Mizân Tefsiri, Cilt:5 |
Mâide Sûresi 51-54 ..................................................619....c:5
51- Ey inananlar! Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir. Sizden kim onları kendine veli yaparsa, o, onlardandır. Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez.
52- Kalplerinde hastalık bulunanların, "Bize bir felâketin gelmesinden korkuyoruz!" diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah, fetih ya da kendi katından bir iş getirir de onlar, içlerinde gizlediklerine pişman olurlar.
53- Inananlar, "Bunlar mı o bütün güçleriyle sizinle beraber olduklarına yemin edenler?" derler. Bütün çabaları boşa çıkmış, kaybedenlerden olmuşlardır.
54- Ey inananlar! Sizden kim dininden dönerse (Yahudi ve Hıristiyanları dost edinirse, bilsin ki) Allah, yakında öyle bir toplum
620 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
getirecek ki O onları sever, onlar da O'nu severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihat ederler ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın lütfü ve ihsanıdır, onu dilediğine verir. Allah, (lütfü ve ihsanıyla) geniştir, bilendir.
Bu ayetler üzerinde yapılacak genel bir değerlendirme, bunların, önceki ayetler grubuyla bağlantılı oldukları şeklindeki bir değerlendirmeyi ihtiyatla karşılamamızı gerektirmektedir. Aynı şekilde, "Sizin veliniz, ancak Allah, O'nun elçisidir..." ifadesiyle başlayan sonraki iki ayetle ve ondan sonraki, "Ey inananlar, ...kâfirlerden dininizi eglence ve oyun yerine koyanları dost edinmeyin." ayetiyle başlayan birkaç ayetle bağlantılı olduklarını söylemek oldukça zordur. "Ey Elçi! ...duyur." ayeti hakkında da aynı şeyi söyleyebiliriz.
Tefsirini sunduğumuz bu dört ayet ise, Yahudiler ve Hıristiyanlardan söz ediyor. Kur'ân, Mekke inişli ayetlerde onlardan söz etmezdi. Çünkü o gün için buna ihtiyaç yoktu. Bu yüzden sonraları Medine iniş-li ayetlerde onların durumlarına ilişkin açıklamalara yer verildiğini görüyoruz. Hatta hicretin ilk dönemlerinde de onlardan söz eden ayet hemen hiç yok gibidir. Çünkü Müslümanlar, o gün için sadece Yahudi-lerle bir arada, onlarla iç içe yaşamak durumundaydılar. Bu süre içinde ya onlarla karşılıklı saldırmazlık antlaşması çerçevesinde yaşamış veya onların hile ve komplolarını savmakla meşgul olmuşlar. Hıristiyanlarla ise bu süre içinde hiçbir problem olmamış; sadece Peygamberimizin (s.a.a) Medine'de ikâmet ettiği dönemin ikinci yarısında Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında bazı problemler olmuş. Dolayısıyla buna göre, bu dört ayetin bu dönemde inmiş olduğu ve bu ayetlerde sözü edilen fethin, Mekke fethi olduğu ihtimali söz konusu oluyor.
Mâide Sûresi 51-54 ........................................................... 621
Ne var ki, daha önce tercih edilen görüşe göre, Mâide suresi Pey-gamberimizin Veda Haccını yaptığı yıl nazil olmuştur, demiştik. O sırada ise, Mekke çoktan fethedilmişti. Bu durumda, acaba burada, Mek-ke fethinden başka bir fetih mi kastediliyor? Yoksa bu dört ayet Mekke fethinden önce, dolayısıyla surenin bütünün inişinden önce mi nazil olmuştur?
Öte yandan, "Ey İnananlar! Sizden kim dininden dönerse..." ayeti, acaba kendisinden önceki üç ayetle bağlantılı mıdır? Burada dinden dönmeleri beklenen kimseler kimlerdir? Yüce Allah'ın ileride ortaya çıkaracağını vaad ettiği topluluk kimlerden oluşmaktadır? Bu soruların her biri, belirsizliği bir kat daha arttırmaktadır. Bu konuda birbirini tut-mayan birçok iniş sebebi rivayeti aktarılmıştır. Bunlar da, iniş sebeplerine ilişkin rivayetlerin çoğunda olduğu gibi, ayetlerin iniş sebebi olarak rivayet edilen ilk kuşak (selef) müfessirlerin kişisel görüşlerinden başka bir şey değildirler.
Rivayetler arasındaki bu korkunç farklılıklar, zihni bulandırmakta ve anlamın kavranmasını zorlaştırıp içinden çıkılmaz hâle getirmektedir. Bütün bunlara, bir de mezhebî taassubun ürünü görüşlerin karışıklığı eklenince iyice yoğunlaşmıştır. Ileride buna ilişkin ilk kuşak ve son kuşak müfessirlerin görüşlerinden ve rivayetlerinden oluşan somut örnekleri gözler önüne sereceğiz.
Ayetler üzerinde düşündüğümüz zaman, bu dört ayetin aralarında bir bütünlük oluşturdukları, buna karşın, öncesindeki ve sonrasındaki ayetler grubuyla herhangi bir bağlantılarının bulunmadığı sonucuna va-rıyoruz. Bu bakımdan dördüncü ayet, dört ayetle güdülen amacın bütünleyici unsuru gibi belirmektedir. Dolayısıyla ileride değineceğimiz gibi kimi araştırmacı müfessirlerin bu ayetlerle, özellikle bu ayetlerde zikredilen niteliklerle ilgili olarak ileri sürdükleri görüşlerde görüldüğü gibi ayetin anlamını şu veya bu tarafa çekmeye dönük geniş yelpazeli yorumlardan uzak durmak gerekir.
Ayetlerden genel olarak şunları algılıyoruz: Yüce Allah müminleri, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmek hususunda uyarıyor, bu
622 ................................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
konuda onları sert bir dille tehdit ediyor ve Kur'ân'ın o kendine özgü ifade tarzının çerçevesi içinde onları dost edinmenin dinî yapının yıkılmasına neden olacağını, buna karşın Allah'ın ileride bir toplumu ortaya çıkaracağını, onların dinî mücadeleyi yürütme misyonunu üstleneceklerini ve dinî yapıyı yeniden orijinal özelliklerine kavuşturacaklarını dile getiriyor.
"Ey İnananlar! Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar, birbirlerinin velileridir." Ayette geçen "tettehizû" kelimesinin mastarı olan "ittihaz=edinme" ifadesiyle ilgili olarak Mec-ma-ul Beyan tefsirinde şöyle deniyor: "Ittihaz; bir şeyi bir iş için hazırlamak amacıyla ona güvenip dayanmak demektir. Bu kelime, 'ahaze' fiilinin 'iftial' kalıbına uyarlanmış türevidir. Aslı 'i'tihaz'dır. Sonra hemzenin biri 'ta'ya dönüştürülmüş ve bu 'ta' da öbür 'ta'da idgam edilmiştir. Tıpkı 'va'd' kökünden türeyen 'ittiad' gibi. 'Ahz'ın birkaç anlamı var-dır. 'Ahaz-el kitabe' dediğin zaman, kitabı eline almasını kastetmiş olursun. 'Ahaz-el kurbane' dediğin zaman, kurbanı kabul etmesini kast-ediyorsun. 'Ahazehu'llahu min me'menihi' dediğinde ise öldüğünü kast-ediyorsun. Bu kelimenin asıl anlamı ise, bir şeyin bir yönden başka bir yöne geçmesidir." Mecma-ul Beyan'dan alınan alıntı burada sona erdi.
Ragıp el-İsfahanî "el-Müfredat" adlı eserinde der ki: "el-Velâ ve et-tevalî, iki veya daha fazla şey arasında, ikisinin dışında yabancı bir şey olmayacak şekilde yakınlık meydana gelmesi anlamına gelir. Bu kelime, yer, nispet, din, arkadaşlık, yardım ve inanç açısından yakınlık anlamında kullanılır." (Müfredattan yaptığımız gerekli alıntı burada sona erdi.) Velâyet kavramının anlamını incelerken daha geniş bilgiler sunacağız.
Toparlayacak olursak; "velâyet" iki şey arasında, yakınlaştıkları husus bağlamında engelleri ve perdeyi kaldıracak şekilde bir yakınlığın meydana gelmesi anlamına gelir. Şayet bu yakınlaşma takva ve inanç bazında meydana geliyorsa, "veli" yardımcı demektir ve yakınlaştığı kimseye yardım etmesini hiçbir şey engelleyemez. Şayet ruhsal çekim türünden bir sevgi ve birliktelik
Mâide Sûresi 51-54 ............................................................ 623
nitelikli kaynaşma bazında bir yakınlaşma ise, "veli" sevgilidir ve insan böyle bir durumda nefsinin sevgilinin iradesinden etkilenmesine, sevgilinin istediğini vermesine engel olamaz. Şayet bu yakınlık soy bazında söz konusu ise, "veli" bu bağlamda yakın olduğu kişinin, söz gelimi mirasçısı olur ve hiç ir şey onu bundan alıkoyamaz. Eğer itaat bazında bir yakınlaşma söz konusuysa, "veli" bu açıdan yakın olduğu kişi üzerinde dilediği gibi hüküm verir. Yüce Allah, "Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin." ayetinde veliliği, herhangi bir özellikle veya bir bağla kayıtlandırmamıştır. Dolayısıyla ifade mutlaktır. Şu kadarı var ki, yüce Allah bir sonraki ayette, "Kalplerinde hastalık bulunanların, 'Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz' diyerek onların arasında koşuştuklarını görürsün." buyurmuştur. Bu da gösteriyor ki; ayette geçen velilikten maksat, bir tür yakınlık ve ilişkidir ki, "Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz" bahanesini ileri sürmelerini gerektirmiştir. Burada başlarına bir felâ-ketin, bir yıkımın gelmesini kastediyorlar. Bu felâketin, Yahudilerin ve Hıristiyanların dışında başka bir topluluktan gelmesi mümkün olduğu gibi, bizzat Yahudi ve Hıristiyanlardan gelmesi de mümkündür. Birin-ci olasılığı göz önünde bulundurarak bu iki topluluğu yardım bazında veli edinerek onların yardımıyla konumlarını pekiştirmeyi, ikinci olasılığı dikkate alarak da sevgi ve içiçe yaşama bazında onları dost edinmek suretiyle zararlarından kurtulmayı amaçlamış olurlar. Sevgi duyma ve içiçe yaşama yakınlığı anlamında velâyet, iki sonucu birden verir. Yardım etmeyi ve ruhsal kaynaşmayı yani. Ayette de kastedilen budur. "Ey inananlar! Sizden kim dininden dönerse..." ayetinin içerdiği kayıtların ve niteliklerin, bu ayette geçen velâyetle, sevgi duyma anlamında dostluğun kastedildiğini, başka bir anlamın kastedilmediğini gösterdiğini ayrıntılı bir şekilde ele alacağız.
Bazı müfessirler, ayette geçen "velâyet" kavramıyla, yardımlaşma esaslı dostluk kastedildiği hususunda ısrarlıdırlar. İki kişi veya iki ulus arasında ihtiyaç duyulduğu sırada karşılıklı yardım-
624 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
laşma esasına dayalı ittifak ve antlaşmalar yani. Bu müfessirler, buna kanıt olarak, ayetin zahirinden de algılandığı gibi, ayetlerin Veda Haccından önce, hicretin ilk dönemlerinde inmiş olmasını gösterirler. O günlerde Peygamberimiz (s.a.a) ve Müslümanlar henüz Medine ve çevresindeki Fedek ve Hayber gibi yerlerde yaşayan Yahudiler sorununu çözmemişlerdi. Hıristiyanlar sorun da öyle. Bunlarla bazı Arap kabileleri arasında yardımlaşma esasına dayalı ittifaklar ve antlaşmalar imzalanmıştı.
Ayetlerin iniş sebebiyle ilgili olarak aktarılan kimi olaylarla bu değerlendirmeler arasında da bir paralellik vardır. Bu rivayetlerin birinde şöyle anlatılır: Hazreç'ten Avfoğulları kabilesine mensup Ubade b. Samit, Resulullah'a (s.a.a) savaş açan Kaynukaoğulları Yahudileri ile imzaladığı ittifak antlaşmasını feshetti. Ama münafıkların elebaşısı Abdullah b. Übey bu antlaşmayı feshetmediği gibi onlar için sağa sola koşuşturarak, "Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz." diyordu.
Yine bu tür rivayetlerin birinde, Ebu Lübabe kıssası anlatılır. Buna göre, Resulullah (s.a.a) onu Kurayzaoğullarını sığındıkları kalelerinden çıkarmak ve onlar hakkında hükmünü uygulamak üzere görevlendirir. O da eliyle gırtlağını işaret ederek, hükmünün onları kılıçtan geçirmek olduğunu belirtir.
Bir diğer rivayete göre, bazıları Şam Hıristiyanlarıyla yazışıyorlardı ve onlara Medine'de olup bitenleri haber veriyorlardı. Yine bazıları, borç para almak gibi maddî konularda kendilerinden yararlanabilmek için Medine Yahudileriyle yazışıyorlardı. Diğer bazı rivayetlerde belirtildiğine göre, kimi Müslümanlar Uhud'da karşılaşılan hezimetten ve öldürülmelerden sonra falan Yahudiye veya falan Hıristiyana sığınmak istemişlerdi. Bu rivayetler, "Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz." diyenlerin münafıklar oldukları hususunda ittifak etmiş gibidirler. Kısacası, söz konusu müfessirler demek istiyorlar ki: Ayetler, Müslümanlarla Yahudi ve Hıristiyanlar arasında yardımlaşma esaslı ittifak ve dostluk antlaşmalarının imzalanmasını yasaklamaktadır.
Mâide Sûresi 51-54 .......................................................... 625
Diğer bazı müfessirler ise, ayetin lafızları ve akışı itibariyle sevgi duyma ve güvenip dayanma anlamındaki bir veliliği yasaklamaktan uzak olduğunu iddia edecek kadar ısrarla bu görüşü savunmaktadırlar. Onlara göre, ayet lafızları ve akışı itibariyle bu anlamdan uzak olduğu gibi, iniş sebebi ve ayetlerin indiği sıralardaki Müslümanların ve Ehlikitab'ın genel durumu itibariyle de bundan uzaktır.
Zimmet ehli ve antlaşmalı oldukları hâlde, ayet onlarla içiçe yaşamayı, onlarla kaynaşmayı nasıl yasaklasın ki?! Yahudiler Medine'de Peygamberimizle ve ashabla birlikte yaşıyorlardı ve onlardan tam bir eşitliğe uygun bir muamele görüyorlardı. (Adı geçen müfessirin görüş-lerini özetleyerek sunduk.) Hiç kuşkusuz bu yaklaşım, ayetin anlamı açısından yersiz bir toleransın ifadesidir. Ayetin Veda Haccından önce, yani Mâide suresinin indiği yıldan önce indiğini söylemelerinin fazla bir problem oluşturmadığını düşünüyoruz; ancak bu, ayette geçen velâ-yet kavramının yardım amaçlı ittifak olmasını ve sevgi esaslı dostluk olmamasını gerektirmez. Kanıt olarak sundukları nüzul sebebine ilişkin rivayetlere ve bunların, ayetin bazı Arap kabileleri ile Yahudi ve Hıristiyan toplulukları arasında gerçekleştirilen yardım esaslı ittifaklar hakkında indiğini gösterdiklerini ileri sürmelerine gelince; bu hususta şu itirazlarımız vardır:
Birincisi: Nüzul sebepleriyle ilgili rivayetler birbirleriyle çelişmektedirler, tümünün aynı anlamı vurguladıkları söylenemez. Dolayısıyla bunların üzerinde birleştikleri güvenilir bir anlam elde etmek mümkün değildir.
İkincisi: Ayet, Yahudilerle gerçekleştirilen yardım esaslı ittifaklar- la, böyle bir ittifak bağlamında ilgili olsa bile, Hıristiyanlarla ilgili olması mümkün değildir. Çünkü o dönemde Müslüman Araplarla Hıristiyanlar arasında herhangi bir sözleşme imzalanmamıştı. Üçüncüsü: Ayetin iniş sebebiyle ilgili olarak anlatılan rivayetlerin içerdikleri olayların doğru olduğunu kabul etsek bile, daha önceki
626 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
bölümlerde vurguladığımız gibi, iniş sebeplerine ilişkin rivayetlerin büyük bir kısmı, zayıf olmakla birlikte tarihsel olarak aktarılan olayların, kendilerine uygun düşen Kur'ân ayetlerine uyarlanmalarından ibarettirler. Bunun bir sakıncası olmamakla birlikte, bu olayların Kur'ân ayetlerinden herhangi birinin genel niteliğini özele dönüştürdüğünü ya da ayetin lafzî mutlaklığını kayıtlandırdığını söylememiz asla mümkün değildir. Ayetin zahiri de buna müsaade etmez. Eğer ayetin zahiri, ken-di lafzından kaynaklanan somut bir karine olmaksızın, özel bir iniş sebebi yüzünden kayıtlandırılacak olsaydı, Kur'ân'ın inişine muhatap olan özel topluluğun ölmesiyle birlikte Kur'ân da ölürdü; Kur'ân'ın iniş asrından sonra meydana gelen herhangi bir olayla ilgili olarak Kur'ân-'ın kanıtsallık özelliği kalmazdı. Böyle bir iddiayı ne Kitap, ne sünnet, ne de sağlığını yitirmemiş akıl kabul eder.
Bazılarının, "Ayette geçen 'velâyet' kavramını, sevgi duymak ve güvenip dayanmak anlamına almak yanlıştır. Ayet, lafızları ve akışı iti-bariyle bu anlamdan uzak olduğu gibi, iniş sebebi ve ayetlerin indiği sıralardaki Müslümanların ve Ehlikitab'ın genel durumu itibariyle de bundan uzaktır." şeklindeki iddialarına gelince; bu sözlerin üzerinde iyice düşününce, doğru dürüst bir anlamının olmadığı sonucuna varırız. Çünkü söz konusu müfessirlerin sözünü ettikleri nüzul sebeplerinin ve genel durumun bu anlamdan uzak olması, ancak ayetin bu tür nesnel olgulara uyarlanamaması durumunda geçerli olabilir. Ayetin delâletini, salt ilgili olarak indiği gelişmeye ve o günkü genel duruma özgü kılmaksa, kanıtlanacak bir durum değildir. Tam tersine, ayetin zahirinin mutlak ifadesinden algılanan kanıt, bunun aksini göstermektedir. Nitekim tefsirini sunduğumuz ayetin mutlak olduğunu ve belli bir olguyla kayıtlanmasını gerektirecek bir kanıtın söz konusu olmadığını belirtmiştik. Dolayısıyla ayette geçen "velâyet" sevgi duyma anlamına gelmektedir.
