Mizan Tefsiri, Cilt:5 |
||
El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5........................................
Nisâ Sûresi 127-134 .......................................................... 167
127- Senden, kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki: Onlara ilişkin olarak; kendilerine yazılanı vermediğiniz ve kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiğiniz yetim kadınlar ve çocuklarla ilgili olarak kitapta size okunanlar hakkında ve yetimlere karşı adil davranmanız yönünde Allah size fetva veriyor. Yapacağınız her hayrı, şüphesiz Allah bilir.
128- Eğer bir kadın, kocasının serkeşliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir anlaşma yapmalarında onlara günah yoktur. Anlaşmak (her hâlükârda) daha hayırlıdır. Zaten nefisler cimriliğe hazır duruma getirilmiştir. Eğer iyi davranır ve (haksızlıktan) sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
129- Kadınlar arasında adaleti sağlamağa ne kadar uğraşsanız da güç yetiremezsiniz; bari birisine tamamen meyledip de diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, sakınırsanız, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
130- Eğer (eşler) birbirinden ayrılırlarsa, Allah bol nimetiyle her birini zenginleştirir. Allah (lütuf ve ihsanıyla) geniştir, hikmet sahibidir.
131- Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Sizden önce kitap verilenlere ve size, "Allah'tan korkun" diye tavsiye ettik. Eğer inkâr ederseniz, (biliniz ki) göklerde ve yerde olanların hepsi Allah- 'ındır. Allah zengindir, övgüye layıktır.
132- Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter.
133- Ey insanlar! Allah dilerse sizi (geriye) götürür ve başkalarını getirir. Allah buna kadirdir.
134- Kim dünya mükâfatını (mutluluğunu) isterse, (bilsin ki) dünyanın da, ahiretin de mükâfatı Allah katındadır. Allah işiten ve
168 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5 görendir.
Ayetlerin akışı, surenin başında evlilik, evliliği haram olan kadınlar ve bunların miras alması gibi onlarla ilintili ayetlerin içeriğiyle bağlantılıdır. Surenin akışından anladığımız kadarıyla bu ayetler, surenin girişindeki ayetlerden sonra inmişlerdir. Surenin giriş kısmındaki ayetlerin indiği zaman insanlar, Resulullah'la (s.a.a) kadınlar hakkında konuşuyorlardı. Çünkü yüce Allah, surenin giriş kısmındaki ayetleri indirmiş, mal ve beşerî ilişkiler bazında kadınların yok edilen haklarını yeniden diriltmiştir. [Bu açıdan, cahiliye devrini geride bırakmış insanların bu konuda sorular sormaları ve açıklama istemeleri doğaldı.]
İşte bu çerçevede yüce Allah [tefsirine başladığımız bu ayetleri indirmekle] Peygamberine (s.a.a) kadınlar hakkında kendisine soru soranlara şu cevabı vermesini emrediyor: Allah'ın kadınlar için erkekler üzerinde birtakım haklar öngörmesi, ilâhî bir fetvadır ve bu hususta, Peygamberin kişisel bir etkinliği söz konusu değildir. Sadece bu değil, Kur'ân'da yetim kadınlarla ilgili olarak okunan ayetler de ilâhî hükümlerden ibarettir ve Peygamberin (s.a.a) bunda da kişisel bir müdahalesi yoktur. Hatta bu da yetmez. Yüce Allah, yetimler hakkında adil olmayı ölçülü davranmayı da onlara emretmektedir.
Sonra karı-kocanın arasında çıkan ihtilaflara ilişkin bazı hükümlere değiniliyor ki, bu ihtilaflar genelde bütün karı-kocalarda gözükmektedir.
"Senden, kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki: Onlara ilişkin olarak... Allah size fetva veriyor." Ragıp el-Isfahanî şöyle der: "el- Futya" ve "el-fetva", anlaşılması, içinden çıkılması zor, problemli hükümlere verilen cevaptır. Denilir ki, ondan fetva istedim. [Içinden çıkılması zor bir hükümle ilgili çıkış yolu göstermesini istedim.] O da şu fetvayı verdi. [Şu çıkış yolunu gösterdi, hükmün bu
Nisâ Sûresi 127-134 ........................................................... 169
olduğunu söyledi.]" Ragıp'tan alınan alıntı burada sona erdi. Kavramın kullanıldığı alanları incelediğimizde şu sonucu elde ediyoruz: Fetva, insanın karşılaştığı problemli bir mesele hakkında kendi bilgi ve düşüncesini işe salarak içtihat etmesi sonucu ortaya koyduğu cevap ya da basit yalın bir gözlemle anlaşılması zor sandığı bir konuda ilk sahip olduğu görüşün kendisi demektir; konuyla ilgili cevap değil.
Ayet, tefsir bilginlerinin "kendilerine yazılanı vermediginiz ve kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiginiz yetim kadınlar ve zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta size okunanlar hakkında... Allah size fetva veriyor." cümlesinin terkibinin değişik açılardan ele alınması ile elde ettikleri farklı bakışları esas aldığımızda, birbirinden ayrı anlamlar ifade etmektedir; ancak bu ayetin, surenin giriş kısmında kadınlara ilişkin sorunları ele alan ayetlere eklenmiş olması gösteriyor ki, bu ayet söz konusu o ayetlerden sonra inmiştir.
Bunun [bu ayetlerin o ayetlerden sonra inişinin] doğal bir sonucu, kadınlar hakkında istedikleri fetvanın, Islâm'ın ortaya çıkardığı, yasalaştırdığı ve cahiliye döneminde kadınlara ilişkin bilinmeyen tüm haklarla ilgili olmasıdır. Bunlarsa, yalnızca kadınların miras ve evlilikle ilgili haklarıyla ilintilidir. Yetim kadınların hakları gibi hususlarla ilgisi yoktur. Çünkü yetimlik durumu bütün kadınları değil, sadece belli bir grubu ilgilendirir. Öte yandan yetim kadınların durumu şu ayette ele alınmıştır: "kendilerine yazılanı vermediginiz ve kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiginiz yetim kadınlar ve zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta size okunanlar hakkında... Allah size fetva veriyor." Şu hâlde, istenen fetva, kadın olmaları hasebiyle tüm kadınları ilgilendiren miras hükümleriyle ilgilidir.
Buna göre, "Onlara ilişkin olarak... Allah size fetva veriyor." ifadesinde geçen "Allah'ın fetva verdiği hüküm"den maksat, surenin giriş kısmında dikkat çekilen hususlardır. Bu hâliyle ayet, fetva verme meselesini yüce Allah'la ilintilendirerek Hz. Peygamberle
170 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
(s.a.a) ilgisinin olmadığını vurgulamış oluyor. Buna göre ayetin anlamı şöyledir: Kadınlarla ilgili olarak senden fetva istiyorlar. De ki: Onlar hakkında fetva vermek Allah'ın yetkisindedir. O da surenin girişinde indirdiği ayetler kapsamında onlara ilişkin hükmünü bildirmiştir. "Kendilerine yazılanı vermediğiniz ve kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiğiniz yetim kadınlar ve zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta size okunanlar hakkında... Allah size fetva veriyor." Daha önce, ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, öksüz kadınlar ve zavallı, çaresiz çocuklarla ilgili hüküm, kadınlara ilişkin hükümle ilintili olduğu için burada söz konusu edilmiştir, demiştik. Nitekim surenin giriş kısmındaki ayetlerde de öksüz kadınlara ilişkin hükme de değinilmişti. Yoksa bu husus, istedikleri fetvanın kapsamına girmez. Çünkü onlar yalnızca kadınlar hakkında fetva istemişlerdi. Bundan dolayı, "ma yutlâ aleykum=size okunanlar" ifadesinin "fî-hinne=onlara ilişkin" ifadesindeki mecrur zamire atfedilmiş olması gerekir. Nahivcilerin çoğunluğu bu tür atfın doğru olmadığını söyleseler de [nahiv ulemasından] Ferrâ, bunun Arapça kurallarına uygun olduğunu ileri sürmüştür. Bu bakımdan, "yetim kadınlar ve zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta size okunanlar hakkında..." ifadesiyle, surenin giriş kısmında yer alan ve öksüz kadınlarla zavallı çocuklar hakkında inen ayetlerin içerdiği hükümler ve anlamlar kastedilmiştir. Ayetin orijinalinde geçen "yutlâ" kelimesinin mastarı olan "tilavet" kelimesi, lafzın okunması anlamını ifade ettiği gibi, lafzın ifade ettiği anlamın telkin edilmesi anlamını da içerir. Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz: De ki: Allah, kitapta öksüz kadınlarla ilgili olarak size okunan hükümler hakkında size fetva veriyor.
Bazı müfessirlerin açıklamasından anlaşıldığı kadarıyla onlar, "ve ma yutlâ aleykum=size okunanlar" ifadesini, "fîhinne=onlara ilişkin" ifadesinin cümledeki konumuna ve gizli harekesine atfetmişlerdir. [Zahiri itibariyle car ve mecrur olsa da gerçekte "yüftîkum" fiilinin mef'-ulüdür.] Bunu yaparken "fetva verme" ola-
Nisâ Sûresi 127-134 ...................................................... 171
rak anlamlandırdığımız "yuf-tîkum" kelimesini "açıklama" anlamında ele almışlardır. Dolayısıyla, "De ki: Allah, kitapta size okunan ayetleri açıklıyor." şeklinde bir anlam elde etmişlerdir. Diğer bazıları, zorlama eseri olduğu hemen fark edilen ve yüce Al-lah'ın kelâmına yakışmayan başka terkipler de geliştirmişlerdir. Bu çer-çevede bazıları şöyle demişlerdir: "Ma yutlâ aleykum=size okunanlar" ifadesi, "kulillah=de ki, Allah" sözünün mahalli konumuna veyahut "yüftîkum=size fetva veriyor" ifadesindeki gizli zamire ["hüve=o"] atfedilmiştir.
Diğer bazısı, ifadenin "fin-nisâ=kadınlar hakkında" ifadesindeki "nisâ=kadınlar" kelimesine atfedildiğini derken, başkaları da şöyle demişlerdir: "Ve ma yutlâ aleykum fi'l kitab=kitapta size okunanlar" ifadesinin başındaki "vav" harfi, yeni bir cümlenin başlangıcını belirtir. Dolayısıyla cümle yeni bir başlangıçtır. "Ve ma yutlâ aleykum=size okunanlar" bölümü mübteda, haberi de "fi'l kitab=kitapta" ifadesidir. Dolayısıyla bu cümle tazim amacına yöneliktir, demişlerdir.
Diğer bazısı ise, "ve ma yutlâ aleykum=size okunanlar" ifadesinin başındaki "vav" harfi, yemin edatıdır. Dolayısıyla, "fî yetamen-ni-sâ=yetim kadınlar hakkında" ifadesi, "fîhinne=onlara ilişkin" ifadesinden bedeldir. Bu durumda cümlenin anlamı şudur: "Kitapta size okunan ayetlere yemin ederim ki Allah, öksüz kadınlar hakkında size fetva veriyor." Bu değerlendirmelerin tümünün zorlama eseri oldukları açıkça görülmektedir. "Kendilerine yazılanı vermediginiz ve kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiginiz..." cümlesi, öksüz kadınların nitelemesi konumundadır. Burada öksüz kadınların nasıl haklarından yoksun bırakıldıklarına işaret edilmektedir. Nitekim bu yoksun bırakılış biçimleri, yüce Allah'ın onlar hakkında bazı hükümler indirmesine neden olmuştur. Böylece onların aleyhine haksız olarak yürürlükte olan cahiliye devri geleneği geçersiz kılınmış, onların omuzlarına binen bu zorluk kaldırılmıştır. Şöyle ki: Cahiliye döneminde Araplar, öksüz kadınlara ve mallarına el koyuyorlardı. Eğer kadınlar gü-
172 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
zel olsalardı, onlarla evlenerek hem onlardan, hem de mallarından yararlanırlardı. Eğer çirkin olsalardı, başkalarıyla evlenmelerine engel olarak, kendileri de onlarla evlenmiyor ve yine de mallarından yararlanmak için yanlarında tutuyorlardı. Bundan sırasıyla şu hususlar ortaya çıkıyor: Birincisi: "Kendilerine yazılanı" ifadesiyle, tekvinî=varoluşsal yazım, yani ilâhî takdir ve plânlama kastedilmiştir. Çünkü insan için yaşama yolunu açan, var ediliş ve meydana getiriliş olgusudur. Bu varoluşsal olguların etkisiyle insan, günü gelince evlenme gereğini duyar. Yine bu yaratılış yasası, insanın malı ve serveti üzerinde özgür tasarrufta bulunma hakkını öngörmüştür. Dolayısıyla bir insanın evlenmesine ve kendisine ait malı üzerinde tasarrufta bulunmasına engel olmak, aslında yüce Allah'ın yaratılış sistemi içinde ona bahşettiği niteliklere, yazdığı haklara engel olmak demektir. Ikincisi: "En tenkihûhunne=evlenmekten" ifadesinin başındaki mahzuf cer edatı "an"dır. Dolayısıyla, kastedilen onlarla evlenmek istememektir, onlardan yüz çevirmektir, onlarla evlenmek istemek değil. [Şöyle ki, "terğabûne" kelimesi, "rağbet" kökünden iki cer edatıyla geçişli kılınır. Biri "fî" edatıyla, diğeri de "an" edatıyla. Birinci durumda kelimenin anlamı "istemek, işi yapmaya yönelmek" olur, ikinci durumda ise "istememek, yüz çevirmek" anlamında kullanılır. Bu ayette de mahzuf cer edatı "an" olduğuna göre, bu kelime "kendileriyle evlenmek istemediğiniz, evlenmemekle onlardan yüz çevirdiğiniz" anlamına gelir.] Çünkü, haklarından mahrum bırakıldıklarını ifade eden "Kendilerine yazılanı vermediginiz" önceki ifadeyle, "zavallı çocuklar" diye başlayan sonraki ifadenin arasında, öksüz kadınlarla [evlenmek isteme değil,] evlenmek istememe durumunun zikredilmesi daha uygun düşmektedir. "zavallı çocuklar" ifadesi ise, "yetim kadınlar" ifadesine atfedilmiştir. Cahiliye Arapları öksüz çocukları zayıf bırakıyor, onları ezip zillete düşürerek zavallılaştırıyorlardı. Ata binemediklerini ve ailelerini savunamadıklarını bahane ederek mirastan yoksun bırakıyorlardı.
Nisâ Sûresi 127-134 .......................................................... 173
yorlardı. "ve yetimlere karşı adil davranmanız yönünde" Bu ifade "fîhinne=onlara ilişkin" ifadesinin mahalline atfedilmiştir. Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz: "De ki: Allah, öksüzler hakkında adaleti yerine getirmeniz yönünde fetva veriyor." Bu açıdan ifade, özel bir hükümden daha genel bir hükme geçişe örnek oluşturur; yani, bazı kadın öksüzlere ve çocuklara ilişkin hükümden, mutlak olarak tüm yetimlerin malları ve diğer haklarıyla ilgili hükümlere geçiş yapılıyor.
"Yapacağınız her hayrı, şüphesiz Allah bilir." Burada muhataplara, yüce Allah'ın kadınlar ve yetimlerle ilgili olarak koyduğu hükümlerin kendi hayırlarına olduğu ve yüce Allah'ın muhakkak ki bunu bildiği hatırlatılıyor. Bu, bu yönde amel yapmalarına dönük bir teşviktir. Ki hayırları, iyilikleri bundadır. Öbür yandan karşı çıkmamaları, muhalefet etmemeleri için de bir uyarıdır. Ki Allah yapıp ettiklerini bilmektedir.
"Eğer bir kadın, kocasının serkeşliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse..." Bu husus, hakkında fetva istedikleri meselenin dışında bir hüküm olmasına rağmen bir münasebetle de konuyla irtibatlıdır. Bu tıpkı hemen sonraki ayette zikredilen hükme benziyor: "Adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz." Bu ayette serkeşlik, huysuzluk etme ve yüz çevirme endişesinden söz edilip de bizzat bunların gerçekleşmelerinden söz edilmemesinin nedeni; anlaşma zamanının, endişe sonrası işaret ve belirtilerin ilk ortaya çıkışı ile birlikte gündeme gelmesidir. Ayetin akışından anladığımız kadarıyla, anlaşmadan maksat, kadının evlilikten doğan haklarının bir kısmından veya tümünden, arada bir yakınlık, sıcaklık ve uyum meydana getirmek ve ayrılık tehlikesini önlemek için, sarfınazar etmesidir. Kuşkusuz anlaşma, bu tür olumsuz sonuçlardan daha hayırlıdır.
"Zaten nefisler cimrilige hazır duruma getirilmiştir." Ayette
174 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
geçen "eş-şuhhu" kelimesi, cimrilik anlamına gelir. Bu demektir ki cimrilik, insan nefsinin bir karakteri, bir içgüdüsüdür. Yüce Allah, çıkarlarını korusun ve zayi olmasını önlesin diye insana bu duyguyu vermiştir. Dolayısıyla her nefsin cimriliği, hemen yanı başında hazır hâldedir. Örneğin kadın, evlilik çerçevesinde giyim, nafaka, yatak ilişkileri ve cinsel birleşme gibi hakları konusunda cimrilik eder [yani, onların korunmasını ve zayi olmamasını ister]. Erkek de, ayrılmak istediğinde, muaşeretten hoşlanmadığında uzlaşma ve eşine eğilim gösterme hususunda cimrilik eder. Böyle bir durumda, anlaşma sağlanabilmesi için taraflardan birinin veya her ikisinin kimi haklarından ödün vermesinin herhangi bir sakıncası yoktur.
Ardından yüce Allah şöyle buyuruyor: "Eger iyi davranır ve (haksızlıktan) sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Burada, iyilik yolundan çıkmasınlar ve takva ilkesini göz ardı etmesinler ve Allah'ın yapıp ettiklerini haber aldığını hatırlasınlar diye erkeklere öğüt verilmektedir. Ki karı-koca muaşereti bağlamında kadınlara zulüm etmesinler, kadınların gönüllü olarak bazı haklarından feragat etmeleri mümkün olsa bile, erkekler onları bazı temel haklarından vazgeçmeye zorlamasınlar.
"Kadınlar arasında adaleti sağlamağa ne kadar uğraşsanız da güç yetiremezsiniz..." Bu ifade, yüce Allah'ın surenin giriş kısmında yer alan, "Aralarında adaleti yerine getiremeyeceginizden korkarsanız, yalnız biriyle evlenin." (Nisâ, 3) ayetiyle; aynı şekilde, "Eger iyi davranır ve (haksızlıktan) sakınırsanız..." ifadesiyle işaret ettiği kadınlar arasında adalet ilkesine göre hareket etmeye ilişkin hükmün açıklaması niteliğindedir. Aslında bu son cümle, belli bir oranda tehdit de içermektedir. Bu ise kadınlar arasında adaletli davranmanın gerçek anlamını teşhis etme açısından insanı şaşkınlığa iten bir ifade tarzıdır. Adalet, ifrat ve tefritin ortası, denge çizgisi demektir. Bu açıdan adaleti teşhis etmek zordan öte zor bir gerçektir. Özellikle kalplerin kadınlara sevgiyle eğilim gösterdiği durumlarda bu zorluk daha da belirginleşir. Çünkü kalpte oluşan
Nisâ Sûresi 127-134 ......................................................... 175
sevgi duygusu, her zaman insan iradesinin etkili olduğu bir olgu değildir.
Böylece yüce Allah, kadınlar arasında gerçek adaleti sağlamanın, yani bir erkeğin eşleri arasında gerçek anlamda orta çizgiyi izlemesinin, ne kadar uğraşsa da güç yetirilemeyecek bir şey olduğunu açıklıyor. Şu hâlde erkeklere düşen, ifrat ve tefrit sayılan taraflardan birine, özellikle tefrit tarafına büsbütün eğilim göstermemeleri, tamamen kapılmamalarıdır. Buna göre, kadınlardan birinin arada bırakılması, yani evli denilmeyecek ve kocasından yararlanamayacak şekilde askıda tutulması, buna karşın evlenemeyecek veya başının çaresine bakamayacak şekilde dul olmaması ve nikâh altında tutulması, tefrit tarafın en somut örneğidir. Kadınlar arasında adalete uymak bağlamında erkeğin görevi, pratikte onlara eşit davranmasıdır; hiçbir aşırılığa kaçmadan evlilikten doğan haklarını vermesidir. Onlara karşı iyilikle davranması, onlarla muaşeretten tiksindiğini belli etmemesi, onlara karşı kötü bir huy sergilememesi ise mendup, olumlu bir davranıştır. Bu, aynı zamanda Peygamberimizin (s.a.a) eşlerine karşı sergilediği bir tavırdı da. "Bari birisine tamamen meyledip de digerini askıya alınmış gibi bırakmayın." cümlesi gösteriyor ki, "Kadınlar arasında adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz." cümlesinde mutlak olarak adalet olgusu olumsuzlanmıyor. Dolayısıyla bunu, "Aralarında adaleti yerine getiremeyeceginizden korkarsanız, yalnız biriyle evlenin..." ifadesine ekleyerek, iddia edildiği gibi, Islâm'da birden fazla kadınla evliliğin ortadan kaldırıldığı şeklinde bir sonuca varmak yanlıştır, dayanaksız bir girişimdir. Çünkü, söz konusu cümle [yani, "bâri birisine meyledip de..." ifadesi] gerçek, realist, aşırılığa, taraf tutmaya hiçbir şekilde kaçmayan, gerçek anlamda denge çizgisinde hareket etmek demek olan adaletin yerine getirilemeyeceğine işaret etmektedir. Hükme bağlanan ise, hiçbir sıkıntıya düşmeksizin amelî olarak uygulanabilen takribî=yaklaşık adalettir.
176 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Öte yandan Peygamberimizin (s.a.a) fiilî sünneti, herkesin görüp duyacağı şekilde bu uygulamayı gerçekleştirmiş olması ve Müslümanlar arasında kesintisiz olarak süregelen birden fazla kadınla evlenme geleneği, yukarıda işaret ettiğimiz vehim menşeli çıkarsamayı geçersiz kılmaktadır.
Kaldı ki, birden fazla kadınla evliliği öngören "O hâlde gönlünüzün rahat ettigi kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz." (Nisâ, 3) ayetini objeler dünyasında karşılığı olmayan salt bir zihinsel olgu gibi algılamak, insanları körlüğe sürüklemekten başka bir şey değil ve yüce Allah'ın kelâmına yakışmayan bir ciddiyetsizliktir. "Eger arayı düzeltir, sakınırsanız, şüphesiz Allah çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir." ifadesi, nefret ve anlaşmazlık belirtilerinin baş göstermesi durumunda, erkekleri yapıcılığa teşvik etme amacına yöneliktir. Bunun takvanın gereği olduğunu hatırlatarak, bu olumlu tavrın gereğini vurgulamaktadır. Çünkü takva, peşice bağışlanma ve esirgenmeyi getiriyor. "Anlaşmak (her hâlükârda) daha hayırlıdır." ve "Eger iyi davranır ve (haksızlıktan) sakınırsanız." ifadelerinden sonra buna yer verilmiş olması da, tekit üstüne tekit, vurgu üstüne vurgu konumundadır ve böylece mesele daha da pekiştirilmektedir.
"Eğer (eşler) birbirinden ayrılırsa, Allah bol nimetiyle her birini zenginleştirir." Eğer kadın ve erkek boşanmak suretiyle birbirlerinden ayrılırlarsa, Allah, geniş nimetiyle her birini zengin eder. Konunun mahiyetini esas alarak baktığımızda "zenginleştirme" ifadesiyle, evlilikle ilgili olarak gündeme gelen birbirine ısınma, kaynaşma, cinsel birleşme, kadının giyim ve nafakası gibi bütün olguların kastedildiğini anlıyoruz. Çünkü yüce Allah söz konusu eşlerin birini yalnızca diğeri için yaratmamıştır ki, ayrılmaları durumunda, biri ömrü boyunca başka bir eş bulamasın. Aksine evlilik geleneği, fıtrat menşeli bir sünnettir. Insan türünün bireyleri arasında geçerlidir. Her birey öz doğası gereği buna eğilim gösterir.
