Mizân Tefsiri, Cilt:5

 

Mâide Sûresi 51-54 ..................................................619....c:5

 

51- Ey inananlar! Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin.

Onlar birbirlerinin velileridir. Sizden kim onları kendine veli yaparsa,

o, onlardandır. Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez.

 

52- Kalplerinde hastalık bulunanların, "Bize bir felâketin gelmesinden

korkuyoruz!" diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün.

Umulur ki Allah, fetih ya da kendi katından bir iş getirir de

onlar, içlerinde gizlediklerine pişman olurlar.

 

53- Inananlar, "Bunlar mı o bütün güçleriyle sizinle beraber olduklarına

yemin edenler?" derler. Bütün çabaları boşa çıkmış,

kaybedenlerden olmuşlardır.

 

54- Ey inananlar! Sizden kim dininden dönerse (Yahudi ve Hıristiyanları

dost edinirse, bilsin ki) Allah, yakında öyle bir toplum

 

620 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

getirecek ki O onları sever, onlar da O'nu severler. Müminlere karşı

alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda

cihat ederler ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu,

Allah'ın lütfü ve ihsanıdır, onu dilediğine verir. Allah, (lütfü ve ihsanıyla)

geniştir, bilendir.

 

AYETLERIN AÇIKLAMASI

 

Bu ayetler üzerinde yapılacak genel bir değerlendirme, bunların,

önceki ayetler grubuyla bağlantılı oldukları şeklindeki bir değerlendirmeyi

ihtiyatla karşılamamızı gerektirmektedir. Aynı şekilde,

"Sizin veliniz, ancak Allah, O'nun elçisidir..." ifadesiyle başlayan

sonraki iki ayetle ve ondan sonraki, "Ey inananlar,

...kâfirlerden dininizi eglence ve oyun yerine koyanları dost edinmeyin."

ayetiyle başlayan birkaç ayetle bağlantılı olduklarını

söylemek oldukça zordur. "Ey Elçi! ...duyur." ayeti hakkında da

aynı şeyi söyleyebiliriz.

 

Tefsirini sunduğumuz bu dört ayet ise, Yahudiler ve

Hıristiyanlardan söz ediyor. Kur'ân, Mekke inişli ayetlerde onlardan

söz etmezdi. Çünkü o gün için buna ihtiyaç yoktu. Bu yüzden

sonraları Medine iniş-li ayetlerde onların durumlarına ilişkin

açıklamalara yer verildiğini görüyoruz. Hatta hicretin ilk

dönemlerinde de onlardan söz eden ayet hemen hiç yok gibidir.

Çünkü Müslümanlar, o gün için sadece Yahudi-lerle bir arada,

onlarla iç içe yaşamak durumundaydılar. Bu süre içinde ya onlarla

karşılıklı saldırmazlık antlaşması çerçevesinde yaşamış veya

onların hile ve komplolarını savmakla meşgul olmuşlar.

Hıristiyanlarla ise bu süre içinde hiçbir problem olmamış; sadece

Peygamberimizin (s.a.a) Medine'de ikâmet ettiği dönemin ikinci

yarısında Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında bazı problemler

olmuş. Dolayısıyla buna göre, bu dört ayetin bu dönemde inmiş

olduğu ve bu ayetlerde sözü edilen fethin, Mekke fethi olduğu

ihtimali söz konusu oluyor.

 

Mâide Sûresi 51-54 ........................................................... 621

 

Ne var ki, daha önce tercih edilen görüşe göre, Mâide suresi

Pey-gamberimizin Veda Haccını yaptığı yıl nazil olmuştur, demiştik.

O sırada ise, Mekke çoktan fethedilmişti. Bu durumda, acaba

burada, Mek-ke fethinden başka bir fetih mi kastediliyor? Yoksa

bu dört ayet Mekke fethinden önce, dolayısıyla surenin bütünün inişinden

önce mi nazil olmuştur?

 

Öte yandan, "Ey İnananlar! Sizden kim dininden dönerse..."

ayeti, acaba kendisinden önceki üç ayetle bağlantılı mıdır? Burada

dinden dönmeleri beklenen kimseler kimlerdir? Yüce Allah'ın ileride

ortaya çıkaracağını vaad ettiği topluluk kimlerden oluşmaktadır?

Bu soruların her biri, belirsizliği bir kat daha arttırmaktadır. Bu

konuda birbirini tut-mayan birçok iniş sebebi rivayeti aktarılmıştır.

Bunlar da, iniş sebeplerine ilişkin rivayetlerin çoğunda olduğu gibi,

ayetlerin iniş sebebi olarak rivayet edilen ilk kuşak (selef) müfessirlerin

kişisel görüşlerinden başka bir şey değildirler.

 

Rivayetler arasındaki bu korkunç farklılıklar, zihni bulandırmakta

ve anlamın kavranmasını zorlaştırıp içinden çıkılmaz hâle

getirmektedir. Bütün bunlara, bir de mezhebî taassubun ürünü görüşlerin

karışıklığı eklenince iyice yoğunlaşmıştır. Ileride buna ilişkin

ilk kuşak ve son kuşak müfessirlerin görüşlerinden ve rivayetlerinden

oluşan somut örnekleri gözler önüne sereceğiz.

 

Ayetler üzerinde düşündüğümüz zaman, bu dört ayetin aralarında

bir bütünlük oluşturdukları, buna karşın, öncesindeki ve sonrasındaki

ayetler grubuyla herhangi bir bağlantılarının bulunmadığı

sonucuna va-rıyoruz. Bu bakımdan dördüncü ayet, dört ayetle

güdülen amacın bütünleyici unsuru gibi belirmektedir. Dolayısıyla

ileride değineceğimiz gibi kimi araştırmacı müfessirlerin bu ayetlerle,

özellikle bu ayetlerde zikredilen niteliklerle ilgili olarak ileri

sürdükleri görüşlerde görüldüğü gibi ayetin anlamını şu veya bu

tarafa çekmeye dönük geniş yelpazeli yorumlardan uzak durmak

gerekir.

 

Ayetlerden genel olarak şunları algılıyoruz: Yüce Allah müminleri,

Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmek hususunda uyarıyor, bu

 

622 ................................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

konuda onları sert bir dille tehdit ediyor ve Kur'ân'ın o kendine özgü

ifade tarzının çerçevesi içinde onları dost edinmenin dinî yapının

yıkılmasına neden olacağını, buna karşın Allah'ın ileride bir

toplumu ortaya çıkaracağını, onların dinî mücadeleyi yürütme

misyonunu üstleneceklerini ve dinî yapıyı yeniden orijinal özelliklerine

kavuşturacaklarını dile getiriyor.

 

"Ey İnananlar! Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar, birbirlerinin velileridir." Ayette geçen "tettehizû" kelimesinin mastarı

olan "ittihaz=edinme" ifadesiyle ilgili olarak Mec-ma-ul Beyan tefsirinde

şöyle deniyor: "Ittihaz; bir şeyi bir iş için hazırlamak amacıyla

ona güvenip dayanmak demektir. Bu kelime, 'ahaze' fiilinin

'iftial' kalıbına uyarlanmış türevidir. Aslı 'i'tihaz'dır. Sonra hemzenin

biri 'ta'ya dönüştürülmüş ve bu 'ta' da öbür 'ta'da idgam

edilmiştir. Tıpkı 'va'd' kökünden türeyen 'ittiad' gibi. 'Ahz'ın birkaç

anlamı var-dır. 'Ahaz-el kitabe' dediğin zaman, kitabı eline almasını

kastetmiş olursun. 'Ahaz-el kurbane' dediğin zaman, kurbanı

kabul etmesini kast-ediyorsun. 'Ahazehu'llahu min me'menihi' dediğinde

ise öldüğünü kast-ediyorsun. Bu kelimenin asıl anlamı ise,

bir şeyin bir yönden başka bir yöne geçmesidir." Mecma-ul Beyan'dan

alınan alıntı burada sona erdi.

 

Ragıp el-İsfahanî "el-Müfredat" adlı eserinde der ki: "el-Velâ ve

et-tevalî, iki veya daha fazla şey arasında, ikisinin dışında yabancı

bir şey olmayacak şekilde yakınlık meydana gelmesi anlamına gelir.

Bu kelime, yer, nispet, din, arkadaşlık, yardım ve inanç

açısından yakınlık anlamında kullanılır." (Müfredattan yaptığımız

gerekli alıntı burada sona erdi.) Velâyet kavramının anlamını incelerken

daha geniş bilgiler sunacağız.

 

Toparlayacak olursak; "velâyet" iki şey arasında, yakınlaştıkları

husus bağlamında engelleri ve perdeyi kaldıracak şekilde bir

yakınlığın meydana gelmesi anlamına gelir. Şayet bu yakınlaşma

takva ve inanç bazında meydana geliyorsa, "veli" yardımcı demektir

ve yakınlaştığı kimseye yardım etmesini hiçbir şey

engelleyemez. Şayet ruhsal çekim türünden bir sevgi ve birliktelik

 

Mâide Sûresi 51-54 ............................................................ 623

 

nitelikli kaynaşma bazında bir yakınlaşma ise, "veli" sevgilidir ve

insan böyle bir durumda nefsinin sevgilinin iradesinden etkilenmesine,

sevgilinin istediğini vermesine engel olamaz. Şayet bu

yakınlık soy bazında söz konusu ise, "veli" bu bağlamda yakın olduğu

kişinin, söz gelimi mirasçısı olur ve hiç ir şey onu bundan

alıkoyamaz. Eğer itaat bazında bir yakınlaşma söz konusuysa, "veli"

bu açıdan yakın olduğu kişi üzerinde dilediği gibi hüküm verir.

Yüce Allah, "Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin." ayetinde

veliliği, herhangi bir özellikle veya bir bağla kayıtlandırmamıştır.

Dolayısıyla ifade mutlaktır. Şu kadarı var ki, yüce Allah bir

sonraki ayette, "Kalplerinde hastalık bulunanların, 'Bize bir

felâket gelmesinden korkuyoruz' diyerek onların arasında koşuştuklarını

görürsün." buyurmuştur. Bu da gösteriyor ki; ayette geçen

velilikten maksat, bir tür yakınlık ve ilişkidir ki, "Bize bir

felâket gelmesinden korkuyoruz" bahanesini ileri sürmelerini gerektirmiştir.

Burada başlarına bir felâ-ketin, bir yıkımın gelmesini

kastediyorlar. Bu felâketin, Yahudilerin ve Hıristiyanların dışında

başka bir topluluktan gelmesi mümkün olduğu gibi, bizzat Yahudi

ve Hıristiyanlardan gelmesi de mümkündür. Birin-ci olasılığı göz

önünde bulundurarak bu iki topluluğu yardım bazında veli edinerek

onların yardımıyla konumlarını pekiştirmeyi, ikinci olasılığı

dikkate alarak da sevgi ve içiçe yaşama bazında onları dost edinmek

suretiyle zararlarından kurtulmayı amaçlamış olurlar.

Sevgi duyma ve içiçe yaşama yakınlığı anlamında velâyet, iki

sonucu birden verir. Yardım etmeyi ve ruhsal kaynaşmayı yani.

Ayette de kastedilen budur. "Ey inananlar! Sizden kim dininden

dönerse..." ayetinin içerdiği kayıtların ve niteliklerin, bu ayette geçen

velâyetle, sevgi duyma anlamında dostluğun kastedildiğini,

başka bir anlamın kastedilmediğini gösterdiğini ayrıntılı bir şekilde

ele alacağız.