Söz konusu müfessirlerin; "Ayet, lafızları ve akışı itibariyle böyle bir anlamdan uzaktır" demeleri ise, oldukça ilginçtir. Keşke bil-
Mâide Sûresi 51-54 ........................................................... 627
seydim, bu zatlar, niteledikleri ve ayetin lafızlarına yükledikleri uzak olma durumuyla neyi kastediyorlar? Hele lafızlarla da yetinmemiş, ayetin akışını da buna ilave etmişlerdir. Ayetin lafızlarının veya akışının böyle bir anlamdan uzak olduğu nasıl söylenebilir ki?! Oysa "Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin." ifadesinin hemen arkasından, "Onlar birbirlerinin velileridir." ifadesine yer veriliyor. Bu da gösteriyor ki, kastedilen; sevgi, birlik ve kaynaşma esaslı dostluktur. Ittifak ve antlaşma niteliğindeki dostluk değil. Çünkü "Yahudi ve Hıristiyanlarla antlaşmalar imzalamayın. On-lar birbirleriyle antlaşma imzalamışlardır" demenin bir anlamı olmaz. Kaldı ki, Yahudiler arasında mevcut bulunan ve onları birbirlerine bağlayan, ulusal sevgi ve kardeşlik anlamını içeren dostluk olgusudur. Hıristiyanlar arasında da benzeri bir bağdan söz edilebilir. Ya da olsa olsa, aralarında din açısından bir sevgi ve sempatiden söz edilebilir. Yoksa bunun dışında aralarında herhangi bir antlaşmanın varlığından söz edilemez.
Aynı değerlendirmeyi, bundan sonra yer alan şu ifade için de yapabiliriz: "Sizden kim onları veli yaparsa, o, onlardandır." Aklî değerlendirme, bir toplumu dost edinen kimsenin o toplumdan olmasını gerektirir. Çünkü sevgi ve sempati, ayrılıkları birleştirir, farklı eğilimlere sahip ruhları bir araya getirir, algılayışların birleşmesini, ahlâkla-rın bağlantılı olmasını, davranışların benzeşmesini sağlar. Bu nedenle sevgi duyma esaslı velayetin iyice yerleşmesinden sonra, birbirini seven iki insanın bir tek nefse sahip bir insan gibi davranmaya başladıklarını, aynı iradeye sahipmişler gibi tavırlar sergilediklerini, bunlardan birinin, hayat tarzı ve ilişki biçimi bağlamında ötekinin adımını koyduğu yere adımını koyduğunu görürsünüz.
İşte bir toplumu dost edinen kimsenin onlardan olmasını, onların bir ferdi gibi algılanmasını gerektiren durum budur. Nitekim, "Bir kavmi seven onlardandır.", "Kişi sevdiği ile beraberdir." denilmiştir. Nitekim yüce Allah, buna benzer gerekçelerle müşrikleri veli edinmeyi de yasaklamıştır: "Ey inananlar! Benim de düşmanım,
628 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçegi in-kâr ettikleri hâlde siz onlara sevgi iletiyorsunuz!... Kim onları veli edinirse, İşte zalimler onlardır." (Mümtehine, 1-9) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin babaları, ogulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa, Allah'a ve Elçisine düşman olanlarla dostluk ettigini göremezsin." (Mücâdele, 22) Bir diğer ayette ise, yüce Allah kâfirler -ifade geneldir; dolayısıyla Yahudileri, Hıristiyanları ve Müşrikleri birlikte kapsar- hakkında şöyle buyurmaktadır: "Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa, artık onun için Allah'tan hiçbir şey yoktur. Ancak onlardan korunmanız gayesiyle sakınmanız başka. Al-lah sizi kendisinden sakındırır." (Âl-i Imrân, 28) Ayetin sevgi ve sempati nitelikli dostluğu kastettiği, antlaşma imzalama ve ittifak kurma nitelikli dostluğu kastetmediği ise açıktır. Kaldı ki, o sırada, yani Âl-i Imrân suresinin indiği sıralarda Peygamberimizle Yahudiler arasında, aynı şekilde Peygamberimizle müşrikler arasında çeşitli antlaşmalar imzalanmış, ittifaklar kurulmuştu. Kısacası, aklî değerlendirme açısından, bir topluluğun bir kavimden olmasını gerektiren dostluğun sevgi ve sempati nitelikli dostluk ol-duğu, ittifak kurma ve antlaşma imzalama nitelikli dostluk olmadığı açıktır. Eğer "Sizden kim onları kendine veli yaparsa, o, onlardandır." ayetinin maksadı, bu yasaktan sonra, onlarla yardımlaşma esasına dayalı ittifak sözleşmeleri imzalayanlar, yasağı çiğneme günahını işleme-lerinden dolayı, zulüm açısından bu zalimlerin topluluğuna dâhildirler, şeklinde olsaydı, -son derece yersiz olması bir yana- ayetin lafızları açısından da uzak olurdu ve böyle bir anlam elde etmek için, ayette fazladan lafzî kayıtların olması gerekirdi.
Kur'ân'ın ifade tarzının bir özelliği, daha önce caiz olan ve toplum içinde yaygın olarak uygulanan bir şeyi yasaklarken, daha önceki yasal hükmü gözetmek ve eskiden yürürlükte olan nebevî
Mâide Sûresi 51-54 ........................................................ 629
pratiğe saygı duymak maksadıyla, buna işaret etmesidir. Şu ayetleri buna örnek gösterebiliriz: "Allah'a ortak koşanlar pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." (Tevbe, 28) "Artık şimdi onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için yazıp takdir etmiş oldugunu arayın ve ...yiyin, için." (Bakara, 187) "Bundan sonra artık sana başka kadınlarla evlenmek, ...bunları başka eşlerle degiştirmek helâl degildir." (Ahzâb, 52) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.
Bu da gösteriyor ki, ayetin lafızları ve akışı, içerdiği velayet kavramının sevgi ve sempati nitelikli dostluk anlamında olmasından uzak değildir. Bilâkis, şayet ayetin lafızlar ve akışı, bir anlamdan uzak olacaksa, o da kavram için öngörülen diğer anlamlar olacaktır. Bazı tefsir bilginlerinin, "Kalplerinde hastalık bulunanlardan maksat, münafıklardır." şeklindeki sözlerine gelince; ayetin akışının böyle bir anlam elde etmeye elverişli olmadığını ileride yeri gelince açıklayacağız.
Şu hâlde, "Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin" ifadesinden maksat, ruhsal olarak insanları birbirine çeken sevgi ve sempatinin yasaklanmasıdır. Çünkü bu tür psikolojik bir yakınlaşma, iki tarafın ahlâkî açıdan birbirlerini etkilemelerine yol açar. Bu da Müslümanlar toplumunun hakka uyma mutluluğu esasına dayalı dinsel yaşam tarzının, heva ve hevese uyma, şeytana tapma, fıtrî yaşam çizgisinden sapma esasına dayalı küfür nitelikli yaşam tarzına dönüşmesini doğuracak bir olgudur. Burada, onlardan Yahudiler ve Hıristiyanlar diye söz edil-mesinin ve gelecek ayetlerde olduğu gibi "Ehlikitap" diye söz edilmemesinin sebebi, Ehlikitap tabirinin onların bir şekilde Müslümanlara yakın olmalarını çağrıştırması ve Müslümanlarda onlara karşı bir sevgi duygusunun uyanmasına yol açmasıdır. Dolayısıyla sevgi beslemenin yasaklandığı bir ifadede bu kavramın kullanılması uygun düşmezdi. Sonraki ayetlerin birinde, "Ey inananlar, sizden önce kitap ve-
630 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
rilmiş olanlardan ve kâfirlerden dininizi eglence ve oyun yerine koyanları dost tutmayın." buyurulmasına gelince; burada dost tutma yasaklandığı hâlde, onlardan söz edilirken Ehlikitap oluşları ön plâna çıkarılıyorsa da, bunun yanı sıra Allah'ın dinini eğlence ve oyun yerine koymakla nitelendirilmeleri, Ehlikitap niteliğini bir övgü niteliğinden çıkarıp yergi niteliği hâline getiriyor. Çünkü bir topluluğa hakka çağıran ve hakkı açıklayan bir kitap verilir, bunun ardından kalkıp Allah'ın dinini eğlence ve oyun yerine koyarlarsa, onlar, dost edinilmemeye herkesten daha layık olurlar. Böyle kimselerle birlikte yaşamaktan, on-larla aynı düzlemi paylaşmaktan kaçınmak öncelikli görev niteliğini kazanır. Böyle kimseleri sevmekten kaçınmak kaçınılmaz olur.
"Onlar, birbirlerinin velileridir." ifadesine gelince; daha önce de vurguladığımız gibi, burada geçen "velâyet"ten maksat, nefislerinin yakınlaşmasını, ruhlarının kaynaşmasını gerektiren sevgi ve sempati nitelikli dostluktur. Onlar bu yakınlaşma ve kaynaşma sonucunda heva ve hevese tabi olma hususunda görüş birliği içinde olurlar. Aynı tavrı sergilemek suretiyle, hakka tepeden bakarlar, onu kabul etmeye yanaşmazlar. Allah'ın nurunu söndürme mücadelesinde güç birliği yaparlar. Hz. Peygambere (s.a.a) ve Müslümanlara karşı birbirleriyle yardımlaşarak birlikte hareket ederler. Sanki aynı dine mensup bir tek nefis gibi davranırlar. Aslında aralarında bir din birliğinden söz edilemez; fakat İslâm'ın onları hakka davet etmesi, heva ve heves peşinde koşmaktan ibaret olan hedefleriyle çakışması, şehevî arzularının peşinde hiçbir sınır ve kural tanımaksızın koşmalarına, dünya zevklerine diledikleri gibi dalmalarına engel olması, onları görüş birliği içinde hareket etmeye yönetmiş, Müslümanlara karşı bir el gibi olmalarını gerektirmiştir. İşte aralarındaki şiddetli düşmanlığa ve nefrete rağmen iki topluluğu, yani Yahudileri ve Hıristiyanları birbirlerine yaklaştıran, birbirlerine döndüren, Yahudilerin Hıristiyanları, Hıristiyanların Yahudileri, bazı Yahudilerin diğer bazı Yahudileri ve bazı Hıristiyanla-
Mâide Sûresi 51-54 .................................................... 631
rın diğer bazı Hıristiyanları dost edinmelerinin, sevmelerinin nedeni budur. "Onlar, birbirlerinin velileridir..." ifadesinin sözel olarak müphem oluşuyla verilmek istenen mesaj da budur. Bu açıdan cümle, "Yahudileri ve Hıristiyanları veliler edinmeyin." ifadesinin gerekçesi niteliğindedir. Bu açıdan şöyle bir anlam elde ediyoruz: Onları dostlar edinmeyin; çünkü onlar, aralarındaki şiddetli ayrılıklara, parçalanmışlıklara rağmen birbirlerinin dostlarıdır, size karşı el birliği ederler. Sevgi ve sempatiyle onlara yaklaşmanız size bir fayda getirmez.
"Onlar, birbirlerinin velileridir." ifadesinden başka bir anlam çıkarmak da mümkündür. Şöyle ki: Onları dost edinmeyin; çünkü siz an-cak onların size dost olduklarını düşündüğünüz bir kısmını, diğer bir kısmına karşı yardımlarından yararlanmak için dost edinirsiniz; fakat bunun size bir yararı olmayacaktır. Çünkü onlar, birbirlerinin dostudurlar; kendilerine karşı size yardım etmeleri beklenemez. "Sizden kim onları kendine veli yaparsa, o, onlardandır. Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez." Ayetin orijinalindeki "yetevelle" kelimesinin mastarı olan "et-tevellî" veli edinmek, dost edinmek demektir. "Min" edatı ise, tab'iz (bütünden bir parçayı ifade edmek) içindir. Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz: "İçinizden kim onları dost edinirse, o, onlardan biri olur." Burada bir indirgeme söz konusudur. Bu indirgeme sonucu, müminlerin bazıları, Yahudilerin ve Hıristiyanların bazıları hâline gelirler. Bu da bizi şu noktaya götürüyor ki: Iman, karışık veya net, bulanık veya berrak olmak açısından çeşitli dereceleri bulunan bir gerçekliktir. Bunu birçok Kur'ân ayetinden algılamak mümkündür: "Onların çogu, ancak ortak koşanlar olarak Allah'a inanırlar." (Yûsuf, 106) İşte imanda bulunması muhtemel olan bu karışıklığı ve bulanıklığı, bir sonraki ayette yüce Allah kalp hastalığı olarak ifade etmektedir: "Kalplerinde hastalık bulunanların... onların arasında koşuştuklarını görürsün." Demek ki, görünüşte müminlerden olsalar da, dost edinen bu
632 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
insanları, yüce Allah Yahudiler ve Hıristiyanlardan saymaktadır. En azından bunlar iman demek olan hidayet yolunu izlememektedirler. Bilâkis, onların izledikleri yolu izlemektedirler. Bu yol da onları nereye götürüyorsa, bunları da oraya götürmektedir. Bu yüzden yüce Allah, müminlerin içinde yer alan bu bir kısım insanları Yahudi ve Hıristiyanların bir kısmı olarak değerlendirmesini, "Allah, zalim toplumu dogru yola iletmez." ifadesiyle gerekçelendirmektedir. Dolayısıyla ifadenin anlamı şöyle olur: Sizden onları dost edinen kimse, onlardandır; sizin yolunuzu izlememektedir. Çünkü iman yolu, ilâhî hidayet yoludur. Onları dost edinen bu adam ise, onlar gibi zalimdir. Allah da zalimler topluluğunu hidayete iletmez.
Ayet, görüldüğü gibi, sırf müminlerden onları dost edinenleri, onların yerlerine koymakla yetinmiş, bunun ayrıntı nitelikli sonuçlarına değinmemiştir. Gerçi ayetin lafzı bir kayıtla sınırlandırılmamıştır; fakat amaç, "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." (Bakara, 184) "Namaz, kötü ve igrenç şeylerden meneder. Elbette Allah'ı anmak daha büyüktür." (Ankebût, 45) ayetlerinde ve benzeri diğer ayetlerde olduğu gibi ölçü beyanı olduğu için, ayrıntı nitelikli sonuçlar açısından ayetin müphem olduğunu kabul etmeliyiz. Dolayısıyla ayrıntı nitelikli bir meselede hüküm vermek için bu ifadeden kanıt edinmek hususunda sünnetin açıklayıcılığına ihtiyaç vardır. Bu konuda detaylı bilgi edinmek için fıkıh bilimine başvurmak gerekir.
"Kalplerinde hastalık bulunanların... onların arasına koşuştuklarını görürsün." Bu ifade, önceki ayette yer alan, "Allah, zalim toplumu dogru yola iletmez." ifadesine ilişkin bir ayrıntı niteliğindedir. Buna göre, ilâhî hidayet, bunların -sapıklıktan ibaret olan- hallerini kapsamadığı için, onların arasında koşuşturuyorlar, bu konuda işitmeye değmeyecek bahaneler üretiyorlar. Yüce Allah, "onların arasında koşuştuklarını..." buyuruyor da, söz gelimi "onlara doğru koşuştuklarını..." buyurmuyor. Çünkü onlar, onlardandırlar; sapıklık açısından onların yerini tutmuşlardır. Şu hâlde bunlar, başlarına bir felâket gelmesinden korktukları için bu şekilde
Mâide Sûresi 51-54 .......................................................... 633
felâket gelmesinden korktukları için bu şekilde koşuşturmuyorlar, böyle bir şeyden korkmaları da söz konusu değildir. Bu, Peygamber (s.a.a) ve müminler tarafından kendilerine yönelebilecek bir eleştiriyi ve ayıplamayı savmak için uydurdukları bir bahanedir. Onları bu şekilde onların arasında koşuşturmaya iten şey, onları -Yahudileri ve Hıristiyanları- dost edinmiş olmalarıdır. Her zulmün ve batılın bir gün yok olup gitmesi, zulmü ve batılı esas alan bir hayat sisteminin rezaletinin ortaya çıkması ve hak gibi görünen yöntemlerle batıl hedeflere yönelenlerin umutlarının suya düşmesi kaçınılmazdır. Nitekim yüce Allah, "Allah, zalim toplumu dogru yola iletmez." buyururken bu gerçeğe dikkat çekmiştir. Dolayısıyla yüce Allah'ın bir fetih bahşetmek veya katından bir emir indirmek suretiyle onların, yaptıklarından pişmanlık duymalarını, görünümlerinin sahte olduğunun, söylediklerinin yalan olduğunun müminler tarafından bilinmesini sağlaması kaçınılmazdır. Bu açıklama ile, "Allah, zalim toplumu dogru yola iletmez." ifade- sinden sonra "Kalplerinde hastalık bulunanların..." ifadesine yer veril-mesinin nedeni de anlaşılıyor. Daha önce zalimlerin işledikleri zulüm itibariyle amaçlarına ulaşamamalarını ifade ettiği anlamı açıklamıştık.
Buna göre, sözü edilen bu kimseler, kalplerinde olmayan bir görünümle Hz. Peygamberin (s.a.a) ve müminlerin karşısına çıkmaları bakımından münafık kimselerdirler. Bu özelliklerinden dolayı da Yahudi ve Hıristiyanlar arasında telaşla koşuşturmalarını da "başlarına bir felâ-ketin gelmesinden korkmak" şeklinde yorumluyorlar. Oysa bu davranışlarının, kalplerinde gizli bulunan duygularıyla örtüşen gerçek yorumu, Allah'ın düşmanlarını dost edinmeleridir. Iki yüzlülüklerinin altındaki neden budur. Mümin görünüp içlerinde küfrü saklamak anlamında münafık oluşlarına gelince, ayetlerin akışından böyle bir anlamı algılamak mümkün değildir. Bazı tefsir bilginleri, konuyla ilgili olarak aktarılan rivayetleri de kanıt olarak göstererek, burada Abdullah b. Übey ve arkadaşla-
634 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
rı gibi münafıkların kastedildiğini söylemişlerdir. Buna göre, bu münafıklar, bir yanda müminlerle birlikte oturup kalkıyor, onlara şirin görünmeye çalışıyorlardı, bir yandan da Yahudi ve Hıristiyanlarla dostluk kuruyor, yardımlaşma ve dayanışma esaslı antlaşmalar yapıyorlardı. İki tarafı birden idare ediyorlardı. Her durumda kazançlı çıkmak ve gıpta ile bakılmak için, kişisel çıkarlarını koruma amacına yönelik olarak temkinli davranıyorlardı. Dolayısıyla taraflardan hangisinin başına bir felâket gelseydi, bu ustaca politikaları sayesinde kendileri güvende olacaklardı!
Fakat söz konusu müfessirlerin anlattıkları, ayetlerin akışı ile ör-tüşmüyor. Çünkü ayetlerin akışı, onların Allah katından Müslümanlara bahşedilen bir fetih veya bir lütuf dolayısıyla onların pişmanlık duyacakları beklentisini ifade etmektedir. Kastedilen fetih, Mekke'nin fethi veya Yahudi kalelerinin ve Hıristiyan yerleşim birimlerinin fethi ya da buna benzer bir gelişmedir. Bu takdirde ise, onların pişmanlık duymalarının bir anlamı olmaz. Çünkü onlar, iki taraf nezdinde de kendilerini güvenceye alacak ihtiyatlı bir tavır içindeydiler. İhtiyatlı davranan insan ise, pişman olmaz. Dolayısıyla, onlar açısından bir pişmanlığın gerçekleşmesi, ancak bir kerede müminlerden kopup, Yahudi ve Hıristiyanlara katılmaları, sonra başlarına bir felâket gelmesi durumunda söz konusu olabilir. Aynı şekilde yüce Allah'ın, amellerinin boşa gideceği, sonunda hüsrana uğrayacakları yönündeki açıklamaları da ancak böyle bur durumda karşılık bulmuş olur: "Bütün çabaları boşa çıkmış, kaybedenlerden olmuşlardır." Burada kastedilen durum da, onların münafık ol-maları, çıkarları ve istekleri için ihtiyatlı bir tutum sergilemeleri ile bağdaşmıyor. Çünkü başına gelmesinden korktuğu bir şeye karşı kendini koruyacak şekilde ihtiyatlı bir tutum içine giren insanın, korktuğu şeyin gerçekleşmemesi durumunda, bu tutumundan zararlı çıkmasının bir anlamı yoktur. Çünkü ihtiyatlı davranmak, aklî bir tutumdur ve bundan dolayı ne pişmanlık duyulur, ne yergi hak edilir.