"Allah (lütuf ve ihsanıyla) geniştir, hikmet sahibidir. Göklerde ve
Nisâ Sûresi 127-134 .................................................. 177
yerde olanların hepsi Allah'ındır." ifadesi, "Allah bol nimetiyle her birini zenginleştirir." ifadesinin içerdiği hükmün gerekçesi konumundadır.
"Sizden önce kitap verilenlere ve size Allah'tan korkun diye tavsiye ettik." Evlilik ilişkilerinin her aşamasında ve her durumda takva niteliğini esas almaları gerektiğine ilişkin çağrıya bir kez daha vurgu yapılıyor ve takvayı terk etmenin Allah'ın nimetini inkâr etmek, nankörlükte bulunmak anlamına geldiği vurgulanıyor. Gerekçesi de şudur: Allah'a itaat etmek suretiyle sahip olunan takva duygusu, nimetlere karşılık teşekkür etmekten başka bir şey değildir. Ya da Allah korkusunu terk etmenin menşei ancak küfür olabilir. Bu da ya kâfirlerde ve müşriklerde olduğu gibi açık küfür ya da müminlerin fasık olanlarında olduğu gibi gizli ve örtülü küfür olur. Bu açıklama ile, "Eger inkâr ederseniz, (biliniz ki) göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır." ifadesi ile neyin kastedildiği açığa çıkıyor. Yani, eğer size ve sizden öncekilere yaptığımız tavsiyenin gereğini yerine getirmezseniz, bu tavsiyeyi kulak ardı ederseniz, dolayısıyla küfür [Allah'ı inkâr etmek] demek olan veya küfürden kaynaklanan takvasızlık yapar ve Allah'tan korkmazsanız bu, Allah'a hiçbir zarar vermez. O'nun size ve takvanıza ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur. O, zengindir, övgüye layıktır.
Desen ki: "Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır." sözünün [131 ve 132. ayetlerde] üç kere tekrarlanmış olmasının hikmeti nedir?
Derim ki: Bunlardan ilki, "Allah (lütuf ve ihsanıyla) geniştir, hikmet sahibidir." ifadesinin gerekçeli açıklamasıdır; ikincisi de, "Eger inkâr ederseniz..." ifadesindeki şart cümlesinin cevabı konumundadır. Dolayısıyla açılımı şöyledir: "Eğer inkâr ederseniz, biliniz ki Allah'ın size ihtiyacı yoktur." Bu, aynı zamanda "Allah zengindir, övgüye layıktır." sözünde belirginleşen cevabın da gerekçesidir.
178 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Üçüncüsü ise, yeni bir başlangıçtır; bir açıdan da "dilerse" sözünün gerekçesi konumundadır.
"Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter." Yüce Allah'ın malik olmasının ne anlama geldiğini şimdiye kadar defalarca anlattık. Allah vekildir; kullarının işlerini yönetir, gidişatlarını düzenler. Yönetici-vekil olarak Allah yeter. Kullarının yönetsel işlerini görürken desteğe ve yardıma ihtiyacı yoktur. Bir toplumun davranışlarından hoşnut olmazsa veya yapıp ettikleri O'nu öfkelendirecek türden davranışlarsa, onları yok edip yerine başkalarını getirmesi ya da onları gerileterek başka bir toplumu ileri çıkarması mümkündür. Ayetlerin akışının desteklediği, daha doğrusu bizzat tanıklık ettiği bu anlam itibariyle, bu ayetin içeriği, bir sonraki ayette yer alan, "Ey insanlar! Allah dilerse sizi götürür." ifadesiyle irtibatlanmış oluyor.
"Ey insanlar! Allah dilerse sizi (geriye) götürür ve başkalarını getirir." Allah'ın bu ümmete ve önceki Ehlikitap toplumlara yönelik tavsiyesi olan takvayı ilke edinmeye ilişkin bir çağrı niteliğindeki akış gösteriyor ki, "dilerse" ifadesinde işaret edilen Allah'ın zenginlik ve ihtiyaçsızlığı, takva olgusuyla ilintilidir.
Bu açıdan şöyle bir anlam elde ediyoruz: Allah tümünüze takva ile donanmanızı tavsiye etti. Şu hâlde ondan korkup sakının. Eğer inkâr ederseniz, onun size ihtiyacı yoktur. O her şeyin sahibidir. Mülkü üzerinde dilediği gibi, dilediği doğrultuda tasarruf eder. Eğer kendisine kulluk sunulmasını ve kendisinden korkulmasını diler de, siz bu görevi gereği gibi yerine getirmezseniz, O, sizi geriletip sevdiği ve hoşnut olduğu davranışları sergileyen başkalarını öne geçirecek güçtedir. Allah buna kadirdir.
Buna göre, ayet-i kerime muttaki olmayan insanların Allah'tan korkan insanlarla değiştirilebileceklerine işaret etmektedir. Bir rivayete göre,1 bu ayet indiği zaman, Resulullah efendimiz (s.a.a) elini Selman-ı Farisî'nin (r.a) sırtına vurdu ve "Onlar bu adamın soy-
1- Bu rivayet, Tefsir-ul Beydavî'de aktarılmıştır.
Nisâ Sûresi 127-134 .................................................... 179
daşlarıdır." buyurdu. Rivayet, ayetin anlamını destekler niteliktedir. Bunun üzerinde düşünmeye değer.
Diğer bazı müfessirlerin ihtimal dâhilinde gördükleri bir anlam da şudur: Eğer dilerse sizi yok eder, yerinize başka bir kavim var eder veya insanların yerine başka bir canlı türünü var eder. Ne var ki, ayetin akışı böyle bir anlamı ihtimal dışı bırakmaktadır. Evet böyle bir anlam, "Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattıgını görmedin mi? Dilerse sizi ortadan kaldırır ve yepyeni bir halk getirir. Bu, Allah'a güç degildir." (Ibrâhim, 19-20) ayeti çerçevesinde ihtimal dâhilinde olabilir ve bu ayete böyle bir anlam vermenin sakıncası yoktur.
"Kim dünya mükâfatını isterse, (bilsin ki) dünyanın da, ahiretin de mükâfatı Allah katındadır. Allah işiten ve görendir." Bu, Allah'tan korkma duygusuyla donanmayı terk eden ve onun tavsiyesini tutmayan kimselerin yanılgılarına dikkat çeken bir diğer açıklamadır. Bazıları bu ayeti açıklarken şöyle bir yoruma baş vurmuşlar: Bunu yapan kişi [takvayı ilke edinmeyi terk eden ve Allah'ın tavsiyesine uymayan kimse], eğer dünya ödülü ve ganimeti için yapmışsa büyük bir yanlışlık yapmıştır. Çünkü dünyanın ve ahiretin ödülü birlikte Allah katında, O'nun eli altındadır. Öyleyse, bu insana ne oluyor ki, ödüllerin en değersizine talip oluyor, en onur vericisini veya ikisini birden istemiyor?
Ancak ayetten maksadın -gerçi Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir- şu olması ihtimali daha belirgindir: Dünya ve ahiret ödülü, dünya ve ahiret mutluluğu birlikte Allah katındadırlar. Dolayısıyla dünya ödülü ve mutluluğunu isteyenin bile O'na kulluk sunarak yaklaşması gerekir. Çünkü insan, mutluluğu ancak Allah'ın yasalaştırdığı dinine uymakla elde edilen takva duygusuyla donanması durumunda yakalayabilir. Din, gerçek mutluluk yolundan başka bir şey değildir. Allah'ın kendi katından vermediği ödül ve sevabı, bir insanın elde etmesi mümkün müdür? Değil mi ki, Allah işitendir, görendir.
180 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ibn-i Cerir ve Ibn-i Münzir, Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini rivayet ederler: "Cahiliye döneminde, sadece malı idare edebilecek ve çalışabilecek adamlar mirasçı olabiliyorlardı. Küçük çocuklara ve kadınlara mirastan bir pay verilmezdi. Nisâ suresinde miras paylaşımı ile ilgili hükümleri içeren ayetler nazil olunca, bu durum insanların gücüne gitti. Dediler ki: 'Malı yönetmesini beceremeyen küçük çocuklarla, onlarla aynı durumda olan kadınlar mirasçı mı olacaklar? Erkekler gibi onlar da mı mirastan pay alacaklar?' Bu konuda gökten bir açıklamanın gelmesini beklediler. Baktılar ki, bu konuda gökten bir haber gelmiyor, dediler ki: 'Eğer bu hüküm bu şekilde kesinlik kazanırsa, ona uymak kaçınılmaz olur.' Sonra 'Gidip Peygambere sorun.' dediler." "Bunun üzerine şu ayet indi: Senden, kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki: Onlara ilişkin olarak; kendilerine yazılanı vermediginiz ve kendileriyle evlenmekten yüz çevirdiginiz yetim kadınlar ve zavallı çocuklarla ilgili olarak kitapta -yani, surenin giriş kısmında- size okunanlar hakkında ve yetimlere karşı adil davranmanız yönünde Allah size fetva veriyor." Aynı eserde, Abd b. Hamid ve Ibn-i Cerir, tefsirini sunduğumuz ayet hakkında Ibrahim'den şöyle rivayet ederler: "Cahiliye dönemindeki Araplar, bir cariye öksüz ve çirkin olsaydı, mirasını vermezlerdi. Onu evlenmekten alıkoyarak bir yere hapsederlerdi. Böylece onun mirasına kendileri konmuş olurlardı. Işte yüce Allah bu ayeti, böyleleri hakkında indirdi." Ben derim ki: Bu anlamı destekler mahiyette birçok rivayet, çeşitli kanallardan gerek Şiîler ve gerekse Sünnîler tarafından aktarılmıştır. Bunların bir kısmına surenin başlarında yer verdik. Mecma-ul Beyan adlı tefsirde, "kendilerine yazılanı vermediginiz" ifadesiyle ilgili olarak deniliyor ki: "Onlara yazılan şeyden maksat, mirasta kendileri için öngörülen paydır. Ve bu değerlen-
Nisâ Sûresi 127-134 .................................................... 181
dirme İmam Bâkır'dan (a.s) rivayet edilmiştir."
Tefsir-ul Kummî'de, "Eger bir kadın, kocasının serkeşliginden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse..." ayetiyle ilgili olarak deniliyor ki: "Bu ayet, Muhammed b. Mesleme'nin kızı hakkında inmiştir. Râfi b. Hadîc'in karısıydı. Kadın biraz yaşlıcaydı. Rafi onun üzerine kuma alarak genç bir kadın getirdi. Dolayısıyla bu genç kadın, Muhammed b. Mesleme'nin kızından daha çok hoşuna gidiyordu, bunu ondan daha güzel buluyordu. Muhammed b. Mesleme'nin kızı ona dedi ki: 'Gördüğüm kadarıyla sen benden yüz çeviriyor, diğer eşini bana tercih ediyorsun.' Râfi, 'O gençtir, hoşuma gidiyor ve bana göre o daha güzel görünüşlüdür. Eğer istersen, onun yanında iki veya üç gün kalayım, senin yanında da bir gün kalayım.' dedi."
"Fakat Muhammed b. Mesleme'nin kızı bunu kabul etmedi. Bunun üzerine Râfi onu boşadı. [Ardından onunla anlaştı ve tekrar evine getirdi; ama geçimsizlik nedeniyle] ikinci defa yine boşadı. [Üçüncü kez o kadını evine getirmeye gitti. Ancak önceki olaylar gündeme geldi ve] kadın dedi ki: 'Allah'a andolsun ki, benimle onu eşit tutmanın dışında hiçbir öneriye razı olmam. Allah, 'Zaten nefisler cimrilige hazır duruma getirilmiştir." buyuruyor.' Dolayısıyla Muhammed b. Mesleme'-nin kızı payına razı olmadı ve kocasını paylaşmakta cimrilik gösterdi. Râfi, razı olmaması durumunda onu üçüncü kez boşayacağını bildirdi. Bu sefer kadın kocasını bırakmama yönünde cimrilik gösterdi ve paylaşıma razı oldu." "Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: 'Aralarında anlaşma yapmalarında onlara günah yoktur. Anlaşmak (her hâlükârda) daha hayırlıdır.' Kadın razı olup ortalık durulunca, adam ikisi arasında adaleti tutmakta güçlük çekti, adaleti sağlamağa güç yetiremedi. Bunun üzerine şu ayet indi: 'Kadınlar arasında adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz; bari birine tamamen meyledip digerini askıya alınmış gibi bırakmayın.' Yani, sürekli birinin yanına gidip ötekisini boşlukta bırakmayın. Ne dul, ne de evli biri olarak ortada kalmış gibi yapmayın. Dolayısıyla
182 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
bu gibi durumlarda ayetin geçerli kıldığı yöntem şundan ibarettir: Eğer kadın kocasının yanında kalmaya ve kocasıyla anlaştığı hususlara uymaya razı olursa, kocası için de, kadın için de, bir sakınca yoktur. Ama eğer kadın anlaşma yanlısı olmaz ve kocasının koştuğu şartları kabul etmezse, bu durumda kocasının onu boşamaktan veya ikisini eşit tutmaktan başka seçeneği kalmaz."
Ben derim ki: Bu hadis ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Malik, Abdurrezzak, Abd b. Hamid, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir ve Hakim -sahih olduğunu belirterek- tarafından özet olarak rivayet edilmiştir. ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Tayalisî, Ibn-i Ebi Şeybe, Ibn-i Rahe-veyh, Abd b. Hamid, Ibn-i Cerir, Ibn-i Münzir ve Beyhaki, Hz. Ali b. Ebu Talip'ten (a.s) şöyle rivayet ederler: Ona bu ayetle ilgili bir soru soruldu. Cevap olarak buyurdu ki: "Burada kastedilen, iki eşli bir adamdır. Eşlerden biri artık iyice çökmüş (yaşlı) veya çirkindir. Adam bunu boşamak ister. Fakat boşanmamak karşılığı olarak bir gece onun yanında, birkaç gece de öbür eşinin yanında kalmak üzere anlaşırlar. Kadının kendi isteği ile verdiği bu ödünün herhangi bir sakıncası yoktur. Fakat kadın kararından dönerse, erkeğin eşlerini eşit tutması bir zorunluluktur."
el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Halebi kanalıyla Imam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Ona, 'Eger bir kadın, kocasının serkeşliginden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse...' ayetinin anlamını sordum. Bana şu karşılığı verdi: 'Bir kadın bir adamla evli olur. Fakat adam ondan hoşlanmaz. Ona, seni boşamak istiyorum, der. O da der ki: 'Yapma. Senin benden dolayı dile düşmeni, şamata konusu olmanı istemem. Fakat ben geceleyin beraber olma hususunda her şeyi sana bırakıyorum. Bunun dışındaki diğer haklarımdan da vazgeçiyorum; beni kendi hâlime bırak.' Işte, 'Aralarında anlaşma yapmalarında onlara günah yoktur.' ayetindeki anlaşmadan maksat budur." [Furu-u Kâfi, c.6, s.145]
Ben derim ki: Bu anlamı destekleyen başka rivayetler, el-
Nisâ Sûresi 127-134 ....................................................... 183
Kâfi'de ve Tefsir-ul Ayyâşî'de1 yer almaktadır.
Tefsir-ul Kummî'de, "Zaten nefisler cimrilige hazır duruma getirilmiştir." ifadesiyle ilgili olarak deniliyor ki: "Cimrilik çeşitli kısımlara ayrılır. Bir kısmı insanın tercih ettiği, bir kısmı da insanın tercih etmediği şeylerle ilgilidir."
Tefsir-ul Ayyâşî'de Hişam b. Salim'in Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "Kadınlar arasında adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz." ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet ettiği belirtilir: "Yani, sevgi hususunda [onlar arasında tam adaleti sağlayamazsınız]." [c.1, s.279, h:285]
el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Nuh b. Şuayb ve Muhammed b. Hasan'dan şöyle rivayet eder: "Ibn-i Ebi'l Avca, Hişam b. Hakem'e sordu ki: 'Allah hikmet sahibi değil midir?' O, 'Evet, Allah hüküm verenlerin en hikmetlisidir.' diye cevap verdi. 'Öyleyse bana, 'O hâlde gönlünüzün rahat ettigi kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz. Aralarında adaleti yerine getiremeyeceginizden korkarsanız, yalnız biriyle evlenin.' ayetinden haber ver. Bu ayetin hükmü farz değil midir?' diye sordu. O, 'Evet' dedi. Sonra dedi ki: 'O hâlde, 'Kadınlar arasında adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz; bari birisine tamamen meyledip de digerini askıya alınmış gibi bırakmayın.' ayetinden haber ver. Hangi hikmetli kişi böyle bir söz söyler?' Hişam b. Hakem buna verecek cevap bulamadı." "Sonra kalkıp Medine'ye Imam Cafer Sadık'ın (a.s) yanına gitti. Imam ona, 'Ne hac, ne de umre vakti olmayan bu zamanda niye geldin?' diye sordu. Dedi ki: 'Evet böyle bir zamanda geldim. Sana feda olayım. Çünkü önemli işim var. Ibn-i Ebi'l Avca bana bir soru sordu ki, buna verecek cevap bulamadım.' Imam, 'Nedir bu soru?' diye sordu. Hişam olayı anlattı." "Imam Cafer Sadık (a.s) ona şöyle dedi: 'O hâlde gönlünüzün
1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.278, h:284.]
184 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
rahat ettigi kadınlardan ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz. Aralarında adaleti yerine getiremeyeceginizden korkarsanız, yalnız biriyle evlenin.' ayetinde nafaka kastedilmiştir. 'Kadınlar arasında adaleti saglamaga ne kadar ugraşsanız da güç yetiremezsiniz; bari birisine tamamen meyledip, digerini askıya alınmış gibi bırakmayın.' ayetinde ise, sevgi kastedilmiştir."
Râvi der ki: "Hişam, Ibn-i Ebi'l Avca'ya bu cevabı ulaştırınca, 'Allah'a andolsun ki bu cevap, senin fikrin değildir.' dedi." [Füru-u Kâfi, c.5, s.362]
Ben derim ki: Benzeri bir hadis Tefsir-ul Kummî'de de rivayet edilmiştir. Buna göre, zındıklardan biri Ebu Cafer el-Ahvel'e aynı meseleyle ilgili olarak bir soru yöneltir. Bunun üzerine Ebu Cafer Medine'ye gider. Imam Sadık'a (a.s) bunun cevabını sorar. O da yukarıdakinin aynısı olan cevabı verir. Ebu Cafer adamın yanına döner ve cevabı ona iletir. Adam ise, "Sen bu cevabı Hicaz'dan getirdin" der.
Mecma-ul Beyan adlı tefsirde, "askıya alınmış gibi bırakmayın." ifadesi, şu şekilde açıklanıyor: "Kendisine meyledip yöneldiğiniz kadını, ne evli, ne de boşanmış gibi bir hâlde tutmayın. Bu değerlendirme Imam Bâkır ve Imam Sadık'tan (a.s) rivayet edilmiştir." Aynı eserde, Peygamber efendimizle (s.a.a) ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "O, eşleriyle yatma hususunda eşitliği gözetir, sonra da şöyle derdi: Allah'ım! Bu, benim elimden gelen kendi paylaşımımdır. Senin elinde olan, fakat benim elimde olmayan diğer hususlardan dolayı beni kınama!"
Ben derim ki: Ulemanın çoğunluğu, bu hadisi çeşitli kanallardan aktarmıştır. "Senin elinde olan, fakat benim elimde olmayan" dan maksat, kalben duyulan sevgidir. Ancak bu rivayette belli bir zaaf vardır. Çünkü yüce Allah, kulunu elinde olmayan bir şeyden dolayı kınamayacak kadar yücedir. Çünkü O, "Allah, hiç kimseyi verdigi imkândan fazlasıyla yükümlü kılmaz." (Talâk, 7) buyurmuştur. Peygamberimiz (s.a.a) de, olanı var etsin diye istekte
Nisâ Sûresi 127-134 ..................................................... 185
bulunmayacak kadar Rabbinin yüceliğini takdir edecek konumdadır. el-Kâfi'de Ibn-i Ebu Leyla'ya isnaden deniliyor ki: "Bana Asım b. Hamid şöyle anlattı: Bir ara Imam Cafer Sadık'ın (a.s) yanında bulunuyordum. Adamın biri yanına geldi ve muhtaç durumunda oluşundan şikayet etti. Imam (a.s) evlenmesini emretti. Fakat yoksulluğu gittikçe şiddetlendi. Bir kez daha Imamın yanına geldi ve durumunun ne olacağını sordu ve 'Ihtiyaçlarım gittikçe şiddetlenip arttı.' dedi. Imam buyurdu ki: 'Eşinden ayrıl.' Sonra bir kez daha Imamın yanına geldiğinde ona durumunu sordu ve 'Servet edindim ve durumum iyileşti.' dedi." "Bunun üzerine Imam Sadık (a.s) buyurdu ki: Sana Allah'ın emrettiği iki hususu emrettim. Biri şudur: 'Içinizdeki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin. Eger bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah (lütuf ve ihsanıyla) geniştir ve her şeyi bilendir.' (Nûr, 32) Diğeri de, 'Eger (eşler) ayrılırsa, Allah bol nimetiyle her birini zenginleştirir.' (Nisâ, 130) ayetidir." [Füru-u Kâfi, c.5, s.331, h:6]
186 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Nisâ Sûresi 135 ........................................................... 187
135- Ey inananlar! Kendinizin, ana-babanızın ve yakınlarınızın aleyhinde olsa bile, adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir olsalar da Allah onlara daha yakındır. Öyleyse doğruluktan sapmayasınız diye heveslerinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken) eğriltirseniz yahut (şahitlik etmekten) kaçınırsanız, (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan şüphesiz haberdardır.
"Ey inananlar!... adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik eden kimseler olun." Ayetin orijinalinde geçen "kıst" kelimesi adalet demektir. Adaleti ayakta tutmak, gereğini yapmak ve adaleti korumak anlamına gelir. Şu hâlde adaleti ayakta tutanlardan maksat, onu en tam ve en mükemmel şekilde uygulayanlar; kişisel arzu, tutku ve heves, duygusallık, korku, herhangi bir çıkar beklentisi gibi bir şey yüzünden adalet ilkesinden sapmayanlardır. Bu nitelik, hakka tâbi olmanın, onu zayi olmaktan korumanın en yakın etkeni ve kusursuz nedenidir. Bunun bir gereği de şahitliği eda e-derken ve şahitlikte bulunurken doğruyu söylemektir. Bundan da anlaşılıyor ki, şahitliğe ilişkin hükmün açıklanması amacına yönelik olan bu ayete, yukarıda değindiğimiz bu nitelikle başlanması, ardından şahitlik niteliğinden söz edilmesi, genel bir nitelikten bu genel niteliğin kapsamındaki ayrıntı konumundaki bir başka niteliğe aşamalı olarak geçişe ilişkin bir örnektir. Sanki demek isteniyor ki: Allah için şahitlik edenlerden olun. Ama bu, sizin için, adaleti eksiksiz ve tam yerine getirenler olmadığınız sürece kolay olmayacaktır. Şu hâlde, Allah için şahitlik edenler olabilmeniz için adaleti tam yerine getirenler olun. "Şuhedâe lıllah=Allah için şahitlik eden kimseler" ifadesindeki "lâm" harfi, amaç bildirmeye yöneliktir. Yani, şahitlik edenler olun ki, şahitliğiniz Allah için olsun. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Şahitligi Allah için yapın." (Talâk, 2) Şahitliğin Allah için olmasının anlamı, onun hakka tâbi olması, hakkın açığa çıkması ve hakkın ihya edilmesi amacına yönelik olmasıdır. Nitekim bunu şu ifade de açıklamaktadır: "Öyleyse dogruluktan sapmayasınız diye heves-lerinize uymayın." "Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde olsa bile" Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın çıkarının aksine olsa bile, adaletin gereğini yapın. Kendi çıkarlarınıza, anne-ba-banıza ve akrabalarınıza yönelik sevginiz sizi adaletten sapmaya veya adaleti terk etmeye sürüklemesin. Buna göre şahitliğin insanın kendisinin, anne-babasının veya akrabalarının aleyhinde olması, üstlendiği şahitliğin sonuçta kendisinin veya anne-babasının ya da akrabalarının durumuna zararlı olması demektir. Zarara uğrayan kişi aracısız ve doğrudan aleyhinde şahitlikte bulunulan biri olabilir. Bir insanın babası ile bir başkası anlaşmazlığa düşmeleri ve insanın babasının aleyhine şahitlikte bulunması gibi. Zarar dolaylı ve aracılı da olabilir. Iki insanın anlaşmazlığa düşmeleri, şahitlikte bulunan kişinin yaptığı şahitlikten dolayı onlar tarafından zarara uğratılması yani, anlaşmazlığa taraf olanlardan birinin şahide zarar vermesi gibi.