 

Bazı müfessirler, ayette geçen "velâyet" kavramıyla, yardımlaşma

esaslı dostluk kastedildiği hususunda ısrarlıdırlar. İki kişi

veya iki ulus arasında ihtiyaç duyulduğu sırada karşılıklı yardım-

 

624 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

laşma esasına dayalı ittifak ve antlaşmalar yani. Bu müfessirler,

buna kanıt olarak, ayetin zahirinden de algılandığı gibi, ayetlerin

Veda Haccından önce, hicretin ilk dönemlerinde inmiş olmasını

gösterirler. O günlerde Peygamberimiz (s.a.a) ve Müslümanlar henüz

Medine ve çevresindeki Fedek ve Hayber gibi yerlerde yaşayan

Yahudiler sorununu çözmemişlerdi. Hıristiyanlar sorun da öyle.

Bunlarla bazı Arap kabileleri arasında yardımlaşma esasına dayalı

ittifaklar ve antlaşmalar imzalanmıştı.

 

Ayetlerin iniş sebebiyle ilgili olarak aktarılan kimi olaylarla bu

değerlendirmeler arasında da bir paralellik vardır. Bu rivayetlerin

birinde şöyle anlatılır: Hazreç'ten Avfoğulları kabilesine mensup

Ubade b. Samit, Resulullah'a (s.a.a) savaş açan Kaynukaoğulları

Yahudileri ile imzaladığı ittifak antlaşmasını feshetti. Ama münafıkların

elebaşısı Abdullah b. Übey bu antlaşmayı feshetmediği gibi

onlar için sağa sola koşuşturarak, "Bize bir felâket gelmesinden

korkuyoruz." diyordu.

 

Yine bu tür rivayetlerin birinde, Ebu Lübabe kıssası anlatılır.

Buna göre, Resulullah (s.a.a) onu Kurayzaoğullarını sığındıkları kalelerinden

çıkarmak ve onlar hakkında hükmünü uygulamak üzere

görevlendirir. O da eliyle gırtlağını işaret ederek, hükmünün onları

kılıçtan geçirmek olduğunu belirtir.

 

Bir diğer rivayete göre, bazıları Şam Hıristiyanlarıyla

yazışıyorlardı ve onlara Medine'de olup bitenleri haber veriyorlardı.

Yine bazıları, borç para almak gibi maddî konularda kendilerinden

yararlanabilmek için Medine Yahudileriyle yazışıyorlardı.

Diğer bazı rivayetlerde belirtildiğine göre, kimi Müslümanlar Uhud'da

karşılaşılan hezimetten ve öldürülmelerden sonra falan

Yahudiye veya falan Hıristiyana sığınmak istemişlerdi.

Bu rivayetler, "Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz."

diyenlerin münafıklar oldukları hususunda ittifak etmiş gibidirler.

Kısacası, söz konusu müfessirler demek istiyorlar ki: Ayetler, Müslümanlarla

Yahudi ve Hıristiyanlar arasında yardımlaşma esaslı ittifak

ve dostluk antlaşmalarının imzalanmasını yasaklamaktadır.

 

Mâide Sûresi 51-54 .......................................................... 625

 

Diğer bazı müfessirler ise, ayetin lafızları ve akışı itibariyle

sevgi duyma ve güvenip dayanma anlamındaki bir veliliği yasaklamaktan

uzak olduğunu iddia edecek kadar ısrarla bu görüşü savunmaktadırlar.

Onlara göre, ayet lafızları ve akışı itibariyle bu anlamdan

uzak olduğu gibi, iniş sebebi ve ayetlerin indiği sıralardaki

Müslümanların ve Ehlikitab'ın genel durumu itibariyle de bundan

uzaktır.

 

Zimmet ehli ve antlaşmalı oldukları hâlde, ayet onlarla içiçe

yaşamayı, onlarla kaynaşmayı nasıl yasaklasın ki?! Yahudiler Medine'de

Peygamberimizle ve ashabla birlikte yaşıyorlardı ve

onlardan tam bir eşitliğe uygun bir muamele görüyorlardı. (Adı geçen

müfessirin görüş-lerini özetleyerek sunduk.) Hiç kuşkusuz bu

yaklaşım, ayetin anlamı açısından yersiz bir toleransın ifadesidir.

Ayetin Veda Haccından önce, yani Mâide suresinin indiği yıldan

önce indiğini söylemelerinin fazla bir problem oluşturmadığını düşünüyoruz;

ancak bu, ayette geçen velâ-yet kavramının yardım

amaçlı ittifak olmasını ve sevgi esaslı dostluk olmamasını gerektirmez.

Kanıt olarak sundukları nüzul sebebine ilişkin rivayetlere ve

bunların, ayetin bazı Arap kabileleri ile Yahudi ve Hıristiyan toplulukları

arasında gerçekleştirilen yardım esaslı ittifaklar hakkında

indiğini gösterdiklerini ileri sürmelerine gelince; bu hususta şu itirazlarımız

vardır:

 

Birincisi: Nüzul sebepleriyle ilgili rivayetler birbirleriyle çelişmektedirler,

tümünün aynı anlamı vurguladıkları söylenemez. Dolayısıyla

bunların üzerinde birleştikleri güvenilir bir anlam elde etmek

mümkün değildir.

 

İkincisi: Ayet, Yahudilerle gerçekleştirilen yardım esaslı ittifaklar-

la, böyle bir ittifak bağlamında ilgili olsa bile, Hıristiyanlarla

ilgili olması mümkün değildir. Çünkü o dönemde Müslüman Araplarla

Hıristiyanlar arasında herhangi bir sözleşme imzalanmamıştı.

Üçüncüsü: Ayetin iniş sebebiyle ilgili olarak anlatılan rivayetlerin

içerdikleri olayların doğru olduğunu kabul etsek bile, daha önceki

 

626 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

bölümlerde vurguladığımız gibi, iniş sebeplerine ilişkin rivayetlerin

büyük bir kısmı, zayıf olmakla birlikte tarihsel olarak aktarılan olayların,

kendilerine uygun düşen Kur'ân ayetlerine uyarlanmalarından

ibarettirler. Bunun bir sakıncası olmamakla birlikte, bu olayların

Kur'ân ayetlerinden herhangi birinin genel niteliğini özele

dönüştürdüğünü ya da ayetin lafzî mutlaklığını kayıtlandırdığını

söylememiz asla mümkün değildir. Ayetin zahiri de buna müsaade

etmez. Eğer ayetin zahiri, ken-di lafzından kaynaklanan somut bir

karine olmaksızın, özel bir iniş sebebi yüzünden kayıtlandırılacak

olsaydı, Kur'ân'ın inişine muhatap olan özel topluluğun ölmesiyle

birlikte Kur'ân da ölürdü; Kur'ân'ın iniş asrından sonra meydana

gelen herhangi bir olayla ilgili olarak Kur'ân-'ın kanıtsallık özelliği

kalmazdı. Böyle bir iddiayı ne Kitap, ne sünnet, ne de sağlığını yitirmemiş

akıl kabul eder.

 

Bazılarının, "Ayette geçen 'velâyet' kavramını, sevgi duymak ve

güvenip dayanmak anlamına almak yanlıştır. Ayet, lafızları ve akışı

iti-bariyle bu anlamdan uzak olduğu gibi, iniş sebebi ve ayetlerin

indiği sıralardaki Müslümanların ve Ehlikitab'ın genel durumu itibariyle

de bundan uzaktır." şeklindeki iddialarına gelince; bu sözlerin

üzerinde iyice düşününce, doğru dürüst bir anlamının olmadığı

sonucuna varırız. Çünkü söz konusu müfessirlerin sözünü ettikleri

nüzul sebeplerinin ve genel durumun bu anlamdan uzak

olması, ancak ayetin bu tür nesnel olgulara uyarlanamaması durumunda

geçerli olabilir. Ayetin delâletini, salt ilgili olarak indiği

gelişmeye ve o günkü genel duruma özgü kılmaksa, kanıtlanacak

bir durum değildir. Tam tersine, ayetin zahirinin mutlak ifadesinden

algılanan kanıt, bunun aksini göstermektedir. Nitekim tefsirini

sunduğumuz ayetin mutlak olduğunu ve belli bir olguyla

kayıtlanmasını gerektirecek bir kanıtın söz konusu olmadığını

belirtmiştik. Dolayısıyla ayette geçen "velâyet" sevgi duyma

anlamına gelmektedir.

 

Söz konusu müfessirlerin; "Ayet, lafızları ve akışı itibariyle böyle

bir anlamdan uzaktır" demeleri ise, oldukça ilginçtir. Keşke bil-

 

Mâide Sûresi 51-54 ........................................................... 627

 

seydim, bu zatlar, niteledikleri ve ayetin lafızlarına yükledikleri uzak

olma durumuyla neyi kastediyorlar? Hele lafızlarla da yetinmemiş,

ayetin akışını da buna ilave etmişlerdir.

Ayetin lafızlarının veya akışının böyle bir anlamdan uzak olduğu

nasıl söylenebilir ki?! Oysa "Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin."

ifadesinin hemen arkasından, "Onlar birbirlerinin velileridir."

ifadesine yer veriliyor. Bu da gösteriyor ki, kastedilen; sevgi,

birlik ve kaynaşma esaslı dostluktur. Ittifak ve antlaşma niteliğindeki

dostluk değil. Çünkü "Yahudi ve Hıristiyanlarla antlaşmalar

imzalamayın. On-lar birbirleriyle antlaşma imzalamışlardır" demenin

bir anlamı olmaz. Kaldı ki, Yahudiler arasında mevcut bulunan

ve onları birbirlerine bağlayan, ulusal sevgi ve kardeşlik anlamını

içeren dostluk olgusudur. Hıristiyanlar arasında da benzeri bir

bağdan söz edilebilir. Ya da olsa olsa, aralarında din açısından bir

sevgi ve sempatiden söz edilebilir. Yoksa bunun dışında aralarında

herhangi bir antlaşmanın varlığından söz edilemez.

 

Aynı değerlendirmeyi, bundan sonra yer alan şu ifade için de

yapabiliriz: "Sizden kim onları veli yaparsa, o, onlardandır." Aklî

değerlendirme, bir toplumu dost edinen kimsenin o toplumdan

olmasını gerektirir. Çünkü sevgi ve sempati, ayrılıkları birleştirir,

farklı eğilimlere sahip ruhları bir araya getirir, algılayışların birleşmesini,

ahlâkla-rın bağlantılı olmasını, davranışların benzeşmesini

sağlar. Bu nedenle sevgi duyma esaslı velayetin iyice yerleşmesinden

sonra, birbirini seven iki insanın bir tek nefse sahip bir insan

gibi davranmaya başladıklarını, aynı iradeye sahipmişler gibi

tavırlar sergilediklerini, bunlardan birinin, hayat tarzı ve ilişki biçimi

bağlamında ötekinin adımını koyduğu yere adımını koyduğunu

görürsünüz.

 

İşte bir toplumu dost edinen kimsenin onlardan olmasını, onların

bir ferdi gibi algılanmasını gerektiren durum budur. Nitekim,

"Bir kavmi seven onlardandır.", "Kişi sevdiği ile beraberdir." denilmiştir.

Nitekim yüce Allah, buna benzer gerekçelerle müşrikleri veli

edinmeyi de yasaklamıştır: "Ey inananlar! Benim de düşmanım,

 

628 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar size gelen

gerçegi in-kâr ettikleri hâlde siz onlara sevgi iletiyorsunuz!...

Kim onları veli edinirse, İşte zalimler onlardır." (Mümtehine, 1-9) Bir

diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve ahiret gününe inanan

bir milletin babaları, ogulları, kardeşleri yahut akrabaları da

olsa, Allah'a ve Elçisine düşman olanlarla dostluk ettigini göremezsin."