Ancak şunu söyleyebilirler: Onların yerilmelerinin sebebi, ilâhî
Mâide Sûresi 51-54 ................................................... 635
yasağı çiğnemeleri, Allah'ın fetih vaadini inandırıcı bulmamalarıdır. Bu çıkarsama özü itibariyle doğru olsa bile, ayette, buna ilişkin lafzî bir kanıt edinmek mümkün değildir.
"Umulur ki Allah, fetih ya da kendi katından bir iş getirir de onlar, içlerinde gizlediklerine pişman olurlar." İfadenin orijinalinin başında yer alan "asa" kelimesi, insanların sözlerinde olduğu gibi, yüce Allah'ın sözleri içinde de temenni anlamını ifade eder; -daha önce, bu temenninin dinleyici ya da içinde bulunulan durum itibariyle geçerli olduğunu belirtmiştik- ancak, ifadenin akışından edindiğimiz intiba, dolayısıyla karine, bunun kesin olarak gerçekleşecek bir vaat olduğunu göstermektedir. Çünkü ifade, "Allah, zalim toplumu dogru yola iletmez." ifadesinde dile getirilen hususu pekiştirmeye, bu-nun doğruluğunu vurgulamaya, içerdiği hususun kesinlikle gerçekleşeceğini ifade etmeye yöneliktir.
Yüce Allah fetihten söz ederken, fetihle katından bahşedeceği ve pek net olmayan bir lütuftan söz ediyor. Dolayısıyla bu fetihle bizce meçhul olan bir gelişmeye değiniyor. Bu da, fetih kelimesinin başındaki "lam"ın cins için olduğunu, zihinde bilinen bir olguya işaret etmediğini gösterir. Dolayısıyla bununla kastedilenin, çeşitli ayetlerde vaat edilen Mekke fethi olması söz konusu değildir, diyebiliriz. Örneğin, şu ayetlerde olduğu gibi: "Kur'ân'ı sana gerekli kılan Allah, elbette seni, varılacak yere döndürecektir." (Kasas, 85) "Andolsun, Mescid-i Haram'a gireceksiniz." (Fetih, 27) Bunun gibi daha birçok ayet örnek verebiliriz.
Kur'ân'da fetihten söz edildiğinde, bununla genellikle Mekke'- nin fethi kastedilmekle beraber, bazı yerlerde bu ifadeyi Mekke'- nin fethi şeklinde yorumlamak mümkün görünmüyor. Şu ayette geçen fetih ifadesini buna örnek gösterebiliriz: "Dogru iseniz bu fetih ne zaman? diyorlar. De ki: 'Fetih günü gelince, inkâr edenlere inanmaları fayda vermez ve kendilerine mühlet de verilmez.' Sen onlardan yüz çevir ve bekle, zaten onlar da beklemektedirler." (Secde, 28-30) Burada yüce Allah, söz konusu fetih gerçekleştiğinde, daha önce kâfir olanların, bu sırada inanmalarının kendile-
636 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
rine bir fayda vermeyeceğini ve kâfirlerin böyle bir fethi beklediklerini bildirmektedir.
Şunu biliyoruz ki, bu hususlar ne Mekke'nin fethi ile, ne de Müslümanların bugüne kadar elde ettikleri diğer fetihlerle ilgili değildir. Çünkü imanın fayda vermemesinden, yani tövbenin işe yaramamasından söz etmek, -daha önce, tefsirimizin 4. cildinde Nisâ suresi, 17-18. ayetleri tefsir ederken tövbe kavramı üzerinde durduğumuz sırada belirttiğimiz gibi- ancak iki durumla birlikte söz konusu olabilir: Ya hayattan ayrılma anında, dünya ile ahiretin yer değiştirmesi dolayısıyla insanın seçme özgürlüğünün ortadan kalkması durumunda. Ya da olumsuz huy ve karakterlerin tövbe ve Allah'a dönme ihtimalini ortadan kaldıracak şekilde kalplerin katılaşmasına yol açması durumunda. Nitekim yüce Allah bu hususta şöyle buyurmuştur: "Rabbinin bazı ayetlerinin geldigi gün, daha önce inanmamış ya da imanından bir hayır kazanmamış olan kimseye, artık inanması fayda saglamaz." (En'âm, 158) "Içlerinden birine ölüm gelip çatıncaya kadar kötülükleri yapıp, 'Ben şimdi tövbe ettim' diyenler ve kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek) tövbe yoktur." (Nisâ, 18) Bu bakımdan, eğer ayette geçen fetihten maksat, Mekke'nin yahut Yahudi kalelerinin veya Hıristiyan yerleşim birimlerinin fethi gibi Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen herhangi bir fetihse, buna diyecek bir şey yok. Ancak daha önce de işaret ettiğimiz gibi, "içlerinde gizlediklerine..." ve "Inananlar... derler." ifadeleriyle anlatılanların bu ihtimalle örtüşmesi pek açık değildir. Ama eğer sözü edilen fetihten maksat, İslâm'ın küfrün işini bitirmesi ve Resulullah ile kavminin arasında kesin hükmün verilmesi ise, hiç kuşkusuz bu, Kur'ân'ın geleceğe ilişkin gaybî haberlerindendir. Yüce Allah bu haberlerde, bu ümmetin ileride karşılaşacağı kimi olayları ve gelişmeleri haber verir. Böyle bir çıkarsama, Yûnus suresinde yer alan şu ifadelerin anlamlarıyla da örtüşmektedir: "Her ümmetin bir elçisi vardır. Elçileri gelince aralarında adaletle hükmolunur..." (Yûnus, 47-56)
Mâide Sûresi 51-54 ....................................................... 637
"Onlar, içlerinde gizlediklerine pişman olurlar." Pişmanlık, yapılmaması gereken bir işin yapılmasından veya yapılması gereken bir işin yapılmamasından dolayı içine düşülen psikolojik bir durumdur. Onlar bir şey yapmışlardır. Yüce Allah, bunu izleyen ayette, onların amellerinin boşa gittiğinden ve ticaretlerinin hüsranla sonuçlandığından söz ediyor. Onların içlerinde gizledikleri şey, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeleri, onların arasında koşuşturarak, Yahudi ve Hıristiyanların Allah'ın nurunu söndürme, dünyanın zevklerinden hiçbir engelle karşılaşmaksızın yararlanma yönündeki hedeflerini gerçekleştirme hususunda onlara yardımcı olmalarıdır.
Büyük bir ihtimalle, onlar içlerinde bunu gizliyorlardı; bunun için Yahudi ve Hıristiyanların aralarında koşuşturuyorlardı. Ama Allah, hak esaslı mesaja fetih bahşedince, çabalarının boşa gitmesinden dolayı büyük bir pişmanlık duyacaklardır.
"İnananlar... derler..." İfadenin orijinalinde geçen "yekûlu" kelimesi, "yekûle" şeklinde de okunmuştur. Bu okuyuş ifadenin, önceki ayette geçen, "fe yusbihu..." ifadesine atfedilmesinden ileri gelmektedir. Bizce ifadeyi bu şekilde okumak daha isabetlidir. Çünkü ayetlerin akışına böyle bir anlam daha uygun düşmektedir. Çünkü onların içlerinde gizlediklerine pişman olmaları ve müminlerin onlara; "bunlar mı?" şeklinde hitap etmeleri, onların Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmelerinin ve onların arasında koşuşturmalarının bir sonucudur.
"Bunlar..." sözüyle, Yahudi ve Hıristiyanlara işaret ediliyor; "sizinle beraber..." ifadesinde de kalplerinde hastalık bulunanlara hitap ediliyor. Bunun tam tersi de olabilir. Aynı şekilde, "Bütün çabaları boşa çıkmış, kaybedenlerden olmuşlardır..." ifadesinde zamirin Yahudi ve Hıristiyanlara dönük olması mümkün olduğu gibi, kalplerinde hastalık bulunanlara dönük olması da mümkündür. Fakat ayetlerin akışından algıladığımız kadarıyla hitap kalplerinde hastalık bulunanlara, işaret de Yahudi ve Hıristiyanlara yöneliktir. Dolayısıyla, "Çabaları boşa çıkmış..." sözü, takdirî bir soru-
638 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
nun cevabı niteliğindedir ve şöyle bir anlam belirginlik kazanıyor: Umulur ki, Allah bir fetih veya katından bir iş getirir. O zaman iman edenler, ilâhî gazabın kapsamına giren, şu kalplerinde hastalık bulunanlara şöyle diyeceklerdir: "Şu Yahudi ve Hıristiyanlar mı, var güçleriyle yemin ederek sizinle beraber olduklarını söylüyorlardı? Peki şimdi niye size bir yararları dokunmuyor?!" Sonra, "Şimdi bu Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinenlerin akıbeti ne olacak?" diye sorulmuş gibi şöyle bir cevap veriliyor: "Bütün çabaları boşa çıkmış, kaybedenlerden olmuşlardır."
KALPLERİN HASTA OLMASININ ANLAMI ÜZERİNE
"Kalplerinde hastalık bulunanlar" ifadesi gösteriyor ki, kalpler için bir hastalık ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak da sağlık ve sıhhat söz konusudur. Çünkü sağlık ve hastalık birbirine karşıt iki olgudur. Bunlardan biri, ancak öbürünün bulunabilme imkânı söz konusu olduğu bir yerde gerçekleşebilir. Görme ve kör olma gibi. Örneğin bir duvar için hastalıktan söz edilmez. Çünkü onun sağlık ve sıhhate kavuşması gibi bir durum yoktur.
Yüce Allah'ın kitabının çeşitli yerlerinde kalplerin hastalığından söz ettiği durumlarda, bu kalplerin hâllerinden ve etkilerinden söz eder ki bunlar, söz konusu kalplerin fıtratın dosdoğru çizgisinden saptıklarını, normal davranışların dışına çıktıklarını ve dosdoğru yoldan uzaklaştıklarını gösterirler. Söz gelimi yüce Allah şöyle buyuruyor: "Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler, 'Allah ve Resulü bize sadece boş vaatlerde bulundu' diyorlardı." (Ahzâb, 12) "Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar, 'Bunları dinleri aldatmış' diyorlardı." (Enfâl, 49) "Şeytanın attıgını, kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için bir imtihan yapsın." (Hac, 3) Bu konuda örnek gösterilebilecek birçok ayet vardır. Özetleyecek olursak; kalbin hasta olması, onun bir tür kuşku ve tatminsizliğe müptela olması anlamına gelir. Bu kuşku, Allah'a inanma ve onun ayetleriyle tatmin bulmayı böyle bir kalp için
Mâide Sûresi 51-54 ..................................................... 639
bulanık ve karanlık bir duruma düşürür. Açıkçası bunun adı, imana şirkin karıştırılmasıdır. Dolayısıyla böyle bir kalp için Allah'ı ve ayetlerini inkâr etme durumuyla örtüşen durumlar gerçekleşir. Pratik eylem aşamasında, böyle bir kalbe sahip olan insandan, Allah'ı ve ayetlerini inkâr etme durumuyla örtüşen davranışlar sâdır olur. Buna karşılık, kalbin sağlıklı olması da, onun fıtratın çizgisi üzere kalıcı olmasını, dosdoğru yol üzere bulunmasını ifade eder. Bunun sonucunda Allah'ı, her türlü şirk unsurundan arınmış bir şekilde birler, her şeyden soyutlanarak sırf O'na güvenip dayanır, insan arzusunun, heva ve hevesinin ilgili olduğu her türlü zevki ve keyfi bir kenara bırakır, elinin tersiyle iter. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: "O gün ki, ne mal, ne de ogullar yarar vermez. Ancak Allah'a saglam ve temiz kalp getiren yarar görür." (Şuarâ, 87-89)
Buradan da anlıyoruz ki, kalplerinde hastalık bulunanlar, münafıklardan ayrı bir grupturlar. Nitekim Kur'ân'da da onlardan iki ayrı grup olarak söz edilir: "Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar..." diye. Birçok yerde geçen bu ifade, onların iki ayrı grup olduğuna yönelik işaret içermiyor değildir. Çünkü münafıklar, dilleriyle inandık diyen, ama kalpleri inanmayan kimselerdir. Salt küfür kalbin ölü olduğunu gösterir, hasta olduğunu değil. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ölü iken kendisini dirilttigimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebilecegi bir ışık verdigimiz kimse..." (En'âm, 122) "Ancak işitenler çagrıya gelir; ölülere gelince, Allah onları diriltir." (En'âm, 36)
Bundan da anlaşılıyor ki, Kur'ân literatüründe "kalp hastalığı" Allah ve ayetleri bağlamında insanın kavrayışını bürüyen kuşku anlamını ifade eder. Böylesi bir kuşkunun etkisi altına giren bir kalp, dinsel i-nanca sağlam bir şekilde bağlı kalıp dinginliğe ulaşamaz, bu kuşkunun komplekslerinden kurtulamaz. Buna göre, anlamın doğasını esas alacak olursak, kalplerinde hastalık bulunanlar, zayıf imanlı kimselerdir. Bunlar her çağırana kulak verir, her rüzgarın önünde sürüklenirler. Münafıklardan fark-
640 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
lıdırlar. Onlar açıktan mümin olduklarını söyler, buna karşın içlerinde salt küfrü gizlerler. Bunu yaparken de amaçları dünyevî çıkarlarını korumaktır. Dış görünümleriyle müminlerden, iç dünyalarıyla da kâfirlerden ya-rarlanmaya çalışırlar.
Evet, Kur'ân-ı Kerim'de, kalplerinde hastalık bulunanlar için de "münafıklar" niteliğinin kullanıldığını görüyoruz. Bu, onların iç dünyalarının da tıpkı münafıklar gibi iman letafetinden yoksun olduğunu vurgulamaya dönük bir analizdir. Bu ise, içinde iman bulunmadığı hâlde mümin gibi görünenlere ilişkin olarak kullanılan "kalplerinde hastalık bulunanlar" niteliğinden ayrıdır. Aşağıdaki ayeti buna örnek gösterebiliriz: "Münafıklara, kendileri için acı bir azap oldugunu müjdele! Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların yanında mı izzet (güç ve şeref) arıyorlar? Dogrusu izzet bütünüyle Allah'ındır. O, kitapta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildigini yahut alaya alındıgını işittiginizde, bundan başka bir söze geçinceye kadar kâfirlerle bir arada oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Dogrusu Allah, münafıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacaktır." (Nisâ, 138-140) Bakara suresinde yer alan, "İnsanlardan öyleleri vardır ki, inanmadıkları hâlde 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler... Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırdı... Onlara, 'İnsanların inandıkları gibi siz de inanın.' dense, o beyinsizlerin inandıkları gibi inanır mıyız? derler..." (Bakara, 8-20) ayetlere gelince; burada, onların kalplerinin haktan şüphe ederek sonunda hakkı inkâra kadar vardığı anlatılıyor. Bunlar, başlangıçta kalplerinde hastalık bulunan kimselerdi. Çünkü henüz tam olarak inanmadıkları hâlde, yalan söyleyerek iman ettiklerini ileri sürmüşlerdi. Oysa başlangıçta kuşku içindeydiler. Allah da hastalıklarını artırdı. Böylece hakkı inkâr etmelerinden ve alaya almalarından dolayı helâk olup gittiler. Yüce Allah, kalp hastalığının fiziki bir hastalık gibi arttığından ve hatta süreğenleşerek kişiyi helâke sürüklediğinden söz ediyor.
Mâide Sûresi 51-54 .......................................................... 641
Bunun nedeni de, hastalığı esnasında, hasta olan insanın doğasını bozacak günahlarla hastalığa sürekli katkıda bulunmasıdır. Bu hususta yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır." (Bakara, 10) Yüce Allah bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Ne zaman bir sure indirilse... Fakat yüreklerinde hastalık olanlara gelince bu, onların pisliklerine pislik katar. Ve onlar kâfir olarak ölürler. Kendilerinin her yıl bir iki defa sınandıklarını görmüyorlar mı? Yine de tövbe etmiyor, ögüt almıyorlar." (Tevbe, 124-126) Bir diğer yerde -genel bir açıklama niteliğinde- şöyle buyuruyor: "Sonra kötülük edenlerin sonu çok kötü oldu. Çünkü Allah'ın ayetlerini yalanladılar. Ve onlarla alay ediyorlardı." (Rûm, 10)
Daha sonra yüce Allah, kendisine yönelik imanın, bu hastalığın tedavisi olduğunu açıklıyor ve -genel bir duyuru olarak- şöyle buyuru- yor: "Imanlarından dolayı Rableri onları hidayete erdirir." (Yûnus, 9) Konuyla ilgili olarak bir başka ayette de şöyle buyuruyor: "Güzel söz O'na çıkar, iyi amel de onu yükseltir." (Fâtır, 10) Şu hâlde, kalbinde hastalık bulunan kimse, eğer bu hastalıktan kurtulmak istiyorsa, Allah'a tövbe etsin ki bu, O'na iman etmek demektir. Salih düşüncelerle ve salih amellerle düşünüp öğüt almaya çalışsın. Nitekim yukarıda yer verdiğimiz ayetlerin birinde bu husus vurgulanmıştır: "Yine de tövbe etmiyor, ögüt almıyorlar." (Tevbe, 126) Bu konuyla ilgili en kapsamlı açıklamayı ise, şu ayet içermektedir: "Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Alla-h'a aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz? Şüphe yok ki münafıklar, ateşin en alt tabakasındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın. Ancak tövbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini sırf Allah için yapanlar başka. İşte onlar (gerçek) müminlerle beraberdirler; Allah da yakında müminlere büyük bir mükâfat verecektir." (Nisâ, 144-146) Daha önce, ayetlerde sözü edilen Allah'a dönmekten maksadın, O'na inanmak, bu iman üzere dosdoğru ha-
642 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
reket etmek, kitap ve sünnet doğrultusunda hareket etmek ve ihlâs yani tevhit inancına hiçbir şirk şaibesini karıştırmamak olduğunu belirtmiştik.
"Ey inananlar! Sizden kim dininden dönerse..." [Ayetin orijinalinde geçen "yertedde" kelimesinin mazi fiili "irtedde"dir.] "Irted-de an dinihi" ise dininden döndü, anlamına gelir. Dindarların literatüründe "irtidat" kelimesi, imandan küfre dönmeyi ifade eder. Bu imanından önce küfrün olması ile olmaması arasında, bu nitelikle anılma açısından herhangi bir fark yoktur. Bir kâfirin inanması, ardından tekrar küfre dönmesi gibi.