"(Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir olsalar da Allah onlara daha yakındır." Arada iki şıklığı bildiren "ev" edatı olmasına rağmen tesniye zamirinin ["bihima"] zengin ve fakire dönük olması, zengin ve fakir nitelemesi ile meçhul bir varsayımın kastedilmiş
188 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
olmasından dolayıdır. Dolayısıyla bu nitelemeler, olayların meydana gelişleri ve yinelenişleri oranında yinelenirler. Mesela bir olayda zenginken insan, bir başkasında fakir olabilir. Şu hâlde konuya iki şıklılık hâlinde açıklama getirmek, açıklama amacına yönelik açıklamadaki varsayım hasebiyledir. Oysa bu iki şık, realitede ancak iki olayda tahakkuk bulabilir, bir olayda değil. Bazı bilginler de bu yönde görüş belirtmişlerdir.
Bu bakımdan ifadenin anlamı şudur: "Allah zengine, zenginliği hâlinde daha yakındır. Fakire de fakirliği hâlinde daha yakındır." Buna göre, verilmek istenen mesaj -gerçi Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir- şu olsa gerektir: Zenginin zenginliği sizin haktan sapıp ona eğilim göstermenize, fakirin fakirliği de sizin haktan ayrılarak onun hâlini gözetmenize neden olmasın. Aksine, şahitliği yüce Allah için yapın. Sonra O'nu zenginle ve fakirle baş başa bırakın. O her ikisine de daha yakındır ve onların durumuna karşı herkesten daha çok merhametlidir. O'nun rahmetinin bir gereği de hakkı, tâbi olunması zorunlu olan ve adaleti de gözetilmesi, yerine getirilmesi istenen, teşvik edilen bir olgu kılmasıdır. Adalete uymak ve hakkı üstün tutmak, insan türünün mutluluğunun temel koşullarından biridir. Bu sayede hem zenginin konumu güçlenir. Hem de yoksulun durumu düzelmiş olur. Zengin veya fakirden biri, bir olayın veya birkaç olayın şahsında sapkın veya terkedilmiş bir şahitlikten dolayı bir menfaat elde etmiş olsa bile, bu ancak hakkın zaafa uğraması ve adaletin öldürülmesi ile mümkün olabilir. Bunun adı, batılın güçlenmesi, buna karşın zorbalığın ve zulmün hayat bulmasıdır. Bu, ölümcül bir hastalıktır; insanlığın tükenişidir.
"Öyleyse doğruluktan sapmayasınız diye heveslerinize uymayın." Yani, nefsin heveslerine, kişisel arzularına uymak ve Allah için şahitlikte bulunmayı terk etmek suretiyle haktan ve adaletten sapmaktan korkun. Bu durumda, ifadenin orijinalinde geçen "en ta'dilu" kelimesi, "meful-ü leh"tir. Bir "lâm" takdir edilerek "uyma" ile ilin-tilendirilmesi de mümkündür. Yani, heveslerinize uymayın ki
Nisâ Sûresi 135 ............................................................ 189
doğruluktan saparsınız.
"Eğer eğriltirseniz yahut kaçınırsanız, (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan şüphesiz haberdardır." Ayetin orijinalinde geçen "telvû" kelimesi, "leyy" kökünden, eğmek anlamındadır. Nitekim "leyy-el lisân" yani, dili eğip büktü. Dolayısıyla şahitlikte dili eğip bükmek, eğriltmek ve şahitliğin konusunu çarpıtmaktan kinayedir. Yine ayetteki "tu'rizû=kaçınırsanız" kelimesi, ta baştan şahitliği terk etmek ve şahitlik etmekten kaçınıp yüz çevirmektir. Bazıları "telvû" kelimesini "vela, yeli, velayeten=üstlenmek" kökünden geldiğini varsayarak "ve in telû" şeklinde okumuşlardır. Buna göre ifadenin anlamı şudur: Eğer şahadet işini üstlenir ve şahitlikte bu-lunursanız yahut şahitlikten kaçınırsanız, biliniz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır, sizi yapıp ettiklerinizden dolayı cezalandırır.
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir-ul Kummî'de Imam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Bir müminin bir başka mümin üzerinde yedi hakkı vardır. Bunların içinde uyulması en gerekli olanı, kişinin kendisinin ve anne-babasının aleyhine bile olsa hakkı söylemesidir, onları gözeterek adına haktan sapmamasıdır." Imam bunu söyledikten sonra şu ayeti okudu: "Öyleyse dogruluktan sapmayasınız diye heveslerinize uymayın. Eger (şahitlik ederken) egriltirseniz yahut kaçınırsanız..." ve "yani, haktan yüz çevirirseniz." buyurdu. Ben derim ki: Burada "Adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik eden kimseler olun." ifadesinin genel olduğundan hareketle şahitlik anlamının mutlak olarak hakkı kapsayacak şekilde genelleştirilmesi söz konusudur.
Mecma-ul Beyan adlı tefsirde belirtildiğine göre, bazı müfessirler tarafından ifadeye şöyle bir açıklama da getirilmiştir: "Ayetin orijinalinde geçen 'in telvû' kelimesi, şahadeti değiştirir ve saptırırsanız; 'ev tu'rizû' kelimesi, şahitliği gizlerseniz anlamındadır." Mü-
190 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ellif, bu değerlendirmenin Imam Bâkır'dan (a.s) rivayet edildiğini belirtmiştir.
Nisâ Sûresi 136-147 ........................................................... 191
192 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
136- Ey inananlar! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz koyu bir sapıklığa düşmüştür.
137- Iman edip sonra inkâr eden, sonra yine iman edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârları artmış olan kimseleri Allah, ne bağışlayacak, ne de doğru yola iletecektir.
138- Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele!
139- Onlar, inananları bırakıp da kâfirleri dost edinirler. Onların yanında mı izzet (güç ve şeref) arıyorlar? Doğrusu izzet bütün olarak Allah'ındır.
140- O, kitapta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut alaya alındığını işittiğinizde, bundan başka bir söze geçinceye kadar kâfirlerle bir arada oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Doğrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacaktır.
141- Onlar sizi gözetleyip dururlar. Eğer size Allah'tan bir zafer (nasip) olursa, "Sizinle beraber değil miydik?" derler. Şayet kâfirlere bir pay çıkarsa, "Size üstünlük sağlayarak sizi müminlerden korumadık mı?" derler. Artık Allah, kıyamet günü aranızda hükme-
Nisâ Sûresi 136-147 ....................................................... 193
decek ve müminlere karşı kâfirlere asla yol (kanıt ve delil) vermeyecektir.
142- Münafıklar Allah'ı aldatmağa çalışırlar. Oysa O, onları aldatmaktadır. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az anarlar.
143- Arada (imanla küfrün arasında) yalpalayıp dururlar. Ne bunlara (müminlere bağlanırlar), ne de onlara (kâfirlere). Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın.
144- Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah'a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?
145- Şüphe yok ki münafıklar ateşin en alt tabakasındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.
146- Ancak tövbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini sırf Allah için yapanlar başka. Işte onlar (gerçek) müminlerle beraberdirler. Allah da yakında müminlere büyük bir mükâfat verecektir.
147- Eğer şükreder ve inanırsanız, Allah size niçin azap etsin? Allah şükrün karşılığını veren ve (her şeyi) bilendir.
"Ey inananlar! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba... inanın." Burada müminlere [iman ettikleri hâlde] ikinci kez iman etmeleri emrediliyor. Bunun [ikinci kez iman etmelerine emredilmesinin] karinesi de, ikinci imanın konusu olan "Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdigi kitaba..." ifadesindeki ayrıntıdır. Yine teker teker sayılan bu hususların her birine iman etmeyi terk etme üzerine dile getirilen tehdit ve azap vaatleri de aslında müminlerin icmalî imanlarını söz konusu gerçekleri kapsayacak şekilde yaygınlaştırmalarına yönelik bir emir olduğuna ilişkin karinelerdir. Çünkü bunlar birbirleriyle bağlantılı, birbirini gerektirici bilgilerdir.
194 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Söz gelimi; Allah'tan başka ilâh yoktur. En güzel isimler ve en yüce sıfatlar O'nundur. Bunlar da O'nun varlıkları yaratmasını, onları doğruluğa ve mutluluğa yöneltmesini, sonra onları hesaplaşma günü için diriltmesini gerektirmektedir. Bu ise ancak müjdeleyici ve uyarıcı peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi ile mümkündür. Peygamberlerin insanlar arasında bu kitaplar doğrultusunda hükmetmeleri ve onlara dünya ve ahirete ilişkin bilgiler, şeriat ve hüküm kurallarını öğretmeleriyle gerçekleşebilir. Şu hâlde, bu bilgiler ve gerçeklerden sadece birine inanmak yetmez, tümüne istisnasız inanmak gerekir. Bunların bir kısmını benimseyip bir kısmını inkâr etmek açıktan yapılıyorsa küfür, gizlice yapılıyorsa münafıklıktır. Bir müminin yukarıdaki gerçeklerin bir kısmını reddetmekle sonuçlanacak bir yolu tutması da bir tür nifaktır. Müminlerin toplumundan ayrılıp kâfirlerin toplumuna katılarak onların yönetimi altına girmek ve onları dost edinmek, onların imanın ve iman ehlinin aleyhine gerçekleştirdikleri bazı girişimleri, hakkı ve hak ehlini alaya almalarını onaylamak gibi. Bu nedenle yüce Allah, bu ayetin he-men ardından münafıkların durumunu açıklayan, onlara yönelik elem verici azap tehdidini içeren bir ifadeye yer vermiştir.
Bizim bu değerlendirmemizi, ayetin zahiri desteklemektedir ve bu değerlendirme bazı tefsir bilginlerinin şu yorumlarından daha isabetlidir. "Ey zahiren Allah'a ve Elçisine inananlar ve bunu dilleriyle söyleyenler! Batınen de inanın ki, zahirinizle batınınız uyuşsun." Yine bazı tefsir bilginleri demişlerdir ki: "inanın" ifadesi, "inanmakta sebat gösterin, imanınız üzere sabit olun." demektir. Bazılarına göre de hitap, Ehlikitap müminlerine yöneliktir. Yani, ey Ehlikitap olup da iman edenler! Allah'a, Peygamberine ve Peygamberine indirdiği kitaba, yani Kur'ân'a inanın.
Gerçi bu yorumlar, özü itibariyle doğrudurlar; ancak ifadenin akışından algıladığımız karineler farklı bir noktayı göstermektedir. Ayrıca yukarıdaki yorumların en isabetsizi de sonuncusudur. "Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gü-
Nisâ Sûresi 136-147 .................................................. 195
nünü inkâr ederse, şüphesiz koyu bir sapıklığa düşmüştür." Ayetin, "Ey inananlar! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdigi kitaba ve daha önce indirdigi kitaba inanın." şeklindeki birinci kısmı, bunların tümünün bir tutulmasına yönelik bir çağrı niteliğindedir. Çünkü bu bütünün parçaları bir bütündürler ve birbirlerinden ayrılmazlar. Dolayısıyla ayrıntı nitelikli ikinci ifadeye yer verilmesi, tümüne inanmadan öte her birine teker teker inanmanın ve herhangi birinin inkâr edilmesiyle, koyu sapıklığa düşmenin kaçınılmazlığını açıklama amacına yönelik olması nedeni iledir. Buna göre ifadenin anlamı şöyledir: Kim Allah'ı veya meleklerini ya da kitaplarını yahut elçilerini yahut da ahiret gününü inkâr ederse... Yani, kim imanın bu cüzlerinden birini inkâr ederse, şüphesiz koyu ve uzak bir sapıklığa düşmüş olur.
Şu hâlde, ayette işaret edilen olguların cem edatı olan "vav" harfiyle birbirlerine atfedilmiş olması, onların aynı hüküm altında toplandıkları yani, tümünün aynı konu ve tek hüküm etrafında birleşmeleri anlamına gelmez. Bunu derken, ancak tümünü inkâr etmenin uzak bir sapıklığa düşmek olduğu, teker teker inkârın böyle olmadığı şeklinde bir sonucun çıkarsanmaması gerektiğini kastediyoruz. Kaldı ki, Kur'ân ayetleri, bu ayette ayrıntı şeklinde sayılan hususların her birini inkâr etmenin küfür olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir.
"İman edip sonra inkâr eden, sonra yine iman edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârları artmış olan kimseleri Allah, ne bağışlayacak, ne de doğru yola iletecektir." Eğer bu ayeti, öncesinden ve sonrasından kopararak ele alırsak, yüce Allah'ın onu iman edip ardından inkâr etmek, sonra tekrar inanıp ardından tekrar inkâr etmek, sonra küfrünü gittikçe arttırmak suretiyle tekrar tekrar irtidat eden mürtetlere öngördüğü cezayı ifade etmiş olur. Yüce Allah da durumları bundan ibaret olan bu adamları bağışlamamakla, bir yola hidayet etmemekle tehdit ediyor. Böyleleri için Allah'ın rahmetinden yana bir beklenti söz konusu olmaz. Çünkü iman üzere süreklilik ve sebat göstermemişlerdir, istikrarsızlık örneği sergilemişlerdir. Allah-
196 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
'ın emrini bir oyuncak hâline getirmişlerdir. Durumu bundan ibaret olan bir kimse, doğal olarak kabul görecek ciddi bir iman üzere kalıcılık göstermez. Eğer onlar ciddi bir inanca sahip olsalardı, kuşkusuz ilâhî bağışlamanın ve hidayetin kapsamına girerlerdi. Çünkü Allah'a iman etmek suretiyle tövbe etmek bir gerçektir ve yüce Allah kullarına verdiği söz gereğince, bunu geri çevirmez. Bu hususta, "Allah'ın kabulünü üzerine aldıgı tövbe..." (Nisâ, 17) ayetini tefsirimizin dördüncü cildinin kapsamı içinde yorumlarken gerekli açıklamalarda bulunduk. Dolayısıyla ayet, durumu bundan ibaret olan insanların doğa yasasının ve geleneğin öngördüğü [ilâhî rahmet ve bağışlanma gibi] haklardan yoksun olmalarına hükmetmektedir. Ama bu, istisnaya kapalı olmayan bir genel hükümdür. Ender rastlanan bir durum bile olsa, bun-lardan birinin iman etmesi ve iman üzere kalıcı olması, sebat göstermesi mümkündür. Nitekim böyle bir sonucu, Kur'ân-ı Kerim'in şu ayetinden de algılayabiliriz: "Imanlarından, Resulün hak olduguna şahit olduktan ve kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete erdirir? Allah, zulmeden bir kavmi hidayete erdirmez... Ancak bundan sonra tövbe edenler ve salih olarak davrananlar başka. Çünkü Allah, gerçekten bagışlayandır, merhametlidir. Dogrusu, imanlarından sonra inkâr edip, sonra inkârlarını arttıranların tövbeleri kesinlikle kabul edilmez. Işte onlar, sapıkların ta kendileridir." (Âl-i Imrân, 86-90) Görüldüğü gibi ayetler, inandıktan sonra inkâr edenlerin bir kısmına ilişkin bir istisnaya yer veriyor, bağışlama ve yol göstermenin olumsuzlaşmasına karşılık olumlanabileceğine dair bir kapı açık bırakıyor. Buna karşılık imandan sonra küfrünü arttıran kimselerin tövbelerinin kabul edilmeyeceğini vurguluyor. Ayetlerin girişi, iman ettikten, Peygamberin hak olduğuna tanıklık edip apaçık ayetleri gözleriyle gördükten sonra inkâr edenlerle ilgilidir. Böyle bir inkâr da bilinç ve inat üzere düşmanlıktan kaynaklanan irtidattır. Bu durumu arttırmak, ancak inat ve serkeşliğin kalple-
Nisâ Sûresi 136-147 .................................................... 197
rinde yerleşiklik kazanması, tuğyan [azgınlık, haddi aşmak] ve büyüklenme duygusunun nefislerinde kökleşmesi ile söz konusu olabilir. Ki durumu bundan ibaret olan bir kişinin dönüp tövbe etmesi olacak iş değildir.
Ayeti, daha önce de söylediğimiz gibi tek başına ele alırsak, akışından çıkaracağımız sonuç budur. Ancak ayetler grubu, aynı akış bütünlüğüne sahip olup birbirleriyle bağlantılı olduklarına ilişkin bir işaret veya kanıttan da yoksun değildirler. Bu değerlendirmeye göre, "İman edip sonra inkâr eden..." ayeti, "Kim Allah'ı... inkâr ederse, şüphesiz koyu bir sapıklıga düşmüştür." ayetinin gerekçeli açıklaması konumundadır. Bu bakımdan iki ayetin objektif karşılığı aynı olur. Ya-ni; Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve ahiret gününü inkâr eden kimse, inanan, sonra inkâr eden, sonra inanan, ardından tekrar inkâr eden, sonra küfrünü arttıran kimsedir. O aynı zamanda, bir sonraki ayetten başlayıp ayetler grubunun sonuna kadar durumları gözler önüne serilen münafıklardandır da: "Münafıklara, kendileri için acı bir azap oldugunu müjdele!..." Bu durumda, "Iman edip sonra inkâr eden..." diye başlayan ifadenin anlamı, "Ey inananlar! Allah'a, Peygamberine... inanın." ayetine ilişkin olarak sunduğumuz yorumlar açısından farklılık arz eder.
"Ey inananlar! Allah'a, Peygamberine... inanın." ayeti, "Allah'a ve Elçisine zahiren inandığınız gibi batınen de inanın." şeklinde yorumlanırsa, bu durumda iman etme, ardından inkâr etme, sonra iman etme ve ardından tekrar inkâr etmeden maksat, münafıkların bazen müminlerle ve bazen de kâfirlerle karşılaştıklarında sürekli sergilemek durumunda kaldıkları farklı tutumlardır. Eğer ayeti "Benimsediğiniz iman niteliği üzere kalıcılık gösterin." şeklinde açıklasak, bu durumda iman, ardından küfür... vs. durumundan maksat, bildiğimiz irtidattan sonra bir kez daha irtidat etmek olur.
198 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Eğer maksadın Ehlikitab'ın Allah'a ve Resulü'ne inanmaya çağrılması olduğunu kabul edersek, bu durumda da, iman sonrası küfür vs. ile önce Musa'ya iman etme, sonra buzağıya tapınarak onu inkâr etme, sonra Uzeyir'e veya Isa'ya inanma, ardından inkâr etme ve Hz. Mu-hammed'i (s.a.a) ve Rabbinin katından getirdiği dini inkâr etmekle küfrü artırma durumu kastedilmiş olur ki, bazıları bu yönde bir açıklama getirmişlerdir.
Şayet, bizim de tercihimiz olan, icmalî imanınızı ayrıntılarda işaret edilen gerçekleri de kapsayacak şekilde genelleştirin, yorumunu esas alırsak, bu durumda, "İman edip sonra inkâr eden..." ayeti, daha sonra işaret edilen münafıkların durumuyla örtüşen bir gerekçeli açıklama niteliğinde olur. Ki münafıkların nitelikleri şu şekilde açıklanmıştır: "Onlar, inananları bırakıp da kâfirleri dost edinirler." Çünkü müminlerin topluluğundan ayrılarak kâfirlerle ilişki kuran ve onlarla bütünleşen kimse onların toplantılarına katılmaktan, onlarla kaynaşmaktan, konuşmalarına katılıp fikir beyan etmekten, yüce Allah'ın razı olmadığı bazı sözlerini onaylamaktan, dini ve dindarları rencide edici, alay edici, küçümseyici değerlendirmelerinin bir kısmını tasdik etmekten kendini alamaz. Dolayısıyla böyle bir insan, müminlerle karşılaşıp dinin herhangi bir şiarının yerine getirilmesi hususunda onlara iştirak ettiğinde, buna inanır. Kâfirlerle karşılaştığında ve onların herzelerinin bir kısmını onayladığında inkâr etmiş olur. Böylece bazen inanır, bazen de inkâr eder. Nihayet bu durum onda kalıcı bir karaktere dönüşür. Ki bu da küfürde artış demektir. Yine de Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.
Durumunda sürekli değişiklik olan, bir türlü istikrara kavuşmayan insan için tövbenin söz konusu olmamasının nedeni, yaptığına pişman olsa bile, bu pişmanlık hâli üzere sabit kalamayacak olmasıdır. Ancak tövbe eder ve tövbesinde sabit kalacak olursa, durumların değişmesiyle bu hâli sarsılmazsa, hâva ve heves kasırgaları şehevî duygularını harekete geçirmezse, elbette ki tövbesi kabul olur. Bu nedenledir ki yüce Allah, bu tür münafıkların kabul
Nisâ Sûresi 136-147 ................................................... 199
gören tövbelerini çeşitli koşullara bağlamıştır ki, değişim ve dönüşüme uğramasın. Örneğin, aşağıdaki istisna cümlesinde şöyle buyurmuştur: "Ancak tövbe edenler, (hâllerini) ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini sırf Allah için yapanlar başka."
"Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Onlar, inananları bırakıp da kâfirleri dost edinirler..." Bu ifade, münafıklara yönelik bir tehdittir. Burada onlar, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler olarak nitelendiriliyorlar. Bu niteleme, kalpleri inanmayan; ancak mümin gibi görünen münafıkları kapsadığı, onlarla en fazla örtüştüğü gibi, aynı zamanda, ta Resulullah (s.a.a) döneminden beri mümin olup da kâfirleri dost tutan, müminler topluluğundan kopan, gizlice kâfirlerle iletişim kuran ve onlardan sırdaşlar edinen bir grubu da kapsamaktadır. Bu değerlendirme, söz konusu münafıklarla, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinen bir grup müminin kastedilmiş olması ihtimalini az da olsa güçlendirmektedir. Hemen devamındaki ayetin zahiri de bunu destekler niteliktedir: "O, kitapta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildigini... işittiginizde... kâfirlerle bir arada oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz." Çünkü bu açıklama, münafıklara yönelik bir tehdittir, ancak hitap müminleredir. Bunu, yüce Allah'ın onların nifak içindeki durumlarını tasvir ederken kullandığı şu ifade de desteklemektedir: "Allah'ı da pek az anarlar." Böylece az da olsa Allah'ı andıkları vurgulanıyor. Bu ise, kalpleri kesinlikle inanmamış münafıkların durumuyla örtüşmekten uzak bir nitelemedir.
"Onların yanında mı izzet arıyorlar? Doğrusu izzet bütün olarak Allah'ındır." Mevcut veriyi inkâra dönük bir sorudur bu. Ardından inkârın içerdiği cevap ifade ediliyor. Çünkü şeref ve üstünlük egemenliğin, mülk sahibi oluşun bir ayrıntısıdır. Mülk ve egemenlikse, sadece Allah'ındır: "De ki: Allah'ım, (ey) mülkün (egemenligin) sahibi, diledigine mülkü (egemenligi) verirsin, dilediginden mülkü (egemenligi) çekip-alırsın; diledigini aziz kılar, diledigini alçaltırsın." (Âl-i Imrân, 26)
200 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
"Kitapta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut alaya alındığını işittiğinizde... kâfirlerle bir arada oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz..." Bununla En'âm suresindeki şu ifadeler kastediliyor: "Ayetlerimiz hakkında alaylı konuşmaya dalanları gördügünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir. Eger şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler toplulugu ile oturma." (En'âm, 68) Bilindiği gibi En'âm suresi Mekke döneminde, Nisâ suresi de Medine döneminde inmiştir. Tefsirini sunduğumuz ayetin, En'âm suresindeki ayete işaret ediyor olmasından şu sonucu algılıyoruz: Kur'ân'da bazen hitap özel olarak Peygamber efendimize (s.a.a) yöneltilir; ama onunla ümmetin geneli kastedilir.