(Mücâdele, 22)

Bir diğer ayette ise, yüce Allah kâfirler -ifade geneldir;

dolayısıyla Yahudileri, Hıristiyanları ve Müşrikleri birlikte kapsar-

hakkında şöyle buyurmaktadır: "Müminler, müminleri bırakıp da

kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa, artık onun için

Allah'tan hiçbir şey yoktur. Ancak onlardan korunmanız gayesiyle

sakınmanız başka. Al-lah sizi kendisinden sakındırır." (Âl-i Imrân,

28) Ayetin sevgi ve sempati nitelikli dostluğu kastettiği, antlaşma

imzalama ve ittifak kurma nitelikli dostluğu kastetmediği ise açıktır.

Kaldı ki, o sırada, yani Âl-i Imrân suresinin indiği sıralarda Peygamberimizle

Yahudiler arasında, aynı şekilde Peygamberimizle

müşrikler arasında çeşitli antlaşmalar imzalanmış, ittifaklar kurulmuştu.

Kısacası, aklî değerlendirme açısından, bir topluluğun bir

kavimden olmasını gerektiren dostluğun sevgi ve sempati nitelikli

dostluk ol-duğu, ittifak kurma ve antlaşma imzalama nitelikli dostluk

olmadığı açıktır. Eğer "Sizden kim onları kendine veli yaparsa,

o, onlardandır." ayetinin maksadı, bu yasaktan sonra, onlarla yardımlaşma

esasına dayalı ittifak sözleşmeleri imzalayanlar, yasağı

çiğneme günahını işleme-lerinden dolayı, zulüm açısından bu zalimlerin

topluluğuna dâhildirler, şeklinde olsaydı, -son derece yersiz

olması bir yana- ayetin lafızları açısından da uzak olurdu ve

böyle bir anlam elde etmek için, ayette fazladan lafzî kayıtların

olması gerekirdi.

 

Kur'ân'ın ifade tarzının bir özelliği, daha önce caiz olan ve toplum

içinde yaygın olarak uygulanan bir şeyi yasaklarken, daha önceki

yasal hükmü gözetmek ve eskiden yürürlükte olan nebevî

 

Mâide Sûresi 51-54 ........................................................ 629

 

pratiğe saygı duymak maksadıyla, buna işaret etmesidir. Şu ayetleri

buna örnek gösterebiliriz: "Allah'a ortak koşanlar pisliktir, artık

bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." (Tevbe,

28) "Artık şimdi onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için yazıp takdir

etmiş oldugunu arayın ve ...yiyin, için." (Bakara, 187) "Bundan sonra

artık sana başka kadınlarla evlenmek, ...bunları başka eşlerle

degiştirmek helâl degildir." (Ahzâb, 52) Bunun gibi daha birçok ayet

örnek gösterilebilir.

 

Bu da gösteriyor ki, ayetin lafızları ve akışı, içerdiği velayet

kavramının sevgi ve sempati nitelikli dostluk anlamında olmasından

uzak değildir. Bilâkis, şayet ayetin lafızlar ve akışı, bir anlamdan

uzak olacaksa, o da kavram için öngörülen diğer anlamlar olacaktır.

Bazı tefsir bilginlerinin, "Kalplerinde hastalık bulunanlardan

maksat, münafıklardır." şeklindeki sözlerine gelince; ayetin akışının

böyle bir anlam elde etmeye elverişli olmadığını ileride yeri gelince

açıklayacağız.

 

Şu hâlde, "Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin" ifadesinden

maksat, ruhsal olarak insanları birbirine çeken sevgi ve

sempatinin yasaklanmasıdır. Çünkü bu tür psikolojik bir yakınlaşma,

iki tarafın ahlâkî açıdan birbirlerini etkilemelerine yol açar.

Bu da Müslümanlar toplumunun hakka uyma mutluluğu esasına

dayalı dinsel yaşam tarzının, heva ve hevese uyma, şeytana tapma,

fıtrî yaşam çizgisinden sapma esasına dayalı küfür nitelikli

yaşam tarzına dönüşmesini doğuracak bir olgudur. Burada, onlardan

Yahudiler ve Hıristiyanlar diye söz edil-mesinin ve gelecek ayetlerde

olduğu gibi "Ehlikitap" diye söz edilmemesinin sebebi,

Ehlikitap tabirinin onların bir şekilde Müslümanlara yakın olmalarını

çağrıştırması ve Müslümanlarda onlara karşı bir sevgi duygusunun

uyanmasına yol açmasıdır. Dolayısıyla sevgi beslemenin

yasaklandığı bir ifadede bu kavramın kullanılması uygun düşmezdi.

Sonraki ayetlerin birinde, "Ey inananlar, sizden önce kitap ve-

 

630 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

rilmiş olanlardan ve kâfirlerden dininizi eglence ve oyun yerine

koyanları dost tutmayın." buyurulmasına gelince; burada dost

tutma yasaklandığı hâlde, onlardan söz edilirken Ehlikitap oluşları

ön plâna çıkarılıyorsa da, bunun yanı sıra Allah'ın dinini eğlence ve

oyun yerine koymakla nitelendirilmeleri, Ehlikitap niteliğini bir övgü

niteliğinden çıkarıp yergi niteliği hâline getiriyor. Çünkü bir topluluğa

hakka çağıran ve hakkı açıklayan bir kitap verilir, bunun ardından

kalkıp Allah'ın dinini eğlence ve oyun yerine koyarlarsa, onlar,

dost edinilmemeye herkesten daha layık olurlar. Böyle

kimselerle birlikte yaşamaktan, on-larla aynı düzlemi paylaşmaktan

kaçınmak öncelikli görev niteliğini kazanır. Böyle kimseleri

sevmekten kaçınmak kaçınılmaz olur.

 

"Onlar, birbirlerinin velileridir." ifadesine gelince; daha önce

de vurguladığımız gibi, burada geçen "velâyet"ten maksat, nefislerinin

yakınlaşmasını, ruhlarının kaynaşmasını gerektiren sevgi ve

sempati nitelikli dostluktur. Onlar bu yakınlaşma ve kaynaşma

sonucunda heva ve hevese tabi olma hususunda görüş birliği içinde

olurlar. Aynı tavrı sergilemek suretiyle, hakka tepeden bakarlar,

onu kabul etmeye yanaşmazlar. Allah'ın nurunu söndürme mücadelesinde

güç birliği yaparlar. Hz. Peygambere (s.a.a) ve Müslümanlara

karşı birbirleriyle yardımlaşarak birlikte hareket ederler.

Sanki aynı dine mensup bir tek nefis gibi davranırlar. Aslında aralarında

bir din birliğinden söz edilemez; fakat İslâm'ın onları hakka

davet etmesi, heva ve heves peşinde koşmaktan ibaret olan hedefleriyle

çakışması, şehevî arzularının peşinde hiçbir sınır ve kural

tanımaksızın koşmalarına, dünya zevklerine diledikleri gibi

dalmalarına engel olması, onları görüş birliği içinde hareket etmeye

yönetmiş, Müslümanlara karşı bir el gibi olmalarını gerektirmiştir.

İşte aralarındaki şiddetli düşmanlığa ve nefrete rağmen iki

topluluğu, yani Yahudileri ve Hıristiyanları birbirlerine yaklaştıran,

birbirlerine döndüren, Yahudilerin Hıristiyanları, Hıristiyanların Yahudileri,

bazı Yahudilerin diğer bazı Yahudileri ve bazı Hıristiyanla-

 

Mâide Sûresi 51-54 .................................................... 631

 

rın diğer bazı Hıristiyanları dost edinmelerinin, sevmelerinin nedeni

budur. "Onlar, birbirlerinin velileridir..." ifadesinin sözel olarak

müphem oluşuyla verilmek istenen mesaj da budur. Bu açıdan

cümle, "Yahudileri ve Hıristiyanları veliler edinmeyin." ifadesinin

gerekçesi niteliğindedir. Bu açıdan şöyle bir anlam elde ediyoruz:

Onları dostlar edinmeyin; çünkü onlar, aralarındaki şiddetli ayrılıklara,

parçalanmışlıklara rağmen birbirlerinin dostlarıdır, size karşı

el birliği ederler. Sevgi ve sempatiyle onlara yaklaşmanız size bir

fayda getirmez.

 

"Onlar, birbirlerinin velileridir." ifadesinden başka bir anlam

çıkarmak da mümkündür. Şöyle ki: Onları dost edinmeyin; çünkü

siz an-cak onların size dost olduklarını düşündüğünüz bir kısmını,

diğer bir kısmına karşı yardımlarından yararlanmak için dost edinirsiniz;

fakat bunun size bir yararı olmayacaktır. Çünkü onlar, birbirlerinin

dostudurlar; kendilerine karşı size yardım etmeleri beklenemez.

"Sizden kim onları kendine veli yaparsa, o, onlardandır. Allah, zalim

toplumu doğru yola iletmez." Ayetin orijinalindeki "yetevelle" kelimesinin

mastarı olan "et-tevellî" veli edinmek, dost edinmek demektir.

"Min" edatı ise, tab'iz (bütünden bir parçayı ifade edmek)

içindir. Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz: "İçinizden kim

onları dost edinirse, o, onlardan biri olur."

Burada bir indirgeme söz konusudur. Bu indirgeme sonucu,

müminlerin bazıları, Yahudilerin ve Hıristiyanların bazıları hâline

gelirler. Bu da bizi şu noktaya götürüyor ki: Iman, karışık veya net,

bulanık veya berrak olmak açısından çeşitli dereceleri bulunan bir

gerçekliktir. Bunu birçok Kur'ân ayetinden algılamak mümkündür:

"Onların çogu, ancak ortak koşanlar olarak Allah'a inanırlar." (Yûsuf,

106) İşte imanda bulunması muhtemel olan bu karışıklığı ve

bulanıklığı, bir sonraki ayette yüce Allah kalp hastalığı olarak ifade

etmektedir: "Kalplerinde hastalık bulunanların... onların arasında

koşuştuklarını görürsün."

Demek ki, görünüşte müminlerden olsalar da, dost edinen bu

 

632 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

insanları, yüce Allah Yahudiler ve Hıristiyanlardan saymaktadır. En

azından bunlar iman demek olan hidayet yolunu izlememektedirler.

Bilâkis, onların izledikleri yolu izlemektedirler. Bu yol da onları

nereye götürüyorsa, bunları da oraya götürmektedir.

Bu yüzden yüce Allah, müminlerin içinde yer alan bu bir kısım

insanları Yahudi ve Hıristiyanların bir kısmı olarak değerlendirmesini,

"Allah, zalim toplumu dogru yola iletmez." ifadesiyle gerekçelendirmektedir.

Dolayısıyla ifadenin anlamı şöyle olur: Sizden

onları dost edinen kimse, onlardandır; sizin yolunuzu

izlememektedir. Çünkü iman yolu, ilâhî hidayet yoludur. Onları

dost edinen bu adam ise, onlar gibi zalimdir. Allah da zalimler topluluğunu

hidayete iletmez.

