm verirler. Atlılar yayalara, katıra binenler eşeğe binenlere , ata binenler katıra binenlere selâm verirler." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.646, h:2]
Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Ibn-i Bükeyir'den, o da bazı arkadaşlarından, o da Imam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: Imamı şöyle derken duydum: "Atlı olan yürüyene, yürüyen oturana selâm verir. Iki topluluk karşılaştığında sayıları az olanlar, sayıları çok olanlara selâm verirler. Bir kişi bir toplulukla karşılaştığında o bir kişi topluluğa selâm verir." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.647, h:3] Ben derim ki: Buna yakın bir hadis, ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Beyhaki'den, o da Zeyd b. Eslem'den, o da Hz. Peygamberden (s.a.a) rivayet edilmiştir.
Yine el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Imam Sa-dık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Bir topluluk bir başka topluluğa 1- Bir başka nushaya göre de Anbese b. Mus'ab geçer.
56 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
uğradığında, bir kişinin onlar adına karşı tarafa selâm vermesi yeterlidir. Yine bir kişi bir topluluğa selâm verdiğinde, onların içinden bir kişinin onlar adına selâmı alması yeterlidir." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.647, h:1]
et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Muhammed b. Müslim'den şöyle rivayet eder: "Imam Bâkır'ın (a.s) yanına gittiğim bir sırada onu namaz kılarken buldum. Es-selâmu aleyke (selâm üzerine olsun), dedim. O da, es-selâmu aleyke, dedi. Sonra, nasıl sabahladın? diye sordum. Bana cevap vermedi. Namazı tamamlayınca, 'Bir insan namazdayken selâm alabilir mi?' diye sordum. Evet, verilen selâma benzeriyle karşılık verir, dedi." [c.2, s.329, h:1349]
Aynı eserde, müellif kendi isnadıyla Mansur b. Hâzım'dan, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Sen namazdayken biri sana selâm verirse, gizlice onun selâmını alırsın." [c.2, s.332, h:1366]
Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Mes'ade b. Sadaka'dan, o da Imam Cafer b. Muhammed'den (a.s), o da babasından [yani Imam Muhammed Bâkır'- dan] (a.s) şöyle rivayet eder: "Yahudilere, Hıristiyanlara, Mecusîlere, putperestlere, içki meclisinde oturanlara, satranç ve tavla oynayanlara, kadın gibi davranan erkeklere, iffetli kadınlara iftira atan şairlere selâm vermeyin. Namaz kılan kimseye de selâm vermeyin. Namaz kılan kimse, selâma karşılık veremez. Çünkü selâm vermek isteğe bağlı; fakat selâm almak, karşılığını vermek farzdır. Faiz yiyene, tuvaletteki kimseye, hamamda yıkanana ve günahkârlığını ifşa eden fasık insana da selâm vermeyin." [c.1, s.368]
Ben derim ki: Yukarıda sunduğumuz anlamı içeren birçok rivayet vardır. Daha önce yapılan açıklamalar da göz önünde bulundurulursa, bu rivayetlerin anlamları daha kolay kavranabilir. Çünkü selâm, barışı yaygınlaştırmayı, karşılaşan taraflar arasında eşitlik ve denklik esasına dayalı olarak büyüklenme ve horlamaya karşı
Nisâ Sûresi 85-91 ............................................................. 57
güvenliği yaymayı ifade eden bir sözdür. Rivayetlerde işaret edildiği üzere büyüğün küçüğe, az olanların çok olanlara, bir kişinin topluluğa selâm vermesi, eşitliği ihlâl edici bir durum değildir. Bunun temelinde hakların gözetilmesi yatar. Çünkü Islâm, mensuplarına hakları çiğnemeyi, faziletleri görmezlikten gelmeyi, meziyetleri göz ardı etmeyi emretmez. Tersine, fazilet sahibi olmayan kimseye fazilet ve hak sahibi olan kimsenin faziletini ve hakkını gözetmesini emreder. Öte yandan fazilet sahibinin kendini beğenmesini, başkalarına karşı büyüklük kompleksine kapılmasını, insanlar üzerinde haksız tasallut kurmasını, böylece toplumsal dengeleri bozmasını da yasaklar. Bazı gruplara yönelik selâm verme yasağı ise, onları dost edinme, onlara eğilim gösterme yasağının bir ayrıntısı niteliğindedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin." (Mâide, 51) "Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dostlar edinmeyin." (Mümtehine, 1) "Zulmedenlere meyletmeyin." (Hûd, 113) Bununla ilgili çok sayıda ayet örnek gösterilebilir.