Önceden kâfirken Müslüman olan, ardından tekrar küfre dönen insanın irtidadı, "Millî irtidat"; Müslüman bir aileden dünyaya geldiği için önceden küfre sapması söz konusu olmayan bir kimsenin dinden dönüşü de "Fıtrî irtidat" olarak isimlendirilir. [Bu anlamlar, bu kelimenin asıl anlamları durumuna gelmişlerdir. Mecazî bir kullanım söz konusu değildir. Ancak bu kullanım, ya İslâm'ın getirdiği bir olgudur -ha-kikat-ı şer'iye- veyahut Müslümanlar arasında yaygınlaşan bir kullanımdır -hakikat-ı müteşerria-.]
Ayette geçen "irtidat" kelimesi ile, dindarların literatüründe dinden dönme anlamına gelen irtidadın kastedildiği şeklinde bir düşünce zihinlerde uyanabilir. Bu takdirde, ayetin öncesiyle bir bağlantısı olmaz. Yani, bağımsız bir ayet gibi algılanır. Buna göre, yüce Allah ayette mü-minlerden bir grubun imanına ihtiyacının olmadığını, nasıl olsa bir baş-ka grubun imanın yükümlülüklerini yerine getireceğini anlatmaktadır.
Ancak bu ayet ve bundan önceki diğer ayetler üzerinde düşündüğümüz zaman, bu ihtimalin geçersiz olduğunu görürüz. Çünkü ayet bu anlatımıyla, müminlere yüce Allah'ın, kendi arzında insanları kendisine taptırma gücüne sahip olduğunu vurgulama amacına yöneliktir. De-mek isteniyor ki, ileride Allah, öyle topluluklar ortaya çıkaracaktır ki bunlar, Allah'ın dininden dönmek şöyle dursun, ona sıkı sıkıya sarılırlar. Şu ayetleri de bu açıdan ele alabiliriz: "Şimdi şunlar, bunları in-kâr ederse, bilsinler ki, bunları inkâr etmeyecek bir toplumu, bunlara vekil bırakmışızdır." (En'âm,
Mâide Sûresi 51-54 ......................................................... 643
etmeyecek bir toplumu, bunlara vekil bırakmışızdır." (En'âm, 89) "Kim de küfre saparsa, şüphesiz Allah âlemlerden müstagnidir." (Âl-i Imrân, 97) "Siz ve yeryüzünde bulunanlar hep inkâr etseniz, iyi bilin ki, Allah zengindir, övülmüştür." (Ibrâhim, 8) Bu aşamada, asıl amacın ötesinde fazladan bir açıklama yapma gereği duyulmaz. Ayetin asıl maksadı, Allah'ın dininden dönmeyen mümin bir kavmin getirileceğinin haber verilmesidir. Onların Allah'ı, Allah'ın da onları sevdiği, onların müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu oluşları gibi ayette işaret edilen niteliklerine gelince; bunlar asıl amaca ilişkin ek olgulardır ve söz konusu edilmelerini gerektirecek bir durum ve ortamın gerçekleşmesi zorunludur.
Diğer bir açıdan baktığımızda, ayette işaret edilen niteliklerin, önceki ayette sözü edilen Yahudi ve Hıristiyanları dost edinme durumuyla irtibatlı olduklarını görürüz. Çünkü onların Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmiş olmaları, kalben sevgi ve sempatiyle onlara ilgi duymalarından kaynaklanan bir sonuçtur. Bu nitelikteki bir kalbin Allah sevgisini taşıması mümkün müdür? Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah, bir insanın gögüs boşlugunda iki kalp yaratmadı." (Ahzâb, 4)
Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmenin kaçınılmaz bir sonucu da müminlerin kâfirler karşısında ezilmeleri ve müminlere karşı da tepeden bakan ekabir bir konumda olmalarıdır. Nitekim yüce Allah, bu psikolojik sapmaya şu şekilde işaret etmiştir: "Onların yanında mı izzet (güç ve şeref) arıyorlar? Dogrusu izzet bütünüyle Allah'ındır." (Nisâ, 139)
Bu dostluğun bir gereği de, onlara karşı cihat etme yükümlülüğünü ağırdan almadır, onlarla savaşmaktan kaçınmadır, onlarla sosyal ilişkileri kesme hususunda kendilerine yöneltilen her türlü kınamaya göğüs germemektir ve bu husustaki mahrumiyet ve zorluklara katlanmaya yanaşmamaktır. Nitekim yüce Allah bu hususa şöyle işaret etmiştir: "Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar size gelen
644 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
gerçegi inkâr ettikleri... hâlde, siz onlara sevgi iletiyorsunuz... Benim yolumda cihat etmek ve benim rızamı kazanmak için yurdunuzdan çıktıgınız hâlde içinizde onlara sevgi mi gizliyorsunuz? (Mümtehine, 1) Diğer bir ayette konuyla ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır: "İbrahim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır; onlar kavimlerine 'Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzagız. Sizin taptıklarınızı tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir.' demişlerdi." (Mümtehine, 4) Aynı şekilde, sözlük anlamı açısından veya analitik olarak ele alırsak, irtidat kelimesi, kâfirleri dost edinme durumunu da kapsamına alır. Nitekim yüce Allah, önceki ayetlerin birinde şöyle buyurmaktadır: "Sizden kim onları kendine veli yaparsa, o, onlardandır." (Mâide, 51) Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur: "Kim böyle yaparsa, artık onun için Allah'tan hiçbir şey yoktur." (Âl-i Imrân, 28) Başka bir ayette de şöyle buyurulmaktadır: "Siz de onlar gibi olursunuz." (Nisâ, 140)
Bu açıklamaların ışığında anlıyoruz ki, tefsirini sunduğumuz ayetin, önceki ayetlerle bağlantısı vardır ve ayet Allah'ın dininin, topluluklarına yavaş yavaş nifakın sızmasından ve topluluklarında dünyalık çıkar karşılığında dini satmaya aldırış etmeyen, Allah'ın, Elçisinin ve müminlerin yanında olan gerçek onura, dünya ve ahiret hayatını kuşatan mutluluğa karşılık din düşmanlarının yanındaki sahte ve geçici üstünlüğü, düzmece onuru tercih eden kalpleri hasta insanlar bulunduğundan dolayı Allah'a karşı gelme, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinme uçurumuna düşeceklerinden endişe duyulan bu adamlardan müstağni olduğunu, onlara ihtiyacının olmadığını vurgulama amacına yöneliktir.
Ayet, aslında bununla Kur'ân'ın gayba ilişkin bir öngörüsünü de haber vermektedir. Buna göre, yüce Allah, dinin şu zayıf imanlılardan görmüş olduğu iki yüzlülük ve çeşitli kılıklara bürünmesi, Allah'tan başkasının sevgisini Allah'ın sevgisine tercih ediş-
Mâide Sûresi 51-54 ........................................................ 645
leri, onuru Allah'ın düşmanlarının yanında aramaları, Allah yolunda cihat yükümlülüğü karşısında ağırdan alıcı, ayak sürtücü bir tavır takınmaları, bu konuda kınayanların kınamasından korkmaları karşısında, ileride bir kavim getirecektir. Bunlar Allah'ı sevecek, Allah da onları sevecektir. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu olacaklardır. Allah yolunda cihat edecek ve kınayan hiç kimsenin kınamasından korkmayacaklardır.
Tefsir bilginlerinin bir çoğusu, ayetin gaybî bir mesaj taşıdığını fark etmelerine ve bu ayette işaret edilen niteliklerin hangi kavmin durumuyla örtüştüğü hususunda uzun değerlendirmeler yapmalarına karşın, ayetin lafızlarını açıklama hususunda alabildiğine müsamahalı davranmışlardır. Dolayısıyla ayetin içerdiği niteliklere gerekli açıklamalar getirememişlerdir. Sonuçta yüce Allah'ın sözünü herhangi bir insanın sözü gibi ele alıp, insanların sözlerinde olduğu gibi, O'nun ayetlerinde de örfte gösterilen müsamahaların ve dikkatsizliklerin olabileceğini kabul eder bir tutum içinde olmuşlardır. Gerçi Kur'ân belâgat açısından, uyduruk ve türedi bir yöntem izlememiştir. Sözcüklerin kullanımında, cümlelerin yapımında ve anlamlarına karşılık sözcükler bırakılması hususunda, yeni ve alışık olunmayan bir metot geliştirmemiştir. Bu hususta, insanların normal ko-nuşmalarında izlenilen yöntemi esas almıştır. Ancak Kur'ân, başka bir açıdan insanların sözlerinden ayrı bir özellik arz eder. Şöyle ki; bizler, belâgatçiler ve normal insanlar olarak konuştuğumuz zaman, sözlerimizi aklımızda yer edinen anlamlara dayalı olarak söyleriz. Bizim tarafımızdan algılanan anlamlar, insanî- sosyal fıtratımız aracılığıyla oluşturduğumuz sosyal hayatımızın bir kazanımı olan anlayışımız aracılığıyla zihnimizde yer edinirler. Bu niteliklere sahip kavrama yeteneğimizin bir özelliği de, algıladığı olgular arasında karşılaştırma yaparak bir yargıya varmasıdır.
Bu aşamadan sonra, tolerans ve müsamaha kapıları açılır zihnimize. Örneğin çoğu, tümün yerine kabul ederiz. Geneli, sürekli
646 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
olan konumunda görürüz. Nispi olguları mutlak olgular gibi algılarız. Her az bulunanı (nadir olanı), yok olanlar kategorisine sokarız. Sıklıkla rastlanmayan her olguyu varolmayan şeyler kapsamına alırız. Bizden biri çıkar, "Şu güzeldir veya çirkindir. Şu sevimlidir veya sevimsizdir. Şu övülendir veya yerilendir. Şu yararlıdır veya zararlıdır. Falan iyidir veya kötüdür." der. Bizler bu bağlamda, bir toplulukla ilgili olarak mutlak bir nitelemeye gideriz. Oysa söz konusu topluluk bazı durumlarda, bazı değerlendirmeler bağlamında, bazı insanlara göre ve bazı olgular açısından bu niteliklere sahiptir, yani mutlak olarak böyle bir durumu söz konusu değildir. Ne var ki, niteliği dile getiren kişi, bazı karşı değerlendirmeleri yok saymıştır. Bunu yaparken algılayışın da ve yargısı hususunda gösterdiği müsamahaya dayanmıştır.
Bu, insanın objeler dünyasına ilişkin somut olgulara dayalı algılarının durumudur. Algılama kapasitesinin sınırlı olmasından dolayı, varlık âleminin onun kendisiyle ilintili yönlerinden farkında olmadığı şeyler bir öncekine oranla daha fazladır. Buna göre, insanın haber verdiği bütün şeyler, dış objelerle ilgili bütün konuşmaları ve realiteyi bütünüyle kuşattığını, tüm bilinmezliklerini ortaya çıkardığını düşün- düğü bütün hususlar, sübjektif değerlendirme ve bazı yönlere karşı müsamahalı davranmanın ve bazı yönleri de bilmemenin ürünüdür. Bir insanın bütün realiteyi kuşattığını ve bir kimsenin konuşmasını buna göre kuşatıcı bir şekilde değerlendirdiğini söylemesi ciddiyetle bağdaşmaz. Bu husus, üzerinde iyice düşünmeye değer.
Sahip olduğu bilgiye dayalı olarak insanın söylediği sözlerin durumu bundan ibarettir. Yüce Allah'ın sözlerine gelince, onları bu tür bir kusurdan münezzeh saymamız bir zorunluluktur. Çünkü yüce Allah, her şeyi bilgice kuşatmıştır. Nitekim yüce Allah, sözlerinin özellikleriyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "O, elbette hak ile batılı ayırt edici bir sözdür. O, şaka degildir." [Târık, 13-14] İşte bu husus ve ayrıcalık, yüce Allah'ın zahirî itibariyle mutlak olan ve ayrı ya da bitişik herhangi bir kayıtla sınırlandırılmayan
Mâide Sûresi 51-54 ..................................................... 647
sözlerini mutlak olarak algılamamızın delillerinden birini oluşturur. Yine aynı husus, yüce Allah'ın sözlerinde geçen niteliklerin nedenselliğe işaret ettiğinin delillerinden biridir de. Söz gelimi yüce Allah, "O onları sever..." diyorsa, bu demektir ki, herhangi bir şeyde onlara buğz etmiyor. Aksi takdirde, bu genel ifadeye bir istisna getirirdi. Yüce Allah, bir kavmin müminlere karşı yumuşak ve alçak gönüllü olduklarını söylüyorsa, onların müminlik sıfatlarından, yani Allah'a iman etmelerinden dolayı onlara alçak gönüllü oldukları ve her durumda ve her takdirde alçak gönüllü olmaları gerekir. Aksi takdirde, böyle bir ifade, hak ile batılı birbirinden ayırma özelliğine sahip olamazdı.
Kuşkusuz, bazı anlamlar vardır ki bunlar, nispeti doğru kılacak bir kuşatıcı husus söz konusu olduğunda, bunları hakketmeyen insanlara da nispet edilirler. Aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi: "Andolsun biz, Israilogullarına kitap, hüküm ve peygamberlik verdik, onları güzel rızıklarla besledik ve onları âlemlere üstün kıldık." (Câsiye, 16) "O, sizi seçti ve dinde size bir güçlük yüklemedi." (Hac, 78) "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz. Iyiligi emreder, kötülükten sakındırırsınız." (Âl-i Imrân, 110) "İnsanlara şahit olasınız, elçi de size şahit olsun." (Bakara, 143) "Elçi de, 'Ya Rabbi, kavmim bu Kur'ân'ı terk edilmiş bıraktılar.' demiştir." (Furkan, 30)
Bunun gibi toplumsal niteliklerden söz eden birçok ayet vardır, ki bunlarla nitelenme bağlamında bireylerle topluluklar arasında herhangi bir fark yoktur. Bunun da toleransla, bazı yönlerin lehine olmak üzere başka yönleri görmezlikten gelmekle ilgisi yoktur. Tersine, burada hem parçanın, hem de bütünün nitelendirildiği nitelikler söz konusudur. Hem birey, hem de toplum gerektirici bir etkenden dolayı, bu şekilde nitelendirilirler. Tıpkı, değerli bir mücevheri içeren bir toprağın içerdiği mücevherden dolayı avuçlanması gibi. Hem toprak avuçlanmış, hem de mücevher avuçlanmış olur; ama asıl hedef mücevherdir. Şimdi konumuza dönelim. "Ey inananlar! Sizden kim dininden dönerse..." Yukarıda yap-
648 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
tığımız açıklamaların ışığında meseleyi ele alacak olursak, dinden dönüp irtidat etmekten maksadın, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmek olduğunu anlarız. Hitap özellikle müminlere yöneltilmiştir; çünkü bundan önceki hitap da onlara yönelikti ve ayetlerin akışının bu aşamasında verilmek istenen mesaj şudur: Allah'ın dininin, Allah düşmanlarının dostluğuyla kirlenmiş bir imana ihtiyacı yoktur. Nitekim yüce Allah, Allah düşmanlarını dost edinmeyi küfür ve şirk olarak nitelendirmiştir: "Sizden kim onları veli yaparsa, o, onlardandır." Çünkü yüce Allah, dininin velisi ve yardımcısıdır. O'nun dininin yardımcısı olduğunun bir göstergesi, ileride, düşmanlarından her türlü ilişkiyi kesen, O'nun dostlarını dost edinen, sadece O'nun için seven bir topluluğu getirecek olmasıdır. "Allah, yakında öyle bir toplum getirecek" Burada yüce Allah, söz konusu toplumu getirmeyi doğrudan kendi zatına nispet ediyor. Bununla dininin yardımcısı olduğu mesajını veriyor. Ki ayetin akışından da bu husus algılanıyor. Demek isteniyor ki, bu dinin bir yar-dımcısı var. O varken dine yardım için başkasına ihtiyaç yoktur. Bu yardımcı, yüce Allah'tır.
Ayetin akışı, söz konusu kavim aracılığı ile dine yardım edileceğini vurgulamaktır. Bu da, bazı kimselerin din düşmanlarını ulusal yardımlaşma için dost edinmelerine karşılık olarak dile getiriliyor. Ayrıca kavim sözcüğü kullanılıyor ve söz konusu kavmin nitelikleri ve davranışları çoğul kipiyle ifade ediliyor. Bütün bunlar gösteriyor ki, geleceği vaat edilen kavim bir topluluk olacaktır, bir veya iki kişiden ibaret olmayacaktır. Yüce Allah'ın her dönemde, Allah'ı seven, Allah tarafından sevilen, müminlere karşı alçakgönüllü, buna karşın kâfirlere karşı üstün ve onurlu, Allah yolunda cihat eden ve bu hususta hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayan bir insan göndermesi gibi bir durum kastedilmiyor.
Söz konusu kavim, kendisi gelecek olduğu hâlde, getirilişleri yüce Allah'a nispet edilmiş ve O'nun onları getireceği belirtilmiştir. Bu, Allah'ın onları yaratacağı anlamında değildir. Çünkü Allah'tan başka yaratıcı yoktur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah her şeyin
Mâide Sûresi 51-54 ...................................................... 649
yaratıcısıdır." (Zümer, 62) Bilâkis bu ifade, yüce Allah'ın onları dine yardım edecekleri bir konuma getireceği anlamını içermektedir. Onlara kendisini sevmeleri ve kendisinin de onları sevmesi onurunu bahşedecektir. Dostları karşısında alçak gönüllü, düşmanları karşısında üstün ve onurlu olmalarını sağlayacaktır. Yolunda cihat etmelerini ve her türlü kınamadan etkilenmemelerini mümkün kılacaktır. Şu hâlde onların dine yardım etmeleri, aslında yüce Allah'ın onlar aracılığıyla dine yardım etmesidir. Zamanın uzağı ile yakını Allah açısından birdir. Bu, sadece bizim yetersiz görüşümüz açısından bir farklılık arzeder.
"O onları sever, onlar da O'nu severler." Burada sevgi kelimesi, bir nitelikle veya başka bir hususla kayıtlı olmaksızın, özle ilintili olarak mutlak bir şekilde kullanılmıştır. Onların Allah'ı sevmelerinin gereği, Rablerini, O'nun dışındaki her şeye ve mal, mevki, soy gibi insanın bağlı olduğu her değere tercih etmeleridir. Bu demektir ki, adı geçen kavim, Allah'ın düşmanlarından hiç kimseyi dost edinmezler. Eğer dost edinirlerse, Allah'ın dostluğundan dolayı, O'nun dostlarını dost edinirler.
Yüce Allah'ın onları sevmesinin gereği de, onların her türlü zulümden arınmış olmaları, küfür, fısk gibi manevî kirlerden ya masumiyet ya da tövbe sonucu olan mağfiret yoluyla temiz olmalarıdır. Çünkü zulümler ve günahların tümü hiçbir şekilde yüce Allah tarafından sevilmezler. Nitekim ulu Allah şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez." (Âl-i Imrân, 32) "Allah, zalim olanları sevmez." (Âl-i Im-rân, 57) "O israf edenleri sevmez." (En'âm, 141) "Allah bozguncuları sev-mez." (Mâide, 64) "Allah haksız yere saldıranları sevmez." (Bakara, 190) "O, büyüklük taslayanları sevmez." (Nahl, 23) "Allah, hainleri sevmez." (Enfâl, 58) Bu hususla ilgili olarak birçok ayet örnek gösterilebilir.