 

Ayet, görüldüğü gibi, sırf müminlerden onları dost edinenleri,

onların yerlerine koymakla yetinmiş, bunun ayrıntı nitelikli sonuçlarına

değinmemiştir. Gerçi ayetin lafzı bir kayıtla sınırlandırılmamıştır;

fakat amaç, "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." (Bakara,

184) "Namaz, kötü ve igrenç şeylerden meneder. Elbette Allah'ı

anmak daha büyüktür." (Ankebût, 45) ayetlerinde ve benzeri

diğer ayetlerde olduğu gibi ölçü beyanı olduğu için, ayrıntı nitelikli

sonuçlar açısından ayetin müphem olduğunu kabul etmeliyiz. Dolayısıyla

ayrıntı nitelikli bir meselede hüküm vermek için bu ifadeden

kanıt edinmek hususunda sünnetin açıklayıcılığına ihtiyaç

vardır. Bu konuda detaylı bilgi edinmek için fıkıh bilimine

başvurmak gerekir.

 

"Kalplerinde hastalık bulunanların... onların arasına koşuştuklarını

görürsün." Bu ifade, önceki ayette yer alan, "Allah, zalim toplumu

dogru yola iletmez." ifadesine ilişkin bir ayrıntı niteliğindedir. Buna

göre, ilâhî hidayet, bunların -sapıklıktan ibaret olan- hallerini kapsamadığı

için, onların arasında koşuşturuyorlar, bu konuda işitmeye

değmeyecek bahaneler üretiyorlar. Yüce Allah, "onların arasında

koşuştuklarını..." buyuruyor da, söz gelimi "onlara doğru koşuştuklarını..."

buyurmuyor. Çünkü onlar, onlardandırlar; sapıklık

açısından onların yerini tutmuşlardır. Şu hâlde bunlar, başlarına

bir felâket gelmesinden korktukları için bu şekilde

 

Mâide Sûresi 51-54 .......................................................... 633

 

felâket gelmesinden korktukları için bu şekilde koşuşturmuyorlar,

böyle bir şeyden korkmaları da söz konusu değildir. Bu,

Peygamber (s.a.a) ve müminler tarafından kendilerine yönelebilecek

bir eleştiriyi ve ayıplamayı savmak için uydurdukları bir bahanedir.

Onları bu şekilde onların arasında koşuşturmaya iten şey,

onları -Yahudileri ve Hıristiyanları- dost edinmiş olmalarıdır.

Her zulmün ve batılın bir gün yok olup gitmesi, zulmü ve batılı

esas alan bir hayat sisteminin rezaletinin ortaya çıkması ve hak

gibi görünen yöntemlerle batıl hedeflere yönelenlerin umutlarının

suya düşmesi kaçınılmazdır. Nitekim yüce Allah, "Allah, zalim toplumu

dogru yola iletmez." buyururken bu gerçeğe dikkat çekmiştir.

Dolayısıyla yüce Allah'ın bir fetih bahşetmek veya katından bir

emir indirmek suretiyle onların, yaptıklarından pişmanlık duymalarını,

görünümlerinin sahte olduğunun, söylediklerinin yalan olduğunun

müminler tarafından bilinmesini sağlaması kaçınılmazdır.

Bu açıklama ile, "Allah, zalim toplumu dogru yola iletmez." ifade-

sinden sonra "Kalplerinde hastalık bulunanların..." ifadesine

yer veril-mesinin nedeni de anlaşılıyor. Daha önce zalimlerin işledikleri

zulüm itibariyle amaçlarına ulaşamamalarını ifade ettiği

anlamı açıklamıştık.

 

Buna göre, sözü edilen bu kimseler, kalplerinde olmayan bir

görünümle Hz. Peygamberin (s.a.a) ve müminlerin karşısına çıkmaları

bakımından münafık kimselerdirler. Bu özelliklerinden dolayı

da Yahudi ve Hıristiyanlar arasında telaşla koşuşturmalarını

da "başlarına bir felâ-ketin gelmesinden korkmak" şeklinde

yorumluyorlar. Oysa bu davranışlarının, kalplerinde gizli bulunan

duygularıyla örtüşen gerçek yorumu, Allah'ın düşmanlarını dost

edinmeleridir. Iki yüzlülüklerinin altındaki neden budur. Mümin görünüp

içlerinde küfrü saklamak anlamında münafık oluşlarına gelince,

ayetlerin akışından böyle bir anlamı algılamak mümkün değildir.

Bazı tefsir bilginleri, konuyla ilgili olarak aktarılan rivayetleri

de kanıt olarak göstererek, burada Abdullah b. Übey ve arkadaşla-

 

634 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

rı gibi münafıkların kastedildiğini söylemişlerdir. Buna göre, bu

münafıklar, bir yanda müminlerle birlikte oturup kalkıyor, onlara

şirin görünmeye çalışıyorlardı, bir yandan da Yahudi ve Hıristiyanlarla

dostluk kuruyor, yardımlaşma ve dayanışma esaslı antlaşmalar

yapıyorlardı. İki tarafı birden idare ediyorlardı. Her durumda kazançlı

çıkmak ve gıpta ile bakılmak için, kişisel çıkarlarını koruma

amacına yönelik olarak temkinli davranıyorlardı. Dolayısıyla taraflardan

hangisinin başına bir felâket gelseydi, bu ustaca politikaları

sayesinde kendileri güvende olacaklardı!

 

Fakat söz konusu müfessirlerin anlattıkları, ayetlerin akışı ile

ör-tüşmüyor. Çünkü ayetlerin akışı, onların Allah katından Müslümanlara

bahşedilen bir fetih veya bir lütuf dolayısıyla onların pişmanlık

duyacakları beklentisini ifade etmektedir. Kastedilen fetih,

Mekke'nin fethi veya Yahudi kalelerinin ve Hıristiyan yerleşim birimlerinin

fethi ya da buna benzer bir gelişmedir. Bu takdirde ise,

onların pişmanlık duymalarının bir anlamı olmaz. Çünkü onlar, iki

taraf nezdinde de kendilerini güvenceye alacak ihtiyatlı bir tavır

içindeydiler. İhtiyatlı davranan insan ise, pişman olmaz. Dolayısıyla,

onlar açısından bir pişmanlığın gerçekleşmesi, ancak bir kerede

müminlerden kopup, Yahudi ve Hıristiyanlara katılmaları, sonra

başlarına bir felâket gelmesi durumunda söz konusu olabilir.

Aynı şekilde yüce Allah'ın, amellerinin boşa gideceği, sonunda

hüsrana uğrayacakları yönündeki açıklamaları da ancak böyle bur

durumda karşılık bulmuş olur: "Bütün çabaları boşa çıkmış, kaybedenlerden

olmuşlardır." Burada kastedilen durum da, onların

münafık ol-maları, çıkarları ve istekleri için ihtiyatlı bir tutum sergilemeleri

ile bağdaşmıyor. Çünkü başına gelmesinden korktuğu bir

şeye karşı kendini koruyacak şekilde ihtiyatlı bir tutum içine giren

insanın, korktuğu şeyin gerçekleşmemesi durumunda, bu tutumundan

zararlı çıkmasının bir anlamı yoktur. Çünkü ihtiyatlı davranmak,

aklî bir tutumdur ve bundan dolayı ne pişmanlık duyulur,

ne yergi hak edilir.

 

Ancak şunu söyleyebilirler: Onların yerilmelerinin sebebi, ilâhî

 

Mâide Sûresi 51-54 ................................................... 635

 

yasağı çiğnemeleri, Allah'ın fetih vaadini inandırıcı bulmamalarıdır.

Bu çıkarsama özü itibariyle doğru olsa bile, ayette, buna ilişkin

lafzî bir kanıt edinmek mümkün değildir.

 

"Umulur ki Allah, fetih ya da kendi katından bir iş getirir de onlar,

içlerinde gizlediklerine pişman olurlar." İfadenin orijinalinin başında

yer alan "asa" kelimesi, insanların sözlerinde olduğu gibi, yüce Allah'ın

sözleri içinde de temenni anlamını ifade eder; -daha önce,

bu temenninin dinleyici ya da içinde bulunulan durum itibariyle

geçerli olduğunu belirtmiştik- ancak, ifadenin akışından edindiğimiz

intiba, dolayısıyla karine, bunun kesin olarak gerçekleşecek

bir vaat olduğunu göstermektedir. Çünkü ifade, "Allah, zalim toplumu

dogru yola iletmez." ifadesinde dile getirilen hususu pekiştirmeye,

bu-nun doğruluğunu vurgulamaya, içerdiği hususun kesinlikle

gerçekleşeceğini ifade etmeye yöneliktir.

 

Yüce Allah fetihten söz ederken, fetihle katından bahşedeceği

ve pek net olmayan bir lütuftan söz ediyor. Dolayısıyla bu fetihle

bizce meçhul olan bir gelişmeye değiniyor. Bu da, fetih kelimesinin

başındaki "lam"ın cins için olduğunu, zihinde bilinen bir olguya

işaret etmediğini gösterir. Dolayısıyla bununla kastedilenin, çeşitli

ayetlerde vaat edilen Mekke fethi olması söz konusu değildir, diyebiliriz.

Örneğin, şu ayetlerde olduğu gibi: "Kur'ân'ı sana gerekli

kılan Allah, elbette seni, varılacak yere döndürecektir." (Kasas,

85) "Andolsun, Mescid-i Haram'a gireceksiniz." (Fetih, 27) Bunun

gibi daha birçok ayet örnek verebiliriz.

 

Kur'ân'da fetihten söz edildiğinde, bununla genellikle Mekke'-

nin fethi kastedilmekle beraber, bazı yerlerde bu ifadeyi Mekke'-

nin fethi şeklinde yorumlamak mümkün görünmüyor. Şu ayette

geçen fetih ifadesini buna örnek gösterebiliriz: "Dogru iseniz bu

fetih ne zaman? diyorlar. De ki: 'Fetih günü gelince, inkâr edenlere

inanmaları fayda vermez ve kendilerine mühlet de verilmez.'

Sen onlardan yüz çevir ve bekle, zaten onlar da beklemektedirler."

(Secde, 28-30) Burada yüce Allah, söz konusu fetih gerçekleştiğinde,

daha önce kâfir olanların, bu sırada inanmalarının kendile-

 

636 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

rine bir fayda vermeyeceğini ve kâfirlerin böyle bir fethi beklediklerini

bildirmektedir.

 

Şunu biliyoruz ki, bu hususlar ne Mekke'nin fethi ile, ne de

Müslümanların bugüne kadar elde ettikleri diğer fetihlerle ilgili

değildir. Çünkü imanın fayda vermemesinden, yani tövbenin işe

yaramamasından söz etmek, -daha önce, tefsirimizin 4. cildinde

Nisâ suresi, 17-18. ayetleri tefsir ederken tövbe kavramı üzerinde

durduğumuz sırada belirttiğimiz gibi- ancak iki durumla birlikte

söz konusu olabilir: Ya hayattan ayrılma anında, dünya ile ahiretin

yer değiştirmesi dolayısıyla insanın seçme özgürlüğünün ortadan

kalkması durumunda. Ya da olumsuz huy ve karakterlerin tövbe

ve Allah'a dönme ihtimalini ortadan kaldıracak şekilde kalplerin

katılaşmasına yol açması durumunda. Nitekim yüce Allah bu hususta

şöyle buyurmuştur: "Rabbinin bazı ayetlerinin geldigi gün,

daha önce inanmamış ya da imanından bir hayır kazanmamış

olan kimseye, artık inanması fayda saglamaz." (En'âm, 158) "Içlerinden

birine ölüm gelip çatıncaya kadar kötülükleri yapıp, 'Ben

şimdi tövbe ettim' diyenler ve kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek)

tövbe yoktur." (Nisâ, 18)

Bu bakımdan, eğer ayette geçen fetihten maksat, Mekke'nin

yahut Yahudi kalelerinin veya Hıristiyan yerleşim birimlerinin fethi

gibi Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen herhangi bir fetihse,

buna diyecek bir şey yok. Ancak daha önce de işaret ettiğimiz gibi,

"içlerinde gizlediklerine..." ve "Inananlar... derler." ifadeleriyle

anlatılanların bu ihtimalle örtüşmesi pek açık değildir.