"yoksa siz de onlar gibi olursunuz." ifadesi, öncesindeki yasağın, yani onlarla oturmayı yasaklayan ifadenin gerekçesi konumundadır. Şöyle ki biz size bunu yasakladığımız için onlarla oturmamalısınız. Çünkü siz -buna rağmen- onlarla oturursanız, onlar gibi olursunuz.
"Dogrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacaktır." ifadesi ise, işin sonucu yani, cehennemde toplanma açısından bir benzerliğin olduğunu vurgulamaya yöneliktir.
"Onlar sizi gözetleyip dururlar. Eğer size Allah'tan bir zafer (nasip) olursa..." Ayette geçen "yeterebbesûne" kelimesinin mastarı olan, "tarabbus" kelimesi "beklemek, gözetlemek" demektir. "Nestehviz" kelimesinin mastarı olan "istihvaz" ise, üstünlük sağlayıp musallat olma anlamını ifade eder.
Bu da münafıklara ait bir diğer niteliktir. Çünkü onlar hem müminlerle, hem de kâfirlerle bağlarını korumaya, ilişkilerini sürdürmeye özen gösteriyorlardı. Iki grubu kolluyorlardı, hangisinin durumu iyiyse ondan yararlanıyorlardı. Eğer müminlere fetih nasip olmuşsa, "Biz sizinle beraberdik. Elde ettiğiniz ganimet gibi şeylerde bizim de payımız vardır." derlerdi. Şayet kâfirlere bir pay çı-
Nisâ Sûresi 136-147 ................................................... 201
karsa, "Size üstünlük sağlamadık mı, sizi müminlere karşı savunmadık mı?" derlerdi. Yani sizi, onların inandıkları şeylere inanmaktan alıkoyduk; onlarla birleşmenize engel olduk. Şu hâlde, sizin elde ettiğiniz kazançta bizim de payımız vardır. Ya da bizim sizin üzerinizde minnet hakkımız var. Çünkü bu şeylerin elde edilmesini biz sağladık.
Müfessirlerden bazıları şöyle demişlerdir: Yüce Allah bu ayette müminlere vaat edilenin zafer olduğunu vurgulamak amacıyla, onların başarılarını "zafer" kavramıyla tanımlamıştır; kâfirlerin elde ettikleri sonuçların önemsizliğini bildirmek için de, onların mevziî başarılarını "pay" olarak nitelemiştir. Çünkü yüce Allah, müminlere fetih bahşedeceğini ve onların velisi olduğunu vaat ettikten sonra, kâfirlerin elde ettikleri mallar bir değer taşımamaktadır. "Pay"ın değil de "zafer"in Allah'a nispet edilişi de bu yüzden olsa gerektir. "Artık Allah, kıyamet günü aranızda hükmedecek ve müminlere karşı kâfirlere asla yol (kanıt ve delil) vermeyecektir." Bütün münafıkları ve kâfirleri de kapsamakla beraber, hitap bütün müminlere yöneliktir. "Müminlere karşı kâfirlere asla yol (kanıt ve delil) vermeyecektir." ifadesi ise, ahirette hükmün kâfirlerin aleyhine ve müminlerin lehine olacağını belirtmektedir. Bunun aksi hiçbir zaman olmayacaktır. Aslında bu açıklama münafıklar açısından ümit kırıcı bir karamsarlıktır. Öyleyse münafıklar karamsar olsunlar, üzülsünler. Çünkü sonunda müminler kâfirlerden üstün olacaklardır, onlara galip geleceklerdir. Yol vermeme şeklindeki olumsuzlamanın, hem dünyayı, hem de ahireti kapsıyor olması da mümkündür. Buna göre müminler, imanlarının gereklerini yerine getirdikleri sürece, Allah'ın izniyle daima galip gelirler. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Sakın gevşemeyin, üzüntüye kapılmayın. Eger mümin iseniz, üstün olan sizsiniz." (Âl-i Imrân, 139)
"Münafıklar Allah'ı aldatmağa çalışırlar. Oysa O, onları aldatmaktadır." Ayetin orijinalinde geçen "yuhadiûne" fiilinin mastarı "muhadaa" kelimesi, "Hûd'a" kökünden aldatma eyleminde çok-
202 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
luğu veya şiddeti ifade eder. [Yani "yuhadiûne" fiili ile "yehdeûne" fiilinin sadece çokluk ve şiddet hususunda birbiriyle farkı vardır.] Çünkü kelime yapısında harf artışı, anlam artışına delâlet eder [aynı anlamı ifade eden ancak birinin harfi diğerinden fazla olan kelimelerde bu kural geçerlidir].
"Oysa O, onları aldatmaktadır..." ifadesi, cümle içinde gramer açısından "hâl" fonksiyonunu görür. Yani, Allah onları aldattığı hâlde, onlar Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Dolayısıyla ifadenin anlamını şu şekilde yorumlamak gerekir: Bunlar görünürde iman olarak beliren nifak menşeli amelleriyle, müminlerin toplantılarına katılmaları, onlarla birlikte görünmeleri gibi davranışlarıyla Allah'ı, diğer bir ifadeyle Peygamberi (s.a.a) ve müminleri aldatmak istiyorlar. Iman görünümlü ve gerçeklikten yoksun amelleriyle onlardan çıkar sağlamaya çalışıyorlar. Oysa, onları bu tür amellerle baş başa bırakanın, onları bu gibi davranışlardan alıkoymayanın yüce Allah olduğunu kavrayamıyorlar. Bu, Allah'ın onları aldatması, kötü niyetlerinden ve çirkin amellerinden dolayı onları cezalandırmasıdır. Dolayısıyla onların Allah'ı aldatmaya çalışmaları, bizzat Allah'ın onları aldatmasıdır.
"Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az anarlar." Münafıklara ilişkin niteliklerden bir başkası da, namaza kalktıkları zaman üşenerek ve insanlara gösteriş yapmak için kalkmalarıdır. Namaz, içinde Allah- 'ın anıldığı en üstün ibadetlerden biridir. Eğer onların kalpleri Rablerine bağlı olsaydı, O'na inansaydı, Allah'a ve O'nu zikretmeye yönelirken tembellikleri, üşengeçlikleri, ağırdan almaları tutmazdı. Amellerini insanlara gösteriş yapmak için yerine getirmezlerdi. Sonuçta da kalp bağlılığının ve gönül meşguliyetinin, ilgililiğinin bir göstergesi olarak Allah'ı çokça anarlardı.
"Arada (imanla küfrün arasında) yalpalatılıp dururlar. Ne bunlara (müminlere bağlanırlar), ne de onlara (kâfirlere)..." Mecma-ul Beyan adlı tefsirde deniliyor ki: "Araplar derler ki: 'Zebzebtuhu fezebzebe' Yani, sallayıp hareket ettirdim, o da salınıp hareket etti.
Nisâ Sûresi 136-147 ........................................................ 203
Şu hâlde, fiil, havada asılı duran bir şeyi sallamak anlamını ifade eder." Mecma-ul Beyan'dan aldığımız alıntı burada son buldu. Buna göre, "muzebzeb", bir şeyin iki taraftan birine bağlanmaksızın aralarında gidip gelmesi, yalpalayıp sallanması demektir. Işte bu, münafıkların özelliğidir. Bunların arasında, yani iman ve küfür arasında yalpalayıp dururlar. Ne gerçek bir mümin gibi sadece müminlere bağlanırlar, ne de gerçek bir kâfir gibi sadece kâfirlere."
"Allah'ın şaşırttıgı kimseye asla bir (çıkar) yol bulamazsın." Bu ifade, bundan önce, arada yalpalayıp duran münafıklara ilişkin değerlendirmenin açıklaması ve gerekçesi niteliğindedir. Buna göre, onların taraflardan birine tam olarak bağlanmaksızın arada bocalayıp durmalarının sebebi, yüce Allah'ın onları şaşırtması, yoldan uzaklaştırmasıdır. Onların dönüp izleyecekleri bir yol yoktur. Aynı gerekçeyledir ki, onlar hakkında "mütezebzibîn=yalpalayaıp duranlar" ifadesi yerine "müzebzebîn=yalpalayıp durmaya maruz bırakılanlar" ifadesi kullanılmıştır. Demek isteniyor ki: Onlar bu tür bir sallanmaya, ilâhî kahır sonucu maruz kalmışlardır. Bu hareketleri tatmin edici değişmez bir hedefe yönelik değildir.
"Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin... Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın." Ayette geçen "sultan" kelimesi, kanıt ve belge demektir. "ed-Derek" -bazen de "ed-derk" olarak okunur- kelimesi ile ilgili olarak Ragıp el-Isfahanî şunları söyler: "Derek" kelimesi, "derec" kelimesiyle aynı anlamı ifade eder. Fakat, "derec"de yukarı doğru yükseliş esas alınırken, "derek"de aşağıya doğru alçalış esas alınır. "Cennet dereceleri" ve "Cehennem derekeleri" ifadelerinde, kelimelerin bu özellikleri esas alınmıştır. Aynı şekilde cehenneme yuvarlanışın tasviri açısından "haviye" niteliği kullanılmıştır. [Haviye de "hüviyy" kökünden düşüşü ifade eder.] Ra-gıp'tan aldığımız alıntı burada son erdi. Görüldüğü gibi ayet, müminlerin kâfirleri dost tutup müminle-
204 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
rin dostluğunu terk etmelerini yasaklıyor. Ikinci ayet ise, münafıklara yönelik sert bir tehdit içermek suretiyle bu yasağı gerekçelendiriyor. Bunun nedeni, yüce Allah'ın bu davranışı nifak olarak değerlendirmesidir. Müminleri bu yüzden böyle bit tutumdan sakındırıyor. Ayetlerin akışı bize gösteriyor ki, "Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin." ifadesi, önceki açıklamalardan çıkan bir sonuç ya da onlara ilişkin bir ayrıntı konumundadır. Ayetin bu kanıtsallığı, bir bakıma açık bir dille şunun söylenmiş olması hükmüne geçer: Önceki ayetlerde, müminler içinde hasta kalpli ve zayıf imanlı kimselerin durumu gözler önüne serildi. Ve onlarla ilgili olarak münafıklar nitelemesi kullanıldı. En azından münafıklar nitelemesinin kapsamına onların da girdiği vurgulandı. Ardından, bu yasak alana yaklaşmamaları ve Allah'ın öfkesine maruz kalmamaları hususunda müminlere öğüt verildi. Ta ki onlar, kendi aleyhlerine olmak üzere Allah'a açık bir kanıt vermiş olmasınlar. Aksi takdirde O, onları dünya hayatında şaşırtır, aldatır ve iki taraf arasında sallandırır. Sonra durumu bundan ibaret olanların tümü ile kâfirleri cehennemde bir araya getirir. Ardından onları ateşin en alt tabakasına yerleştirir. Onlarla, yardım edecek ve şefaat edecek herkesin arasını ayırır.
Yukarıda üzerinde durduğumuz bu iki ayetten sırasıyla şu hususlar anlaşılıyor:
Birincisi: Saptırma, aldatma ve bunlar gibi ilâhî gazapların tümü, her şeyden önce kulların amellerinden kaynaklanan apaçık bir kanıttan dolayı belirginleşir. Bu, mukabelede bulunma ve amelin karşılığını verme ilkesine dayalı olarak gerçekleşen bir yüz üstü, yardımsız bırakma durumundan başka bir şey değildir. Haşa, yüce Allah, onlar tarafından gerektirici bir amel olmaksızın insanlara kötülükle muamele etmekten, onları bedbaht kılmaktan münezzehtir, yücedir. Bu bakımdan, "Allah'a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?" ifadesi, "Onunla sadece fasıkları saptırır." (Bakara, 26) ifadesiyle aynı anlamı vurgulamaya yöneliktir.
Nisâ Sûresi 136-147 ........................................................ 205
İkincisi: Cehennemde cehennemlikler için mertebeler vardır. Bun-lar alçaklık düzeyleri itibariyle farklılık arz ederler. Doğal olarak mertebe alçaldıkça azabın şiddeti de artar. Yüce Allah bunlara "dereke" adını verir.
"Ancak tövbe edenler, (hâllerini) ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini sırf Allah için yapanlar başka." Bu ifade, "Şüphe yok ki münafıklar ateşin en alt tabakasındadırlar..." cümlesinde, münafıklara yönelik olarak yer verilen azap tehdidinden bir istisnadır. Bunun kaçınılmaz sonucu da onların münafıklar topluluğundan ayrılıp müminler safına katılmalarıdır. Bu yüzden istisnanın devamında onların müminlerle beraber olduğundan söz edilmiş, bütün müminlerin sevaba nail olacakları belirtilmiştir: "İşte onlar (gerçek) müminlerle beraberdirler. Allah da yakında müminlere büyük bir mükâfat verecektir." Bu arada yüce Allah, münafıklardan istisna ettiği bu kimseler hakkında birkaç ağır nitelik zikretmektedir. Nifakın kökleri ancak bu niteliklerle kazınabilir çünkü. Başta tövbeden söz ediliyor, Allah- 'a dönmekten yani. Ama uslanmadıkça, nefiste ve amelde bozulan unsurlar ıslah olmadıkça, kişilik ve davranışları düzelmedikçe, tek başına dönmek ve tövbe etmek yetmez. Allah'a sımsıkı sarılıp yapışmadıkça, yani Kitabına ve Peygamberinin (s.a.a) sünnetine tâbi olmadıkça, ıslah olmak da kâr etmez. Çünkü Allah'a gitmek için O'nun belirlediğinden başka yol yoktur. O'nun belirlediğinin dışındaki yollar şeytana aittir.
Ancak, dini sırf Allah'a özgü kılmadıkça, Allah'a sarılmak da -ki Allah'a sarılmak dinin kapsamı içindedir- fayda vermez. Çünkü şirk, zulümdür; affedilmez, bağışlanmaz. Bunlar tövbe edip Allah'a dönerlerse, bütün bozukluklarını ıslah ederlerse, Allah'a sarılırlarsa ve dinlerini sırf Allah'a özgü kılarlarsa, bu durumda mümin olurlar; imanları şirk lekesinden arınır, nifaktan yana güvencede olup doğru yolu bulurlar. Yüce Allah, bir ayette şöyle buyurmuştur: "Işte güven onlarındır ve dogru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm, 82) Ayetin akışından anladığımız kadarıyla, müminlerden maksat,
206 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
imanlarında samimi salt müminlerdir. Yüce Allah onları tövbe edenler, hâllerini ıslah edip düzeltenler, sımsıkı Allah'a sarılanlar ve dinlerini Allah'a özgü kılanlar olarak tanımlamıştır. Bu nitelikler, yüce Allah'ın kitabında, onlarla ilgili olarak sıraladığı tüm ayrıntıları da kapsayacak mahiyettedir. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "Gerçekten müminler kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler..." (Mü'minûn, 1-3) "Rahmanın kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde mütevazi olarak yürürler ve cahiller kendilerine laf attıgında 'Selâm' derler. Gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyama durarak geçirirler..." (Furkan, 63-64) "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdigin hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla kabullenmedikçe inanmış olmazlar." (Nisâ, 65)
Kur'ân'da mümin niteliği, aksini gösteren bir karineyle kayıtlı olmaksızın mutlak olarak kullanıldığında yukarıdaki tabloda tasvir edilen anlamı ifade eder.
Yüce Allah, "İşte onlar, (gerçek) müminlerle beraberdirler." buyurmuş; buna karşın, "Onlar müminlerdendir." buyurmamıştır. Bunun nedeni şudur: Onlar ilk başta bu nitelikleri gerçekleştirmek suretiyle müminlere katılmayı hakkediyorlar, ama bu nitelikler onlar üzerinde kalıcı birer vasfa dönüşmedikçe onlardan olamazlar. Ne demek istediğini artık varın siz anlayın!
"Eğer şükreder ve inanırsanız, Allah size niçin azap etsin?" Ayetin zahiri gösteriyor ki, hitap müminlere yöneliktir. Çünkü ayetlerin akışı, onlara yönelik hitap üzere sürüyor. Onlara bu şekilde hitap ediliyor ve büsbütün imandan soyutlanmışlar gibi iman nitelikleri görmezlikten geliniyor. Çünkü, bu tarz hitapların özelliği budur. Bu, yüce Allah'ın onlara azap etmeye ihtiyacının olmadığından kinayedir. Demek isteniyor ki: Onlar, şükretmeyi ve inanmayı terk etmek suretiyle azabı hakketmezlerse, yüce Allah onlara azabı ge-
Nisâ Sûresi 136-147 ................................................... 207
rekli kılacak değildir. Çünkü onlar azabı gerektirici davranışları tercih etseler bile, Allah'ın bu azaptan bir yararı söz konusu olmaz. Onların varlığı Allah'a zarar vermez ki, azap yoluyla onları bertaraf etme, kendisinden defetme yönüne gitsin. Buna göre şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: "Siz, gereken hakkını vermek suretiyle Allah'ın bahşettiği nimetlere karşı şükrettiğiniz ve ona iman ettiğiniz sürece, size azabı gerektiren bir durum olmaz. Allah, şükrün karşılığını verendir; kendisine şükredenler ve inananlara karşılığını verir ve (her şeyi) bilendir; onları başkalarıyla karıştırıp yanlışlık yapmaz." Bu ayet gösteriyor ki, azaba duçar olanların çarpıldıkları azap onların kendilerinden kaynaklanıyor, Allah'tan değil. Yine azabı gerektirici sapıklık, şirk ve günah gibi olgular için de aynı durum geçerlidir. Eğer bunlar, Allah'tan olsalardı, bunların gereği olarak gündeme gelen azap da O'ndan olurdu. Çünkü müsebbep, sebebin dayandığı kaynağa dayanır.
AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir-ul Ayyâşî'de, Zürare, Hamran ve Muhammed b. Müslim Imam Bâkır (a.s) ve Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "Iman edip sonra inkâr eden, sonra yine iman edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârları artmış olan kimseleri..." ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurduklarını rivayet ederler: "Bu ayet, Osman'ın Mısır'a gönderdiği Abdullah b. Ebi Sarh hakkında inmiştir. Sonra bu adamın orada küfrü artmış, sonunda iman namına bir şeyi kalmamıştı." [c.1, s.280, h:287]
Yine aynı eserde, Ebu Basir'den şöyle rivayet edilir: Imam Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini işittim: "Iman edip sonra inkâr eden... ayeti, şarap içmenin haram olduğunu söyleyip sonra şarap içen, zinanın haram olduğunu söyleyip ardından zina eden, zekât vermenin farz olduğunu söyleyip de vermeyen kimseler hakkında inmiştir." [c.1, s.280, h:289]
208 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Ben derim ki: Bu rivayette, ayetin küfrün tüm mertebelerine genelleştirilmesi esas alınmıştır. Küfrün bir mertebesi de farzları terk etmek ve haramları işlemektir. Bu, aynı zamanda önceki açıklamaları da destekler mahiyettedir.
Aynı eserde, Muhammed b. Fudayl aracılığıyla Imam Rıza'dan (a.s), "O, kitapta size şöyle indirmişti ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildigini... işittiginizde... kâfirlerle bir arada oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "Bir adamın hakkı inkâr ettiğini, hakkı yalanladığını, hak ehline dil uzattığını duyduğun zaman, hemen yanından kalk, onunla birlikte oturma." [c.1, s.280, h:290]
Bu anlamı destekleyen birçok rivayet vardır. Uyûn-i Ahbar-ir Rıza (a.s) adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Salt Harevi aracılığıyla Imam Rıza'dan (a.s), "Allah... müminlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Yani, yüce Allah müminlere karşı kâfirlere bir kanıt, bir hüccet vermeyecektir. [Dolayısıyla ayetteki "yol"dan maksat, kanıt ve delildir.] Yüce Allah, kâfirlerin kendilerine gönderilen elçileri haksız yere öldürdüklerini haber vermiştir. Onların peygamberlerini haksız yere öldürmelerine rağmen, yüce Allah, onlara peygamberlere karşı kullanabilecekleri bir hüccet vermemiştir." [c.2, s.204]
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ibn-i Cerir Hz. Ali'den (a.s), "ve müminlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Yani, [müminlere karşı kâfirlere] ahirette [yol vermeyecektir]."
Ben derim ki: Daha önce, ifadenin zahirinin ahirete işaret ettiğini belirtmiştik. Fakat cümleyi öncesinden ve sonrasından bağımsız olarak ele alırsak, dünya hayatındaki kanıtı da kapsayacak şekilde genellik kazanır.
Uyûn-u Ahbar-ir Rıza adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Hasan b. Faddal'dan şöyle rivayet eder: Imam Ali b. Musa Rıza'dan (a.s) "Münafıklar Allah'ı aldatmaga çalışırlar. Oysa O, onları aldat-
Nisâ Sûresi 136-147 .................................................. 209
maktadır." ayetini sordum. Imam şöyle buyurdu: "Yüce Allah aldatma eylemine baş vuracak değil. Ancak kendisini aldatmak isteyen bu münafıkları, aldatma yönündeki girişimlerine karşılık cezalandıracaktır."
Tefsir-ul Ayyâşî'de Mes'ade b. Ziyad'dan, o da Cafer b. Muhammed'den, o da babasından şöyle rivayet eder: Resulullah'a (s.a.a), "Yarınki (ahiretteki) azaptan kurtulmak için ne yapmak gerekir?" diye soruldu. Buyurdu ki: "Kurtuluş, Allah'ı aldatmamanızdır. Aksi takdirde O, sizi aldatır. Çünkü bir kimse Allah'ı aldatırsa, Allah onu aldatır; iman niteliğini üzerinden çekip çıkarır. Böyle biri gerçekte, eğer farkına varırsa, kendisini aldatmış olduğunu görür." Birisi dedi ki: "Allah nasıl aldatılır?" Buyurdu ki: "Adam Allah'ın emrettiklerini yapar, fakat onunla başka birini amaçlar. Allah'tan korkun, riyadan da kaçının. Çünkü riya, Allah'a ortak koşmaktır. Riyakâr insan, kıyamet günü dört isimle çağrılır: Ey kâfir! Ey günahkâr! Ey hain! Ey hüsrana uğramış! Boşa gitti amellerin, yok oldu ecrin. Bugün sana bir pay yok. Git ecrini, kimin için amel ettiysen ondan iste." [c.1, s.283, h.295]
el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu'l Muaza Hassaf'tan merfu olarak şöyle rivayet eder: Emir-ül Müminin Ali (a.s) buyurdu ki: "Kim Allah'ı gizlice anarsa, O'nu çok anmış olur. Münafıklarsa, Allah'ı açıktan anarlar ve gizlice anmazlardı. Bu yüzden yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmuştur: Insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az anarlar." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.501, h.2]
Bu rivayette Allah'ı az zikretmeye, anmaya ilişkin son derece latif, incelikli bir diğer anlam sunuluyor.
ed-Dürr-ül Mensûr'da, Ibn-i Münzir Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Takva ile beraber işlenen bir amel az olmaz. Kabul gören bir amel az olur mu hiç?"
Ben derim ki: Bu da incelikli ve latif bir anlamdır. Özü itibariyle, önceki rivayetin içeriğine dönüktür.
210 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Aynı eserde Müslim, Ebu Davut ve Beyhaki -kendi Süneninde- Enes'ten ["Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar..." ayeti hakkında] şöyle rivayet ederler: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "İşte bu, münafıkların namazıdır. Münafık yerinde oturur ve güneşi gözetler. Güneş şeytanın boynuzları arasına gelince, yerinden kalkar ve dört kere yeri gagalar gibi başını yere değdirir. O sırada da Allah'ı çok az zikreder."
Ben derim ki: Bu hadiste, Allah'ı az zikretmenin ifade ettiği bir diğer anlama işaret ediliyor. Çünkü namaz kılan bu gibi kişilerin zikri sadece namaza kalkarak Allah'a yönelmekten ibarettir. Oysa huzur-i kalp, gönül rahatlığı, tam bir sükûnet ve güvenceyle namaz kılarak Allah'ı anmaya dalmaları mümkündür.
Hadiste geçen, güneşin şeytanın boynuzları arasına gelmesi ifadesi ile, batı ufkuna doğru batmaya yüz tutuşu kastedilmiştir. Bu ifadede gece ve gündüz, Âdem oğlunu dürtükleyen ya da gece gündüzde kendini ona gösteren şeytanın iki boynuzuymuş gibi tasvir ediliyor.