Evet kimi durumlarda, meselâ dini tebliğ ve hak mesajını duyurma amacıyla zalimlere yaklaşma maslahatı, tam bir ünsiyet meydana gelsin ve arada kaynaşma olsun diye onlara selâm vermeyi gerektirebilir. Nitekim yüce Allah, Peygambere (s.a.a) şöyle hitap etmiştir: "Artık sen onlardan yüz çevir ve 'Size selâm olsun!' de." (Zuhruf, 89) Bir ayette de müminler şu şekilde nitelendiriliyorlar: "Bilgisizler (kendini bilmez kimseler) laf attıgında, 'selâm' derler." (Furkan, 63)
Tefsir-us-Safi'de şöyle rivayet edilir: "Adamın biri Peygamber efendimize (s.a.a) 'es-selâmu aleyke' [selâm üzerine olsun] diye selâm verdi. O da 've aleyk-es selâm ve rahmetullah' [ve senin üzerine olsun selâm ve Allah'ın rahmeti] diye karşılık verdi. Bir başkası ona, 'es-selâmu aleyke ve rahmetullah' diye selâm verdi. O da 've aleykesselâm ve rahmetullahi ve berekâtuh' [ve senin üzerine olsun selâm ve Allah'ın rahmeti] diye karşılık verdi. Sonra bir baş-
58 ................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
ka adam, 'es-selâmu aley-ke ve rahmetullahi ve berakatuh' diye selâm verdi. O da 've aleyke' [ve senin üzerine de olsun] karşılığını verdi. Bunun üzerine adam, 'Bana eksik karşılık verdin. Nerede kaldı Allah'ın, 'Size bir selâm verildigi zaman, ondan daha güzeli ile selâm verin...' sözünün gereği?!' Peygamberimiz (s.a.a) ise ona, 'Sen bana söyleyecek bir fazilet bırakmadın, ben de aynısını sana iade ettim.' diye karşılığını verdi."
Ben derim ki: Buna benzer bir hadis, ed-Dürr-ül Mensûr'da Müs-ned-i Ahmed'den "zühd" bölümünde, Ibn-i Cerir'den, Ibn-i Münzir'den, Ibn-i Ebi Hatem'den, Taberani'den, Ibn-i Mürdeveyh'den hasen bir rivayet zinciriyle Selman-ı Farisi'den rivayet edilmiştir. [c.2, s.188]
el-Kâfi'de Imam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Emirül Müminin Hz. Ali (a.s) bir topluluğa uğradı, onlara selâm verdi. Onlar da, 'aleykes-selâm ve rahmetullahi ve berekâtuhu ve mağfiretuhu ve rıdvanuh' [selâm, Allah'ın rahmeti, bereketi, mağfireti ve hoşnutluğu üzerine olsun] dediler. Bunları duyan Emir-ül Müminin (a.s) onlara şöyle buyurdu: Bizim hakkımızda, meleklerin babamız Ibrahim'e dediğinden fazlasını söylemeyin. Onlar, Ibrahim'e sadece bunları demişlerdi: Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun ey Ehlibeyt!" [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.646, h:13]
Ben derim ki: Bu rivayette eksiksiz selâm verme sünnetinin, yani "es-selâmu aleyke ve rahmetullahi ve berekâtuhu" sözünün, Hz. Ibrahim'in (a.s) hanîf [tevhit esaslı] dininden kalma bir gelenek olduğuna işaret ediliyor. Yine bununla daha önce, "selâm" sözünü söyleyerek selâmlaşma, hanîf dinin bir geleneğidir, şeklindeki değerlendirmemiz de pekiştiriliyor.