Ama eğer sözü edilen fetihten maksat, İslâm'ın küfrün işini

bitirmesi ve Resulullah ile kavminin arasında kesin hükmün verilmesi

ise, hiç kuşkusuz bu, Kur'ân'ın geleceğe ilişkin gaybî haberlerindendir.

Yüce Allah bu haberlerde, bu ümmetin ileride karşılaşacağı

kimi olayları ve gelişmeleri haber verir. Böyle bir çıkarsama,

Yûnus suresinde yer alan şu ifadelerin anlamlarıyla da örtüşmektedir:

"Her ümmetin bir elçisi vardır. Elçileri gelince aralarında

adaletle hükmolunur..." (Yûnus, 47-56)

 

Mâide Sûresi 51-54 ....................................................... 637

 

"Onlar, içlerinde gizlediklerine pişman olurlar." Pişmanlık,

yapılmaması gereken bir işin yapılmasından veya yapılması gereken

bir işin yapılmamasından dolayı içine düşülen psikolojik bir

durumdur. Onlar bir şey yapmışlardır. Yüce Allah, bunu izleyen ayette,

onların amellerinin boşa gittiğinden ve ticaretlerinin hüsranla

sonuçlandığından söz ediyor. Onların içlerinde gizledikleri şey,

Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeleri, onların arasında koşuşturarak,

Yahudi ve Hıristiyanların Allah'ın nurunu söndürme, dünyanın

zevklerinden hiçbir engelle karşılaşmaksızın yararlanma yönündeki

hedeflerini gerçekleştirme hususunda onlara yardımcı

olmalarıdır.

 

Büyük bir ihtimalle, onlar içlerinde bunu gizliyorlardı; bunun için

Yahudi ve Hıristiyanların aralarında koşuşturuyorlardı. Ama Allah,

hak esaslı mesaja fetih bahşedince, çabalarının boşa gitmesinden

dolayı büyük bir pişmanlık duyacaklardır.

 

"İnananlar... derler..." İfadenin orijinalinde geçen "yekûlu" kelimesi,

"yekûle" şeklinde de okunmuştur. Bu okuyuş ifadenin, önceki

ayette geçen, "fe yusbihu..." ifadesine atfedilmesinden ileri

gelmektedir. Bizce ifadeyi bu şekilde okumak daha isabetlidir.

Çünkü ayetlerin akışına böyle bir anlam daha uygun düşmektedir.

Çünkü onların içlerinde gizlediklerine pişman olmaları ve müminlerin

onlara; "bunlar mı?" şeklinde hitap etmeleri, onların Yahudi

ve Hıristiyanları dost edinmelerinin ve onların arasında

koşuşturmalarının bir sonucudur.

 

"Bunlar..." sözüyle, Yahudi ve Hıristiyanlara işaret ediliyor; "sizinle

beraber..." ifadesinde de kalplerinde hastalık bulunanlara hitap

ediliyor. Bunun tam tersi de olabilir. Aynı şekilde, "Bütün çabaları

boşa çıkmış, kaybedenlerden olmuşlardır..." ifadesinde zamirin

Yahudi ve Hıristiyanlara dönük olması mümkün olduğu gibi,

kalplerinde hastalık bulunanlara dönük olması da mümkündür.

Fakat ayetlerin akışından algıladığımız kadarıyla hitap kalplerinde

hastalık bulunanlara, işaret de Yahudi ve Hıristiyanlara yöneliktir.

Dolayısıyla, "Çabaları boşa çıkmış..." sözü, takdirî bir soru-

 

638 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

nun cevabı niteliğindedir ve şöyle bir anlam belirginlik kazanıyor:

Umulur ki, Allah bir fetih veya katından bir iş getirir. O zaman iman

edenler, ilâhî gazabın kapsamına giren, şu kalplerinde hastalık bulunanlara

şöyle diyeceklerdir: "Şu Yahudi ve Hıristiyanlar mı, var

güçleriyle yemin ederek sizinle beraber olduklarını söylüyorlardı?

Peki şimdi niye size bir yararları dokunmuyor?!" Sonra, "Şimdi bu

Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinenlerin akıbeti ne olacak?" diye

sorulmuş gibi şöyle bir cevap veriliyor: "Bütün çabaları boşa

çıkmış, kaybedenlerden olmuşlardır."

 

KALPLERİN HASTA OLMASININ ANLAMI ÜZERİNE

 

"Kalplerinde hastalık bulunanlar" ifadesi gösteriyor ki, kalpler

için bir hastalık ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak da sağlık ve

sıhhat söz konusudur. Çünkü sağlık ve hastalık birbirine karşıt iki

olgudur. Bunlardan biri, ancak öbürünün bulunabilme imkânı söz

konusu olduğu bir yerde gerçekleşebilir. Görme ve kör olma gibi.

Örneğin bir duvar için hastalıktan söz edilmez. Çünkü onun sağlık

ve sıhhate kavuşması gibi bir durum yoktur.

 

Yüce Allah'ın kitabının çeşitli yerlerinde kalplerin hastalığından

söz ettiği durumlarda, bu kalplerin hâllerinden ve etkilerinden söz

eder ki bunlar, söz konusu kalplerin fıtratın dosdoğru çizgisinden

saptıklarını, normal davranışların dışına çıktıklarını ve dosdoğru

yoldan uzaklaştıklarını gösterirler. Söz gelimi yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler,

'Allah ve Resulü bize sadece boş vaatlerde bulundu' diyorlardı."

(Ahzâb, 12) "Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar, 'Bunları

dinleri aldatmış' diyorlardı." (Enfâl, 49) "Şeytanın attıgını, kalplerinde

hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için bir imtihan

yapsın." (Hac, 3) Bu konuda örnek gösterilebilecek birçok ayet vardır.

Özetleyecek olursak; kalbin hasta olması, onun bir tür kuşku

ve tatminsizliğe müptela olması anlamına gelir. Bu kuşku, Allah'a

inanma ve onun ayetleriyle tatmin bulmayı böyle bir kalp için

 

Mâide Sûresi 51-54 ..................................................... 639

 

bulanık ve karanlık bir duruma düşürür. Açıkçası bunun adı, imana

şirkin karıştırılmasıdır. Dolayısıyla böyle bir kalp için Allah'ı ve ayetlerini

inkâr etme durumuyla örtüşen durumlar gerçekleşir. Pratik

eylem aşamasında, böyle bir kalbe sahip olan insandan, Allah'ı

ve ayetlerini inkâr etme durumuyla örtüşen davranışlar sâdır olur.

Buna karşılık, kalbin sağlıklı olması da, onun fıtratın çizgisi üzere

kalıcı olmasını, dosdoğru yol üzere bulunmasını ifade eder.

Bunun sonucunda Allah'ı, her türlü şirk unsurundan arınmış bir şekilde

birler, her şeyden soyutlanarak sırf O'na güvenip dayanır, insan

arzusunun, heva ve hevesinin ilgili olduğu her türlü zevki ve

keyfi bir kenara bırakır, elinin tersiyle iter. Yüce Allah bu hususta

şöyle buyuruyor: "O gün ki, ne mal, ne de ogullar yarar vermez.

Ancak Allah'a saglam ve temiz kalp getiren yarar görür." (Şuarâ,

87-89)

 

Buradan da anlıyoruz ki, kalplerinde hastalık bulunanlar,

münafıklardan ayrı bir grupturlar. Nitekim Kur'ân'da da onlardan

iki ayrı grup olarak söz edilir: "Münafıklar ve kalplerinde hastalık

bulunanlar..." diye. Birçok yerde geçen bu ifade, onların iki ayrı

grup olduğuna yönelik işaret içermiyor değildir. Çünkü münafıklar,

dilleriyle inandık diyen, ama kalpleri inanmayan kimselerdir. Salt

küfür kalbin ölü olduğunu gösterir, hasta olduğunu değil. Nitekim

yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ölü iken kendisini dirilttigimiz ve

kendisine insanlar arasında yürüyebilecegi bir ışık verdigimiz

kimse..." (En'âm, 122) "Ancak işitenler çagrıya gelir; ölülere gelince,

Allah onları diriltir." (En'âm, 36)

 

Bundan da anlaşılıyor ki, Kur'ân literatüründe "kalp hastalığı"

Allah ve ayetleri bağlamında insanın kavrayışını bürüyen kuşku

anlamını ifade eder. Böylesi bir kuşkunun etkisi altına giren bir

kalp, dinsel i-nanca sağlam bir şekilde bağlı kalıp dinginliğe

ulaşamaz, bu kuşkunun komplekslerinden kurtulamaz.

Buna göre, anlamın doğasını esas alacak olursak, kalplerinde

hastalık bulunanlar, zayıf imanlı kimselerdir. Bunlar her çağırana

kulak verir, her rüzgarın önünde sürüklenirler. Münafıklardan fark-

 

640 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

lıdırlar. Onlar açıktan mümin olduklarını söyler, buna karşın içlerinde

salt küfrü gizlerler. Bunu yaparken de amaçları dünyevî çıkarlarını

korumaktır. Dış görünümleriyle müminlerden, iç dünyalarıyla

da kâfirlerden ya-rarlanmaya çalışırlar.

 

Evet, Kur'ân-ı Kerim'de, kalplerinde hastalık bulunanlar için de

"münafıklar" niteliğinin kullanıldığını görüyoruz. Bu, onların iç dünyalarının

da tıpkı münafıklar gibi iman letafetinden yoksun olduğunu

vurgulamaya dönük bir analizdir. Bu ise, içinde iman bulunmadığı

hâlde mümin gibi görünenlere ilişkin olarak kullanılan

"kalplerinde hastalık bulunanlar" niteliğinden ayrıdır. Aşağıdaki

ayeti buna örnek gösterebiliriz: "Münafıklara, kendileri için acı bir

azap oldugunu müjdele! Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost

edinirler. Onların yanında mı izzet (güç ve şeref) arıyorlar?

Dogrusu izzet bütünüyle Allah'ındır. O, kitapta size şöyle indirmiştir

ki: Allah'ın ayetlerinin inkâr edildigini yahut alaya alındıgını işittiginizde,

bundan başka bir söze geçinceye kadar kâfirlerle bir

arada oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Dogrusu Allah,

münafıkların ve kâfirlerin tümünü cehennemde toplayacaktır."

(Nisâ, 138-140)

Bakara suresinde yer alan, "İnsanlardan öyleleri vardır ki,

inanmadıkları hâlde 'Allah'a ve ahiret gününe inandık' derler...

Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırdı...

Onlara, 'İnsanların inandıkları gibi siz de inanın.' dense, o

beyinsizlerin inandıkları gibi inanır mıyız? derler..." (Bakara, 8-20)

ayetlere gelince; burada, onların kalplerinin haktan şüphe ederek

sonunda hakkı inkâra kadar vardığı anlatılıyor. Bunlar, başlangıçta

kalplerinde hastalık bulunan kimselerdi. Çünkü henüz tam olarak

inanmadıkları hâlde, yalan söyleyerek iman ettiklerini ileri sürmüşlerdi.

Oysa başlangıçta kuşku içindeydiler. Allah da hastalıklarını

artırdı. Böylece hakkı inkâr etmelerinden ve alaya almalarından

dolayı helâk olup gittiler.

Yüce Allah, kalp hastalığının fiziki bir hastalık gibi arttığından

ve hatta süreğenleşerek kişiyi helâke sürüklediğinden söz ediyor.