Yukarıda sunduğumuz ayetlerde, insanlarda olabilecek küçük düşürücü, çirkin huyların, rezilliklerin ana unsurları zikredilmiştir. Yüce Allah, bir insanı sevdiğini belirterek ondan bu olumsuz nite-
650 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
liklerin kalktığına tanıklık edince, o insan, bunların karşıtı olan üstün ve onur verici niteliklerle nitelenmiş olur. Çünkü insan, bir ahlâka sahip olacaksa, üstün niteliklerden veya aşağılayıcı niteliklerden biriyle mutlaka ahlâklanmak durumundadır.
Buna göre, ayette kastedilen bu insanlar, Allah'a gerçekten inanıyorlar, imanları zulüm kirine bulanmamıştır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Inananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar... İşte güven onlarındır ve dogru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm, 82) Buna göre, onlar sapmaya karşı güvencededirler. Yüce Allah bir ayette bu hususa şöyle işaret etmiştir: "Allah şaşırttıgını yola getirmez." (Nahl, 37) Bu demektir ki, onlar, her türlü sapıklığa karşı ilâhî güvencenin kapsamı içindedirler. Ilâhî yol göstericiliğin önderliğinde Allah'ın dosdoğru yoluna yönelmektedirler. Onlar, yüce Allah'ın da onayladığı gerçek imanları sayesinde, Allah'a tam anlamıyla teslim oldukları gibi Elçiye de tabi olmuş, ona teslim olmuşlardır. Yüce Allah, bir ayette bu hususa şöyle işaret etmiştir: "Hayır, Rabbine andol-sun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklar hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdigin hükmü, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam anlamıyla kabullenmedikçe inanmış olmazlar." (Nisâ, 65) Buradan hareketle anlıyoruz ki, bunlar şu ayetin kastettiği kimseler arasında yer almaktadırlar: "De ki: Eger siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin." (Âl-i Imrân, 31) Bu ayetin içeriğinden anlıyoruz ki, Peygambere uymakla Allah'ı sevmek arasında zorunlu bir bağıntı vardır. Kim Peygambere uyarsa, Allah onu sever. Allah bir kulunu, ancak Peygambere (s.a.a) tabi olduğu zaman sever.
Peygambere (s.a.a) uydukları zaman takva, adalet, ihsan, sabır, sebat, tevekkül, tövbe ve arınma gibi yüce Allah'ın sevdiği ve hoşnut olduğu niteliklere de sahip olurlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz, Allah da sakınanları sever." (Âl-i Imrân, 76) "Allah iyilik edenleri sever." (Bakara, 195) "Allah sabırlıları sever." (Âl-i Imrân, 146) "Allah, kendi yolunda kaynatılmış binalar gibi
Mâide Sûresi 51-54 ................................................... 651
saf baglayarak çarpışanları sever." (Saff, 4) "Hiç şüphesiz Allah, kendisine dayanan-ları sever." (Âl-i Imrân, 159) "Allah tövbe edenleri sever, temizlenenleri sever." (Bakara, 222) Daha birçok ayet bu hususa örnek oluşturmaktadır.
Yukarıda işaret edilen niteliklerin sonuçlarını ve bu nitelikleri izleyen ve üstün meziyetleri şerh edici ayetleri bir bütün olarak incelediğimiz zaman, iyi karakterlerden oluşan çok sayıda olguyla karşılaşırız. Bunların tümünün şu sıfatlara sahip olan kimselerin yeryüzüne varis olan mirasçılar olmasına ve iyi akıbetin de onların olduğuna gelip dayandıklarını da görürüz. Nitekim üzerinde durduğumuz ayetten de böy-le bir mesaj algılayabiliyoruz: "Ey inananlar! Sizden kim dininden dönerse..." Başka bir ayette de -genel ve kuşatıcı bir ifade olarak- şöy-le buyurulmuştur: "Sonuç takvanındır." (Tâhâ, 132) Inşallah, akıbetin takvanın olmasının ne anlam ifade ettiğini uygun bir yerde etraflıca irdeleyeceğiz.
"Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler." Ayetin orijinalinde geçen "ezillet-un" ve "eizzet-un" kelimeleri "zelîl" ve "azîz" kelimelerinin çoğuludurlar. Kendilerinin dostu ve kendileri tarafından dost edinilen Allah'a yönelik saygılarının bir ifadesi olarak müminlerin üzerine şefkat kanatlarını germelerinden ve dinin değer vermediği ve önemsemediği kâfirlerin yanında bulunan sahte üstünlük ve onura ihtiyaçlarının olmadığından kinaye bir ifadedir bu. Nitekim yüce Allah, Peygamberini (s.a.a) bu hususta şu şekilde yönlendirip eğitmiştir: "Onlardan bazı çiftlere (sınıflara) verdigimiz dünyalıga gözlerini dikme ve onlara üzülme, müminlere kanadını indir." (Hicr, 88) Bazı bilginlerin söyledikleri gibi "ezille" kelimesinin "alâ" harf-i cerriyle geçişli kılınması, merhamet, kalp inceliği veya acıma, şefkat gösterme anlamlarını içermesinden dolayıdır.
"Allah yolunda cihat ederler ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." Genel niteliklerinin içerisinden özel olarak "Allah yolunda cihad etmelerinden" söz edilmesi, yüce Allah'ın onlar aracılığıyla dinine yardım edeceğinden söz edildiği bir süreçte böyle bir
652 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
vurguya ihtiyaç olmasından dolayıdır.
"Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." ifadesinin akışından anlaşıldığı kadarıyla, bu ifade, sadece kendisinden önceki son cümleyle değil, diğer cümlelerle de ilintilidir. -Gerçi bu tür terkiplerde, ifadenin genellikle en son cümleyle ilintili olduğu kesin ve şüphesizdir.- Çünkü Allah yolunda cihat edilirken kınayanların kınaması önemli bir engel oluşturmaktadır. Onlar insanları, mal ve can kaybı, zorluklara katlanma durumunda kalma gibi meşakkatleri göstererek cihattan alıkoymaya çalışırlar. Aynı şekilde müminler karşısında alçak gönüllü davranıp dünyanın çekici nimetleri ve arzuyla peşinden koşulan sahte değerleri ve müminlerin yanında rastlanılmayan dünya nimetleri kâfirlerin yanında bulunurken onlar karşısında üstün ve onurlu davranmak, kınayanların kınamasının engel olacağı şeydir.
Ayetten, gelecekte meydana gelecek bir olaya yönelik gaybî bir işaret de algılanmaktadır. Inşallah, konunun ayetler ve hadisler ışığında değerlendirildiği ileriki bölümde bu konuya değineceğiz.
AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, "Ey inananlar! Yahudileri... veli edinmeyin..." ayetiyle ilgili olarak İbn-i Ishak, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebi Hatem, Ebu Şeyh, İbn-i Mürdeveyh, Beyhaki -ed- Delalil adlı eserde- ve İbn-i Asakir, Ubade b. Velid'den, Ubade b. Samit'in şöyle dediğini rivayet ederler: "Kaynukaoğulları Yahudileri Resulullah'la (s.a.a) savaşmaya kalkışınca, Abdullah b. Übey b. Selul bunu bahane ederek savaşta Resulullah'ın yanında yer almadı ve bu konuda tarafsız görünmeye koyuldu. Buna karşın Ubade b. Samit Resulullah'ın (s.a.a) yanına giderek onlarla kurduğu ittifakı feshettiğini, onlarla her türlü ilişkisini kestiğini bildirdi. Ubade, Avf b. Hazreç kabilesinin bir bireyiydi. Kaynukaoğullarıyla Abdullah b. Ubey b. Selul arasındaki ittifakın bir benzeri de onunla kurulmuştu. Ama o, bu ittifakı bir yana bırakarak Resulullah efendimizin (s.a.a) yanında yer aldı ve 'Ben Allah'ı, Resulünü ve mü-
Mâide Sûresi 51-54 ..................................................... 653
minleri dost ediniyorum. Şu kâfirlerin ittifaklarından ve dostluklarından sıyrılıp Allah'a ve Resulüne doğru geliyorum' dedi." Yine aynı eserde, Mâide suresindeki şu ayetlerin Abdullah b. Ubey b. Selul hakkında indikleri rivayet edilir: "Ey inanalar! Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir... Galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın taraftarlarıdır." [Mâide, 51-56]
Aynı eserde, İbn-i Ebi Şeybe ve İbn-i Cerir, Atiyye b. Sa'd'dan şöyle rivayet ederler: "Haris b. Hazreç Oğullarından Ubade b. Samit Resu-lullah'ın (s.a.a) yanına gelerek şunları söyledi: Benim, Yahudiler arasında çok sayıda dostum vardır. Ben Yahudilerin dostluğundan sıyrılıp Allah'a ve Resulüne geliyorum. Allah'ı ve Resulünü dost ediniyorum." "Bunun üzerine Abdullah b. Übey şunları söyledi: 'Ben başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyorum. Bu yüzden onların dostluklarından sıyrılmıyorum.' Resulullah (s.a.a) ona dedi ki: 'Ey Hubab'ın babası, yoksa sen, Ubade'den ayrı olarak Yahudilerin dostluklarını sürdürmekle kendinin ondan daha kârlı çıkacağını mı düşünüyorsun?' Bunun üzerine Abdullah b. Übey: 'Şimdi kabul ediyorum.' dedi. Ardından şu ayetler nazil oldu: Ey inananlar! Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir... Allah seni insanlardan korur." [Mâide, 51-67]
Aynı eserde, İbn-i Mürdeveyh İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet eder: "Abdullah b. Übey b. Selul iman ettikten sonra, 'Benimle Kureyza ve Nadiroğulları Yahudileri arasında dostluk antlaşması vardır. Ben, başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyorum.' dedi ve kâfirliğe döndü. Buna karşın Ubade b. Samit, 'Ben Kureyza ve Nadiroğulları dostluğun-dan Allah'a doğru sıyrılıyorum. Allah'ı, Resulünü ve müminleri dost ediniyorum.' dedi." "Bunun üzerine yüce Allah şu ayetleri indirdi: Ey Inananlar! Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin... Kalplerinde hastalık bulunanların... onların arasına koşuştuklarını görürsün. -Burada Abdullah b. Übey kastediliyor.- Sizin veliniz, ancak Allah, O'nun Resulü ve namazı dosdogru kılan ve rüku ederken zekât veren müminlerdir. -Burada da Ubade b. Samit ve Resulullah'ın ashabı
654 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
müminlerdir. -Burada da Ubade b. Samit ve Resulullah'ın ashabı kastediliyor.- Eger Allah'a, Peygambere ve ona indirilene inansalardı, onları kendilerine veli yapmazlardı. Ama onların çogu yoldan çıkmış insanlardır." [Mâide, 81]
Ben derim ki: Bu kıssa başka kanallardan da aktarılmıştır. Daha önce, ayetlerin iniş sebeplerine ilişkin bu tür rivayetlerin gelişmelerin, ayetlere uyarlama nitelikli içtihatların ürünü olduklarını belirtmiştik. Nitekim bizzat rivayetlerden hareketle buna ilişkin somut karineler bulmak mümkündür. Örneğin, Yahudilerle birlikte Hıristiyanlardan da söz eden ayetlerle ilgili kıssada Müslümanlarla Kaynuka, Kurayza ve Nadiroğulları Yahudileri arasında geçenlerden söz edilirken, Hıristiyanlardan ve Müslümanların onlarla olan ilişkilerinden hiç söz edilmiyor! Kıssanın akışı içinde Hıristiyanların, hiçbir amaca yönelik olmaksızın sırf iş olsun diye söz konusu edilmelerinin bir sebebi yoktur.
Öte yandan Kur'ân'da Yahudilerle Müslümanlar arasında yaşanan olaylara, münafıkların yönlendirmelerine ilişkin olarak sırf Yahudilerin pozisyonunu ele alan ve Hıristiyanlardan söz etmeyen ayetler vardır. Haşr suresindeki ayetlerin yanı sıra başka surelerdeki bazı ayetleri buna örnek gösterebiliriz. Peki neden, tefsirini sunduğumuz ayetlerde sırf iş olsun diye söz konusu edilirken, yalnızca Yahudilerden söz eden ayetlerde sırf iş olsun diye Hıristiyanlardan söz edilmiyor?!
Kaldı ki, rivayetlerde, 51. ayetten 67. ayete kadar toplam on yedi ayetin Abdullah b. Übey ve Ubade b. Samit hakkında indiği belirtilir. Öncelikle bu ayetler arasında konu bütünlüğü yoktur ki, bir kerede indiklerinden söz edilsin. İkincisi; bu ayetler arasında yer alan "Sizin veliniz, ancak Allah, O'nun Elçisi ve dosdogru namaz kılan ve rüku ederken zekât veren müminlerdir." ayetinin Hz. Ali (a.s) hakkında indiğini gösteren rivayetler, gerek Şiî, gerekse Sünnî kanallardan tevatür derecesinde aktarılmıştır. Üçüncüsü; "Ey elçi, Rabbinden sana indirileni duyur..." ayetinin kıssayla kesinlikle hiçbir ilgisi yoktur.
Mâide Sûresi 51-54 ........................................................ 655
Mesele şudur: Ravi önce Ubade ve Abdullah'ın kıssasını ele alıyor. Sonra bakıyor ki, bu ayetlerle kıssa arasında belli bir ilişki vardır. Tutup kıssayı bu ayetlere uyarlıyor, ama bunu da doğru düzgün beceremiyor. Sırf Ehlikitab'ın pratik durumuna değiniyorlar diye, on yedi ayeti üç ayetin yerine koyuyor.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde İbn-i Cerir ve İbn-i Münzir Ikrime- 'den şöyle rivayet ederler: "Ey inananlar! Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar, birbirlerinin velileridir." ayeti Kureyzaoğulla-rı Yahudileri hakkında inmiştir. Bunlar hainlik edip, Resulullah (s.a.a) ile imzaladıkları antlaşmayı bozmuşlardı. Ebu Süfyan b. Harb'a haber göndererek onların ve Kreyş'in gelip kalelerine girmelerini önermişlerdi. Resulullah efendimiz (s.a.a) Ebu Lübabe b. Abdulmünzir'i onlara göndererek kalelerinden çıkmalarını istedi. Onlar Ebu Lübabe'yi dinleyerek kalelerinden indiklerinde o, boyunlarının vurulacağını anlatmak için eliyle gırtlağına işaret etti. Talha ve Zübeyr de Hıristiyanlarla ve Şamlılarla yazışıyorlardı. -Ravi der ki: Bana ulaşan haberlere göre- Resulullah'ın (s.a.a) ashabının arasında yoksulluktan ve kıtlıktan korkan bazı kimseler Kureyza ve Nadiroğulları Yahudileri ile yazışıyor-lardı. Peygamberimizin (s.a.a) hareketlerini gizlice onlara haber gönderiyorlardı. Bunu yaparken de onlardan borç para almayı veya yardım görmeyi umuyorlardı. İşte bu davranışları yasaklandı." Ben derim ki: Bu rivayetin bir sakıncası yoktur. Çünkü ayetlerde işaret edilen velayeti, sevgi ve sempati nitelikli velayet olarak açıklama esasına dayandırıyor. Daha önce bu açıklamayı destekleyici yorumlarda bulunduk. Eğer bu rivayet gerçekten ayetlerin iniş sebebine ilişkin bir olayı içeriyorsa, bu, ayetin mutlak oluşunu ve bu olayda olduğu gibi başka olaylara uyarlanma özelliğini ortadan kaldırmaz. Şayet rivayet, uyarlama niteliğinde ise, zaten bu durum daha belirgindir.
Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Ey inananlar! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah, yakında öyle bir topluluk getirecektir..." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Bazıları, 'Burada getirile-
656 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ceğinden söz edilen topluluk Emir-ül Müminin ve arkadaşlarıdır. Ki onlara karşı biatlarını bozanlar (nakisin), adaletten sapanlar (kasitin) ve doğru yoldan çıkanlar (marikin) savaşmışlardır.' demişlerdir. Bu görüş Ammar b. Yasir'den, Huzeyfe'den ve İbn-i Abbas'tan rivayet edilmiştir. İmam Bâkır (a.s) ve İmam Cafer'den (a.s) de bu anlamda görüş aktarılmıştır."
Ben derim ki: Mecma-ul Beyan tefsirinde, söz konusu rivayet aktarıldıktan sonra şu açıklamaya yer veriliyor: "Bu görüşü destekleyen bir husus da Resulullah efendimizin Hz. Ali'yi ayette zikredilen özelliklerle nitelendirmiş olmasıdır. Peygamberimiz (s.a.a) sancağı taşıyan kişi, birkaç kez girişimde bulunduğu hâlde Hayber kalesini fethedemeyip geri kaçıp, üstelik insanları korkutmasından ve insanların da onu korkutmalarından sonra Hz. Ali'yi Hayber fethi için görevlendirdi-ğinde şunları söylemişti: 'Sancagı yarın öyle bir adama verecegim ki, o, Allah'ı ve Resulünü sever, Allah ve Resulü de onu sever. Döne döne savaşır, asla cenk meydanından kaçmaz. Allah onun eliyle fethi nasıp etmedikçe geri dönmez.' Sonra sancağı Hz. Ali'ye vermiştir." "Müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı sert ve onurlu olması, Allah yolunda cihat etmesi ve bu hususta hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaması gibi niteliklere gelince; hiç kimse, Hz. Ali'nin (a.s) bu nitelikleri hakketmediğini ileri süremez. Çünkü onun şirk ve küfür ehline karşı şiddetli tutumu, onların arasında meydana getirdiği yıkım o kadar belirgin ki; İslâm milletini himaye etme ve İslâm dinini destekleme yönündeki kararlılığı ve müminlere karşı şefkati o kadar açık ki, hiç kimse bunu inkâr edemez." "Resulullah efendimizin (s.a.a) Kureyşlileri, kendisinden sonra Ali'nin (a.s) de onlarla savaşacağını söyleyerek tehdit etmesi de bu görüşü destekleyici bir husustur. Bir gün Süheyl b. Amr Kureyş'ten bir grupla beraber Resulullah'ın yanına gelir ve şöyle der: 'Ey Muhammed, bizim bazı kölelerimiz senin tarafına geçmişler, onları bize geri ver.' Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) onlara şu karşılığı verir: 'Ey Kureyş toplulugu, ya bu tutumunuzdan vazgeçersiniz ya
Mâide Sûresi 51-54 ........................................................... 657
da Allah sizin üzerinize bir adam gönderir ki, bu adam, Kur'ân'ın tenzili ve inişi için benim sizinle savaştıgım gibi, o da Kur'ân'ın tevili için sizinle savaşır.' Bunun üzerine ashabından bazıları şöyle derler: 'Ya Resulallah, kim bu adam? Ebu Bekir mi?' Peygamberimiz, 'Hayır, odasında ayakkabı diken adam' der. O sırada Hz. Ali (a.s) Peygamber efendimizin (s.a.a) ayakkabılarını dikiyordu." "Hz. Ali'nin (a.s) Basra savaşının olduğu gün şöyle dediği rivayet edilir: 'Allah'a andolsun ki, bu güne kadar, bu ayetin kastettiği toplulukla savaşan kimse çıkmamıştı.' Sonra tefsirini sunduğumuz ayeti okur."