Aynı eserde, Imam Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Selamın kâmil olması, mükim olan insanla musafaha yapmak [tokalaşmak], yolcu ile de kucaklaşmayla olur." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.646, h:14]
el-Hisal adlı eserde, Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet edilir: "Aranızda birisi aksırdığı zaman ona, 'Yerhamukellah' [Allah sana Nisâ Sûresi 85-91 .................................................................... 59
rahmet etsin] deyin. O da size, 'Yağfirullahu lekum ve yerhamukum' [Allah sizi bağışlasın ve size rahmet etsin] desin. Çünkü yüce Allah, 'Size bir selâm verildigi zaman, ondan daha güzeli ile selâm verin.' buyurmuştur." [s.127]
el-Menakıb adlı eserde şöyle bir olay anlatılır: "Imam Hasan'ın (a.s) cariyelerinden biri ona bir deste reyhan çiçeği getirdi. Imam ona, seni Allah rızası için azat ediyorum, buyurdu. Orada bulunanlar bunun nedenini sorunca şöyle dedi: Allah bizi (kitabında) eğitip edeplendirerek, 'Size bir selâm verildigi zaman, ondan daha güzeli ile selâm verin.' buyurmuştur. Onun getirdiğinden daha güzeli, onun azat edilmesidir." [c.4, s.18]
Ben derim ki: Görüldüğü gibi bu rivayetler, ayette işaret edilen selâmlaşma olgusuna genellik kazandırıyorlar.
Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Size ne oldu da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız?!..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Bu ayetin kimler hakkında indiği hususunda ihtilaf vardır. Bazıları demişlerdir ki: Bu ayet, Mekke'den Medine'ye gelen bir topluluk hakkında inmiştir. Bunlar Müslümanlara karşı Islâm'a girdiklerini göstermişlerdi. Sonra Medine'den hoşlanmadıkları, havasını sihhatlerine uygun bulmadıkları için yeniden Mekke'ye dönmüş ve şirk inancına bağlı olduk-larını göstermişlerdi. Sonra bunlar müşriklere ait ticaret mallarıyla Ye-mame'ye yolculuk ettiklerinde, Müslümanlar onlara bir baskın düzenlemek istediler. Fakat onlarla ilgili olarak aralarında ihtilaf çıktı. Bazıları, 'Bunu yapmayalım, onlar mümindirler.' derken bazıları, 'Onlar müşriktirler.' dedi. Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi. Bu rivayet, Imam Bâkır'dan (a.s) da aktarılmıştır."
Tefsir-ul Kummî'de, "Onlar, sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Bu ayet, Eşca ve Damreoğulları hakkında inmiştir. Bunlar iki ayrı kabileydiler. Onlarla ilgili olarak şöyle bir haber anlatılır: Resulullah (s.a.a) Hudeybiye seferine çıkarken onların yurtlarının yakınından geçti. Resulullah (s.a.a) bundan önce Damreoğulları ile saldırmazlık an-
60 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
laşması imzalamıştı, onlarla anlaşmıştı. Ashap dediler ki: 'Ya Resulullah, bunlar Damre-oğullarıdır. Şu anda onlara yakın bir yerde bulunuyoruz. Korkarız ki, bizim Medine'den çıktığımızı duyduklarında oraya saldırsınlar veya Kureyş müşriklerine arka çıksınlar. Şimdi onlara görünsek olmaz mı?' Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Hayır! Onlar Araplar içinde anne-ba-baya karşı en iyi davranan, en çok akrabalık bağlarını gözeten ve en çok anlaşmalara bağlı kalan kimselerdir."
"Eşca kabilesinin yurdu, Damreoğullarının yurduna yakındı. Bunlar Kinane kabilesinin bir oymağını oluşturuyorlardı. Eşca ile Damre-oğulları arasında ittifak, birbirini gözetme ve eman verme esaslı bir antlaşma vardı. Işte Resulullah'ın (s.a.a) sefere çıktığı o dönemde, Eşca oymağının yurdunda kıtlık ve kuraklık hüküm sürerken, Damreoğul-larının yurdunda bolluk ve ucuzluk vardı, yerleri verimliydi. Bu yüzden Eşca kabilesi, Damreoğullarının yurduna doğru harekete geçti."