 

Mâide Sûresi 51-54 .......................................................... 641

 

Bunun nedeni de, hastalığı esnasında, hasta olan insanın doğasını

bozacak günahlarla hastalığa sürekli katkıda bulunmasıdır. Bu

hususta yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onların kalplerinde hastalık

vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır." (Bakara, 10) Yüce Allah

bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Ne zaman bir sure indirilse...

Fakat yüreklerinde hastalık olanlara gelince bu, onların

pisliklerine pislik katar. Ve onlar kâfir olarak ölürler. Kendilerinin

her yıl bir iki defa sınandıklarını görmüyorlar mı? Yine de tövbe

etmiyor, ögüt almıyorlar." (Tevbe, 124-126) Bir diğer yerde -genel bir

açıklama niteliğinde- şöyle buyuruyor: "Sonra kötülük edenlerin

sonu çok kötü oldu. Çünkü Allah'ın ayetlerini yalanladılar. Ve onlarla

alay ediyorlardı." (Rûm, 10)

 

Daha sonra yüce Allah, kendisine yönelik imanın, bu hastalığın

tedavisi olduğunu açıklıyor ve -genel bir duyuru olarak- şöyle buyuru-

yor: "Imanlarından dolayı Rableri onları hidayete erdirir." (Yûnus,

9) Konuyla ilgili olarak bir başka ayette de şöyle buyuruyor:

"Güzel söz O'na çıkar, iyi amel de onu yükseltir." (Fâtır, 10) Şu hâlde,

kalbinde hastalık bulunan kimse, eğer bu hastalıktan kurtulmak

istiyorsa, Allah'a tövbe etsin ki bu, O'na iman etmek demektir.

Salih düşüncelerle ve salih amellerle düşünüp öğüt almaya çalışsın.

Nitekim yukarıda yer verdiğimiz ayetlerin birinde bu husus

vurgulanmıştır: "Yine de tövbe etmiyor, ögüt almıyorlar." (Tevbe,

126)

Bu konuyla ilgili en kapsamlı açıklamayı ise, şu ayet içermektedir:

"Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin.

Alla-h'a aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?

Şüphe yok ki münafıklar, ateşin en alt tabakasındadırlar. Artık

onlara asla bir yardımcı bulamazsın. Ancak tövbe edenler, durumlarını

düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini sırf

Allah için yapanlar başka. İşte onlar (gerçek) müminlerle beraberdirler;

Allah da yakında müminlere büyük bir mükâfat verecektir."

(Nisâ, 144-146) Daha önce, ayetlerde sözü edilen Allah'a

dönmekten maksadın, O'na inanmak, bu iman üzere dosdoğru ha-

 

642 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

reket etmek, kitap ve sünnet doğrultusunda hareket etmek ve

ihlâs yani tevhit inancına hiçbir şirk şaibesini karıştırmamak olduğunu

belirtmiştik.

 

"Ey inananlar! Sizden kim dininden dönerse..." [Ayetin orijinalinde

geçen "yertedde" kelimesinin mazi fiili "irtedde"dir.] "Irted-de an

dinihi" ise dininden döndü, anlamına gelir. Dindarların literatüründe

"irtidat" kelimesi, imandan küfre dönmeyi ifade eder. Bu imanından

önce küfrün olması ile olmaması arasında, bu nitelikle anılma

açısından herhangi bir fark yoktur. Bir kâfirin inanması, ardından

tekrar küfre dönmesi gibi.

 

Önceden kâfirken Müslüman olan, ardından tekrar küfre dönen

insanın irtidadı, "Millî irtidat"; Müslüman bir aileden dünyaya

geldiği için önceden küfre sapması söz konusu olmayan bir kimsenin

dinden dönüşü de "Fıtrî irtidat" olarak isimlendirilir. [Bu anlamlar,

bu kelimenin asıl anlamları durumuna gelmişlerdir. Mecazî

bir kullanım söz konusu değildir. Ancak bu kullanım, ya İslâm'ın

getirdiği bir olgudur -ha-kikat-ı şer'iye- veyahut Müslümanlar arasında

yaygınlaşan bir kullanımdır -hakikat-ı müteşerria-.]

 

Ayette geçen "irtidat" kelimesi ile, dindarların literatüründe

dinden dönme anlamına gelen irtidadın kastedildiği şeklinde bir

düşünce zihinlerde uyanabilir. Bu takdirde, ayetin öncesiyle bir

bağlantısı olmaz. Yani, bağımsız bir ayet gibi algılanır. Buna göre,

yüce Allah ayette mü-minlerden bir grubun imanına ihtiyacının olmadığını,

nasıl olsa bir baş-ka grubun imanın yükümlülüklerini yerine

getireceğini anlatmaktadır.

 

Ancak bu ayet ve bundan önceki diğer ayetler üzerinde

düşündüğümüz zaman, bu ihtimalin geçersiz olduğunu görürüz.

Çünkü ayet bu anlatımıyla, müminlere yüce Allah'ın, kendi arzında

insanları kendisine taptırma gücüne sahip olduğunu vurgulama

amacına yöneliktir. De-mek isteniyor ki, ileride Allah, öyle

topluluklar ortaya çıkaracaktır ki bunlar, Allah'ın dininden dönmek

şöyle dursun, ona sıkı sıkıya sarılırlar. Şu ayetleri de bu açıdan ele

alabiliriz: "Şimdi şunlar, bunları in-kâr ederse, bilsinler ki, bunları

inkâr etmeyecek bir toplumu, bunlara vekil bırakmışızdır." (En'âm,

 

Mâide Sûresi 51-54 ......................................................... 643

 

etmeyecek bir toplumu, bunlara vekil bırakmışızdır." (En'âm, 89)

"Kim de küfre saparsa, şüphesiz Allah âlemlerden müstagnidir."

(Âl-i Imrân, 97) "Siz ve yeryüzünde bulunanlar hep inkâr etseniz, iyi

bilin ki, Allah zengindir, övülmüştür." (Ibrâhim, 8)

Bu aşamada, asıl amacın ötesinde fazladan bir açıklama

yapma gereği duyulmaz. Ayetin asıl maksadı, Allah'ın dininden

dönmeyen mümin bir kavmin getirileceğinin haber verilmesidir.

Onların Allah'ı, Allah'ın da onları sevdiği, onların müminlere karşı

alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu oluşları gibi ayette işaret edilen

niteliklerine gelince; bunlar asıl amaca ilişkin ek olgulardır ve

söz konusu edilmelerini gerektirecek bir durum ve ortamın gerçekleşmesi

zorunludur.

 

Diğer bir açıdan baktığımızda, ayette işaret edilen niteliklerin,

önceki ayette sözü edilen Yahudi ve Hıristiyanları dost edinme durumuyla

irtibatlı olduklarını görürüz. Çünkü onların Yahudi ve Hıristiyanları

dost edinmiş olmaları, kalben sevgi ve sempatiyle onlara

ilgi duymalarından kaynaklanan bir sonuçtur. Bu nitelikteki bir

kalbin Allah sevgisini taşıması mümkün müdür? Yüce Allah şöyle

buyuruyor: "Allah, bir insanın gögüs boşlugunda iki kalp yaratmadı."

(Ahzâb, 4)

 

Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmenin kaçınılmaz bir sonucu

da müminlerin kâfirler karşısında ezilmeleri ve müminlere karşı

da tepeden bakan ekabir bir konumda olmalarıdır. Nitekim yüce

Allah, bu psikolojik sapmaya şu şekilde işaret etmiştir: "Onların

yanında mı izzet (güç ve şeref) arıyorlar? Dogrusu izzet bütünüyle

Allah'ındır." (Nisâ, 139)

 

Bu dostluğun bir gereği de, onlara karşı cihat etme yükümlülüğünü

ağırdan almadır, onlarla savaşmaktan kaçınmadır, onlarla

sosyal ilişkileri kesme hususunda kendilerine yöneltilen her türlü

kınamaya göğüs germemektir ve bu husustaki mahrumiyet ve zorluklara

katlanmaya yanaşmamaktır. Nitekim yüce Allah bu hususa

şöyle işaret etmiştir: "Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin

de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar size gelen

 

644 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

gerçegi inkâr ettikleri... hâlde, siz onlara sevgi iletiyorsunuz...

Benim yolumda cihat etmek ve benim rızamı kazanmak için yurdunuzdan

çıktıgınız hâlde içinizde onlara sevgi mi gizliyorsunuz?

(Mümtehine, 1)

Diğer bir ayette konuyla ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:

"İbrahim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir

örnek vardır; onlar kavimlerine 'Biz sizden ve sizin Allah'tan başka

taptıklarınızdan uzagız. Sizin taptıklarınızı tanımıyoruz. Siz, bir

tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir

düşmanlık ve nefret belirmiştir.' demişlerdi." (Mümtehine, 4)

Aynı şekilde, sözlük anlamı açısından veya analitik olarak ele

alırsak, irtidat kelimesi, kâfirleri dost edinme durumunu da

kapsamına alır. Nitekim yüce Allah, önceki ayetlerin birinde şöyle

buyurmaktadır: "Sizden kim onları kendine veli yaparsa, o, onlardandır."

(Mâide, 51) Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur: "Kim

böyle yaparsa, artık onun için Allah'tan hiçbir şey yoktur." (Âl-i

Imrân, 28) Başka bir ayette de şöyle buyurulmaktadır: "Siz de onlar

gibi olursunuz." (Nisâ, 140)

 

Bu açıklamaların ışığında anlıyoruz ki, tefsirini sunduğumuz

ayetin, önceki ayetlerle bağlantısı vardır ve ayet Allah'ın dininin,

topluluklarına yavaş yavaş nifakın sızmasından ve topluluklarında

dünyalık çıkar karşılığında dini satmaya aldırış etmeyen, Allah'ın,

Elçisinin ve müminlerin yanında olan gerçek onura, dünya ve

ahiret hayatını kuşatan mutluluğa karşılık din düşmanlarının yanındaki

sahte ve geçici üstünlüğü, düzmece onuru tercih eden

kalpleri hasta insanlar bulunduğundan dolayı Allah'a karşı gelme,

Yahudi ve Hıristiyanları dost edinme uçurumuna düşeceklerinden

endişe duyulan bu adamlardan müstağni olduğunu, onlara ihtiyacının

olmadığını vurgulama amacına yöneliktir.

 

Ayet, aslında bununla Kur'ân'ın gayba ilişkin bir öngörüsünü

de haber vermektedir. Buna göre, yüce Allah, dinin şu zayıf

imanlılardan görmüş olduğu iki yüzlülük ve çeşitli kılıklara bürünmesi,

Allah'tan başkasının sevgisini Allah'ın sevgisine tercih ediş-

 

Mâide Sûresi 51-54 ........................................................ 645

 

leri, onuru Allah'ın düşmanlarının yanında aramaları, Allah yolunda

cihat yükümlülüğü karşısında ağırdan alıcı, ayak sürtücü bir tavır

takınmaları, bu konuda kınayanların kınamasından korkmaları

karşısında, ileride bir kavim getirecektir. Bunlar Allah'ı sevecek, Allah

da onları sevecektir. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere

karşı onurlu olacaklardır. Allah yolunda cihat edecek ve kınayan

hiç kimsenin kınamasından korkmayacaklardır.