Aynı eserde, Abd b. Hamid, Buharî kendi Tarihinde, Müslim, Ibn-i Cerir ve Ibn-i Münzir, Ibn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Münafık iki sürü arasında şaşırıp kalan (tek gözü kör) bir koyuna benzer. Bazen ona, bazen buna uyar; hangisini izleyeceğini bilmez."
Aynı eserde, Abdurrezzak, Ibn-i Münzir, Ibn-i Ebu Hatem ve Ibni Mürdeveyh, Ibn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Kur'ân'ın her neresinde 'sultan' kelimesi geçiyorsa, hüccet, kanıt anlamını ifade eder."
Yine aynı eserde, Ibn-i Ebi Şeybe, Mervezi -Zevaid-uz Zuhd adlı eserde- ve Ebu Şeyh b. Hibban, Mekhul'dan şöyle rivayet ederler: Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu haber aldım: "Allah'ın kulu kırk gün dini Allah'a özgü kılmış ihlâslı biri olarak uyanırsa, kalbinden diline doğru hikmet pınarları fışkırır."
Ben derim ki: Bu hadis meşhurdur. Aynı lafızlarla veya aynı anlamı ifade eden başka lâfızlarla birçok rivayet kanalından aktarıl-
Nisâ Sûresi 136-147 ............................................................ 211
mıştır.
Aynı eserde belirtildiğine göre Hakim, Tirmizi -Nevadir-ul Usul adlı eserde- Zeyd. b. Erkam kanalıyla Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kim içtenlikle, ihlâslı olarak 'la ilâhe illallah' (Allah'tan başka ilâh yoktur) derse, cennete girer." Orada bulunanlar dediler ki: "Ya Resulullah, bunda ihlâsın belirtisi nedir?" Buyurdu ki: "Bu sözün, söyleyen kişiyi haramlardan kaçındırmasıdır."
Ben derim ki: Aynı anlamı içeren (müstefiz haddinde) birçok rivayet vardır. Gerek Ehlisünnet, gerekse Şiî kaynaklarda Resulullah'tan (s.a.a) ve Ehlibeyt Imamlarından (a.s) rivayet edilmiştir. Inşallah yeri gelince, naklolan bu rivayetlerin geneli üzerinde duracağız.
Bu ayetlerin iniş sebepleri bağlamında, birbirinden farklı değişik rivayetler aktarılmıştır. Daha çok uyarlama ve somut bir olguyla örtüştürme türünden rivayetler oldukları için, -gerçi doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir- burada yer vermeyi uygun görmedik.
212 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Nisâ Sûresi 148-149 ....................................................... 213
148- Allah kötü sözün söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka. Allah işitendir, bilendir.
149- Bir iyiliği açığa vurur veya gizlerseniz yahut bir kötülüğü (açığa vurmayarak) affederseniz, (bilin ki) Allah da affedicidir, (her şeye) güç yetirendir.
"Allah kötü sözün söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka." Ragıp el-Isfahanî el-Müfredat adlı eserinde "el-cehr" maddesi ile ilgili olarak şunları söyler: "Bir şeyin görme veya işitme organı açısından aşırı bir şekilde zahir oluşu, açığa çıkışı 'cehere' fiiliyle ifade edilir. Görme duyusunu baz alırsak; Araplar, 'reeytuhu ciharen=onu açık bir şekilde gördüm.' derler. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız.' [Bakara, 55] 'Bize Allah'ı apaçık göster.' [Nisâ, 153]" Ragıp devamla şöyle der: "Işitme duyusu açısından kelimenin kullanımına da şu ayeti örnek gösterebiliriz: 'Aranızdan sözü gizleyen de, onu açık söyleyen de... birdir.' [Ra'd, 10]" Müfredat'tan alınan alıntı burada son buldu.
Kötü söz, beddua, birine onda olan ve olmayan ayıplar ve kötülüklerle sövmek gibi insanı inciten, rahatsız eden sözler demektir. Işte bunların hiçbirinin açıktan söylenmesini, açığa vurulmasını yüce Allah sevmez. Bilindiği gibi yüce Allah, biz insanların veya bizimle aynı duyguları paylaşan diğer canlıların sahip oldukları tür-
Nisâ Sûresi 148-149 ....................................................... 213
den bir sevgiden ve buğzdan (nefretten) münezzehtir. Ancak emir ve yasak olguları, bizim açımızdan, doğamız gereği sevgi ve buğzdan kaynaklandıkları için, isteme ve istememe yani emretme ve yasaklamadan kinaye olarak sevgi ve buğz ifadeleri kullanılmıştır. Dolayısıyla, "Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez." ifadesi, haramlığı ve keraheti kapsayacak şekilde teşriî sevmemeden kinayedir.
"Ancak haksızlıga ugrayan başka." ifadesi, munkatı (kopuk) istis-nadır. Yani, haksızlığa uğrayan kimsenin, kendisine haksızlık eden kimse hakkında, haksızlığıyla ilgili olarak kötü sözü açıkça söylemesinin bir sakıncası yoktur. Bu, haksızlığa uğrayan kişinin ancak haksızlık edenin zulmünü açıklayıcı, haksızlıkla ilgili kötülüğünü ortaya çıkarıcı nitelikte kötü söz söyleyebileceğine ilişkin bir karine konumundadır. Fakat, bunun ötesine geçerek haksızlık eden kimsede olmayan kötülükleri saymak ya da yaptığı haksızlıkla ilgisi olmayan başka şeylerden söz etmekle ilgili olarak ayette bunun caiz olduğuna ilişkin bir kanıt yoktur.
Tefsir bilginleri, "kötü söz" ifadesi ile, neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazısına göre, bundan maksat, bedduadır. Bazısı, haksızlık yapanın zulmünü ve tecavüzünü zikretmektir, demişlerdir vs. Fakat bunların tümü de ayetin mutlak ifadesinin kapsamı içindedir. Dolayısıyla genel ifadeyi, bunlardan birine özgü kılmayı gerektirici bir durum söz konusu değildir.
"Allah işitendir, bilendir." ifadesi, "Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez." cümlesinden algılanan yasağı pekiştirir mahiyettedir. Yani, zulme uğramış bir kimsenin dışındakilerin açıkça kötü söz söylemeleri uygun düşmez. Çünkü Allah işitendir, sözleri işitir; bilendir, söylenen sözleri bilir.
"Bir iyiliği açığa vurur veya gizlerseniz yahut bir kötülüğü (açığa vurmayarak) affederseniz, (bilin ki) Allah da affedicidir, (her şeye) güç yetirendir." Bu ayet, önceki ayetle bir şekilde bağlantılıdır. Çünkü,
214............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
nimetleri bahşeden birinin insana yaptığı nimet bağışına karşılık teşekkürün bir ifadesi olarak hayır sözünü açıktan söylenmesini, kötü sözün ve zulmün affederek zalime karşı kötü sözü açıktan söylenmemesini kapsamaktadır.
İyiyi açığa vurmak, onu görünür şekilde yapmaktır. Hakkeden birine açıktan infak etmek gibi. Her maruf davranışı da bu kapsama alabiliriz. Çünkü, bu tür davranışlarda din sözünün yüceltilmesi ve insanların maruf davranışlara teşviki söz konusudur. Ya da sözlü olarak açığa vurmaktır. Bir nimeti verene açıktan teşekkür etmek ve sözlü olarak ondan iyilikle söz etmek gibi. Bu da kadirbilirliğin ve nimet ehlini teşvik etmenin ifadesidir.
İyiliği gizlemek ise, maruf fiilleri gizlice yapmak demektir. Ki riyadan iyice uzak ve ihlâsa iyice yakın olsun. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Eger gizleyerek fakirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır ve sizin günahlarınızdan bir kısmını kapatır." (Bakara, 271) Kötülüğü affetmek, sözlü olarak onun üzerini örtmektir. Bir insanın kendisine haksızlık edenin haksızlığından söz etmemesi, onu insanlar arasında rencide etmemesi, açıktan açığa ona kötü bir söz söylememesi gibi; fiilî olarak da ona, kötü bir karşılıkta bulunmaması, caiz olmasına karşın ondan öç almamasıdır. Yüce Allah zalimlerden öç almanın caiz olduğu hususunda şöyle buyurmuştur: "Size zulmedene siz de zulmettigi kadarıyla karşılık verin. Allah'tan korkun." (Bakara, 194)
"Allah affedicidir, (her şeye) güç yetirendir." ifadesi, müsebbep yerine konulmuş sebep konumundadır. Bu açıdan ifadenin takdirî açılımı şöyle olur: Eğer kötülüğü affederseniz, Allah'ın kemal sıfatlarından biriyle sıfatlanmış olursunuz. -Kötülüğe karşılık verme gücüne sahip olmakla beraber onu affetmek yani.- Çünkü yüce Allah, her şeye gücü yeten olduğu hâlde affedicidir. Şu hâlde bir ceza, ancak bazı koşulları itibariyle ceza olma niteliğini kazanır. Iyiliği açıktan yapmak veya gizliden yapmak, yani her hâlükârda iyilik etmek de ulu Allah'ın bir vasfıdır. Ayetin bu hususa i-
Nisâ Sûresi 148-149 .................................................... 215
lişkin bir işaret barındırıyor olması ihtimal dışı değildir.
AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Mecma-ul Beyan tefsirinde şöyle bir değerlendirmeye yer veriliyor: "Yüce Allah, intikam amacıyla açıkça sövmeyi, kötü söz söylemeyi sevmez. Ancak haksızlığa uğrayan hariç. Böyle bir kimsenin dinde öç almanın caiz olduğu bir hususta, kendisine haksızlık edenden öç almasında bir sakınca yoktur. Bu görüş, Imam Bâkır'- dan (a.s) rivayet edilmiştir."
Tefsir-ul Ayyâşî'de Ebu'l Carud kanalıyla Imam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Kötü sözü açıkça söylemek, bir insanda olan kötülükleri anlatmaktır." [c.1, s.283, h:297]
Tefsir-ul Kummî'de deniyor ki: "Bu ayetin tefsirine ilişkin bir diğer hadis şöyledir: Bir adam yanına gelse, sende olmayan birtakım iyiliklerden söz etse, seni övse, yapmadığın salih amelleri sıralasa, sakın bunu kabul etme ve onu yalanla. Çünkü o sana zulüm etmiştir."
Tefsir-ul Ayyâşî'de müellif kendi rivayet zinciriyle Fadl b. Ebu Kurra'dan, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak haksızlıga ugrayan başka." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Bir kimse bir topluluğu konuk etse, ancak onları konuk ederken kötü davransa, o kimse haksızlık etmiş olur. Dolayısıyla konukların onun aleyhinde konuşmalarının bir sakıncası yoktur." [c.1, s.283, h:296]
Ben derim ki: Aynı hadis, Mecma-ul Beyan adlı tefsirde Imam Sadık'tan (a.s) mürsel olarak [râviler zincirine yer vermeksizin] rivayet edilmiştir. Ehlisünnet kaynaklarında da Mücahid'den rivayet edilir. Bu rivayetler, ayetten de algıladığımız gibi, hükmün genelliğine delâlet ederler.
216 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Nisâ Sûresi 150-152 ........................................................
150- Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile peygamberleri arasında ayırım yapmak isteyip "Bir kısmına inanırız, bir kısmını da inkâr ederiz"' diyenler ve bu ikisinin (iman ile küfrün) arasında bir yol tutmak isteyenler,
151- İşte onlar gerçekten kâfir olanlardır. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.
152- Allah'a ve peygamberlerine inananlar ve onlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayanlar, işte Allah yakında onlara mükâfatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
Surenin akışının bu yerinde, bir parantez açılıyor ve Ehlikitab'ın durumuna göz atılıyor, küfürlerinin gerçek kaynaklarına açıklayıcı işaretler yöneltiliyor, kimi haksızlıklarına, günahlarına ve bozguncu sözlerine ilişkin açıklamalara yer veriliyor.
"Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler" Bu ifadeyle, Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan Ehlikitap topluluklar kastediliyor. Çünkü Yahudiler Hz. Musa'ya (a.s) inanırlar, ama Hz. Isa'nın (a.s) ve Hz. Muhammed'in (s.a.a) peygamberliğini inkâr ederler. Hıristiyanlar
Nisâ Sûresi 150-152 ........................................................ 217
da Hz. Musa'ya (a.s) ve Hz. Isa'ya (a.s) inanırken, Hz. Muhammed'i (s.a.a) inkâr ederler. Gerçi onlar, Allah'ı ve elçilerin bazısını inkâr etmediklerini, sadece bazısını inkâr ettiklerini iddia ediyorlar; ancak yüce Allah, onların Allah'ı ve bütün elçilerini inkâr ettiklerini belirtiyor. Bu nedenle, "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler" şeklindeki mutlak ifadenin maksadının açıklanışına gerek duyulmuştur. Işte bu nedenle, "ve Allah ile peygamberleri arasında ayırım yap-mak isteyip, 'Bir kısmına inanırız, bir kısmını da inkâr ederiz' diyenler" ifadesi, "...inkâr edenler" cümlesine açıklama nitelikli atıfla atfedilmiştir. Aynı şekilde atfedilen ifadenin bir kısmı da diğer bir kısmını açıklamaktadır. Onlar Allah'ı ve elçilerini inkâr ediyorlar; çünkü, "Bir kısmına inanırız, bir kısmını da inkâr ederiz." diyorlar. Böylece Allah ve elçileri arasında bir ayırım yapmak istiyorlar, Allah'a ve elçilerinin bir kısmına inanıyor ve bir kısmını da inkâr ediyorlar. Oysa inkâr ettik-leri de Allah'ın elçisidir. Onu reddetmek, Allah'ı reddetmek demektir.
Ardından yüce Allah, başka bir açıdan da bu hususa açıklık getiriyor ve "bu ikisinin arasında bir yol tutmak isteyenler" ifadesine yer vererek açıklama amaçlı bir atıfla meseleye boyut kazandırıyor. Şöyle ki, onlar Allah'a ve bütün elçilerine inanmakla, Allah'ı ve bütün elçilerini inkâr etmek arasında, bazısına inanıp bazısını inkâr ederek bir orta yol tutmak istiyorlar. Oysa Allah'ın yolu, ancak O'na ve bütün peygamberlerine inanmaktan geçer. Çünkü elçinin elçiliği hususunda bir etkinliği, bir yetkisi söz konusu değil. Dolayısıyla ona inanmak Allah'a inanmaktır, onu inkâr etmekse sırf Allah'ı inkâr etmek demektir.
Şu hâlde elçilerin bir kısmını inkâr edip bir kısmına ve Allah'a inanmak, Allah ile elçileri arasında ayırım yapmaktan başka bir şey değildir. Bunun bir diğer anlamı da elçiye Allah'tan bağımsız bir etkinlik ve yetki tanımaktır. Dolayısıyla bu şekilde bağımsızlık tanınan elçiye inanmanın, Allah'a inanmayla bir bağlantısı, onu inkâr etmenin de Allah'ı inkâr etmeyle bir ilintisi yoktur. Böylece bu
218 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
tutumları ara yol değil, bunun dışında bir yoldur. Ona inanmakla onu inkâr etmenin, Allah'a inanmakla O'nu inkâr etme ile bir bağlantısı olmadığı varsayılan bir kimse için peygamberlik vasfı nasıl tasavvur edilebilir?
Dolayısıyla şurası kuşku götürmez bir gerçektir ki: Bu özellikte olduğu varsayılan birine inanmak ve ona itaat etmek, ulu Allah'a ortak koşmak demektir. Bu nedenle, yüce Allah'ın onları "elçilerin bir kısmına inanmak, bir kısmını da inkâr etmek, böylece Allah ile elçileri arasında bir ayırıma giderek ikisinin arasında bir yol tutmak istiyorlar." şeklinde tanımladıktan sonra, onların gerçek kâfirler olduklarını belirttiğini görüyoruz: "Işte onlar gerçekten kâfir olanlardır." Ardından onlara sert ifadelerle bir tehdit yöneltiyor: "Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır."
"Allah'a ve peygamberlerine inananlar ve onlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayanlar" Önceki ayette Allah ile elçileri arasında ayırım yapanlar tekfir edildikleri, Allah'ı ve elçilerini inkâr ettikleri belirtildiği için, bu ayette bir karşıt manzara olarak Allah'a ve aralarında ayırıma gitmeden tüm elçilerine iman etme durumu gündeme getiriliyor ve tablo tamamlanıyor.
"Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır." ifadesinde önceki ayette geçen üçüncü şahıs şeklindeki ifade tarzından birinci çoğul şahsa geçiş yapılıyor. Sonra ifade tarzı ikinci şahsa geçilerek şu şekilde değiştiriliyor: "Işte (ey Peygamber,) Allah yakında onlara mükâfatlarını verecektir." [Arapça'da "ulâike" kelimesi iki şeyi ifade eder: Hem muhatabı bildirir, hem de işaret edilmek istenen kimseleri.] Bu tarz bir ifade değişikliğinin hikmeti şu olsa gerektir: Ifadenin vurgulu olması ve gerçekleşmenin kesin olduğunu ifade etmesi açısından cezayı birinci çoğul şahısa nispet etmek, üçüncü tekil şahsa nispet etmekten daha etkileyicidir. Ikinci ayetteki [yani, peygambere hitaben "Işte Allah yakında onların..." ifadesindeki] hitap tarzı değişikliğinden de benzeri bir çıkarsama yapılabilir. Çünkü Allah'ın vaadinin gerçekleşeceğini en iyi bilen biri olarak vaat içeren hitabın Peygamber efendimize
Nisâ Sûresi 150-152 .................................................... 219
(s.a.a) yöneltilmesi, gerçekleşme zamanının yakın olduğuna ilişkin bir gösterge konumundadır.
220 .................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Nisâ Sûresi 153-169 ....................................................... 221
153- Ehlikitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Onlar Musa'dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi ve "Bize Allah'ı apaçık göster" demişlerdi. Zulümlerinden dolayı derhâl onları yıldırım çarptı. Kendilerine açık deliller geldikten sonra da buzağıyı tanrı edindiler. Fakat biz bunu da affettik ve Musa'ya apaçık bir burhan ve delil verdik.
154- Söz vermeleri için Tûr dağını üzerlerine kaldırdık ve onlara "Secde ederek kapıdan girin" dedik, "Cumartesi günü haddi aşmayın (o günün yasağını çiğnemeyin)" dedik ve onlardan sağlam bir söz aldık.
222 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
155- Sözlerini bozmalarından, Allah'ın ayetlerini inkâr etmelerinden, haksız yere peygamberleri öldürmelerinden, "Kalplerimiz perdelidir" demelerinden ötürü (kendilerine önceden helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık.) Hayır, (onların kalpleri perdeli değildir;) Allah inkârlarından ötürü o kalpler üzerine mühür vurmuştur. Artık pek az bir kısmı hariç, inan-mazlar.
156- Bir de inkâr edip Meryem'e büyük bir iftira atmalarından,
157- Ve "Allah elçisi Meryem oğlu Isa Mesih'i öldürdük" demelerinden ötürü (kendilerine önceden helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık.) Oysa onu öldürmediler de, asmadılar da; fakat bu iş kendilerine, benzer gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında, hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.
158- Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti. Allah güçlü ve üstündür, hikmet sahibidir.
159- Ehlikitap'tan, İsa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur. Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır.
160- Yahudilerin yaptıkları zulümden, Allah yolundan yüz çevirmelerinden dolayı kendilerine (önceden) helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık.
161- Bir de menedildikleri hâlde faiz almalarından ve haksızlıkla insanların mallarını yemelerinden ötürü (böyle yaptık). Içlerinden inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık.
162- Fakat içlerinden ilimde derinleşenler ve müminler, namazı kılanlar ve zekâtı verenler sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar. Allah'a ve ahiret gününe inananlar, işte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz.
163- (Çünkü) biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. Ve (nitekim) Ibrahim'e, Ismail'e, Ishak'a, Yakub'a, torunlara, Isa'ya, Eyyub'a, Yûnus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik.
164- Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık, bir
Nisâ Sûresi 153-169 ...................................................... 223
kısmını ise sana anlatmadık ve Allah Musa'yla konuştu.
165- (Onları) elçiler, müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdik ki, insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir hüccetleri olmasın! Allah üstün ve güçlüdür, hikmet sahibidir.
166- Fakat Allah, sana indirdiğine şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir. Melekler de (buna) şahitlik ederler. Şahit olarak Allah eter.
167- İnkâr eden ve Allah'ın yolundan alıkoyanlar, şüphesiz uzak (koyu) bir sapıklığa düşmüşlerdir.
168- İnkâr edip zulmedenleri Allah asla bağışlayacak değildir. Onları bir yola iletecek de değildir.
169- Ancak (onları) cehennem yoluna iletir; onlar orada ebedi kalırlar. Bu da Allah'a kolaydır.
Ayetler, Ehlikitab'ın Peygamberimizden (s.a.a), gökten kendilerine bir kitap indirilmesini istedikleri bir hususu zikrederek başlıyor. Çünkü Kur'ân'ın Ruh-ul Emin aracılığıyla bölüm bölüm indiğine kesin olarak ikna olmuş değillerdi. Şimdi onların bu isteklerine cevap veriliyor.
"Ehlikitap senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar." Ehlikitap, Kur'ân'da geçen benzeri konularda işaret edildiği gibi Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Buna göre, bu istekte bulunanlar her iki topluluk birdendir, sadece Yahudiler değil. Ama bu, ayetlerin akışı içinde Allah'ı açıkça görmek, buzağıyı ilâh edinip tapınmak; Tûr dağı üzerlerine kaldırılıp başlarına dikildiğinde, secde etmeye emredildiklerinde ve cumartesi günü konulan yasağı çiğnemekten nehyedildiklerinde verdikleri sözü tutmamak gibi sıralanan zulümlerin ve suçların sırf Yahudiler tarafından sergilenmiş olmasıyla çelişmez. Çünkü, her iki grup da aynı kökene dayanır. Yani, her ikisi de
224 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Israil halkıdırlar, o ırka mensupturlar. Hz. Musa (a.s) ve Hz. Isa (a.s) bu halka gönderilmişlerdir. Gerçi Hz. Isa'nın göğe yükseltilmesinden sonra, çağrısı Romalılar, Araplar, Habeşliler ve Mısırlılar gibi Israilli olmayan halklar arasında da yayılmıştır. Ancak Isa'nın kavminin ona yaptığı zulüm, Musa'nın kavminin ona yaptığı zulümden geri kalmaz.
Işte her iki grup da aynı kökenden sayıldıkları için, Yahudileri ilgilendiren ceza kapsamında sadece Yahudiler zikrediliyor: "Yahudilerin yaptıkları zulümden... dolayı kendilerine helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık." Yine bu nedenle, Hz. Isa (a.s) da daha sonra zikredilen resuller arasında sayılıyor, tıpkı Hz. Musa'nın (a.s) da aralarında sayılması gibi. Şayet hitabın hedefi sırf Yahudiler olsaydı, bu, sahih olmazdı. Hatta ayetlerden sonra, "Ey Ehlikitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında ancak gerçegi söyleyin. Meryem oglu Isa Mesih..." (Nisâ, 171) ifadesine yer verilmesi de yine bu yüzdendir.