"Ebu Ishak Salebî kendi tefsirinde, rivayet zincirini de belirterek Zührî'den, Said b. Müseyyib'den ve Ebu Hüreyre'den Peygamber efendimizin (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Kıyamet günü, ashabımdan bazı kimseler bana doğru gelmek isterler, ama onlar havuzdan uzaklaştırılırlar. Ben derim ki: Ya Rabbi, ashabım! Ashabım! Bana şöyle seslenilir: Sen onların senden sonra neler yaptıklarını bilmiyorsun? Onlar topuklarının üzerine gerisin geri döndüler." Mecma-ul Beyan tefsirinden alınan alıntı burada sona erdi. Evet, işaret edilen bu nitelikler, bütün olarak ancak Hz. Ali (a.s) için söz konusudur. Hiç kuşkusuz, Hz. Ali (a.s) ayette işaret edilen niteliklerin en somut göstergesidir, en gerçek temsilcisidir. Fakat sorun, bu niteliklerin onunla birlikte Cemel ve Sıffin savaşlarına katılan herkesi kapsayacak şekilde algılanmasındadır. Çünkü bu savaşlardan sonra, bunların birçoğu değişmişlerdi. Ayette "O, onları sever, onlar da O'nu severler." buyuruluyor ve bu ifade mutlaktır. Herhangi bir istisnaya yer verilmiyor. Daha önce bunun ne anlama geldiğini açıklamıştık.
Yine aynı eserde şöyle deniyor: "Rivayete göre, bu ayetin anlamıy- la ilgili olarak Peygamberimize (s.a.a) bir soru sorulur ve o elini Selman'ın omzuna vurarak, 'Bu adam ve soydaşları kastediliyor.' karşılığını verir, sonra şunları söyler: Eğer din, Süreyya yıldızına asılı olsa, Fars kavminden insanlar, ona ulaşırlar."
658 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Ben derim ki: Bu rivayetle ilgili değerlendirmemiz, bundan önceki rivayete ilişkin değerlendirmemizden farklı olmayacaktır. [Çünkü Selman'ın soydaşları bu niteliklere sahip değildiler.] Ancak burada sözü edilen kişilerin, Selman'ın soydaşları arasından, ileriki bir zamanda gönderilecekleri kastedilirse, o başka.
Aynı eserde deniliyor ki: "Söylendiğine göre, bu ayette kastedilenler Yemenlilerdir. Çünkü Yemenliler yumuşak kalpli, yufka yürekli kimselerdir. Iman Yemenlidir. Hikmet de Yemen menşelidir. Iyad b. Ğanem el-Eş'arî şöyle der: Bu ayet nazil olunca, Resulullah (s.a.a) Ebu Musa Eşari'yi işaret etti ve 'Burada kastedilenler bu adamın soydaşlarıdır.' buyurdu."
Ben derim ki: Bu anlamı içeren bir rivayet, ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde birçok kanaldan aktarılmıştır. Bundan önceki rivayetle ilgili olarak söylediklerimiz bu rivayet için de geçerlidir. Taberî, tefsirinde kendi rivayet zinciriyle Katade'den şöyle rivayet eder: "Yüce Allah, bu ayeti indirdi. O, bazı insanların dinden dönecek-lerini biliyordu. Allah, peygamberi Hz. Muhammed'in (s.a.a) canını alınca, neredeyse Arapların tamamı dinden döndüler. Sadece Medinelilerin, Mekkelilerin ve Bahreynlilerin mescitlerine devam eden insanlar irtidat etmediler. Irtidat edenler diyorlardı ki: 'Namaz kılarız, ama zekât vermeyiz. Allah'a andolsun ki, mallarımızın gasp edilmesine izin vermeyeceğiz.' Ebu Bekir bu hususta etrafındakilerle istişare etti. Onla-ra (bir nüshada: Ona) denildi ki: 'Eğer onlar, zekâtın önemini kavramış olsalardı, kuşkusuz verirlerdi, hatta fazlasını da verirlerdi.' Fakat o şunları söyledi: Hayır, vallahi, Allah'ın birleştirdiği şeyleri birbirinden ayırmayacağım. Eğer Allah'ın ve Resulünün farz kıldığı şeylerden bir bukağıyı dahi vermeyecek olurlarsa, onlarla savaşacağız." "Allah bir grup insanı Ebu Bekir'le birlikte onların üzerine gönder- di. Böylece Peygamberin (s.a.a) uğruna savaştığı şeyler için savaştı. Dinden dönen ve zekât vermekten kaçınan insanların bir kısmını esir aldı, bir kısmını öldürdü, bir kısmını da ateşe atarak yaktı . Burunları sürterek maunu -yani zekât- vermeyi kabul edin-
Mâide Sûresi 51-54 ......................................................... 659
ceye kadar onlarla savaştı..."
Ben derim ki: ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, müellif bu rivayeti, Abd b. Hamid, İbn-i Cerir, Ebu Şeyh, Beyhaki ve İbn-i Asakir'in Kata-de'den naklettiklerini açıklar. Yine müellif bu rivayeti Dahhak ve Hasan'dan da nakletmiştir. Bunun teorik bir uyarlama olduğunun en somut kanıtı, rivayetin kendi ifade tarzıdır. Bu bakımdan, önceki bazı rivayetlere yöneltilen eleştiriler bunun için de geçerli olur. Çünkü bu gelişmeler ve seferlerde birtakım olumsuz olaylar yaşanmış, kimi olgularla karşılaşılmıştır. Sonra bu savaşlarda tarihin birtakım zulümleri ve günahları nispet ettiği Halid, Muğire b. Şube, Busr b. Ertat ve Semure b. Cündep gibi şahsiyetler rol oynamışlardır. Ki, onların bu özelliklerini, "O, onları sever, onlar da Allah'ı severler." ifadesiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Bu ifadeyi onlara uyarlamak, onlarla ilgili olduğunu söylemek gerçekçi olmaz. Bu durumda okuyucuya düşen görev, tarihi objektif bir şekilde incelemek, sonra da ayete ilişkin olarak ortaya koyduğumuz anlam üzerinde durup düşünmektir.
Bazı müfessirler, o kadar aşırı gitmişler ki, "Bu ayet, içeriği bakımından, riddet ehliyle savaşanlardan çok, Yemenli Eş'arîlerin nitelikleriyle örtüşmektedir." diyen bazılarının bu sözlerini bile garipsemişlerdir. Bu müfessirler şöyle demişlerdir: "Ayet, genel bir duruma işaret etmektedir. Ayetin içerdiği nitelikleri, üzerinde taşıyacak şekilde dine yardım eden herkesi kapsamaktadır. Resulullah (s.a.a) zamanındaki seçkin Müslümanlardan tutun, ondan sonra gelen ve bu niteliklere uyan tüm Müslümanları ilgilendirmektedir. Aynı şekilde, bu konuyla ilgili olarak aktarılan tüm rivayetlerin işaret ettikleri gelişmelere uyarlanabilir. Zayıf bir rivayet olmasına rağmen ayetin, Selman ve soydaşlarına işaret ettiğine, Ebu Musa ve soydaşlarını kastettiğine, Ebu Bekir ve arkadaşlarıyla ilgili olduğuna ilişkin rivayetleri buna örnek gösterebiliriz. Yalnız, ayetin Ali (a.s) hakkında indiğine ilişkin rivayeti bu genellemenin dışında tutmak gerekir. Çünkü ayetin lafzı buna uymamaktadır. Ayette geçen kavim sözcüğü, bir kişi anlamına
660 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
çen kavim sözcüğü, bir kişi anlamına alınmaz. Kavimle ancak bir topluluk kastedilir."
Adı geçen müfessirin sübjektif açıklamaları özetle böyle. Fakat görülen o ki müfessirimiz, yüce Allah'ın kelâmını, övgülerini hayal gü-cüne dayandıran bir şairin herhangi bir kavme yönelik övgüleri gibi algılamış. Artık şairin hayal gücü ne kadar elverdiyse, yalan mı doğru mu olduğuna bakmadan, kastettiği kavme övgüler düzer. Ama Allah'ın değerlendirmeleri böyle mi?! Ulu Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Allah'tan daha dogru sözlü kim olabilir?" (Nisâ, 122) Ya da müfessirimiz, ayeti, biz normal insanlar arasında geçerli olan konuşmalarla karıştırmış! Biz, normal insanlar bir şeyler söylerken, hoş görme, görmemezlikten gelme gibi olgulara dayanan anlayışımızı esas alırız da özellikle önemsediğimiz bir yanı ön palana çıkaracak şekilde konuşuruz ve maksadımızla çelişen öbür yanları görmemezlikten geliriz. Bu hususla ilgili eleştirilere karşılık, sözlerin müsamahaya dayalı olduğunu mazeret olarak devreye sokarız. Peki ulu Allah için böy-le bir yakıştırmada bulunmak doğru mudur? Yüce Allah sözlerini şu şekilde nitelendiriyor: "O, elbette hak ile batılı ayırt edici bir sözdür. O, şaka degildir." (Tarık, 13- 14) Daha önce belirttiğimiz gibi, ayetin içerdiği niteliklerin ifade ettik- leri gerçek anlamlar üzerinde iyice durup düşünülecek olursa, bu nitelikleri gerçek anlamda temsil eden insanların henüz ortaya çıkmadıkları anlaşılacaktır. Okuyucu, ayeti bu gözle okumalı, bu anlayış çerçevesinde değerlendirmeli ve kararını buna göre, objektif olarak vermelidir. Bu arada, söz konusu müfessirin son sözleri oldukça ilginçtir. Her şeyden önce, ayetin Ali (a.s) hakkında indiğini söyleyen kimse, Ali ve arkadaşlarını birlikte zikretmiştir. Tıpkı diğer ravilerin, ayetin Selman ve soydaşları, Ebu Musa ve soydaşları, Ebu Bekir ve arkadaşları hakkında indiğini belirtmeleri gibi. Ayrıca, bazısına yukarıda yer verdiğimiz bu rivayetler, Ali ve arkadaşlarını birlikte anıyorlar. Yani, ayetin tek başına Ali hakkında indiğini söyleyen bir riva-
Mâide Sûresi 51-54 ................................................... 661
yet yoktur ki, buna karşı çıkılsın ve ayetin ifade tarzı geneldir, bir topluluğu kastediyor, dolayısıyla bir kişiye indirgenemez, densin. Salebî tefsirinde, bu ayetin Ali (a.s) hakkında indiğinden söz edildiği, yine Şeybanî'nin Nehc-ül Beyan'ında, İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sadık'tan (a.s), bu ayetin Ali (a.s) hakkında indiği rivayet edildiği doğrudur. Kuşkusuz, ayetin onun ve arkadaşlarının hakkında indiğini belirten diğer rivayetlerden hareketle, burada da onun ve arkadaşlarının birlikte kastedildiği anlaşılmaktadır. Cemel ve Sıffin savaşlarında ve Haricîlere karşı yapılan savaşta, dine yardımcı olan bir tutum içinde ol-maları açısından bu rivayetlerde, onların ayetin kastettiği kişiler oldukları değerlendirmesinde bulunulmuştur. Kaldı ki, ileride belirteceğimiz gibi, Ehlisünnet kanallarından aktarılan birçok rivayette, ifade tarzı genel olduğu hâlde, "Sizin veliniz, ancak Allah, O'nun Elçisi... müminlerdir." ayetinin Hz. Ali (a.s) hakkında indiği belirtilir.
Öte yandan, Katade, Dahhak ve Hasan'dan aktarılan rivayetle ilgili bir başka sorun söz konusudur. Şöyle ki: "Ey inananlar! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah, yakında öyle bir toplum getirecek ki O, onları sever, onlar da O'nu severler..." ayeti, en ufak bir kuşkuya meydan vermeyecek şekilde, bir toplumu diğeriyle değiştirme, belli bir topluma muhtaç olunmadığı anlamını vurgulamaktadır. Hitabın, o sırada ayetin inişine tanık olanlara yönelik olmasıyla, olanlarla olmayanlara birlikte yönelik olması arasında herhangi bir fark yoktur. Maksat, bir grup Müslüman'a şu mesajı vermektir: Onların tamamı veya bir kısmı, dinlerinden dönecek olurlarsa, Allah, onların yerine O'nu seven ve O'nun tarafından sevilen bir kavim getirecektir. -Allah mürtetleri sevmez, mürtetler de O'nu sevmezler.- Adı geçen kavmin şu şu özellikleri vardır ve onlar Allah'ın dinine yardımcı olacaklardır. Bu da gösteriyor ki, getirilecek olan kavim, bir grup mümindir ve onlar, o gün mevcut olan müminlerden ayrıdırlar. Yani, bu ayette kastedilenler, Peygamberimizin (s.a.a) vefatının hemen sonrasında mürtet-lerle savaşan kimseler değildirler. Çünkü onlar, aye-
662 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
tin inişine tanık olmuşlardı. Dolayısıyla onlar, "Ey inananlar..." sözünün muhatabıdırlar; "Allah, yakında bir toplum getirecek..." ifadesinin kapsamına girmez-ler. Bu açıdan tefsirini sunduğumuz ayeti, şu ayete benzetebiliriz: "Eger yüz çevirecek olursanız, Allah, yerinize başka bir toplum getirir de onlar sizin gibi olmazlar." (Muhammed, 38)
Tefsir-un Nü'manî'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Süleyman b. Harun İclî'den şöyle rivayet eder: "İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini duydum: Bu ayette işaret edilen misyonun sahibi koruma altındadır. Şayet insanların tümü gitseler de, Allah onu ve ashabını getirecektir. Onlar yüce Allah'ın haklarında şöyle buyurduğu kimselerdir: 'Şimdi şunlar, bunları inkâr ederse, biz, bunları inkâr etmeyecek bir toplumu, bunlara vekil bırakmışız.' (En'âm, 89) Onlar şu ayetin kastettiği kimselerdir: Allah, yakında öyle bir toplum getirecek ki O onları sever, onlar da O'nu severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler." Bu anlamı içiren bir rivayeti Ayyâşî ve Kummî kendi tefsirlerinde aktarmışlardır. [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.326, h:135. Tefsir-ül Kummî, c.1, s.17]
KUR'ÂN VE HADIS IŞIĞINDA KONUYA YÖNELIK GENEL BIR DEĞERLENDIRME
Önceki bölümlerin akışı içinde defalarca işaret edildiği gibi Kur'ân, önem verdiği meseleleri ele alırken, vurgulu ve sert bir üslûp kullanır. Bu da şunu gösterir: Ortada birbirini pekiştiren olumsuz etkenler vardır ve bunlar insanları büyük felâketlere, onur kırıcı alçaklıklara duçar edecek yoğunluktadır. Sonuçta Kur'ân'ın bu uyarılarını dikkate almayanlar, Allah'ın korkunç gazabıyla yüz yüze geleceklerdir. Faizi yasaklayan, Peygamberin akrabalarını sevmeyi emreden vb. ayetleri buna örnek gösterebiliriz. Aslında bu, konuşma sanatının vazgeçilmez bir yöntemidir. Örneğin, hikmet sahibi bir konuşmacı, küçük ve basit bir şeyi emrediyorsa ve bunu ısrarla vurgulayıp, söz konusu basit şeyin hak
Mâide Sûresi 51-54 ...................................................... 663
etmediği yoğunlukta üzerinde duruyorsa ya da bir kimseye hak etmediği bir üslupla hitap ediyorsa, söz gelimi züht ve ibadet alanında önemli bir konumu işgal eden kendini Allah'a adamış bir âlimi, hem de kalabalıkların gözü önünde yüz kızartıcı bir suçu işlemekten nehyediyorsa, bu, söylenenlerin boşuna olmadığını, büyük ve ölümcül bir tehlikeyle yüz yüze olunduğunu gösterir. Bu sertlikteki bir üslûba sahip Kur'ân ayetlerinin doğruluğunu, çok geçmeden yaşanan olaylar kanıtlamıştır. Işaret ettiği, daha doğrusu doğrudan gösterdiği olaylar birer birer gerçekleşmiştir. Belki de bu tür ayetlerin indiği sıralarda bunlara ilk kez muhatap olanlar, bunların işa-ret ettiği olayları kavrayamamışlar ve meseleyi algılayamamışlardır.
Kur'ân, Resulullah'ın akrabalarının sevilmesini emretmiştir. Bu konuya o denli önem vermiştir ki, Peygamber efendimizin (s.a.a) akrabalarını sevmeyi, onun elçiliğinin ücreti ve Allah'a ulaştıran yol olarak nitelendirmiştir; ama sonra ümmet, onun Ehlibeyti'ne karşı tarihin tanık olduğu en korkunç mezalimi işlemekte bir sakınca görmemiştir. Şayet, onlara Peygamberin Ehlibeyti'ne zulmetmeleri emredilseydi, bundan fazlasını yapamazlardı!
Kur'ân ayrılığı yasaklamış ve bu konu üzerinde sıkça durarak Müslümanları ayrılığa düşmeme konusunda uyarmıştır. Sonra ümmet paramparça oldu, Yahudiler ve Hıristiyanlardan daha fazla grupçuklara bölündü. Yahudiler yetmiş bir, Hıristiyanlar yetmiş iki gruba bölünmüşlerdi. Müslümanlar bu konuda onları geride bırakarak yetmiş üç fırkaya bölündüler. Bu, dinî meselelere ilişkin mezhepsel bölünmelerini gösterir. Toplumsal yasalar ve yönetim şekilleri gibi sosyal meselelere ilişkin bölünmeleri ise, istatistiklere sığacak gibi değildir.
Kur'ân Allah'ın indirdiklerinin dışında bir şeyle hükmetmeyi, insanları sınıflara bölmeyi, azgınlığı, heva ve hevesin peşinde gitmeyi yasaklar. Bu konuda oldukça sert ifadeler kullanır. Sonra olanlar gözler önündedir.
Kâfirlerin ve Ehlikitab'ın dost edinilmesinin yasaklanması du-
664 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
rumu da Kur'ân'da üzerinde önemle durulan yasaklardan biridir. Hatta, denebilir ki, Kur'ân'da kâfirlerin ve Ehlikitab'ın dost edinilmesinin yasaklanışı ile ilgili olarak kullanılan sert üslûp başka hiçbir ayrıntı nitelikli yasakla ilgili olarak kullanılmamıştır. Kur'ân bu konuya o kadar önem verir ki, yüce Allah Ehlikitab'ı ve kâfirleri dost edinenleri onlardan sayar: "Sizden kim onları kendine veli yaparsa, o, onlardandır." Böyle bir şeyi yapmaları durumunda kendisiyle aralarında bir ilginin kalmayacağını belirtir: "Kim böyle yaparsa, artık onun için Allah'tan hiçbir şey yoktur." (Âl-i Imrân, 28) Sonra onları olabilecek en açık bir ifadeyle uyarır ve şöyle der: "Allah sizi kendisinden sakındırır." (Âl-i Imrân, 28-30) Daha önce bu ifade üzerinde dururken, bunun uyardığı şeyin kesin olarak gerçekleşeceğine delâlet ettiğini, bunun kaçınılmaz olduğunu, değişmesinin ve başka bir şeye dönüşmesinin söz konusu olmadığını belirtmiştik.