 

Tefsir bilginlerinin bir çoğusu, ayetin gaybî bir mesaj taşıdığını

fark etmelerine ve bu ayette işaret edilen niteliklerin hangi kavmin

durumuyla örtüştüğü hususunda uzun değerlendirmeler yapmalarına

karşın, ayetin lafızlarını açıklama hususunda alabildiğine

müsamahalı davranmışlardır. Dolayısıyla ayetin içerdiği niteliklere

gerekli açıklamalar getirememişlerdir. Sonuçta yüce Allah'ın sözünü

herhangi bir insanın sözü gibi ele alıp, insanların sözlerinde

olduğu gibi, O'nun ayetlerinde de örfte gösterilen müsamahaların

ve dikkatsizliklerin olabileceğini kabul eder bir tutum içinde olmuşlardır.

Gerçi Kur'ân belâgat açısından, uyduruk ve türedi bir yöntem

izlememiştir. Sözcüklerin kullanımında, cümlelerin yapımında ve

anlamlarına karşılık sözcükler bırakılması hususunda, yeni ve alışık

olunmayan bir metot geliştirmemiştir. Bu hususta, insanların

normal ko-nuşmalarında izlenilen yöntemi esas almıştır.

Ancak Kur'ân, başka bir açıdan insanların sözlerinden ayrı bir

özellik arz eder. Şöyle ki; bizler, belâgatçiler ve normal insanlar olarak

konuştuğumuz zaman, sözlerimizi aklımızda yer edinen anlamlara

dayalı olarak söyleriz. Bizim tarafımızdan algılanan anlamlar,

insanî- sosyal fıtratımız aracılığıyla oluşturduğumuz sosyal

hayatımızın bir kazanımı olan anlayışımız aracılığıyla zihnimizde

yer edinirler. Bu niteliklere sahip kavrama yeteneğimizin bir özelliği

de, algıladığı olgular arasında karşılaştırma yaparak bir yargıya

varmasıdır.

 

Bu aşamadan sonra, tolerans ve müsamaha kapıları açılır zihnimize.

Örneğin çoğu, tümün yerine kabul ederiz. Geneli, sürekli

 

646 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

olan konumunda görürüz. Nispi olguları mutlak olgular gibi algılarız.

Her az bulunanı (nadir olanı), yok olanlar kategorisine sokarız.

Sıklıkla rastlanmayan her olguyu varolmayan şeyler kapsamına alırız.

Bizden biri çıkar, "Şu güzeldir veya çirkindir. Şu sevimlidir veya

sevimsizdir. Şu övülendir veya yerilendir. Şu yararlıdır veya zararlıdır.

Falan iyidir veya kötüdür." der. Bizler bu bağlamda, bir toplulukla

ilgili olarak mutlak bir nitelemeye gideriz. Oysa söz konusu

topluluk bazı durumlarda, bazı değerlendirmeler bağlamında, bazı

insanlara göre ve bazı olgular açısından bu niteliklere sahiptir, yani

mutlak olarak böyle bir durumu söz konusu değildir. Ne var ki,

niteliği dile getiren kişi, bazı karşı değerlendirmeleri yok saymıştır.

Bunu yaparken algılayışın da ve yargısı hususunda gösterdiği

müsamahaya dayanmıştır.

 

Bu, insanın objeler dünyasına ilişkin somut olgulara dayalı

algılarının durumudur. Algılama kapasitesinin sınırlı olmasından

dolayı, varlık âleminin onun kendisiyle ilintili yönlerinden farkında

olmadığı şeyler bir öncekine oranla daha fazladır. Buna göre, insanın

haber verdiği bütün şeyler, dış objelerle ilgili bütün konuşmaları

ve realiteyi bütünüyle kuşattığını, tüm bilinmezliklerini ortaya

çıkardığını düşün- düğü bütün hususlar, sübjektif değerlendirme

ve bazı yönlere karşı müsamahalı davranmanın ve bazı

yönleri de bilmemenin ürünüdür. Bir insanın bütün realiteyi kuşattığını

ve bir kimsenin konuşmasını buna göre kuşatıcı bir şekilde

değerlendirdiğini söylemesi ciddiyetle bağdaşmaz. Bu husus, üzerinde

iyice düşünmeye değer.

 

Sahip olduğu bilgiye dayalı olarak insanın söylediği sözlerin

durumu bundan ibarettir. Yüce Allah'ın sözlerine gelince, onları bu

tür bir kusurdan münezzeh saymamız bir zorunluluktur. Çünkü yüce

Allah, her şeyi bilgice kuşatmıştır. Nitekim yüce Allah, sözlerinin

özellikleriyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "O, elbette hak ile

batılı ayırt edici bir sözdür. O, şaka degildir." [Târık, 13-14]

İşte bu husus ve ayrıcalık, yüce Allah'ın zahirî itibariyle mutlak

olan ve ayrı ya da bitişik herhangi bir kayıtla sınırlandırılmayan

 

Mâide Sûresi 51-54 ..................................................... 647

 

sözlerini mutlak olarak algılamamızın delillerinden birini oluşturur.

Yine aynı husus, yüce Allah'ın sözlerinde geçen niteliklerin nedenselliğe

işaret ettiğinin delillerinden biridir de. Söz gelimi yüce Allah,

"O onları sever..." diyorsa, bu demektir ki, herhangi bir şeyde

onlara buğz etmiyor. Aksi takdirde, bu genel ifadeye bir istisna getirirdi.

Yüce Allah, bir kavmin müminlere karşı yumuşak ve alçak

gönüllü olduklarını söylüyorsa, onların müminlik sıfatlarından, yani

Allah'a iman etmelerinden dolayı onlara alçak gönüllü oldukları ve

her durumda ve her takdirde alçak gönüllü olmaları gerekir. Aksi

takdirde, böyle bir ifade, hak ile batılı birbirinden ayırma özelliğine

sahip olamazdı.

 

Kuşkusuz, bazı anlamlar vardır ki bunlar, nispeti doğru kılacak

bir kuşatıcı husus söz konusu olduğunda, bunları hakketmeyen insanlara

da nispet edilirler. Aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi:

"Andolsun biz, Israilogullarına kitap, hüküm ve peygamberlik

verdik, onları güzel rızıklarla besledik ve onları âlemlere üstün

kıldık." (Câsiye, 16) "O, sizi seçti ve dinde size bir güçlük yüklemedi."

(Hac, 78) "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet

oldunuz. Iyiligi emreder, kötülükten sakındırırsınız." (Âl-i Imrân,

110) "İnsanlara şahit olasınız, elçi de size şahit olsun." (Bakara,

143) "Elçi de, 'Ya Rabbi, kavmim bu Kur'ân'ı terk edilmiş bıraktılar.'

demiştir." (Furkan, 30)

 

Bunun gibi toplumsal niteliklerden söz eden birçok ayet vardır,

ki bunlarla nitelenme bağlamında bireylerle topluluklar arasında

herhangi bir fark yoktur. Bunun da toleransla, bazı yönlerin lehine

olmak üzere başka yönleri görmezlikten gelmekle ilgisi yoktur.

Tersine, burada hem parçanın, hem de bütünün nitelendirildiği nitelikler

söz konusudur. Hem birey, hem de toplum gerektirici bir

etkenden dolayı, bu şekilde nitelendirilirler. Tıpkı, değerli bir mücevheri

içeren bir toprağın içerdiği mücevherden dolayı avuçlanması

gibi. Hem toprak avuçlanmış, hem de mücevher avuçlanmış

olur; ama asıl hedef mücevherdir. Şimdi konumuza dönelim.

"Ey inananlar! Sizden kim dininden dönerse..." Yukarıda yap-

 

648 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

tığımız açıklamaların ışığında meseleyi ele alacak olursak, dinden

dönüp irtidat etmekten maksadın, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmek

olduğunu anlarız. Hitap özellikle müminlere yöneltilmiştir;

çünkü bundan önceki hitap da onlara yönelikti ve ayetlerin akışının

bu aşamasında verilmek istenen mesaj şudur: Allah'ın dininin,

Allah düşmanlarının dostluğuyla kirlenmiş bir imana ihtiyacı yoktur.

Nitekim yüce Allah, Allah düşmanlarını dost edinmeyi küfür ve

şirk olarak nitelendirmiştir: "Sizden kim onları veli yaparsa, o, onlardandır."

Çünkü yüce Allah, dininin velisi ve yardımcısıdır. O'nun

dininin yardımcısı olduğunun bir göstergesi, ileride, düşmanlarından

her türlü ilişkiyi kesen, O'nun dostlarını dost edinen, sadece

O'nun için seven bir topluluğu getirecek olmasıdır.

"Allah, yakında öyle bir toplum getirecek" Burada yüce Allah, söz

konusu toplumu getirmeyi doğrudan kendi zatına nispet ediyor.

Bununla dininin yardımcısı olduğu mesajını veriyor. Ki ayetin akışından

da bu husus algılanıyor. Demek isteniyor ki, bu dinin bir

yar-dımcısı var. O varken dine yardım için başkasına ihtiyaç yoktur.

Bu yardımcı, yüce Allah'tır.

 

Ayetin akışı, söz konusu kavim aracılığı ile dine yardım edileceğini

vurgulamaktır. Bu da, bazı kimselerin din düşmanlarını ulusal

yardımlaşma için dost edinmelerine karşılık olarak dile getiriliyor.

Ayrıca kavim sözcüğü kullanılıyor ve söz konusu kavmin nitelikleri

ve davranışları çoğul kipiyle ifade ediliyor. Bütün bunlar gösteriyor

ki, geleceği vaat edilen kavim bir topluluk olacaktır, bir veya

iki kişiden ibaret olmayacaktır. Yüce Allah'ın her dönemde, Allah'ı

seven, Allah tarafından sevilen, müminlere karşı alçakgönüllü,

buna karşın kâfirlere karşı üstün ve onurlu, Allah yolunda cihat

eden ve bu hususta hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayan

bir insan göndermesi gibi bir durum kastedilmiyor.

 

Söz konusu kavim, kendisi gelecek olduğu hâlde, getirilişleri

yüce Allah'a nispet edilmiş ve O'nun onları getireceği belirtilmiştir.

Bu, Allah'ın onları yaratacağı anlamında değildir. Çünkü Allah'tan

başka yaratıcı yoktur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah her şeyin

 

Mâide Sûresi 51-54 ...................................................... 649

 

yaratıcısıdır." (Zümer, 62) Bilâkis bu ifade, yüce Allah'ın onları dine

yardım edecekleri bir konuma getireceği anlamını içermektedir.

Onlara kendisini sevmeleri ve kendisinin de onları sevmesi onurunu

bahşedecektir. Dostları karşısında alçak gönüllü, düşmanları

karşısında üstün ve onurlu olmalarını sağlayacaktır. Yolunda cihat

etmelerini ve her türlü kınamadan etkilenmemelerini mümkün kılacaktır.

Şu hâlde onların dine yardım etmeleri, aslında yüce Allah'ın

onlar aracılığıyla dine yardım etmesidir. Zamanın uzağı ile yakını

Allah açısından birdir. Bu, sadece bizim yetersiz görüşümüz açısından

bir farklılık arzeder.

 

"O onları sever, onlar da O'nu severler." Burada sevgi kelimesi, bir

nitelikle veya başka bir hususla kayıtlı olmaksızın, özle ilintili olarak

mutlak bir şekilde kullanılmıştır. Onların Allah'ı sevmelerinin

gereği, Rablerini, O'nun dışındaki her şeye ve mal, mevki, soy gibi

insanın bağlı olduğu her değere tercih etmeleridir. Bu demektir ki,

adı geçen kavim, Allah'ın düşmanlarından hiç kimseyi dost edinmezler.

Eğer dost edinirlerse, Allah'ın dostluğundan dolayı, O'nun

dostlarını dost edinirler.