Özetleyecek olursak: İstekte bulunanlar, bütün Ehlikitap'tır. Hitabın hedefi onlardır. Bunun nedeni, aralarındaki soy birliğinden kaynaklanan karakter aynılığıdır. Haksız yargıda bulunmak, yalan söylemek, ölçüsüzlük, ahitlere ve sözlere riayet etmemek onların ortak karakterleridir. Dolayısıyla sergiledikleri ortak tavırlarda hitap tümüne yöneliktir. Içlerinde bir grup farklı bir tutum sergilemişse, hitap da özel olarak o gruba yönelik olmuştur. Resulullah'tan (s.a.a) istedikleriyse, gökten üzerlerine bir kitap indirmesidir. Bu isteği, Kur'ân'ın inişinden ve kendilerine okunuşundan önce dile getirmiyorlar. Çünkü bu olay Medine'de geçmektedir. O güne kadar Kur'ân'ın Mekke'de inen kısmı ve Medine'de inen kısmının bir bölümü kendilerine ulaşmıştı. Buna rağmen böyle bir istekte bulunmalarının nedeni, onun peygamberliğin bir kanıtı olduğuna ikna olmamalarıdır. Çünkü Kur'ân'ı semavî bir kitap saymıyorlardı. Oysa Kur'ân, o güne kadar indiği kısmı itibariyle meydan okuyordu ve bir mucize olduğunu haykırıyordu. Nisâ suresinden önce inen Isrâ, Yûnus, Hûd ve Bakara suresinin bu hususla
Nisâ Sûresi 153-169 ...................................................... 225
ilgili olarak içerdikleri ifadeleri buna örnek gösterebiliriz. Şu hâlde, Kur'ân'la ilgili gelişmeler gözleri önünde cereyan etmesine karşın gökten bir kitabın indirilmesini istemeleri, kelimenin tam anlamıyla saçmalıktı. Böylesine boş ve anlamsız bir istek ancak hakka uymayan, hakikate boyun eğmeyen, ciddiyetten yoksun, arzusunun istekleri doğrultusunda aklına eseni yapan, hiçbir bağ, hiçbir kayıt tanımayan, temelsiz, berduş insanlardan sâdır olabilir. Nitekim Kureyşliler de üzerlerine inen Kur'ân ve aralarında yayılan hak çağrısı ile ilgili olarak böyle bir sorumsuz tavır içine girmişlerdi. Kur'ân onların bu aymazlıklarını şöyle dile getirir: "Ona Rabbinden bir mucize indirilse ya! diyorlar." (Yûnus, 20) "Ya da göge çıkmalısın. Ama oradan bize, okuyacagımız bir kitap indirmedikçe senin sadece göge çıkmana da inanamayız." (Isrâ, 93)
Yukarıda işaret ettiğimiz bu hususlardan dolayı, yüce Allah onların bu isteklerine iki madde hâlinde karşılık veriyor.
Birincisi: Onlar, mütemadiyen cehalet ve sapıklık içinde debelenen bir topluluktur; en korkunç zulümleri işlemekten, apaçık belgelerle destekli hakkı inkâr etmekten, hak içerikli mesaja karşı çıkmaktan, en sağlam ve en kesin karara bağlanmış sözleşmeleri çiğnemekten kaçınmazlar; her türlü yalandan, iftiradan ve zulümden geri durmazlar. Böyle olanlara cevap vermek, önerilerine karşılık vermek doğru olmaz.
İkincisi: Allah'ın indirdiği kitap, yani Kur'ân Allah'ın ve meleklerin şahitlikleriyle desteklidir. Kur'ân da, içerdiği ayetleri aracılığıyla muhaliflerine sık sık meydan okur. Yüce Allah, bu çerçevede önce şu cevabı veriyor: "Onlar Musa'- dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi." Yani, senden kendilerine gökten bir kitap indir, şeklindeki isteklerinden daha büyüğünü Musa'dan istemişlerdi "ve 'Bize Allah'ı apaçık göster' demişlerdi." Yani, O'nu ayan beyan, çıplak gözlerimizle görelim. Bu, insanın cahillikte, gevezelikte ve azgınlıkta ulaşabileceği son noktadır. "Zulümlerinden dolayı derhâl onları yıldırım çarptı." Bu kıssa, Bakara suresinin 55-56. ayetlerinde ve A'râf suresinin 155. ayetinde ayrıntılı o-
226 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
larak anlatılmaktadır. Ardından yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kendilerine açık deliller geldikten sonra da buzağıyı tanrı edindiler." Puta tapıcılığın batıl olduğu ortaya çıktıktan veya yüce Allah'ın her türlü cisimden ve sonradan olmalıktan münezzeh olduğu apaçık olarak ortaya konduktan sonra bir put edinerek ona kulluk sunmuşlardı. Beşerî cehaletin en çirkin, en yüz kızartıcı, en utanç verici örneğidir puta tapıcılık. "Fakat biz bunu da affettik ve Musa'ya apaçık bir burhan ve delil verdik." Bu hususta Hz. Musa (a.s) onlara yaratıcılarına tövbe etmelerini ve birbirlerini öldürmelerini emretmişti. Onun bu emrini tutmuşlardı, bu yüzden yüce Allah onları affetmişti; böylece bu öldürme işinin devam etmesinden vazgeçmişti ve tümünün öldürülmesine razı olmayarak öldürme eyleminin yarıda bırakılmasını emretmişti. Işte affetmekten maksat buydu. Ardından Israiloğullarına, Samiri'ye ve buzağısına musallat kılınmasıyla Hz. Musa'ya apaçık bir burhan ve delil verildi. Bu kıssa da Bakara suresinin 54. ayetinde ayrıntılı olarak anlatılır.
Devamla şöyle buyuruyor ulu Allah: "Söz vermeleri için Tûr dağını üzerlerine kaldırdık." Burada yüce Allah'ın onlardan aldığı bir söz kastediliyor. Ki bu sırada Tûr dağını üzerlerine kaldırmış, başlarına dikmişti. Bu kıssa da Bakara suresinin 63. ve 93. ayetlerinde iki kez zikredilir.
Sonra şöyle buyuruyor: "ve onlara, 'Secde ederek kapıdan girin' dedik, 'Cumartesi günü haddi aşmayın' dedik ve onlardan sağlam bir söz aldık." Bu iki kıssa da hem Bakara suresinin 58-65. ayetlerinde, hem de A'râf suresinin 161-163. ayetlerinde anlatılır. Ayette sözü edilen "misak=sağlam bir söz alma"nın, bu iki kıssaya ve diğer kıssalarda işaret edilen hususlara dönük olması uzak bir ihtimal değildir. Çünkü Kur'ân, Israiloğullarından misak alınışını defalarca zikreder: "Biz Israilogullarından şöyle söz almıştık: Allah'- tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz..." (Bakara, 83) "Birbirinizin kanını dökmeyeceginize, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacagınıza dair sizden kesin söz almıştık. Sonra bunu böylece kabul
Nisâ Sûresi 153-169 ..................................................... 227
etmiştiniz, buna siz şahitsiniz." (Bakara, 84)
"Sözlerini bozmalarından" İfadenin orijinalinin başındaki "fa" harfi ayrıntılandırma amaçlıdır. "Fe-bima" kelimesindeki "ba" harfi cerri ise, -suçları sıralanan- birkaç ayet sonraki, "onlara yasakladık." diye başlayan ifadeyle ilintilidir. Ayetler, yüce Allah'ın onlara verdiği korkunç dünyevî ve uhrevî cezayı açıklama amacına yöneliktir. Bu çerçevede, daha önce sözü edilmeyen bazı kötü uygulamaları da zikrediliyor.
"Sözlerini bozmalarından" ifadesi, yukarıda işaret edilen misakları çiğnemeleri ve verdikleri başka misakları da -ki burada onlardan söz edilmiyor- çiğnemeleri hususuna ilişkin bir özet niteliğindedir.
"Allah'ın ayetlerini inkâr etmelerinden" Bu ifade, Hz. Musa (a.s) zamanında ve ondan sonra işledikleri küfür çeşitlerinin bir özeti hükmündedir. Ki Kur'ân bu tür küfre sapışlarının çoğunu bize aktarmaktadır. Bunlar arasında, ayetler grubunun başında değinilen iki konu vardır. Bununla şu ifadeleri kastediyorum: "Musa'dan, bundan daha büyügünü istemişlerdi ve 'Bize Allah'ı apaçık göster' demişlerdi.", "Kendilerine açık deliller geldikten sonra da buzagıyı tanrı edindiler."
Ayetlerin girişinde [yüz elli üçünçü ayette], bu iki olayın [Allah'ı apaçık olarak görmeyi istemeleri ve buzağıyı tanrı edinmeleri] öne alınmış olmasına karşın, bu ayette [yüz elli beşinci ayette] "Allah- 'ın ayetlerini inkâr etmeleri" şeklindeki bir cümle ile "sözlerini bozmaları"ndan sonra zikredilmesinin nedeni, iki ayetin konumlarının farklılığıdır. Dolayısıyla gerekleri de farlılık arz etmiştir. Çünkü ayetler grubunun giriş kısmında, gökten üzerlerine bir kitap indirilmesi şeklindeki istekleri, bundan daha da büyüğünü istemiş olmaları ve buzağıyı tanrı edinip tapınışları zikrediliyor ki, bu konunun akışına daha uygun ve daha doğrudan ilintili bir seçimdir. Bu ve sonraki ayetlerse, hak davetine icabet etmelerinden ve bunun nedenlerinin anlatımından sonra işledikleri amellere karşılık olarak aldıkları cezayı gündeme getiriyor. Böyle bir çerçevede, sözle-
228 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
rin bozulmasından söz etmek daha uygun ve anlatımın ruhuna da daha yakındır. "haksız yere peygamberleri öldürmelerinden" Burada Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve diğerleri kastediliyor. Ki Kur'ân bunların adlarını vermeden genel olarak öldürüldüklerinden söz eder. "ve 'Kalplerimiz perdelidir' demelerinden ötürü (kendilerine önceden helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık.)" Ifadenin orijinalinde geçen "ğulf" kelimesi, "eğlef"in çoğuludur. Yani kalplerinin üzerinde bir örtü, bir kılıf ve bir perde vardır. Bu, nebevî çağrıyı duymalarına, çağrıldıkları hakkı onaylamalarına engel oluşturuyor. Bunu söylerken, daveti reddettiklerini anlatmak istiyorlar. Bu arada kabul etmeyişlerinin suçunu da yüce Allah'a yıkmak istiyorlar. Kalpleri kılıflı olarak yaratıldıklarını söylemek istiyor gibidirler. Ya da kendi ellerinden olmayarak, bir tercihleri söz konusu olmaksızın Musa'nın çağrısının dışındaki çağrılar karşısında bu şekilde olmalarının öngörüldüğünü söylemek istiyorlar. Yüce Allah onların bu mesnetsiz savlarını şu ifadelerle reddediyor: "Hayır, Allah inkârlarından ötürü o kalplerin üzerine mühür vurmuştur. Artık pek az bir kısmı hariç, inanmazlar." Burada yüce Allah, kalplerinin hak içerikli mesajı dinlemeyişinin algılamayışının, Allah'ın fiiline isnat ettiğini açıklıyor; ama iddia ettikleri gibi, onların bunda hiçbir etkinlikleri yok değildir. Tam tersine, başlarına bu durumun gelmesi, hakkı inkâr etmelerinin, kâfir olup hakka karşı çıkmalarının karşılığıdır. [Dolayısıyla yüce Allah, onların inkârlarına karşılık kalplerin mühürlemiştir.] Işte bunun bir sonucu olarak bu kavim, içindeki az sayıdaki bir grup hariç, iman etmez. Bu istisna üzerinde daha önce konuştuk ve ilâhî intikamın ulus olarak, toplum olarak üzerlerine indiğini belirttik. Onlar top yekûn bir ulus olarak ilâhî intikamın muhataplarıdırlar. Kalplerinin üzerine mühür basılmıştır. Topluca iman etmeleri imkânsızdır. Ama bu, içlerindeki az sayıdaki insanın iman etmesine engel değildir.1
---- 1- [Daha geniş bilgi için bkz. c.4, s.529, Nisâ, 46]
Nisâ Sûresi 153-169 .................................................... 229
"Bir de inkâr edip Meryem'e büyük bir iftira atmalarından" Yahudiler, Hz. Meryem'i, Hz. Isa'yı doğurduğu zaman zina ile suçlamışlardı. Bu, hem küfür [inkâr etme], hem de iftiraydı. Oysa Isa, doğumunun ilk günlerinde, "Ben Allah'ın kuluyum. O, bana kitabı verdi, beni peygamber yaptı." (Meryem, 30) demişti.
"Ve 'Allah elçisi Meryem oğlu Isa Mesih'i öldürdük' demelerinden ötürü (kendilerine önceden helâl kılınan temiz şeyleri yasakladık.) Oysa onu öldürmediler de, asmadılar da; fakat bu iş kendilerine, benzer gösterildi." Âl-i Imrân suresi kapsamında, Hz. Isa'nın (a.s) kıssası anlatılırken, Israiloğullarının Isa'nın asılarak mı, yoksa başka şekilde mi öldürüldüğü hususunda ihtilafa düştüklerini belirtmiştik. Yüce Allah'ın önce onların İsa'yı öldürdüklerine ilişkin iddialarını anlatmasının, ardından öldürme ve asmayı birlikte olumsuzlaştırarak zikretmesinin nedeni, tam bir red ve olumsuzlaşma amacına yönelik olsa gerektir. Ki zihinlerde herhangi bir kuşku kalmasın. Çünkü suçlulara uygulanan bir işkence türü olarak çarmıha germek, her zaman ölümle sonuçlanmayabilir. Ayrıca "öldürme" eylemi belirsiz ve mutlak olarak kullanıldığında, zihinde çarmıha germe olgusu uyanmaz.
Öte yandan İsa'nın (a.s) öldürülme şekli hususunda da ihtilaf vardı. Dolayısıyla yalnızca onun öldürülmesinin olumsuzlanması da, onu normal bir öldürmeyle öldürmedikleri şeklinde yorumlanabilir. Birinin öldürülmesinin olumsuzlanması, onun çarmıha gerilerek öldürüldüğü ihtimalini ortadan kaldırmaz. Bu yüzden yüce Allah, "Oysa onu öldürmediler de," sözünden sonra, "ve asmadılar da" ifadesine yer veriyor ki, anlatılmak istenen husus, verilmek istenen mesaj açık ve eksiksiz olarak anlaşılsın; onun onlar tarafından ne öldürme, ne de asma, çarmıha germe şeklinde öldürülmediği kesin olarak ifade edilsin.
Tam tersine onun işini karıştırdılar, bir başkasını ona benzettiler ve Hz. Mesih'ten (a.s) başkasını onun yerine yakalayarak öldürdüler veya astılar. Böyle bir karışıklığın olması mümkündür. Çünkü bu tür galeyana gelmiş, kontrolden çıkmış, taşkın, etrafını
230 ................................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
yakıp yıkan kalabalık ayaklanmalarda yanlışlıkla öldürmeler, gerçek suçlu yerine bir başkasını cezalandırma örnekleri çoktur. Onu Romalı askerlerin öldürdüğü söyleniyor. Romalı askerlerinse onu çok iyi tanımaları beklenemez. Dolayısıyla onun yerine bir başkasını yakalayıp öldürmüş olmaları pekâlâ mümkündür. Kaldı ki, rivayetlerde yüce Allah'ın başka birini ona benzer kıldığından ve askerlerin bu benzer olanı yakalayıp öldürdüklerinden söz ediliyor. Araştırmacı bazı tarihçilerin dediğine göre, Hz. Isa (a.s) ile ilgili olarak aktarılan tarihsel kıssalar, onun daveti çerçevesinde yaşanan olaylar, onunla aynı çağda yaşayan kral ve davetçiler hakkında anlatıla-gelen hikayeler, Mesih adıyla bilinen iki kişiye uygun düşüyor. -Ki aralarında beş yüz yıldan fazla bir zaman vardır- Bunlardan daha önce yaşayanı hak üzeredir ve öldürülmemiştir. Sonra geleni ise, batıl bir davanın savunucusudur ve çarmıha gerilerek öldürülmüştür.1 Buna göre, Kur'ân'ın sözünü ettiği benzetmeden maksat, sonraki kuşakların Allah'ın resulü Meryem oğlu Isa Mesih- 'i, çarmıha gerilen Mesih'e benzetmeleridir. Gerçi doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.
"Onun hakkında ihtilafa düşenler," Yani, İsa hakkında veya onun öldürülüşü konusunda görüş ayrılığına düşenler, "ondan yana tam bir kuşku içindedirler" Onun durumu hakkında bilgi sahibi değildirler; "bu hususta zanna uymak dışında hiçbir bilgileri yoktur." Birbirlerinin ağzından kaptıkları sözlere dayanarak tahmin yürütüyorlar, tercih ortaya koyuyorlar. "ve kesin olarak onu öldürmediler." Onu yakinen ve kesin olarak öldürmediler. Veya sana kesin olarak haber veriyorum ki, onu öldürmediler. Bir görüşe göre, "onu öldürmediler" ifadesindeki zamir, "bilgi" kelimesine dönüktür. Bu durumda şöyle bir anlam ifade etmiş olur: "Bilgiyi kesin olarak öldürmediler." Lugatta, bilginin öldürülmesi deyimi, kuşkulardan arındırılması anlamına gelir. Bazılarına göre de, zamir "zann"a dönüktür. Yani zanlarını ayıklama- ------- 1- Bu araştırmacıya göre, şimdiki Miladî tarihin doğruluğu kuşkuludur.
Nisâ Sûresi 153-169 ...................................................... 231
dılar, kesinliğe kavuş-turmadılar. Ne var ki, böyle bir anlamın ileri sürüldüğü sabit olsa bile, Kur'ân lafzının kapsamadığı garip bir anlamdır.
"Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti. Allah güçlü ve üstündür, hikmet sahibidir." Yüce Allah, bu kıssayı Âl-i Imrân suresinde şu ifadelerle anlatır: "Hani Allah demişti ki: 'Ey Isa, dogrusu ben seni tam olarak alacagım, kendime yükseltecegim." (Âl-i Imrân, 55) Bu ayette yüce Allah, başta tam olarak almaktan, sonra da yükseltmekten söz ediyor.
Bu ayet, akışı itibariyle Yahudilerin iddia ettikleri öldürme ve çarmıha germe olayını olumsuzluyor. Buna göre, Hz. İsa, onların öldürme ve çarmıha germe girişimlerinden kurtulmuştur. Yine ayetin zahirinden algıladığımız kadarıyla, hakkında öldürülme ve çarmıha gerilme iddiası ileri sürülen Hz. Isa (a.s) bedenen Allah katına yükseltilmiş, onların suikastından yana koruma altına alınmıştır. Buna göre Hz. İsa, hem bedenen, hem de ruhen yükseltilmiştir. Yoksa önce canı alınmış, ardından ruhu Allah katına yükselmiş değildir. Ayetin zahiri, surenin akışının da desteği ile böyle bir ihtimale açık değildir. Çünkü, "Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti." ifadesindeki bir şeyi reddederek diğer bir şeyi ispatlamaya yönelik yapılan vurgu sırf ölümden sonra ruhun yükselişi ile amacına ulaşmış olmaz. Böyle bir ölümün, hem öldürülme, hem de normal bir ölüm şeklinde gerçekleşmesi pek ala mümkündür.
Şu hâlde, ayette sözü edilen yükseltilme, bir tür kurtarmadır. Allah, onu bu şekilde kurtarıyor, Yahudilerin elinden alıyor. Bu sırada, normal bir şekilde canının alınması ile, canının ne normal, ne öldürülme ve ne de çarmıha gerilmesi ile alınmaması, bizim bilmediğimiz başka bir yöntemle de gerçekleşmiş olması ya da bilmediğimiz bir şekilde yüce Allah'ın onu diri tutması arasında bir fark yoktur ve hepsi ihtimal dâhilindedir. Bütün bunlar birer ihtimaldir, herhangi birinin olması mümkündür.
232 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Yüce Allah'ın Mesih'in canını alıp onu katına yükselterek koruması ya da yüce Allah'ın onun hayatını bizim hayatımızın üzerinde etkin olan doğal yasadan farklı bir yöntemle koruması imkânsız bir durum değildir. Bu durum, Kur'ân'ı Kerim'in Hz. Isa'nın doğumu ve soydaşları arasında yaşaması ile ilgili olarak anlattığı mucizelerden ve Hz. Ibrahim'in, Musa'nın, Salih'in ve diğer peygamberlerin mucizelerinden daha şaşırtıcı bir durum değildir. Bütün bunlar aynı kapıya çıkarlar. Kur'ân açık bir dille bunların gerçekleştiklerine delâlet eder ve hiç kimse onları reddedemez. Ne yazık ki, bazı müfessirler genel nedensellik yasasını iptal etmekten, olağanüstü olguları kaçınılmaz gibi görmekten kaçınmak adına birtakım zorlama eseri yorumlara yeltenmişlerdir. Tefsirimizin birinci cildinde mucize ve olağan dışı olgular hakkında yeterli açıklamalar sunduk.
Bütün bunlardan sonra, hemen ardından gelen ayetten, Hz. Isa'nın (a.s) yaşadığına ve henüz ölmediğine ilişkin bir işaret algılamak mümkündür.
"Ehlikitap'tan, İsa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur. Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır." Ayetin orijinal metninin ["ve in min ehl-il kitab"] başındaki "in" edatı olumsuzluk bildirir. Müpteda ise hazfedilmiştir ve olumsuzluk akışı içindeki ifade bu müptedaya delâlet etmektedir. [Dolayısıyla ayetin takdirî açılımı şöyle olur: "ve in ehedun min..."] Bu takdirde, "Ehlikitap'tan... inanmayacak hiç kimse yoktur." şeklinde bir anlam elde etmiş oluyoruz. "Bihi=ona" ve "yekûnu=olacaktır" ifadelerindeki zamir, Hz. Isa'ya dönüktür. Fakat "kable mevtihi=ölümünden önce" ifadesindeki zamir hakkında ihtilaf vardır. Bazıları demişlerdir ki: Zamir, takdir edilen müptedaya, yani "ehed=kimse"ye dönüktür. Bu takdirde ifadenin anlamı şöyle olur: Ehlikitap'tan herkes, ölümünden önce, Isa'ya iman eder. Yani ölümün arifesinde, can vermek üzereyken Isa'nın Allah'ın gerçek bir elçisi ve kulu olduğunu anlar. Fakat bu inancı ona bir yarar sağlamaz. Hz. Isa da kıyamet günü tümünün aleyhinde şahitlikte
Nisâ Sûresi 153-169 .................................................... 233
bulunur. Ona iman eden kimselerin bu inançlarının yararlı veya ölmek üzereyken inanan birininki gibi yararsız olması fark etmez. Bu yukarıdaki görüşü destekleyen bir husus, "kable mevtihi=ölü-münden önce" ifadesindeki zamirin Hz. Isa'ya dönükmüş gibi algılanmasının, bazı rivayetlerde, Hz. Isa'nın yaşadığı ve henüz ölmediği şeklinde yer alan haberlerden kaynaklanıyor olmasıdır. Bu rivayetlerde belirtildiğine göre, Hz Isa (a.s) ahir zamanda dünyaya inecek, Yahudi ve Hıristiyanlardan oluşan Ehlikitap ona inanacaktır. Fakat bu, "Ehlikitap'tan... ona inanmayacak hiç kimse yoktur." şeklindeki genel ifadenin özelleştirici bir etken olmaksızın özelleştirilmesi anlamına gelir. Çünkü bu takdirde Ehlikitab'ın, tümünden çok, söz konusu inişi sırasında yaşayanların, onun inişine tanık olanların inanması kastedilmiş olur. Böylece, Isa'nın yükseltilişi ile inişi arasındaki zaman diliminde yaşayan ve inişini görmeden ölen kimseler bunun dışında tutulmuş olur. Bu ise, gerektirici bir etken olmadan genel içerikli ayeti özelleştirmektir. Bir diğer grup da, "Zamir, Isa'ya (a.s) dönüktür. Maksat, onun ahir zamanda gökten inişi esnasında ona inanmalarıdır." demişlerdir. Bu değerlendirmeyi yapanlar da az önce işaret ettiğimiz gibi rivayeti dayanak almışlardır.