Daha fazla açıklama istiyorsan, şu ayetin anlamı üzerinde düşünebilirsin: "Şüphesiz Rabbin, hepsinin işlerinin karşılıgını tam verecek-tir. -Bu ayetten önce Nuh, Hûd ve Salih gibi peygamberlerin kavimlerinin kıssaları anlatılmış, sonra Yahudilerin, kitapları hakkında ihtilafa düşmeleri dile getirilmiştir.- Çünkü Allah, yaptıklarınızı bilmektedir. Öyleyse emrolundugun gibi dogru ol; seninle beraber tövbe edenler de; aşırı gitmeyiniz, -görüldüğü gibi ayetin hitap tarzı, toplumsal niteliklidir- zira O, yaptıklarınızı görmektedir." (Hûd, 111-112) Sonra bir de yüce Allah'ın şu sözü üzerinde düşün: "Sakın zulmedenlere dayanmayın; sonra size ateş dokunur! Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur; sonra size yardım edilmez!" (Hûd, 113)
Yüce Allah, "Allah sizi kendisinden sakındırır." uyarısıyla vaat ettiği bu ateşin ahiretten önce, dünyadayken dokunmasının - ayetin ifadesinin mutlak olduğu göz önünde bulundurulmalıdır- ne anlam ifade ettiğini şu ayette açıklıyor: "Bugün artık inkâr edenler, sizin dininizi yok etmekten, umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun." (Mâide, 3) Bunu söylerken
Mâide Sûresi 51-54 ............................................................ 665
yüce Allah, müminlerin, müşriklerden ve Ehlikitap'tan oluşan kâfirlerin, dinlerini yok etmelerinden korktuklarını belirtiyor -ki biz daha önce bunun üzerinde durduk- ve bu korku, bu ayetin indiği güne kadar devam etmiştir. Artık bugün, bu ayetin inişinden sonra, dinin ortadan kalkması hususunda kâfirlerden korkmalarına gerek yoktur. Bilâkis bu konuda Rablerinden korkmaları gerekmektedir. Onların dinleri hususunda korktukları şey, kâfirlerin ellerinden gelen her imkânı kullanarak dinlerini yok etmeye ve bu olağanüstü değeri ellerinden çıkarmaya çalışacakları hususuydu. Müminler, bu ayetin inişinden önce bundan korkuyorlardı. Fakat Mâide suresinin inişiyle birlikte bu korkuları güvene dönüştü; yüreklerinde kopan korku fırtınaları dindi. Ama bu hususta Rablerinden kork-maları gerekir. Allah'ın, nurlarını gidermemesi, dinlerini ellerinden al-maması için dikkatli olmak durumundadırlar. Bilindiği gibi, yüce Allah hak etmedikleri sürece, bir kavmi sürpriz bir şekilde cezalandırmaz ve üzerlerine azap indirmez. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurur: "Bu böyledir; çünkü bir millet kendilerinde bulunan güzel meziyeti degiştirmedikçe, Allah onlara verdigi nimeti degiştirmez." (Enfâl, 53) Bu ayette, ilâhî nimetin değişmesinin, hak edilmesi durumunda gerçekleşecek bir olgu olduğu açıklanıyor. İnsanların kendilerini değiştirmeleriyle birlikte, onlara yönelik nimetin de değişeceği vurgulanıyor. Daha önce de belirtildiği gibi, din ya da di-nî velâyet -yönetim- "nimet" olarak nitelendirilmiştir: "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum." (Mâide, 3)
Demek ki, bu nimetin onlar tarafından değiştirilmesi, Allah ile bağlantının kesilmesi suretiyle Allah'ın velâyetinden sıyrılmaları, zalimlere dayanmaları, kâfirleri ve Ehl-i Kitabı dost edinmeleri beklenmektedir. Öyleyse bu konuda, kendilerine bundan korkmaları ve dolayısıyla Allah'ın önü alınmaz azabını üzerlerine indirmesinden korkmaları gerekir. Yüce Allah, onları şu ifadelerle uyarıyor: "Sizden kim onları kendine veli yaparsa, o, onlardandır. Allah, zalim toplumu dogru yola iletmez." (Mâide, 51) Burada yüce
666 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
lim toplumu dogru yola iletmez." (Mâide, 51) Burada yüce Allah, onları mutluluğa yöneltmeyeceğini bildiriyor. Çünkü mutluluğun hidayetle doğrudan ilintisi vardır. İnsanların dünya hayatında mutlu olmaları, ancak dinî kurallar ve İslâm'ın genel sosyal ilkeleri doğrultusunda bir yaşam sürdürmeleri ile mümkündür. Bu gidişatın bünyesi yıkıldığı zaman, marufu emretme ve münkeri yasaklama gibi İslâmî yaşantının özünü koruyucu prensipler ihlâl edilir ve İslâm'ın toplumsal yaşam için öngördüğü genel semboller ortadan kalkar. Onun yerini kâfirlere özgü yaşam tarzı alır. Sonra bu yaşam tarzı git gide temellerini sağlamlaştırır ve prensiplerini yerleşik hâle getirir. Bugün Müslüman toplumların içinde bulunduğu durum, bunun en somut örneğidir. Kâfirlere özgü yaşam sistemi, bütün görünümleriyle Müslüman toplumların hayatının her alanına egemendir.
Kur'ân ve sünnetin düzenledikleri ve Müslümanlar arasında yerleşik bir sistem hâline getirdikleri genel Islamî hayat sistemi ile, bugün Müslümanlara dayatılan yıkıcı ve fasit hayat sistemini karşılaştırdığımız, sonra, "Allah, yakında öyle bir toplum getirecek ki, O onları sever, onlar da O'nu severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihat ederler, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." (Mâide, 54) ayetinin işaret ettiği husus üzerinde düşündüğümüz zaman göreceğimiz şudur:
Bugün biz Müslümanlar topluluğunu saran ve hayatımızın her alanına egemen olan tüm rezillikler, -ki biz bunları önce kâfirlerden aldık, sonra içimizde kök saldılar, bizzat bizim değerlerimiz hâline dönüşerek ürediler- yüce Allah'ın ayette, getireceğini vaat ettiği topluluğa ilişkin olarak dile getirdiği niteliklerin karşıtlarıdır. Şunu demek istiyorum: Bugün pratik hayatta sergilediğimiz tüm rezillikler, şu noktada özetleniyor: Bugünkü toplum Allah'ı sevmiyor, Allah da onları sevmiyor. Kâfirlere karşı alçak, süklüm büklüm, müminlere karşı zorba, tepeden bakmacı ve şiddetlidir.
Mâide Sûresi 51-54 ........................................................ 667
Allah yolunda cihat etmez; her kınayanın kınamasından da korkar. İşte Kur'ân bu çarpıcı gerçeği bu denli net ifadelerle muhataplarına anlatıyor. Istersen şöyle de diyebilirsin: Bu, gaybî bir haberdir. Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah, İslâm toplumunun bir gün dinden döneceğini haber veriyor. Kuşkusuz bu, terminolojik anlamda bir riddet değildir. Bir düşüş, bir alçalış anlamında dinden dönüştür. Ulu Allah şu ayetlerde bu hususa işaret etmiştir: "Sizden kim onları kendine veli yaparsa, o, onlardandır. Allah, zalim toplumu dogru yola iletmez." (Mâide, 51) "Eger Allah'a, Peygambere ve ona indirilene inansalardı, onları kendilerine veli yapmazlardı. Ama onlardan birçogu yoldan çıkmış insanlardır." ( Mâide, 81) Allah, kendisine -dinine- yardım etmeleri durumunda kendilerine yardım edeceğini vaad etmiştir. Kendileri desteklemeseler ve onların güçlerine katkıda bulunmasalar, düşmanlarını zayıflatacağına söz vermiştir: "Eger Ehlikitap inanmış olsaydı, elbette kendileri için iyi olurdu. Içlerinden inananlar da var; ama çokları yoldan çıkmışlardır. Size eziyetten başka bir zarar veremezler. Sizinle savaşsalar bile, size arkalarını dönüp kaçarlar, sonra onlara yardım da edilmez. Nere-de bulunurlarsa, onlara alçaklık (damgası) vurulmuştur. Meger ki Allah'ın ipine ve insanların ipine sıgınmış olsunlar." (Âl-i İmrân, 110-112) "Meger ki Allah'ın ipine ve insanların ipine sıgınmış olsunlar" ifadesinden "İnsanların onları dost edinmeleri ve sonuçta yüce Allah'ın onları insanlara egemen kılması suretiyle bu zilletten çıkmaları mümkündür" şeklinde bir çıkarsamada bulunmak uzak bir ihtimal değildir. Sonra yüce Allah -bu pozisyonda bulunan- İslâm toplumuna, bir topluluk ortaya çıkaracağını vaat ediyor. Bunlar öyle bir topluluktur ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetli ve onurludurlar. Allah yolunda cihat ederler ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Daha önce de belirttiğimiz gibi, onlara ilişkin olarak sayılan bu
668 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
nitelikler, bugünkü İslâm toplumunda izine rastlanmayan niteliklerdir. Ayetin üzerinde iyice düşündüğümüz zaman, ayetin İslâm toplumunun ileride ne tür rezilliklere duçar olacağını ve hangi alçaltıcı durumlara düşeceğini ayrıntılı bir şekilde haber verdiğini görürüz. Bu rezilliklere ilişkin olarak, ahir zamanda meydana gelecek kimi gelişmelerle ilgili Peygamberimizden (s.a.a) ve Ehlibeyt İmamlarından (onlara selâm olsun) çok sayıda hadis rivayet edilmiştir. Bu hadislerin bir kısmı art niyetli saptırmalardan ve tahriflerden kurtulamamışsa da, bununla beraber bunlar arasında, gelişmeler ve yaşanan pratik tarafından doğrulanan haberleri içeren hadisler de vardır. Bun-lar, yaklaşık olarak bin yıl önce kaleme alınmış ilk kuşak âlimlerin eserlerinde yer almaktadırlar. Bu eserlerin çoğu da gerçekten isnat edildikleri kişiler tarafından kaleme alınmış; günümüze aktarılırken herhangi bir kayba uğramamış ve birçok âlim tarafından onlardan nakledilmiştir.
Kaldı ki, bu rivayetler, o gün için henüz gerçekleşmemiş ve o sırada yaşayan insanların beklemediği, tahmin etmediği ve edemeyeceği olaylara ilişkin haberler veriyorlar. Dolayısıyla bunların doğruluğunu kabul etmek ve vahiy membaından derlendiklerini itiraf etmek bizim açımızdan kaçınılmaz olmuştur.
Örneğin Kummî kendi tefsirinde babasından, o, Süleyman b. Müslim el-Haşşab'dan, o Abdullah b. Cerih el-Mekki'den, o Ata b. Ebi Riyah'dan, o da Abdullah b. Abbas'tan şöyle rivayet eder:
Resulullah efendimizle (s.a.a) birlikte Veda Haccını yerine getiriyorduk. O sırada Resulullah (s.a.a) Kâbe'nin kapısına tutundu ve yüzünü bize çevirerek şöyle buyurdu: "Size kıyametin işaretlerini haber vereyim mi?" O sırada onun en yakınında Selman (r.a) bulunuyordu, dedi ki: "Evet, haber ver ya Resulullah."
Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurdu: "Kıyametin işaretlerinden biri namazın ortadan kalkması, şehevî arzuların peşine düşülmesi, tutkulara yönelik eğilimlerin artması, mala büyük değer verilmesi, dinin satılarak karşılığında dünyalık şeylerin alınmasıdır.
Mâide Sûresi 51-54 ..................................................... 669
Bu şartlar ortaya çıktığında, gördüğü kötülükleri değiştirme gücünü kendinde bulamamanın verdiği ıstırapla müminin yüreği ve içi, suda tuzun erimesi gibi erir."
Selman hayretle sordu: "Bu da mı olacak ya Resulallah?"
Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, ey Selman! Bütün bunlar olacak ve bu sırada onları zorba emirler, fasık vezirler, zalim bilginler ve hain eminler yönetecektir."
Selman sordu: "Bunlar da mı olacak ya Resulallah?"
Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin olsun ki, ey Selman, bütün bunlar olacak. Bu sırada münker (kötü) maruf (iyi) olacak, maruf da münker olacak, haine güvenilecek, güvenilen kimse ihanet edecek, yalan söyleyenler tasdik edilecek ve doğru söyleyenler de yalanlanacaklardır."
Selman, "Bütün bunlar olacak mı ya Resulallah?" diye sordu.
Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve bu sırada kadınlar yönetici olacak, cariyelere danışılacak, çocuklar minberlere oturacak, yalan bir beceri gibi algılanacak, zekât bir kayıp, Müslümanların beytülmalını talan etmek bir ganimet gibi görülecektir. Kişi anne ve babasına eziyet edecek, buna karşın arkadaşına iyilik edecektir. Ve kuyruklu yıldız doğacaktır."
Selman dedi ki: "Bunlar da mı olacak ya Resulallah?"
Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada kadın kocasının ticaret ortağı olacak, yağmur normal mevsiminde yağmayacak, sıcak mevsimlerde yağacak, cömert insanlar olabildiğince sert ve kaba olacaklar, zor duruma düşen yoksul insan küçümsenecektir. Bu sırada çarşılar birbirlerine yakın olacaktır. Biri: 'Hiçbirşey satamadım' diyecek, bir başkası: 'Hiç kâr etmedim' diyecektir. Bundan dolayı Allah'ı suçlar gibi konuşacaklardır."
Selman, "Bunlar da mı olacak ya Resulallah?" diye sordu.
Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacaktır ve bu sırada başlarına bir kavim musallat olacaktır ki konuşacak olsalar, boyunlarını
670 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
vuracaklar; susacak olsalar, her şeylerini mubah sayacaklar, mallarına el koyacak, saygınlıklarını çiğneyecekler. Kanlarını dökecek, yüreklerine korku salacaklar. O sırada müminleri korkak, ürkek, pısırık ve çekingen görürsün."
Selman, "Bunlar da mı olacak ya Resulallah?" diye sordu.
Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada bir şey doğudan ve bir şey de batıdan getirilecek ve bunlar ümmetimi etkileyip yönlendirecektir. Vay ümmetimin zayıflarına, onların elinden neler çekecekler, neler?! O zalimlerin de Allah'ın azabından dolayı vay hâllerine! Bunlar küçüklere acımayacak, büyüklere saygı göstermeyeceklerdir. Hiçbir kusuru bağışlamayacaklardır. Onlarla ilgili haberler hep çirkin ve ağza alınmayacak cinstendir. Bedenleri insan bedeni, ama kalpleri şeytan kalbi olacaktır."
Selman, "Bunlar da mı olacak ya Resulallah?" diye sordu.
Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada erkekler erkeklerle, kadınlar da kadınlarla ilişkiye gireceklerdir. Kızlar ailelerinin evinde kıskanılıp korunulduğu gibi erkek çocuklar da kıskanılıp korunulacaklar. Erkekler kendilerini kadınlara, kadınlar da kendilerini erkeklere benzetecekler. Kadınlar eğerlere bineceklerdir. Ümmetimden onlara Allah'ın lâneti olsun."
Selman, "Bunlar da mı olacak ya Resulallah?" diye sordu.
Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey Selman bütün bunlar olacak ve o sırada mescitler tıpkı Kilise ve Havralar gibi yaldızlanacak. Mushaflar süslenecek, minareler uzun olacak, saflar kalabalık, ama kalpler birbirlerine karşı nefretle dolu olacak, dilleri farklı şeylerden söz edecektir."
Selman, "Bunlar da mı olacak ya Resulallah?" diye sordu.
Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada ümmetimin erkekleri altın takılarla süsleneceklerdir. İpek ve ibrişim giysiler giyinecek, kaplan derisini alış veriş metaı hâline getireceklerdir."
Mâide Sûresi 51-54 .................................................. 671
kaplan derisini alış veriş metaı hâline getireceklerdir."
Selman dedi ki: "Bunlar da mı olacak, ya Resulallah?"
Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada faiz çok yaygın olacak, gıybetle ve rüşvetle iş görülecektir. Dinin değeri düşecek, buna karşılık dünyanın değeri yükselecektir."
Selman dedi ki: "Bunlar da mı olacak ya Resulullah?"
Buyurdu ki: Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada boşanmalar çoğalacak, Allah'ın koyduğu hiçbir sınır, hiçbir hukuk gözetilemeyecektir. Tabi, bütün bunların Allah'a bir zararı olamayacaktır."
Selman dedi ki: "Bunlar da mı olacak, ya Resulallah?"
Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada şarkıcı cariyeler ve çalgı aletleri ortaya çıkacak, ümmetimi, en kötü ve en şerli fertleri yöneteceklerdir."
Selman, "Bunlar da mı olacak, ya Resulallah?" diye sordu.
Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada ümmetimin zenginleri gezip dolaşma amacıyla, orta hâlli olanları ticaret amacıyla, yoksulları da gösteriş ve desinler için hacca gideceklerdir. Bu sırada bazı topluluklar, Allah'tan başkası için Kur'ân öğrenecek, Kur'ân'ı bir müzik melodisi, bir çalgı gibi algılayacaklar. Diğer bazı topluluklar, Allah'tan başkası için fıkıh öğreneceklerdir. O sırada zinadan peydahlanan çocuklar çoğalacaktır. Kur'ân'ı teğanniyle okuyacaklar ve dünya için birbiriyle çekişecekler."
Selman, "Bunlar da mı olacak, ya Resulallah?" diye sordu.
Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada haramlar çiğnenecek, bol günahlar kazanılacak ve kötüler iyilere musallat olacaklardır. Yalan her tarafı kaplayacak, inatçılık insanların tipik bir davranışı hâline gelecek, yoksulluk baş alıp gidecektir. İnsanlar giysilerle birbirlerine karşı övüneceklerdir. Üzerlerine yağmur mevsimi dışında yağmur yağacaktır. Vakit geçirmek amacıyla
672 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
tavla, satranç gibi oyunlar oynamayı ve müzik dinlemeyi hoş karşılayacaklardır. Marufu emretmeyi ve münkeri nehyetmeyi hoş karşılamayacaklardır. Öyle ki, o dönemde bir mümin, toplumun en zelil kimsesi hâline gelecektir. Hafızlar ve zahitler birbirlerini kınayacaklar, fakat her iki grup da göklerin melekûtunda 'pisler ve necisler' olarak anılacaklardır."
Selman dedi ki: "Bunlar da mı olacak, ya Resulallah?"
Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada zengin yoksul düşmekten başka bir şeyden korkmayacaktır. Öyle ki, bir dilenci, iki cuma arası el açıp dilenecek, ama bu süre içinde kimse avucuna bir şey koymayacaktır."
Selman dedi ki: "Bunlar da mı olacak, ya Resulallah?"
Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada 'Ruveybiza' konuşacaktır."
Selman dedi ki: "Anam babam sana kurban olsun, ya Resulallah, 'Ruveybiza' nedir?"