"Resulullah (s.a.a) onların Damreoğullarının yurduna yürüdüklerini haber alınca, Eşca üzerine hareket etmek için hazırlık yaptı. Kendisiyle Damreoğulları arasındaki saldırmazlık antlaşmasına dayanarak Eşca ile savaşacaktı. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Onlar sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki, onlarla eşit olasınız. Onun için Allah yolunda göç etmedikçe, onlardan hiçbirini dost edinmeyin. Eger yüz çevirirlerse, onları yakalayın, buldugunuz yerde öldürün; onlardan dost ve yardımcı edinmeyin." "Sonra Eşca oymağını bu genellemenin dışında tutarak şöyle buyurdu: Ancak sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluma sıgınanlar yahut sizinle veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan yürekleri sıkılarak size gelenler, (bu hükümden) müstesnadır. Allah dileseydi, onları size musallat ederdi de sizinle savaşırlardı. Artık onlar, sizden uzak durup da sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, (bu durumda) Allah size, onların aleyhinde bir yola girme hakkı (savaş izni) vermemiştir."
Nisâ Sûresi 85-91 .................................................................. 61
"Eşca oymağının yaşadığı yerler Beyda, Hill ve Mustebah'tı. Bu yerler Resulullah'ın (s.a.a) karargâhına yakındı. Bu yüzden Resulullah'ın (s.a.a), üzerlerine asker sevk etmesinden korktular. Resulullah (s.a.a) da onlardan yana endişe içindeydi, onlar tarafından bir saldırının gelmesinden korkuyordu. O, bu düşünceler içindeyken Eşca oymağı reisleri Mes'ud b. Rüceyle başkanlığında çıkıp geldi. Bunlar yedi yüz kişiydiler ve Sal' deresine yerleştiler. Bu olay, Hicret'in altıncı yılının rebiu'l evvel ayında gerçekleşti. Resulullah efendimiz (s.a.a) Üseyid b. Husayn'ı çağırarak ona şöyle dedi: Dostlarından birkaç kişiyle git, Eşca'ın neden bizim tarafımıza geldiğini öğren." "Üseyid üç dostuyla birlikte onların bulunduğu yere gitti ve 'Niçin geldiniz?' diye sordu. Eşca kabilesinin reisi Mes'ud b. Rüceyle ayağa kalktı ve Üseyid ile arkadaşlarına selâm verdi. Sonra şöyle dedi: 'Biz, Muhammed'le düşmanlığı terk edip, anlaşıp sulh yapmak (saldırmazlık anlaşması imzalamak) için geldik.' Üseyid Resulullah'ın (s.a.a) yanına geldi ve durumu ona haber verdi. Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: Bunlar benim kendilerine saldıracağımdan korktular. Bu yüzden benimle kendileri arasında bir barış antlaşmasının olmasını istediler." "Sonra Resulullah onlara kendisi gitmeden on deve yükü hurma gönderdi ve şöyle buyurdu: 'Ihtiyaç duyulduğu anda hediye göndermek, ne güzel bir davranıştır.' Ardından kendisi onların bulunduğu yere giderek şöyle buyurdu: 'Ey Eşca topluluğu, niçin buraya geldiniz?' Dediler ki: Bizim yurdumuz sana yakın bir yerdedir. Kavmimiz içinde bizden sayıca daha az olan bir başka oymak yoktur. Bize yakın bir yerde bulunmandan dolayı seninle savaşma endişesi canımızı sıktı. Bunun yanında sayıca az olduğumuz için kavmimizle de savaşmak istemedik. Böyle bir ihtimalin varlığı bize sıkıntı verdi. Bunun üzerine sizinle saldırmazlık anlaşması imzalamak üzere geldik." Resulullah (s.a.a) onların bu önerisini kabul etti, onlarla saldırmazlık anlaşması imzaladı. O gün orada kaldılar, sonra yurt-
62 ................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
larına döndüler. Işte onlar hakkında şu ayet indi: Ancak sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluma sıgınanlar yahut sizinle veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan yürekleri sıkılarak size gelenler, (bu hükümden) müstesnadır... Allah size, onların aleyhinde bir yola girme hakkı (savaş izni) vermemiştir." [c.1, s.145]
el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Fadl Ebi'l Abbas'tan, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "yahut sizinle veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan yürekleri sıkılarak size gelenler, (bu hükümden) müstesnadır." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: Bu ayet Medlecoğulları hakkında indi. Onlar Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelmiş ve şöyle demişlerdi: "Senin Allah tarafından gelen bir elçi olduğuna tanıklık etmek içimize sinmiyor. Dolayısıyla sizinle beraber değiliz. Ama size karşı kavmimizin de yanında yer almayız."