Söylenenler bunlar. Ancak üzerinde durulması, iyice incelenmesi gereken husus şudur: "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur. Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır." ifadesinin akışı içinde, "Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır." cümlesi, Hz. Isa'nın kıyamet günü tümünün aleyhinde şahitlik edeceğini ifade etmektedir. Yine buna göre, tümü de ölümden önce ona inanacaklardır. Yüce Allah, Hz. Isa'nın bu şahitliğe ilişkin sözünü bize aktarmıştır: "Ben onların içinde oldugum sürece onlara şahit idim, fakat sen beni vefat ettirince onları gözetleyen yalnız sen oldun. Sen her şeyi görensin." (Mâide, 117) Bu ayet, İsa'nın şahitliğini, vefat ettirilmesinden önceki hayat-
234 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ta olduğu günlere hasrediyor. "Ehlikitap'tan... ona inanmayacak hiç kimse yoktur..." diye başlayan ayet ise, onun kendisine inanan herkese yönelik şahitlikte bulunduğunu ifade ediyor. Eğer ona inananlar bir bütün olarak görülmüşse, bu durumda onun, bunların tümünden sonra ölmüş olması gerekir. Bu ise ikinci bir anlamı belirginleştiriyor. Onun hâlâ hayatta olduğu ve ona inansınlar diye ikinci kez döneceği anlamını yani. Bu ayetin anlamıyla ilgili, sonuç olarak şunu söylemek gerekir: Onun kendilerine geri dönüşünü göremeyenler, ölümünden önce ona inanırlar. Bu geri dönüşü görenlerse, ister istemez ona inanmak durumunda kalırlar; ya isteyerek inanırlar ya da zorunlu olarak. Fakat "Ehlikitap'tan... ona inanmayacak hiç kimse yoktur." ifadesinin, "Oysa onu öldürmediler de, asmadılar da; fakat bu iş kendilerine, benzer gösterildi... Bilâkis Allah onu kendisine yükseltti. Allah güçlü ve üstündür, hikmet sahibidir." ifadesinden sonra yer almış olması gösteriyor ki, ayet onun ölmediğini ve hâlâ yaşadığını anlatma amacına yöneliktir. Çünkü onların zorunlu imanlarının ve onun da aleyhlerine tanıklık edecek olmasının açıklandığı böyle bir anlatımın, bunun dışında belirgin bir amacı olamaz. Bu açıklamamız, onların Hz. İsa'nın ölümünden önce ona inanmalarından maksat, tümünün Hz. Isa'nın (a.s) ölümünden önce ona inanmalarıdır, şeklindeki değerlendirmeyi pekiştirir. Fakat, başka ayetlerden bu çıkarsamanın aksini gösteren işaretler de algılamıyor değiliz. Örneğin yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Hani Allah demişti ki: 'Ey Isa, dogrusu ben seni tam olarak alacağım, seni kendime yükseltecegim, seni inkâr edenlerden temizleyece-gim ve sana uyanları kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin üstüne geçirecegim." (Âl-i Imrân, 55) Bu ayet, Isa'yı inkâr eden kimselerin kıyamet gününe kadar olacaklarını gösteriyor. Bir diğer ayette de şöyle buyruluyor: "Kalplerimiz perdelidir, demelerinden ötürü (kendilerine -önceden- helâl kılınan temiz
Nisâ Sûresi 153-169 ........................................................ 235
şeyleri anlara yasakladık.) Hayır, (onların kalpleri perdeli degildir,) Allah inkârlarından ötürü o kalpler üzerine mühür vurmuştur. Artık pek az bir kısmı hariç, inanmazlar." (Nisâ, 155) Bu ayet gösteriyor ki, mühürleme eylemi onlar için kesinleşmiş bir cezadır. Bu yüzden kıyamet gününe kadar Yahudiler veya Ehlikitap topluca iman etmeyeceklerdir.
Hatta Mâide suresinin ilgili ayetinin son cümlesi de buna ilişkin bir işaret barındırmaktadır: "Ben onların içinde oldugum sürece onlara şahit idim, fakat sen beni vefat ettirince, onları gözetleyen yalnız sen oldun." (Mâide, 117) Bu ifade gösteriyor ki, onlar Hz. İsa'nın vefatından sonra da yaşayacaklardır. Ancak insaflı ve tarafsız davrandığımız zaman yukarıdaki ayetlerin, önceki açıklamamızı olumsuzlamadığını görürüz. Çünkü, "ve sana uyanları kıyamete kadar inkâr edenlerin üstüne geçirecegim." (Âl-i Imrân, 55) ifadesi, onların "Ehlikitap" niteliğine sahip olarak kıyamet gününe kadar yaşayacaklarını göstermez. "Hayır, Allah inkârlarından ötürü o kalplerin üzerine mühür vurmuştur..." ifadesi gösteriyor ki iman olgusu, onların tümünü kapsamayacaktır, topluca iman etmeyeceklerdir. Şayet bir dönem inananlar olsa da, bu sadece çoğunluk içindeki bir azınlığın iman etmesi şeklinde olacaktır. Öte yandan, "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur." ifadesi, eğer onların Isa'ya ölümünden önce iman edeceklerine delâlet ediyor olsa da, sadece imanın aslına delâlet ediyor. Fakat bunun makbul, zorlamasız bir iman olduğuna ilişkin kanıt yoktur. Aynı şekilde, "fakat sen beni vefat ettirince, onları gözetleyen yalnız sen oldun." (Mâide, 117) ayetindeki zamir (hum=onlar), insanlara dönüktür, Ehlikitab'a veya Hıristiyanlara değil. Bunun kanıtı da ilgili bölümün girişindeki şu ifadedir: "Hani Allah demişti ki: Ey Meryem oglu Isa! Sen mi insanlara; 'Beni ve annemi, Allah'tan başka iki tanrı edinin' dedin?..." (Mâide, 116) Bunun bir diğer kanıtı da, Hz. Isa'nın (a.s) bütün insanlara gönderilen ululazm (çığır açan) peygamberlerden olmasıdır. Onun insanların amellerinin üzerinde
236 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
tanıklıkta bulunması ve onlara şahit olması durumu, Israiloğullarından öte, kendisine inanan-inanmayan tüm insanları kapsayıcı niteliktedir.
Kısacası, tefsirini sunduğumuz ayetlerin ve bunlarla bağlantılı diğer ayetlerin üzerinde düşündüğümüz zaman şu sonucu elde ediyoruz: Hz. İsa (a.s) öldürülme, haça gerilme veya örneklerini gördüğümüz tabiî eceliyle ölme şeklinde vefat ettirilmemiştir. -Buna daha önce işaret ettik.- Tefsirimizin üçüncü cildinde, "Ey İsa, dogrusu ben seni tam olarak alacagım, seni kendime yükseltecegim." (Âl-i Imrân, 55) ayetini incelerken, imkânlarımız ölçüsünde açıklamalarda bulunduk.
Bu konuda ileri sürülmüş ilginç görüşlerden biri de hiç kuşkusuz Zemahşeri'nin el-Keşşaf adlı tefsirinde yaptığı şu değerlendirmedir: "Bununla şu anlamın kastedilmiş olması mümkündür: Ehlikitap'tan ona inanmayan hiç kimse kalmaz. Yüce Allah o zaman onları kabirlerinden diriltir ve Isa'nın inişini ve niçin indiğini onlara bildirir. Onlar da ona inanırlar. Fakat bu imanları onlara fayda vermez." Zemahşeri'nin bu sözleri rec'at inancının ta kendisidir. [Yani, bir grup iyi ve kötü insanların kıyametten önce diriltilerek yeryüzüne getirilmeleri inancı.]
Ayetin ifade ettiği anlamla ilgili olarak, başka tutarsız görüşler de ileri sürülmüştür. Bunlardan biri Zeccac'ın açıklamalarından çıkan şu görüştür: "Kable mevtihi=ölümünden önce" ifadesindeki zamir, Ehlikitab'a dönüktür. "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur." ifadesi de şu anlama gelmektedir: Ehlikitab'ın tümü şöyle diyorlar: "Biz ahir zamanda ortaya çıkacak olan Isa'ya inanıyoruz."
Ancak bu yorum, makul değildir. Çünkü ayetlerin hedefi Ehlikitab'ın İsa'yı (a.s) öldürdükleri, çarmıha gerdikleri şeklindeki iddialarını gündeme getirerek çürütmektir, onu inkâr etmelerinden söz etmek değil. Bunun, onların ahir zamanda ortaya çıkıp Israiloğullarının eski görkemlerini yeniden canlandırmasını itiraf etmeleriyle bir ilgisi yoktur ki, ayetlerin akışı bununla ilişkili olarak
Nisâ Sûresi 153-169 ................................................... 237
devam etsin ve ayetlerin sonuna bu ifade de eklenmiş olsun. Kaldı ki, ayette kastedilen anlam bu olsa bile, bu durumda "ölümünden önce" ifadesine artık ihtiyaç kalmazdı. Çünkü, onsuz da amaçlanan anlam vurgulanabiliyordu. Ayrıca, "Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır." ifadesi için de aynı durum geçerlidir. Çünkü bu takdirde, ayetin akışı içinde gereksiz bir fazlalık konumuna düşer.
Bu akıl dışı yorumlardan biri de bazılarının yaptıkları şu değerlendirmedir: Ayette kastedilen anlam şudur: "Ehlikitap'tan hiç kimse yoktur ki, kendisinin ölümünden önce Hz. Muhammed'e (s.a.a) inanmasın." Bu da önceki yorum gibi akıl dışıdır. Çünkü ifadenin öncesinde Hz. Muhammet'ten (s.a.a) söz edilmiyor ki, zamir de ona dönük olsun. Ayrıca ifadenin oluşturduğu atmosfer de bu yönde bir işaret içermemektedir. Dolayısıyla bu yorum mesnetsizdir, kanıttan yoksundur. Kuşkusuz, bu anlamı destekleyen rivayetler vardır ve bunlara rivayetler bölümünde değineceğiz; ancak bunların tümü işaret edeceğimiz gibi birer uyarlama örneğidir. Nitekim rivayetler üzerinde araştırma yapıp onları inceleyenler bunu bilirler. Çünkü bunun örnekleri rivayetlerde çoktur.
"Yahudilerin yaptıkları zulümden... dolayı kendilerine (önceden) helâl kılınan temiz şeyleri onlara yasakladık." Ifadenin orijinalinin başındaki "fa" harfi, cümlenin önceki ifadeye bağlı bir ayrıntı olduğunu gösterir. Cümle içinde "zulüm" lafzı nekre (belirsiz) olarak yer alıyor. Bununla güdülen amaç, işledikleri zulmün büyüklüğünü göstermek ya da müphem bırakarak dikkatleri çekmektir. Çünkü zulmün somut olarak ifade edilmesi, önemli bir amaç icra edecek değildir.
Aslında bu lafız, daha önce sözü edilen utanç verici suçlarından bedeldir; ama bazılarının söylediği gibi, bütünün bütüne bedel olması değil, parçanın bütüne bedel olmasıdır. Çünkü yüce Allah bu zulmü, temiz şeylerin onlara haram kılınmasının sebebi olarak
238 ........................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ön plâna çıkarıyor. Bunlar da Tevrat'ın içeriği olarak Hz. Musa'ya indirilen şeriatın kapsamında haram kılınmışlardı. Tevrat ile de Hz. Musa'nın şeriatı son bulmuştur. Öte yandan, Tevrat'ın inişinden sonra işledikleri utanç verici suçlardan ve zulümlerden de söz edilmiştir. Hz. Meryem'e iftira etmek gibi bazı iğrenç tutumlarını buna örnek gösterebiliriz. Şu hâlde ayette geçen "zulüm"den maksat, zikredilen utanç verici suçların sadece bir kısmıdır. Kendilerine daha önce helâl kılınan bazı temiz şeylerin haram kılınmasının sebebi, işte bu bazı kabahatlerdir.
Sonra buna şu ifade ekleniyor: "ve Allah yolundan çok yüz çevirmelerinden dolayı..." Burada onların, değişmez ve yinelenen bir tutum olarak Allah yolundan yüz çevirmeleri kastediliyor: "Bir de menedildikleri hâlde faiz almalarından ve haksızlıkla insanların mallarını yemelerinden ötürü (böyle yaptık)." "İçlerinden inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık." Bu ifade, "temiz şeyleri onlara yasakladık." ifadesine affedilmiştir. Buna göre, Yahudiler işledikleri zulümlerden dolayı, yüce Allah'tan iki cezayı birden hakketmişlerdir: Biri daha genel olan dünyevî ceza, yani temiz şeylerin haram kılınması; diğeri de daha özel ve sadece kâfirlere yönelik olan elem verici uhrevî azaptır.
"Fakat içlerinden ilimde derinleşenler ve müminler... sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar." Ehlikitab'ın genelinden bir istisnadır bu. Önceki olumsuz nitelikli grubun yerine, olumlu grubun varlığına dikkat çekme amaçlı bir ifadedir. "er-Rasihûn= derinleşenler" ve ona atfedilen ifade [elmu'minûn= müminler] müpteda, "yu'minûn=inanırlar" da haberdir. "Minhum=içlerinden" ifadesi "ilimde derinleşenler"le ilintilidir. Ifadenin orijinalindeki "min" edatı ise tab'iz yani kısım, parça ve bazılık ifade eder.
Şurası açıktır ki, "müminler" kelimesi "içlerinden" kelimesiyle ilintili olmak bakımından "ilimde derinleşenler" kelimesiyle ortak bir anlam ifade etmektedir.
Buna göre şöyle bir anlam elde ediyo-
Nisâ Sûresi 153-169 ....................................................... 239
ruz: "Fakat Ehlikitap'tan ilimde derinleşmiş olanlar ve [yine Ehlikitap'tan] gerçek müminler, sana ve senden önce indirilen kitaplara inanırlar." Aşağıdaki gerekçelendirme cümlesi de bu anlamı destekler mahiyettedir:
"Çünkü biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik." Çünkü biraz sonra açıklayacağımız gibi, ayetin zahiri şunu ifade ediyor: Onlar sana inanıyorlar. Çünkü senin peygamberliğini ve sana lütfettiğimiz vahyin, önceki zamanlarda gelip geçen Allah'ın peygamberlerine yani, Hz. Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere, İbrahim soyundan gelen peygamberlere, Yakup soyundan gelen peygamberlere ve sana, arada bir fark gözetmeksizin isimlerini zikretmediğimiz diğer peygamberlere gelen vahye benzediğini görüyorlar. Görüldüğü gibi bu anlam, "Babaları uyarılmadıgından gafil kalmış bir toplumu uyarman için..." (Yâsin, 6) şeklinde nitelediği Arap kökenli müminlerden çok Ehlikitap kökenli müminlere daha uygun bir nitelemedir.
"namazı kılanlar" ifadesi, "ilimde derinleşenler" kelimesine atfedilmiştir ve orijinali, övgü nitelikli olması bakımından mansuptur. "ve zekâtı verenler" ifadesi de aynı yere atfedilmiştir. "Allah'a ve ahiret gününe inananlar..." ifadesi müpteda, "İşte onlara büyük bir mükâfat verecegiz." ifadesi de haberidir. Eğer "namazı kılanlar" ifadesinin orijinali, Ibn-i Mesud'un mushafından nakledildiği gibi "merfu" olsaydı, bu ifade ve buna atfedilen ifade ["zekâtı verenler"] müpteda, "ulâi-ke=işte onlar" ifadesi de haberi olurdu.
Mecma-ul Beyan adlı tefsirde şöyle deniyor: "Mukîmîn'es-salâh =namazı kılanlar" kelimesinin nasb okunması ile ilgili olarak farklı görüşler ileri sürülmüştür. Sibeveyh ve Basra nahivcileri, kelimenin övme amaçlı mansup olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre de ifadenin takdiri; 'Namaz kılanları kastediyorum.' şeklindedir. Demişlerdir ki: 'Merertu bi-Zeyd'ini-l kerîm=cömert olan Zeyd'e uğradım.' dediğin zaman, maksadın cömert bir Zeyd'i, cömert olmayan bir
240 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Zeyd'den ayırmaksa, kelimeyi mecrur [yani, 'merertu bi-Zeyd'ini-l kerîm-i' şeklinde] okuman gerekir. Ama övmeyi kastediyorsan, o zaman dilersen kelimeyi mansup okuyabilirsin ve 'merertu bi- Zeyd'ini-l kerîm-e=cömert olan Zeyd'e uğradım' dersin. Bunu derken de sanki "Cömert olanı anıyorum" demiş gibi olursun. Dilersen merfu okursun ve 'merertu bi Zey-d'ini-l kerim-u=cömerttir.' dersin. Bu durumda 'hüve=o' zamiri takdirde tutularak şöyle bir anlam elde edilir: O cömerttir."
"Kesâî ise, 'mukîmîne' kelimesinin mecrur olduğunu söylemiştir. Ona göre ifade, 'bi-ma unzile ileyke=sana indirilene' ifadesinin başındaki 'ma' edatına atfedilmiştir. Yani, ve namazı kılanlara..." "Bazıları da demişlerdir ki: Ifade, 'minhum=içlerinden' kelimesinin orijinalinin sonundaki 'ha' ve 'mim' harflerine atfedilmiştir. Bu takdirde şöyle bir anlam elde ediyoruz: 'Fakat içlerinden ve namaz kılanlardan ilimde derinleşmiş olanlar.' Bazıları da kelimenin 'kablike=senden önce' ifadesinin sonundaki 'kaf' harfine atfedildiğini ileri sürmüştür. Buna göre, 'senden ve namaz kılanlardan önce indirilene' şeklinde bir anlam elde edilir."
"Bazılarına göre de, 'sana' ifadesinin orijinali olan 'ileyke' kelimesinin sonundaki 'kaf' harfine veya 'senden önce' kelimesinin orijinali olan 'kablike' kelimesinin sonundaki 'kaf' harfine atfedilmiştir. Sunduğumuz bu son görüşler, sadece Basra nahiv bilginleri tarafından doğru kabul edilen görüşlerdir. Çünkü onlara göre, cer harfi tekrar edilmedikçe zahir isim mecrur zamire atfedilemez." "Ürve'nin Ayşe'den aktardığı rivayete gelince, Ürve şöyle diyor: Ayşe'ye, 've'l mukîmîn-es salâh' [Nisâ,162], 'ves-sabiûn' [Mâide, 69] ve "in hâzâni" [Tâhâ, 63] kelimelerini sordum. [Çünkü Arap edebiyatına göre, durumları açısından bu kelimelerin 'mukimûn-es salah, vessabiîne ve in hâzeyni' şeklinde okunmaları gerekirdi.] Bana dedi ki: 'Ey kız kardeşimin oğlu! Bu, kitabı yazarken yanlışlık yapan katiplerin işidir.' Bazılarından da şöyle rivayet edilmiştir: 'Allah'ın kitabında bazı yazım hataları vardır. Araplar dilleriyle bunları düzelteceklerdir.' Bazıları da demişlerdir ki: 'Ibn-i Mesud'un Mushafında
Nisâ Sûresi 153-169 .................................................... 241
'vel-mukîmûn-es salâh' şeklinde yazılmıştır.' Ancak bunlar dikkate değer rivayetler değildir. Eğer öyle olsaydı, sahabelerin bu kelimeyi yanlış bir şekilde insanlara öğretmeleri düşünülemezdi. Çünkü onlar, Kur'ân'ı doğrudan Resulullah'tan (s.a.a) öğrenen öncülerdi. (Mecma-ul Beyan tefsirinden aldığımız alıntı burada son buldu.)
Özetleyecek olursak; "Fakat içlerinde ilimde derinleşenler..." Ehlikitap bölümünden bir istisnadır ve bu, Peygamberimizden (s.a.a) gökten bir kitap indirmesini istemiş olmalarının gerektirdiği bir açıklamadır. Daha önce de vurguladığımız gibi, böyle bir istekte bulunmuş olmaları, Peygamberimize (s.a.a) inen ve daha önce Allah tarafından nebîlere ve resûllere gönderilmiş olan kitapları tasdik eden Kitap (Kur'ân) ve hikmetin gelişini, hak çağrısını kabul etmeleri için yeterli görmediklerinin ifadesidir. Oysa Hz. Peygamber (s.a.a) kendisinden önceki peygamberlerin onlara getirdiğinin benzeri bir kitap getirmiştir. Önceki peygamberlerden farklı bir tarzda aralarında yaşayıp ilişki kurmuş değildir. Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "De ki: Ben peygamberlerin ilki degilim." (Ahkaf, 9) "Biz, senden önce de, kendilerine vahyettigimiz adamlardan başkasını elçi olarak göndermedik. Eger bilmiyorsanız zikir ehline sorun. Biz onları yemek yemez birer (cansız) yapmadık. Onlar, ölümsüz de degillerdir... Andolsun size, içinde şanınız (şerefiniz) bulunan bir kitap indirdik. Hâlâ akletmiyor musunuz?" (Enbiyâ, 7- 10)
Yüce Allah, ayetlerin bir bölümünde kısaca şu mesajı veriyor: Şu Ehlikitap'tan olup da böyle bir istekte bulunanların [Peygamberin, kendilerine gökten bir kitap indirmesini isteyenlerin] hakka tâbi olmak, hak üzere sebat göstermek, kararlı olmak ve hak esaslı bir görüşe sahip olmak gibi bir karakterleri yoktur. Onlar nice apaçık ayete karşı haksızca davrandılar, zulme saptılar. Nice hak davadan yüz çevirdiler, önünde set oluşturdular. Ancak içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar, bilgilerine bağlı kaldıkları ve benimsedikleri haktan uzaklaşmadıkları için, aynı şekilde içlerindeki gerçek müminler de, nereden ve kimden gelirse gelsin hakka tâbi
242 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
olma karakterine sahip oldukları için, sana ve senden önce indirilenlere inanırlar. Çünkü sana inen vahyin, senden önce Nuh ve ondan sonraki diğer peygamberlere inen vahyin aynısı olduğunu görüyorlar.
Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan sırasıyla şu hususlar ortaya çıkıyor:
1- Ehlikitap'tan Peygamberimize (s.a.a) tâbi olanların, ilimde derinleşenler olarak vasfedilişlerinin mahiyeti... Çünkü önceki ayetlerde, onların bildikleri şeylerde derinleşmediklerinden, en kesin antlaşmalarla ahitleri alınmış olsa bile, hak üzere istikrarlı bir tutum sergilemediklerinden, Allah'ın ayetlerine inanmadıklarından, kendilerine apaçık ayetler gelmiş olmasına rağmen Allah'ın ayetlerinden yüz çevirmelerinden ve bunlara karşı engel oluşturduklarından söz ediliyor. Dolayısıyla, yüce Allah'ın bu ayette istisna ettikleri, ilimde derinleşmiş olanlar veya gerçek müminlerdir.
2- "Sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar." ayetinde daha önce indirilen kitapların Kur'ân'la birlikte zikrediliş sebebi. Çünkü ayetlerin akışı, vahiy alan peygamberlerle kitaplar arasında fark olmadığını vurgulama amacına yöneliktir.
3- Bu ayetten sonra gelen, "(Çünkü) biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz gibi sana da vahyettik." ayetinin, Ehlikitab'ın tümünden istisna tutulanların imanlarını gerekçelendirir mahiyette olması. "(Çünkü) biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik." Bu ifade, az önce de vurguladığımız gibi, "sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar." ifadesinin gerekçeli açıklaması niteliğindedir. -Gerçi Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir; ama- anlamın özü şudur: Onlar sana indirilene inanıyorlar; çünkü biz, sana önceki peygamberlerin hiçbirinde eşine rastlanmayan, türedi, kendine özgü, değişik bir şey vermedik. Bilâkis, vahiy olayı aynı yöntemle aynı tarzda sürüyor ve arada hiçbir ihtilaf, hiçbir farklılık yoktur. Biz sana, Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz
Nisâ Sûresi 153-169 ............................................. 243
gibi vahyettik. Nuh, bir kitap ve bir şeriat getiren ilk peygamberdir. Biz, Ibrahim'e ve ondan sonra soyundan gelen başka peygamberlere de vahyettik. Onlar [Ehlikitap'tan ilimde derinleşenler] bu peygamberleri, gönderilişlerinin niteliğini ve davetlerinin mahiyetini biliyorlar. Bu peygamberlerden kimisine kitap verilmiştir. Davut gibi... Ona nebevî bir vahiy olan Zebur verilmiştir. Yine Musa'ya nebevî bir vahiy olarak ilâhî konuşmaya muhatap oluş bahşedilmiştir. Bunların arasında, Ismail, Ishak ve Yakup gibileri de bir kitapla birlikte gönderilmemişler ise de ilâhî vahye muhatap olmuşlardır ve nebevî bir vahiy üzere [yani, kitap sahibi olan peygamberlerin haber vermesiyle] gönderilmişlerdir.
Tümünün ortak özelliği, Allah'ın sevabını müjdeleyen ve O'nun azabıyla korkutan elçiler olmalarıdır. Yüce Allah, onları insanlara hüccet (kanıt ve delil) tamamlansın diye göndermiştir. Ki onlara dünya ve ahiret açısından yararlarına olan şeylerle zararlarına olan şeyleri açıklasınlar. Ta ki peygamberlerden sonra, insanların Allah- 'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri olmasın ve kendilerini savunacak bir delilleri kalmasın. "torunlara" Daha önce, "Yakup ve torunlara" (Âl-i Imrân, 84) ayetini incelerken, ayetin orijinalindeki "esbat" kelimesinin Yakup (a.s) soyundan gelen peygamberler veya Israiloğulları boyları olduklarını belirtmiştik.