Buyurdu ki: " Halkın geneli hakkında, o güne kadar konuşmayan bir kimse konuşacaktır. Fakat ondan sonra fazla yaşamayacaklardır. Çok geçmeden yeryüzünden korkunç bir ses duyulacak. Her topluluk o sesin kendi bölgelerinden geldiğini düşünecektir. İnsanlar Allah'ın dilediği bir süre kadar bekledikten ve kafaları üzerine yere geldikten sonra yeryüzü gizlediği madenleri dışarı atacaktır. Yani, altın ve gümüşü." -Peygamberimiz o sırada sütunlara eliyle işaret ederek;- "Bunlar gibi." dedi, "Ama o gün ne altın, ne de gümüş fayda verecektir. İşte 'Onun belirtileri geldi.' ayetinin anlamı budur." [Tefsir-ul Kummî, c.2, s.303-307]
Ravzat-ul Kâfi adlı eserde, Muhammed b. Yahya'dan, o Ahmed b. Muhammed'den, o bazı arkadaşlarından, yine Ali b. Ibrahim, babasından, o İbn-i Ebi Umeyr'den, bunların tümü, Muhammed b. Ebi Ham-za'dan, o da Hamran'dan şöyle rivayet eder: İmam Cafer Sadık (a.s), -yanında Abbasi halifelerinden ve Şiîlerin onların ya-
Mâide Sûresi 51-54 ....................................................... 673
nındaki olumsuz durumlarından söz edildiği bir sırada- şöyle buyurdu: "Halife Ebu Caf-er Mansur'la beraber yürüyordum. O bir kafileyle beraber atına binmişti, arkasında ve önünde atlılar vardı. Bense bir eşeğe binmiş ve yanında yol alıyordum. Bana dedi ki: Ey Ebu Abdullah! Allah'ın bize verdiği güçten, bizim için açtığı üstünlük ve onur kapılarından dolayı sevinmen, hilâfet için senin ve Ehlibeyti'nin bizden daha lâyık olduğunu söylememen, dolayısıyla bizi kendin ve diğer insanların aleyhine tahrik etmemen gerekir." "Dedim ki: 'Kim benim adıma bu sözleri sana ulaştırmışsa, yalan söylemiştir.' Dedi ki: 'Yemin eder misin?' Dedim ki: 'İnsanlar büyücüler gibidirler. Senin kalbini bana karşı çelmek istiyorlar. Onları dinleyerek buna imkân verme. Çünkü biz sana, senin bize olan ihtiyacından daha fazla muhtacız.' Bana dedi ki: 'Hatırlıyor musun, bir gün sana; 'Bizim mülkümüz olacak mıdır?' diye sormuştum, sen de; 'Evet, uzun, geniş ve zorlu bir hakimiyetiniz olacak. Size mühlet verilecek ve dünyanız geniş tutulacak. Ta ki bizden birimizin dokunulmaz olan kanını haksız yere, haram beldede ve haram ayda dökünceye kadar.' demiştin. Baktım ki, sözlerimi unutmamış, dedim ki: 'Umarım yüce Allah, seni bundan uzak tutar. Çünkü özellikle seni anmamıştım. O, rivayet ettiğim bir hadisti. Bakarsın, senin ailenden bir başkası bu işi üstlenir.' Bunun üzerine halife sustu." "Evime döndüğümde dostlarımızdan biri geldi ve şöyle dedi: Sana kurban olayım, seni Ebu Cafer'in kafilesinde gördüm. Sen bir eşeğe bin-miştin, o da ata binmişti. Yukarıdan, seninle konuşuyordu, sen de ondan aşağıdaydın. Bu manzara karşısında kendi kendime dedim ki: 'Şu Allah'ın insanlar için görevlendirdiği hüccettir, bu hususta uyulması gereken emir sahibidir. Bu da zorbalıkla muamele eden biridir. Peygamberin evlâtlarını öldürüyor, Allah'ın sevmeyeceği şekilde yer yüzünde kan döküyor. Ama o ata biniyor, sen ise eşeğe biniyorsun! Içime bir kuşku düştü. Öyle ki dinimden ve canımdan yana endişeye düştüm." "Ona dedim ki: 'Eğer etrafımdaki, önümdeki, arkamdaki, sa-
674 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ğımdaki ve solumdaki melekleri görseydin, onun içinde bulunduğu durumu küçümserdin.' Bunun üzerine bana şu karşılığı verdi: "İşte şimdi, kalbim huzura kavuştu." "Sonra adam dedi ki: 'Bunlar daha ne zamana kadar saltanat sürdürecekler veya ne zaman bunlardan yana rahata kavuşacağız?' Dedim ki: 'Her şeyin bir süresinin olduğunu bilmiyor musun?' Dedi ki: 'Biliyorum.' Dedim ki: Bu işin zamanı geldiğinde, bir göz açıp kapama anı kadar çabuk olacağını bilmek sana bir fayda verir mi? Eğer onların Al- lah katındaki hâllerinin nasıl olduğunu bilseydin, onlara karşı daha bü- yük bir nefret beslerdin. Sen ve yeryüzündeki bütün insanlar, onları böylesine büyük bir vebalın altına sokmaya çalışsaydı, yine de buna güç yetiremezdiniz. Şeytan senin metanetini bozup kararsızlığa düşürmesin. Onur ve üstünlük Allah'ın, Resulünün ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler." "Bilmez misin ki, bizim egemenliğimizi bekleyen, gördüğü eziyetlere ve korkulara karşı sabreden kimse, yarın bizimle beraber olacaktır? Bu nedenle sen, hakkın öldüğünü, hak ehlinin yok olduğunu, zulmün tüm şehirleri sardığını gördüğünde, Kur'ân'ın eskidiğini, Kur'-ân'da olmayan asılsız şeylerin uydurulduğunu, Kur'ân yorumlarında he- va ve hevesin esas alındığını; dinin tıpkı bir kabın tersyüz edildiği gibi, tersyüz edildiğini; batıl taraftarlarının hak ehline üstünlük sağladıklarını; kötülüğün açık olduğunu; kimsenin kötülükten menedilmediğini ve kötülük işleyenlerin mazur görüldüğünü; fasıklığın her yanı kapladığını; erkeklerin erkeklerle, kadınların da kadınlarla (cinsel anlamda) yetindiğini; müminin suskun olduğunu, sözlerinin kabul görmediğini; buna karşın fasıkın yalan söylediği hâlde, yalanına ve iftirasına itiraz edilmediğini; küçüğün büyüğü küçümsediğini; akrabalık bağlarının koptuğunu; günahlarıyla övünen kimselere gülünüp geçildiğini, sözlerine karşı çıkılmadığını; kadınların verdiği şeyi oğlanların verdiğini; kadınların kadınlarla evlendiğini; övgünün arttığını; erkeklerin, malı Allah- 'a kulluk sunma maksadı dışında infak ettiğini, bundan menedil-
Mâide Sûresi 51-54 ........................................................... 675
mediklerini ve kimsenin onların ellerinden tutmadığını; insanların Allah yolunda çabalayan bir mümini bu hâlde gördüklerinde Allah- 'a sığındıklarını; komşunun komşusuna eziyet ettiğini ve bundan menedil- mediğini; kâfirin müminlerin içinde bulundukları duruma sevindiğini; yeryüzünü kaplayan bozgunculuktan hoşnut olduğunu; içkinin açıktan içildiğini, Allah'tan korkmayan insanların içki sofralarında bir araya geldiklerini; marufu emretmenin çok cılız olduğunu; fasıkın, Allah'ın sevmediği işleri yapmakta güçlü olduğunu, bundan dolayı övüldüğünü; mücize ve keramet sahibi1 insanların tahkir edildiklerini, onları sevenlerin horlandıklarını; hayır yolunun terk edildiğini, buna karşılık kötülük yolunun izlendiğini; Allah'ın evinin işlevsiz olduğunu, insanlara onu terk etmelerinin emredildiğini; kişinin yapmadığını dediğini; erkeklerin erkeklerle, kadınların kadınlarla cinsel ilişkiye girmeyi arzuladıklarını; erkeğin makatını, kadının da cinsel organını kullandırarak geçimini sağladığını; kadınların da tıpkı erkekler gibi kendi aralarında toplantılar düzenlediklerini; Abbasoğulları arasında eş cinselliğin yayıldığını; bir kadının kocası için kına sürünmesi ve taranması gibi, boya sürünüp tarandıklarını; erkeklerin cinsel arzuları için mal harcadıklarını; erkeğe rağbet edildiğini, erkeklerin onu elde etmek için rekabet ettiklerini, onu kıskandıklarını; mal sahibinin müminden daha üstün ve izzetli görüldüğünü; faizin yaygın ve kimsenin faiz esaslı muamele yapmaktan dolayı ayıplanmadığını; kadınların zina etmekle övündüklerini; kadının kocasını erkeklerle cinsel ilişkiye girmeye hazırladığını; insanlar arasında en çok saygı gören ve en iyi olarak nitelendirilen evin, kadınların fuhuş yapmalarına yardımcı olan ev olduğunu; müminin mahzun, horlanmış, ezik olduğunu; bidatların ve zinanın yaygın olduğunu; insanların yalan şahitliği alışkanlık hâline getirdiklerini; haramların helâlleştirildiğini, helâllerin haramlaştırıldığını; dinî meselelerin kişisel görüşle çözüldüğünü, Kur'ân'ın ve hükümlerinin işlevsiz kılındığını; geceleri ------ 1- Bir nüshaya göre: hadis rivayet eden.
676 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
kimsenin Allah'a isyan etmekten çekinmediğini; müminin kötülüğü ancak kalbiyle inkâr edebildiğini; büyük servetlerin Allah- 'ı gazaplandıracak alanlarda harcandığını; yöneticilerin küfür ehline yakın durduklarını, hayır ehlinden uzaklaştıklarını; yöneticilerin hükmederken rüşvet aldıklarını; yöneticiliğin malı ve gücü çok olan kimselerin elinde olduğunu; birbirlerinin mahremi olan erkek ve kadınların birbirleriyle yetinip evlendiklerini; adamın bir töhmetten ve bir zandan dolayı öldürüldüğünü; erkeğin oğlanla aşk yapmak için canını ve malını feda etmekten çekinmediğini; erkeğin kadınlarla ilişki kurmaktan dolayı ayıplandığını; erkeğin karısının fuhuş yaparak kazandığı malı yediğini ve üstelik bundan haberinin olduğunu, onun bu işini bizzat kendisinin yönettiğini; kadının kocasına baskı yaptığını, onun istemediği şeyleri yaptığını, kocasının nafakasını verdiğini; adamın, karısını ve cariyesini kiraya verdiğini ve çok kötü yiyecek ve içeceklere razı olduğunu; Allah adına yalan yeminlerin çokça edildiğini; kumarın serbest olduğunu; içkinin açıktan satıldığını ve hiç kimsenin buna engel olmadığını; kadınların kendilerini küfür ehline peşkeş çektiklerini; eğlence yerlerinin serbest olduğunu, kimsenin kimseyi oralardan menetmediğini, kimsenin buna cesaret edemediğini; onurlu insanların iktidara gelmelerinden korkulan kimselerce aşağılandıklarını; yöneticilerin en yakın kimselerin, biz Ehlibeyt'e sövmekle övünen kimseler olduğunu; bizi sevenlere zulüm yapıldığını; şahitliklerinin kabul edilmediğini; insanların yalan söylemek hususunda birbirleriyle yarıştıklarını; insanlara Kur'ân'ı dinlemenin ağır geldiğini, buna karşın batıl sözler dinlemekten hoşlandıklarını; komşunun komşuya dilinden çekindiği için iyilikte bulunduğunu; ilâhî hadlerin geçersiz kılındıklarını, insanların bu hususta keyiflerine göre hareket ettiklerini; mescitlerin süslendiklerini; insanlar arasında en doğru sözlü olarak bilinen insanın yalancı ve müfteri kimseler olduklarını; kötülüğün ve söz taşımanın açığa çıktığını; fuhşun yayıldığını; gıybetin zevk veren bir uğraş gibi algılandığını ve insanların bunu birbirlerine müjdelercesine aktardıklarını; insanların Allah rızasının dı-
Mâide Sûresi 51-54 ......................................................... 677
şındaki bir amaçtan dolayı hacca gitmek ve cihada katılmak istediklerini; iktidar sahibinin kâfirin hatırı için mümini ezdiğini; harabenin bayırdan daha revaçta olduğunu; insanın geçimini, eksik tartıp ölçmekle temin ettiğini; kan dökmenin önemsenmediğini; kişinin dünyevî amaçlar için liderlik peşinde olduğunu; başkaları kendisinden korksunlar ve meselelerini ona götürsünler diye sivri dilli biri olarak bilinmeye çabaladığını; namazın önemsenmediğini; büyük bir servete sahip olan kimselerin buna sahip oldukları günden beri zekâtını vermediklerini; ölünün mezarından çıkarılıp eziyet edildiğini ve kefeninin satıldığını; toplumsal çalkantıların çoğaldığını; adamın akşam çakırkeyif, sabahları da sarhoş olduğunu, insanların durumuna aldırış etmediğini; insanların hayvanlarla ilişkiye girdiklerini; hayvanların birbirlerini parçaladıklarını; insanların mescitlerine gidip döndüklerinde üzerlerinde giysilerinin bulunmadığını; insanların kalplerinin katılaştığını, gözlerinin donduğunu; Allah'ı anmanın kendilerine ağır geldiğini; haram yemenin yaygın bir alışkanlık hâline geldiğini; insanların haram yeme hususunda birbirleriyle yarıştıklarını; namaz kılanın insanların görmesi için namaz kıldığını; fakihin dinî bir amaç gütmeden, dünya ve liderlik için fıkıhla ilgilendiğini; insanların galip gelenin yanında yer aldıklarını; helâlin peşinde olanın yerildiğini, ayıplandığını, buna karşılık haramın peşinde olanın övüldüğünü, sayıldığını; Haremeyn'de (Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebi'- de) Allah'ın sevmediği işlerin yapıldığını ve kimsenin buna engel olmadığını, oralarda çirkin işlerin yapılmaması için çaba gösterecek kim- senin bulunmadığını; Haremeyn'de alenen çalgı çalındığını; bir adamın hak bir şey söylerken, marufu emredip münkeri yasaklamaya çalışırken birinin kalkıp ona öğüt verdiğini ve ona acıyan bir edayla, 'Bunlar sana kalmamış!' dediğini; insanların birbirlerine bakarak kötü kimseleri önder edindiklerini; hayır yolunun boş, kimse tarafından izlenmediğini; cenazeyle alay edildiğini, ama kimsenin buna karşı çıkmadığını; her geçen yıl bidat ve kötülüklerin arttığını; halkın ve meclislerin sadece zenginlere tâbi olduklarını; yoksullara alay edilerek
678 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
bir şeyler verildiğini ve Allah rızasının dışındaki bir amaç güdülerek yoksullara yardım edildiğini; göklerdeki ayetlerden kimsenin ürkmediğini; insanların tıpkı hayvanlar gibi alenen çiftleştiklerini; insanların tepkisinden korktukları için kimsenin bir kötülüğe karşı çıkamadığını; kişinin Allah rızasının dışındaki bir amaç uğruna çokça mal harcayabildiğini, ama Allah rızası için en ufak bir harcamada bulunmaktan dahi kaçındığını; anne ve babaya kötü davranmanın normal bir davranış hâline geldiğini; anne ve babaların horlandıklarını; anne ve babaların çocuklarının yanında insanların en kötüsü hâline geldiklerini; evladın anne ve babasına iftira etmekten hoşlandığını; kadınların iktidara geldiklerini, her şeye egemen olduklarını ve onların keyiflerine göre hareket edildiğini; adamın oğlunun babasına iftira attığını; anne ve babasına bedduada et- tiğini ve ölmelerinden dolayı sevindiğini, kişinin bir günü büyük bir günah işlemeden veya ölçü ve tartıyı eksik ölçüp tartmadan veya zina etmeden ya da içki içmeden geçirdiğinde buna üzüldüğünü, teessüf ettiğini; iktidar sahiplerinin yiyecekleri stokladıklarını; akrabaların mallarının batıl yolda harcandığını, onlarla kumar oynandığını, içki içildiğini, içkiyle tedavi yapıldığını, hastalara içki içmelerinin tavsiye edildiğini, onunla şifa bulacakları sanıldığını; insanların marufu emretme ve münkeri yasaklama görevini terk etme, bunu bir görev olarak yerine getirmeye yanaşmama hususunda eşit hâle geldiklerini; münafıkların ve nifak ehlinin rüzgarının estiğini, hak ehlinin rüzgarınınsa depreşmediğini; ezan okumanın ve namaz kılmanın ücret karşılığı yapıldığını; mescitlerin Allah'tan korkmayanlar tarafından doldurulduğunu; bunların oralarda gıybet etmek, hakkın taraftarlarının etini yemek ve birbirlerine şarap içmelerini anlatmak için bir araya geldiklerini; sarhoş kimsenin ne dediğini anlamayacak durumda olduğu hâlde insanlara namaz kıldırdığını; sarhoş olduğu için kınanmadığını, tam tersine sarhoş olduğunda saygı gördüğünü, sakınıldığını, korkulduğunu, kendi hâline bırakıldığını, herhangi bir cezaya çarptırılmadığını, sarhoşluğunun bir mazeret kabul edildiğini; yetimlerin
Mâide Sûresi 51-54 ........................................................... 679
mallarını yiyenlerin salih insanlar olarak övüldüklerini; yargıçların Allah'ın emrettiğinin aksine yargılamada bulunduklarını; yöneticilerin bir çıkar beklentisi yüzünden hainleri güvenilir adamlar olarak yanlarında tuttuklarını; yöneticilerin mirası günah ehline, Allah'a karşı gelmekte cüretkâr davranan kimselere verdiklerini ve bunların mirası diledikleri gibi harcamalarına göz yumduklarını; minberlerden insanlara takva emredildiğini, buna karşın takvayı emredenlerin dediklerini yapmadıklarını; namazı vaktinde kıl- manın önemsenmediğini; sadakanın aracılar vasıtasıyla verildiğini ve bu hususta Allah'ın rızası yerine insanların hoşnutluğunun esas alındığını; insanların bütün dertlerinin mideleri ve cinsel organları olduğunu; ne yediklerine ve kiminle ilişkiye girdiklerine bakmadıklarını; dünyanın böyle insanlara yöneldiğini; hakkın belirtilerinin silinmeye yüz tut- tuğunu gördüğün zaman, oldukça dikkatli ol, ihtiyatlı davran ve yüce Allah'tan kurtuluş dile. Bil ki, o insanlar yüce Allah'ın korkunç gazabının kapsamı içindedirler ve Allah, dilediği bir şeyden dolayı onlara mühlet vermektedir." "Sürekli olarak kendini kontrol et. Yüce Allah'ın, onların durumundan farklı bir durumda seni görmesi için çalış. Eğer sen onların arasındayken Allah'ın azabı onların üzerine inecek olursa, bir an önce Allah'ın rahmetine kavuşmuş olursun; yok eğer, onlara azap iner de sen bekletilirsen, onların Allah'a karşı takındıkları cüretkâr tutumun cezasının kapsamının dışında tutulmuş olursun. Bil ki, yüce Allah iyi insanların ecrini zayi etmez. Allah'ın rahmeti iyi insanlara yakındır." [Ravzat-ul Kâfi, c.8, s.36-42] Ben derim ki: Bu anlamları içeren ve gerek peygamber efendimizden (s.a.a), gerekse Ehlibeyt İmamlarından (a.s) rivayet edilen hadislerin sayısı oldukça fazladır. Ancak bizim burada naklettiğimiz iki hadis, anlam ve mesaj itibariyle bunların en kapsamlılarıdır. Ahir zamanla ilgili haberleri içeren hadisler, "Ey inananlar, sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah, yakında öyle bir toplum getirecektir ki O onları sever, onlar da O'nu severler. Mümin-
680 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
lere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihat ederler, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." ayetinin genel olarak işaret ettiği gelişmelerin birer ayrıntılı açıklaması niteliğindedir. Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.
Hamd Allah'a mahsustur.
Mâide Sûresi 51-54 ........................................................ 681
|