Ravi der ki: Imama sordum, "Peki Resulullah (s.a.a) onlara ne yaptı?" Buyurdu ki: "Resulullah Arapların işini bitirinceye kadar onları kendi hâllerine bıraktı, onlarla sulh yaptı. Sonra onları Islâm'a davet edecekti. Onlar eğer bu çağrıyı kabul ederlerse, güvende olacaklar; yok eğer kabul etmezlerse, onlarla savaşacaktı." [Ravzat-ul Kâfi, c.8, s.327]
Tefsir-ul Ayyâşî 'de Seyf b. Umeyre'den şöyle rivayet edilir: Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "yahut sizinle veya kendi toplumlarıyla savaşmaktan yürekleri sıkılarak size gelenler, (bu hükümden) müstesnadır. Allah dileseydi, onları size musallat ederdi de sizinle savaşırlardı." ayetini sordum. Bana şu cevabı verdi: "Babam bu ayetin Medlecoğul-ları hakkında indiğini söylüyordu. Bunlar tarafsız kalmışlardı. Peygamberimizle (s.a.a) savaşmadıkları gibi, kendi kavimlerinin de yanında yer almamışlardı." Dedim ki: "Peki onlara ne yapıldı?" Buyurdu ki: "Hz. Peygamber (s.a.a) düşmanlarının işini bitirinceye kadar onlarla savaşmadı. Sonra onlara da diğer topluluklara karşı sergilediği tavrı uyguladı." Ardından şöyle buyurdu: "Ayette geçen 'hasiret sudûruhum' ifadesi, göğüslerinin daralması,
Nisâ Sûresi 85-91 .................................................................. 63
yüreklerin sıkılması demektir." [c.1, s.262, h:216] Mecma-ul Beyan tefsirinde şöyle deniyor: "Imam Bâkır'dan (a.s) rivayet edilen şudur ki, o hazret şöyle buyurdu: 'sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir toplum' ifadesinde Hilâl b. Uveymir Sülemî'nin kabilesi kastedilmiştir. Hilâl, kabilesi adına Peygamberimiz (s.a.a) ile saldırmazlık anlaşması imzalamıştı. Antlaşmada şu ifade kullanılmıştı: 'Ey Muhammed, bize gelen bir kimseyi korkutmayacağız. Sen de sana gelen birini korkutmayacaksın.' Bunun üzerine yüce Allah, Peygamberimizi kendisiyle anlaşma yapan bir kimseye karşı harekete geçmesini yasakladı." Ben derim ki: Bu ve buna yakın anlamlar içeren rivayetler, ed- Dürr-ül Mensûr tefsirinde çeşitli kanallardan Ibn-i Abbas'tan ve başkalarından aktarılmıştır.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ebu Davud'un Nasih adlı eserinden, Ibn-i Münzir'den, Ibn-i Ebi Hatem'den, Nuhhas'tan ve Beyhaki'nin Süneninden, Ibn-i Abbas'ın; "Ancak sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluma sıgınanlar (bu hükümden) müstesnadır..." ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Bu ayeti, Tevbe suresindeki şu ayet neshetmiştir: "Haram aylar çıkınca, müşrikleri buldugunuz yerde öldürün." (Tevbe, 5)
|