"Davud'a da Zebur'u verdik." Bir görüşe göre "Zebur", mektup= yazılmış demektir. Çünkü Araplar "yazdı" anlamında "zebere" fiilini kullanırlar. Dolayısıyla "Zebur" kelimesi, "mezbur=yazılmış" demektir.
"(Onları) elçiler, müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdik." Bu üç kelime, cümle içinde hâl pozisyonundadırlar. Ya da birinci (rusulen) hâl, diğer ikisi de onun sıfatlarıdır. [Yani, onları müjdeleyici ve uyarıcı elçiler olarak gönderdik.] Daha önce elçilerin gönderilişlerinin ve Allah'ın insanlara karşı hüccetin ve kanıtın tamamlanmasının ifade ettiği anlamı irdelemiştik. Tefsirimizin ikinci cildinde, "Insanlar bir tek ümmetti." (Bakara, 213) ayetini tefsir eder-
244 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ken de aklın, peygamberler aracılığıyla gönderilen ilâhî şeriatlar olmadan tek başına yeterli olamayacağını vurgulamıştık. "Allah üstün ve güçlüdür, hikmet sahibidir." Mutlak üstünlük ve mutlak hikmet sahibi olma niteliği O'na ait olduğuna göre, herhangi bir kimsenin bir kanıt ileri sürerek O'nu alt etmesi imkânsızdır. Bilâkis sonuca ulaştırıcı ve karşı konulamaz üstün delil ve kanıt O'nundur. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "De ki, üstün delil Allah'ındır." (En'âm, 149)
"Fakat Allah, sana indirdiğine şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir. Melekler de (buna) şahitlik ederler." Peygamber efendimizden (s.a.a) gökten üzerlerine bir kitap indirmesini istemeleriyle ilgili ret cevabından yapılan munkatı yani bütünden kopuk istisnanın anlamı çerçevesindeki yanlış bir algılamayı reddetmeye yönelik bir diğer açıklamadır bu. Çünkü yüce Allah, onların isteklerine ret cevabı verirken, "Musa'dan bundan daha büyügünü istemişlerdi." buyuruyor. Bunun kaçınılmaz bir gereği de isteklerinin geri çevrildiğidir. Çünkü Hz. Peygamberin (s.a.a) Rabbinden getirdiği vahiy, tür olarak diğer peygamberlerin getirdikleri vahiyden farklı değildir. Dolayısıyla önceki peygamberlerin getirdiklerine inandığını söyleyen bir kimsenin, onun tarafından sunulan vahye de inanması gerekir.
Sonra bunun yanında, bir kez daha konuya açıklık getiriliyor ve yüce Allah'ın Peygamberine indirdiğine şahitlik ettiği, meleklerin de şahitlik ettikleri belirtiliyor. Ve şahit olarak Allah yeter. Yüce Allah'ın şahitliğinin içeriği, "kendi bilgisiyle indirmiş" ifadesinden ibarettir. Çünkü söz konusu iddiada sırf indirilmiş olması (nüzul) yeterli olmaz. Çünkü şeytanların vahiyleriyle inenler de bir tür nüzuldür. Şeytanın ilâhî hidayeti ifsat etmesi, Allah'ın hak yolunun yerine batıl bir yol koyması ya da hak vahye batıl bir şeyler sokuşturması, böylece zihinleri bulandırması da bir tür indiriliştir. Nitekim yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "O gaybı bilendir. Kendi gaybına (görülmez bilgisine) kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerinden razı oldugu bunun dışındadır.
Nisâ Sûresi 153-169 .................................................. 245
Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar. Ki böylece onların (peygamberlerin), Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla teblig ettiklerini bilsin. Allah, onlarda bulunan her şeyi (bilgisiyle) kuşatmıştır ve her şeyi bir bir saymıştır." (Cin, 26-28) "Dogrusu şeytanlar... dostlarına vahyederler (fısıldarlar)." (En'âm, 121) Kısacası, nüzule (indirilişe) veya inzale (indirmeye) yönelik bir şahitlik, iddiayı kapalılıktan, müphemlikten kurtaramaz. Ancak ifadenin "kendi bilgisiyle" kelimesiyle kayıtlı kılınması, maksadı bütünüyle ortaya koymaktadır. Bundan şunu anlıyoruz: Yüce Allah, elçisine vahyi indirirken, ona ne indirdiğini biliyor, onu kuşatıyor ve onu şeytanların tuzaklarına karşı koruyor. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, şahitlik vahyin indirilmesiyle ilgilidir. Vahiyse, ancak melekler aracılığıyla indirilmektedir. Nitekim Allah buna şu ifadelerle işaret etmiştir: "De ki: Cebrail'e kim düşman olursa, (bilsin ki) Kur'ân'ı senin kalbine... o indirmiştir." (Bakara, 97) Ayrıca yüce Allah, bu ilâhî ikrama mazhar olmuş meleği tanımlarken şöyle buyuruyor: "O Kur'ân) degerli bir elçinin (Cebrail'in) getirdigi sözdür. O (elçi) güçlüdür. Arşın sahibi (Allah) katında yücedir. Orada kendisine itaat edilen, güvenilendir." (Tekvîr, 19- 21) Bu da gösteriyor ki, Cebrail'in emri altında başka melekler de vardır. Bunlara da şu ayette işaret ediliyor: "Hayır, o bir ögüttür. Dileyen onu düşünüp ögüt alır. O (ögüt) degerli, yüceltilmiş, tertemiz sayfalar içindedir. Degerli, iyi yazıcıların ellerindedir." (Abese, 11-16) Kısacası, melekler de vahyin indirilişinde aracı oldukları için, yüce Allah şahitlikte bulunduğu gibi, onlar da şahitlikte bulunuyorlar. Aslında şahit olarak Allah yeterlidir. Yüce Allah'ın şahitliğinin kanıtı, çeşitli surelerde indirmiş olduğu şu meydan okuma ayetleridir: "De ki: Andolsun eger insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine arka olup yardım etseler, yine onun benzerini getiremezler." (Isrâ, 88) "Hâlâ Kur'ân (ayetleri) üzerinde durup düşünmüyorlar mı? Eger o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş
246 ...........................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
olsaydı, onda birbirini tutmaz birçok şeyler bulurlardı." (Nisâ, 82) "Haydi onun benzeri bir sure getirin ve Allah'tan başka çagırabildiklerinizi de çagırın." (Yûnus, 38)
"İnkâr eden ve Allah'ın yolundan alıkoyanlar, şüphesiz uzak (koyu) bir sapıklığa düşmüşlerdir." Yüce Allah, peygamberlerin peygamberliğinin ve katından inen kitabın şahsında somutlaşan kesin kanıttan söz edip onun önceki peygamberlere inen vahiyle aynı türden olduğunu, buna Allah'ın ve meleklerin şahitliğinin eşlik ettiğini belirterek Allah'ın şahitliğinin yeterli olduğunu vurguladıktan sonra, Ehlikitap'tan bunu inkâr eden ve yüz çeviren kimsenin kim olursa olsun, sapıklığı kazanmış olduğunu doğruluyor. Bu ayette, Allah tarafından indirilişinden söz edilen kitabın yerine "Allah yolunda" ifadesi getiriliyor ve "Allah yolundan yüz çevirenler" ifadesi kullanılıyor. Burada dakik bir icâz (kısaltma) sanatına baş vuru-luyor. Sanki denilmek istenen şudur: Inkâr edenler ve bu kitapla onu kapsayan vahiyden yüz çevirenler, şüphesiz kâfir ve Allah'ın yolundan yüz çevirmiş olurlar. Inkâr edenler ve Allah'ın yolundan yüz çevirenler de...
"İnkâr edip zulmedenleri Allah asla bağışlayacak değildir..." Bu ayet, önceki ayetin içeriğini pekiştirmeye ve vurgulamaya dönük bir diğer ifade. Buna göre, ayetin zahirinden de anlaşıldığı gibi, ifadede geçen "zulüm"den maksat, Allah'ın yolundan alıkoymaktır. Bu ayetin, önceki ayette varılan yargının gerekçesi olması da mümkündür. Onların koyu bir sapıklık içinde oluşlarının mahiyeti, niteliği açıklanıyor yani. Ayetin de anlamı açıktır.
AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir-ul Burhan'da, "Meryem'e büyük bir iftira atmalarından..." ayetiyle ilgili olarak deniliyor ki: Ibn-i Babaveyh kendi rivayet zinciriyle Alkame'den, o da Imam Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "İmrân kızı Meryem'e, Yûsuf isimli bir marangozdan hamile kaldı diye iftira atmadılar mı?"
Nisâ Sûresi 153-169 ..................................................... 247
Tefsir-ul Kummî'de, "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur..." ayetiyle ilgili olarak müellif der ki: Bana babam anlattı. O, Kasım b. Muhammet'ten duymuş. Ona da Süleyman b. Davud Minkârî rivayet etmiş. Ona da Ebu Hamza, Şehr b. Havşeb'in şöyle dediğini aktarmış: "Haccac bana dedi ki: 'Ey Şehr, Allah'ın kitabında bir ayet vardır ki, onu anlamakta güçlük çekiyorum.' Dedim ki: 'Hangi ayettir bu ey emir?' Dedi ki: 'Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur...' ayeti. Allah'a andolsun ki, bir Yahudi ve Hıristiyan- 'ın getirilmesini ve boyunlarının vurulmasını emredip bu esnada dikkatle izlediğim hâlde, tamamen can verinceye kadar dudaklarının kıpırdamadığını bizzat gözlemledim.' Dedim ki: 'Allah işlerini yoluna koysun! Bu ayet, senin tevil ettiğin anlamı ifade etmez.' Dedi ki: 'Ya nasıl tevil edilir?' Dedim ki: 'Ayetin tevili şöyledir: Isa kıyamet gününden önce dünyaya iner. O sırada Yahudilerden ve başka milletlerden, onun ölümünden önce ona inanmayan kimse kalmaz. Ve Isa, Mehdi'nin arkasında namaz kılar.' Bunun üzerine, 'Vay be! Bunu nereden öğrendin? Nereden getirdin?' dedi. Ben, 'Bana Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talip (a.s) anlattı.' dediğimde, 'Andolsun, bu bilgiyi berrak bir pınardan almışsın.' dedi."
ed-Dürr-ül Mensûr adlı terfsirde belirtildiğine göre, Ibn-i Münzir Şehr b. Havşeb'den şöyle rivayet etmiştir: "Bir gün Haccac bana dedi ki: 'Ey Şehr, Allah'ın kitabında bir ayet vardır ki, onu her okuduğumda, mutlaka onunla ilgili bir kuşku doğuyor içimde. Yüce Allah buyuruyor ki: 'Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur...' Bana Ehlikitap'tan tutsaklar getirilir, ben de boyunlarını vururum. Fakat bu konuda bir şey söylediklerini hiç duymadım.' Ona dedim ki: 'Bu ayet sana asıl anlamından başka türlü yorumlanmış. Bir Hıristiyan'ın ruhu bedeninden çıkarken melekler önünden ve arkasından vurarak şöyle derler: 'Ey pis adam, senin Allah veya Allah'ın oğlu ya da üçün üçüncüsü sandığın Mesih, Al-
248 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
lah'ın kulu, ruhu ve kelimesidir.' O zaman inanır; ama imanı fayda vermez. Bir Yahudi'nin ruhu bedeninden çıkarken de, melekler önünden ve arkasından vurarak şöyle derler: 'Ey pis adam, senin öldürdüğünü iddia ettiğin Mesih, Allah'ın kulu ve ruhudur.' Bunun üzerine o da inanır; fakat imanı fayda vermez. Isa indiği zaman da Ehlikitab'ın ölüleri gibi yaşayanları da ona inanırlar.' Bunun üzerine Haccac şöyle dedi: 'Sen bunu kimden öğrendin?' Ben, 'Muhammed b. Ali'den' dedim. Dedi ki: 'Andolsun, bu bilgiyi madeninden öğrenmişsin.' Şehr der ki: "Allah'a yemin ederim ki, bunu bana Ümmü Seleme'den başkası anlatmadı. Fakat ben Haccac'ı kızdırmak istedim."
Ben derim ki: Müellif bu hadisi daha öz bir ifadeyle Abd b. Hamid ve Ibn-i Münzir'den, onlar da Şehr b. Havşeb'den, o da Muhammed b. Ali b. Ebu Talib'den rivayet eder. Muhammed b. Ali, Ibn-i Hanefiye [Hz Ali'nin Muhammed Hanefiye adındaki oğlu] olarak bilinir. Rivayetten anlaşıldığı kadar rivayetin kaynağı Muhammed b. Ali'dir. Daha sonra, raviler Ibn-i Hanefiye veya Imam Bâkır'dan (a.s) hangisinin kastedildiği hususunda ihtilafa düştüler. Ancak görüldüğü gibi rivayet, ayete ilişkin yorumumuzu destekler mahiyettedir.
Aynı eserde, Ahmed, Buharî, Müslim ve Beyhaki kitaplarının el- Esma ves-Sıfat adlı bölümünde şöyle rivayet ederler: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Sizden olan bir imamınız olduğu hâlde Meryem oğlu İsa'nın aranıza indiği gün hâliniz nasıl olur acaba?" Aynı eserde, Ibn-i Mürdeveyh Ebu Hüreyre'den şöyle rivayet eder: Resulullah buyurdu ki: "Meryem oğlu Isa'nın, adil bir hakim olarak Deccal'ı öldürmek, domuzu öldürmek [etini haram kılmak], haçı parçalamak, [zimmî kâfirlere] cizyeyi koymak ve malî hakları almak üzere inmesi yakındır. O gün sırf âlemlerin Rabbi olan Allah'a secde edilir." Ebu Hüreyre daha sonra dedi ki: "Dilerseniz şu ayeti okuyun: 'Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur.' Burada kastedilen ölüm, Meryem oğlu Isa'nın ölümüdür." Ebu Hüreyre bu son ifadeyi üç kere tekrarlar-
Nisâ Sûresi 153-169 ............................................... 249
dı. Ben derim ki: Hz. Mehdi'nin (a.s) ortaya çıktığı sırada Hz. Isa'- nın (a.s) ineceğine ilişkin hadisler, Ehlisünnet kaynaklarında müstefizdir [çok kanallı rivayet edilir]. Şiî kanallardan da gerek Hz. Peygamberden, gerekse onun Ehlibeyti'nden olan imamlardan (Allah'ın selâm ve salâtı hepsinin üzerine olsun) rivayet edilmiştir.
Tefsir-ul Ayyâşî'de Haris b. Muğire, Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur. Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "Burada kastedilen Resulullah (s.a.a) efendimizdir." [Dolayısıyla ayetin anlamı şöyle olur: Ehlikitap'tan, ölmeden önce Resulullah'a (s.a.a) inanmayacak kimse yoktur.] [c.1, s.283, h:299]
Ben derim ki: Bu rivayetin zahiri, her ne kadar Hz. Isa'nın (a.s) durumunu açıklamaya ilişkin olan ayetlerin akışının zahirine uymuyorsa da, bununla Kur'ân'ın bir olaya uyarlanabilir açıklaması kastedilmiş olabilir. Şöyle ki: Resulullah (s.a.a) gönderildikten, bir kitap ve Isa'nın şeriatını nesh eden bir şeriat getirdikten sonra, Ehlikitab'a mensup herkesin, hem Hz. Muhammed'e (s.a.a) inanması ve hem de bu imanın bir gereği olarak Hz. Isa'ya ve ondan önceki peygamberlere inanması gerekmektedir. Meselâ Ehlikitab'a mensup bir kimse, Resul-ü Ekrem'in (s.a.a) gönderilişinden sonra, ölüm anında Isa'nın hak elçi olduğunu anlasa, bunu ancak Hz. Muhammed'in (s.a.a) hak peygamber olduğunu anlamasının zımnında anlamış olur.
Şu hâlde, Ehlikitab'a mensup kimselerin Isa'ya yönelik imanları aslında Hz. Muhammed'e (s.a.a), buna bağlı olarak da Isa'ya (a.s) yönelik iman sayılır. Bütün Ehlikitap mensupların gerçekte inandıkları ve kıyamet günü aleyhlerinde şahitlikte bulunacak kimse, peygamberliğe seçildikten sonra Hz. Muhammet'tir (s.a.a). Isa'nın da böyle bir misyonu varsa, bu bir çelişki oluşturmaz. Biraz sonra sunacağımız haber, bu anlamı bir ölçüde destekler mahiyettedir.
250 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Yine aynı eserde, Ibn-i Sinan Imam Cafer Sadık'tan (a.s) yüce Allah'ın Isa ile ilgili, "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur." sözleri hakkında şöyle rivayet eder: "Ehlikitab'ın iman etmesi sözüyle, Hz. Muhammed'e (s.a.a) inanmaları kastedilmiştir." [c.1, s.284, h:301]
Aynı eserde Cabir, Imam Bâkır'ın (a.s), "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur. Kıyamet günü de o, onlara şahit olacaktır." ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Diğer dinin mensuplarından önceki ve sonraki kuşaklardan hiç kimse yoktur ki, öldüğünde Resulullah'ın (s.a.a) ve Emir-ül Müminin'in (a.s) hak olduğunu görmesin." [c.1, s.284, h:303]
Ben derim ki: Rivayetin bir uyarlama olduğu açıktır. Kaldı ki, rivayet, Imamın söylediklerinin ayetin tefsirine veya uyarlanışına dönük olması noktasında net bir kanıtsallığa da sahip değildir. Imamın, bu sözleri, ayete ilişkin açıklamasının devamında söylemiş olması muhtemeldir. Rivayetler içinde bunun örnekleri çoktur.
Aynı eserde, Mufaddal b. Ömer'den şöyle rivayet edilir: Imam Cafer Sadık'tan (a.s), "Ehlikitap'tan, Isa'nın ölümünden önce ona inanmayacak hiç kimse yoktur." ayetinin anlamını sordum, buyurdu ki: "Bu ayet, özel olarak biz Ehlibeyt Imamları hakkında inmiştir. Fatıma'nın (a.s) çocuklarından ölen ve dünyadan ayrılan hiç kimse yoktur ki, imamın imamlığını onaylamış olmasın. Tıpkı Yakub'un (a.s) oğullarının Yûsuf'un ayrıcalığını ikrar etmiş olmaları gibi: 'Allah'a andol-sun ki, Allah seni bizden üstün kıldı.' (Yûsuf, 91)" [c.1, s.283, h:300]
Ben derim ki: Bu rivayet tek kanallı (ahad)dır ve mürseldir. Bu anlamı içeren başka hadisler, "Sonra kitabı kullarımız arasında seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimi nefsine zulmedendir, kimi orta gidendir, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçendir. Işte büyük lütuf budur." (Fâtır, 32) ayetiyle ilgili olarak rivayet edilmiştir. Inşallah bu konuda ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız. Aynı eserde, "(Çünkü) biz Nuh'a ve ondan sonra gelen pey-
Nisâ Sûresi 153-169..................................................... 251
gamberlere vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik." ayetiyle ilgili olarak Zürare ve Hamran, Imam Bâkır'dan (a.s) ve Imam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet ederler: "Yüce Allah, Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğim gibi sana da vahyettim, buyurarak, (beşer için gönderilen) bütün vahiyleri Peygamberin zatında toplamıştır." [c.1, s.285, h:305]
Ben derim ki: Anlaşıldığı kadarıyla burada kastedilen, Peygamberimizin (s.a.a) yol farklılığını ve davet ayrılığını gerektirecek şekilde genel vahiy olgusuna ters düşen bir şey sunmadığıdır. Yoksa, önceki peygamberlere indirilenlerin aynısının Peygamberimize de indirildiği kastedilmiyor. Bunun bir anlamı da olmaz zaten. Aynı şekilde, Peygambere vahyedilen, önceki tüm şeriatları kapsıyor, anlamı da kastedilmemiştir. Ayetin akışı, bundan farklı bir anlamı vurgulamaya dönüktür. Aşağıda sunacağımız rivayet, bizim sözünü ettiğimiz bu anlamı destekler mahiyettedir.
el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Muhammed b. Salim'den, o da Imam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Yüce Allah Hz. Muhammed'e (s.a.a) dedi ki: '(Çünkü) biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettigimiz gibi, sana da vahyettik.' Her peygambere, yolunu ve sünnetini izlemesini emretti." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.29, h:1]
Tefsir-ul Ayyâşî'de Sümali, Imam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Hz. Âdem ile Hz. Nuh arasında gönderilen peygamberlerin bir kısmı gizli, bir kısmı da açıktı. Bu yüzden Kur'ân'da onlardan söz edilmiyor, açık olan peygamberler gibi isimleri zikredilmiyor. Işte yüce Allah'ın şu sözünde buna işaret ediliyor: 'bir kısmını ise sana anlatmadık. Ve Allah Musa'ya konuştu.' Yani, açık peygamberler gibi gizli olanların ismine yer vermedim." [c.1, s.285, h:306]
Ben derim ki: Bu hadisi, el-Kâfi'de Ali b. Ibrahim'den, o da babasından, o Hasan b. Mahbub'dan, o Muhammed b. Fudayl'dan, o da Ebu Hamza'dan ve o da Imam Bâkır'dan (a.s) rivayet eder. Bu eserdeki rivayet şöyledir: "Bazı peygamberler gizlidir. Bu yüzden Kur'ân'da onlardan söz edilmez; açık olan peygamberler gibi adları
252 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
verilmez. Işte şu ayette buna işaret ediliyor: 'Bir kısım peygamberleri daha önce sana anlattık, bir kısmını ise sana anlatmadık.' Yani, peygamberliği açık olanlar gibi, gizli olanların adını vermedim..." Her hâlükârda bu rivayette kastedilen husus şudur: Yüce Allah, gizli peygamberlerin kıssalarını anlatmadığı gibi isimlerini de vermemiştir. Yalnızca bazı açık peygamberlerin kıssalarını anlatarak onların isimlerini zikretmiştir. "Yani... adını vermedim." ifadesinin raviye ait olması da mümkündür.
Tefsir-ul Ayyâşî'de Ebu Hamza Sümali'nin ["Fakat Allah, sana indirdigine şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir..." ayetiyle ilgili olarak] şöyle dediği rivayet edilir: Imam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediğini duydum: "Fakat Allah, Ali hakkında sana indirdiğine şahitlik eder; onu kendi bilgisiyle indirmiştir. Melekler de buna şahitlik ederler. Şahit olarak Allah yeter." [c.1, s.285, h:307]
Ben derim ki: Bu anlamda bir rivayet, Tefsir-ul Kummî'de, Ebu Basir'den, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet zinciriyle birlikte aktarılır. Bu bir tür uyarlama ve tatbiktir. Çünkü Kur'ân'da Hz. Ali'- nin (a.s) velayetine işaret eden ayetler vardır. Fakat yukarıdaki ifade, Kur'ân'ın tahrif edildiği ve Imamın (a.s) bir kıraat olarak böyle okuduğu anlamına gelmez.
Bunun bir benzerinin el-Kâfi'de1 ve Tefsir-ul Ayyâşî'de2 Imam Bâkır'dan (a.s) ve Tefsir-ul Kummî'de3 Imam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edildiğini görüyoruz: "Inkâr edip -Âl-i Muhammed'e- zulmedenleri Allah asla bagışlayacak degildir." -----
1- [Usûl-ü Kâfi, c.1, s.425.] 2- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.285, h:307.] 3- [Tefsir-ul Kummî, c.1, s.159.]
Nisâ Sûresi 153-169 .................................................. 253
Bunun bir benzeri de yine Mecma-ul Beyan tefsirinde Imam Bâkır'dan (a.s) nakledilmiştir. Bu tefsirde Imam Bâkır'ın (a.s), "Resul size, Rabbinizden hak üzere geldi." [Nisâ, 170] ifadesini; "Yani, Allah'ın velayetini emrettiği kimsenin (Ali'nin) velayetini getirdi." şeklinde yorumladığı belirtilir.
|