 

Yüce Allah'ın onları sevmesinin gereği de, onların her türlü zulümden

arınmış olmaları, küfür, fısk gibi manevî kirlerden ya

masumiyet ya da tövbe sonucu olan mağfiret yoluyla temiz

olmalarıdır. Çünkü zulümler ve günahların tümü hiçbir şekilde yüce

Allah tarafından sevilmezler. Nitekim ulu Allah şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez." (Âl-i Imrân, 32) "Allah, zalim

olanları sevmez." (Âl-i Im-rân, 57) "O israf edenleri sevmez." (En'âm,

141) "Allah bozguncuları sev-mez." (Mâide, 64) "Allah haksız yere

saldıranları sevmez." (Bakara, 190) "O, büyüklük taslayanları

sevmez." (Nahl, 23) "Allah, hainleri sevmez." (Enfâl, 58) Bu hususla ilgili

olarak birçok ayet örnek gösterilebilir.

 

Yukarıda sunduğumuz ayetlerde, insanlarda olabilecek küçük

düşürücü, çirkin huyların, rezilliklerin ana unsurları zikredilmiştir.

Yüce Allah, bir insanı sevdiğini belirterek ondan bu olumsuz nite-

 

650 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

liklerin kalktığına tanıklık edince, o insan, bunların karşıtı olan üstün

ve onur verici niteliklerle nitelenmiş olur. Çünkü insan, bir

ahlâka sahip olacaksa, üstün niteliklerden veya aşağılayıcı niteliklerden

biriyle mutlaka ahlâklanmak durumundadır.

 

Buna göre, ayette kastedilen bu insanlar, Allah'a gerçekten inanıyorlar,

imanları zulüm kirine bulanmamıştır. Nitekim yüce Allah

bir ayette şöyle buyuruyor: "Inananlar ve imanlarını bir haksızlıkla

bulamayanlar... İşte güven onlarındır ve dogru yolu bulanlar

da onlardır." (En'âm, 82) Buna göre, onlar sapmaya karşı güvencededirler.

Yüce Allah bir ayette bu hususa şöyle işaret etmiştir: "Allah

şaşırttıgını yola getirmez." (Nahl, 37) Bu demektir ki, onlar, her

türlü sapıklığa karşı ilâhî güvencenin kapsamı içindedirler. Ilâhî yol

göstericiliğin önderliğinde Allah'ın dosdoğru yoluna yönelmektedirler.

Onlar, yüce Allah'ın da onayladığı gerçek imanları sayesinde,

Allah'a tam anlamıyla teslim oldukları gibi Elçiye de tabi olmuş,

ona teslim olmuşlardır. Yüce Allah, bir ayette bu hususa şöyle işaret

etmiştir: "Hayır, Rabbine andol-sun ki, aralarında çıkan

anlaşmazlıklar hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdigin

hükmü, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam anlamıyla

kabullenmedikçe inanmış olmazlar." (Nisâ, 65)

Buradan hareketle anlıyoruz ki, bunlar şu ayetin kastettiği

kimseler arasında yer almaktadırlar: "De ki: Eger siz Allah'ı seviyorsanız

bana uyun ki, Allah da sizi sevsin." (Âl-i Imrân, 31) Bu ayetin

içeriğinden anlıyoruz ki, Peygambere uymakla Allah'ı sevmek

arasında zorunlu bir bağıntı vardır. Kim Peygambere uyarsa, Allah

onu sever. Allah bir kulunu, ancak Peygambere (s.a.a) tabi olduğu

zaman sever.

 

Peygambere (s.a.a) uydukları zaman takva, adalet, ihsan, sabır,

sebat, tevekkül, tövbe ve arınma gibi yüce Allah'ın sevdiği ve

hoşnut olduğu niteliklere de sahip olurlar. Nitekim yüce Allah şöyle

buyurmuştur: "Şüphesiz, Allah da sakınanları sever." (Âl-i Imrân,

76) "Allah iyilik edenleri sever." (Bakara, 195) "Allah sabırlıları sever."

(Âl-i Imrân, 146) "Allah, kendi yolunda kaynatılmış binalar gibi

 

Mâide Sûresi 51-54 ................................................... 651

 

saf baglayarak çarpışanları sever." (Saff, 4) "Hiç şüphesiz Allah,

kendisine dayanan-ları sever." (Âl-i Imrân, 159) "Allah tövbe edenleri

sever, temizlenenleri sever." (Bakara, 222) Daha birçok ayet bu

hususa örnek oluşturmaktadır.

 

Yukarıda işaret edilen niteliklerin sonuçlarını ve bu nitelikleri

izleyen ve üstün meziyetleri şerh edici ayetleri bir bütün olarak incelediğimiz

zaman, iyi karakterlerden oluşan çok sayıda olguyla

karşılaşırız. Bunların tümünün şu sıfatlara sahip olan kimselerin

yeryüzüne varis olan mirasçılar olmasına ve iyi akıbetin de onların

olduğuna gelip dayandıklarını da görürüz. Nitekim üzerinde durduğumuz

ayetten de böy-le bir mesaj algılayabiliyoruz: "Ey inananlar!

Sizden kim dininden dönerse..." Başka bir ayette de -genel ve

kuşatıcı bir ifade olarak- şöy-le buyurulmuştur: "Sonuç takvanındır."

(Tâhâ, 132) Inşallah, akıbetin takvanın olmasının ne anlam ifade

ettiğini uygun bir yerde etraflıca irdeleyeceğiz.

 

"Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler."

Ayetin orijinalinde geçen "ezillet-un" ve "eizzet-un" kelimeleri

"zelîl" ve "azîz" kelimelerinin çoğuludurlar. Kendilerinin dostu ve

kendileri tarafından dost edinilen Allah'a yönelik saygılarının bir

ifadesi olarak müminlerin üzerine şefkat kanatlarını germelerinden

ve dinin değer vermediği ve önemsemediği kâfirlerin yanında

bulunan sahte üstünlük ve onura ihtiyaçlarının olmadığından kinaye

bir ifadedir bu. Nitekim yüce Allah, Peygamberini (s.a.a) bu hususta

şu şekilde yönlendirip eğitmiştir: "Onlardan bazı çiftlere (sınıflara)

verdigimiz dünyalıga gözlerini dikme ve onlara üzülme,

müminlere kanadını indir." (Hicr, 88) Bazı bilginlerin söyledikleri gibi

"ezille" kelimesinin "alâ" harf-i cerriyle geçişli kılınması, merhamet,

kalp inceliği veya acıma, şefkat gösterme anlamlarını içermesinden

dolayıdır.

 

"Allah yolunda cihat ederler ve hiçbir kınayıcının kınamasından

korkmazlar." Genel niteliklerinin içerisinden özel olarak "Allah yolunda

cihad etmelerinden" söz edilmesi, yüce Allah'ın onlar aracılığıyla

dinine yardım edeceğinden söz edildiği bir süreçte böyle bir

 

652 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

vurguya ihtiyaç olmasından dolayıdır.

 

"Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." ifadesinin akışından

anlaşıldığı kadarıyla, bu ifade, sadece kendisinden önceki

son cümleyle değil, diğer cümlelerle de ilintilidir. -Gerçi bu tür terkiplerde,

ifadenin genellikle en son cümleyle ilintili olduğu kesin

ve şüphesizdir.- Çünkü Allah yolunda cihat edilirken kınayanların

kınaması önemli bir engel oluşturmaktadır. Onlar insanları, mal ve

can kaybı, zorluklara katlanma durumunda kalma gibi meşakkatleri

göstererek cihattan alıkoymaya çalışırlar. Aynı şekilde

müminler karşısında alçak gönüllü davranıp dünyanın çekici nimetleri

ve arzuyla peşinden koşulan sahte değerleri ve müminlerin

yanında rastlanılmayan dünya nimetleri kâfirlerin yanında bulunurken

onlar karşısında üstün ve onurlu davranmak, kınayanların

kınamasının engel olacağı şeydir.

 

Ayetten, gelecekte meydana gelecek bir olaya yönelik gaybî

bir işaret de algılanmaktadır. Inşallah, konunun ayetler ve hadisler

ışığında değerlendirildiği ileriki bölümde bu konuya değineceğiz.

 

AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, "Ey inananlar! Yahudileri... veli

edinmeyin..." ayetiyle ilgili olarak İbn-i Ishak, İbn-i Cerir, İbn-i

Münzir, İbn-i Ebi Hatem, Ebu Şeyh, İbn-i Mürdeveyh, Beyhaki -ed-

Delalil adlı eserde- ve İbn-i Asakir, Ubade b. Velid'den, Ubade b.

Samit'in şöyle dediğini rivayet ederler: "Kaynukaoğulları Yahudileri

Resulullah'la (s.a.a) savaşmaya kalkışınca, Abdullah b. Übey b.

Selul bunu bahane ederek savaşta Resulullah'ın yanında yer almadı

ve bu konuda tarafsız görünmeye koyuldu. Buna karşın

Ubade b. Samit Resulullah'ın (s.a.a) yanına giderek onlarla kurduğu

ittifakı feshettiğini, onlarla her türlü ilişkisini kestiğini bildirdi.

Ubade, Avf b. Hazreç kabilesinin bir bireyiydi. Kaynukaoğullarıyla

Abdullah b. Ubey b. Selul arasındaki ittifakın bir benzeri de onunla

kurulmuştu. Ama o, bu ittifakı bir yana bırakarak Resulullah efendimizin

(s.a.a) yanında yer aldı ve 'Ben Allah'ı, Resulünü ve mü-

 

Mâide Sûresi 51-54 ..................................................... 653

 

minleri dost ediniyorum. Şu kâfirlerin ittifaklarından ve dostluklarından

sıyrılıp Allah'a ve Resulüne doğru geliyorum' dedi."

Yine aynı eserde, Mâide suresindeki şu ayetlerin Abdullah b.

Ubey b. Selul hakkında indikleri rivayet edilir: "Ey inanalar! Yahudileri

ve Hıristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir...

Galip gelecek olanlar, yalnız Allah'ın taraftarlarıdır." [Mâide, 51-56]

 

Aynı eserde, İbn-i Ebi Şeybe ve İbn-i Cerir, Atiyye b. Sa'd'dan

şöyle rivayet ederler: "Haris b. Hazreç Oğullarından Ubade b.

Samit Resu-lullah'ın (s.a.a) yanına gelerek şunları söyledi: Benim,

Yahudiler arasında çok sayıda dostum vardır. Ben Yahudilerin

dostluğundan sıyrılıp Allah'a ve Resulüne geliyorum. Allah'ı ve Resulünü

dost ediniyorum."

"Bunun üzerine Abdullah b. Übey şunları söyledi: 'Ben başımıza

bir felâketin gelmesinden korkuyorum. Bu yüzden onların dostluklarından

sıyrılmıyorum.' Resulullah (s.a.a) ona dedi ki: 'Ey Hubab'ın

babası, yoksa sen, Ubade'den ayrı olarak Yahudilerin dostluklarını

sürdürmekle kendinin ondan daha kârlı çıkacağını mı düşünüyorsun?'

Bunun üzerine Abdullah b. Übey: 'Şimdi kabul ediyorum.' dedi.

Ardından şu ayetler nazil oldu: Ey inananlar! Yahudileri ve Hıristiyanları

veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir... Allah

seni insanlardan korur." [Mâide, 51-67]

 

Aynı eserde, İbn-i Mürdeveyh İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet eder:

"Abdullah b. Übey b. Selul iman ettikten sonra, 'Benimle Kureyza

ve Nadiroğulları Yahudileri arasında dostluk antlaşması vardır.

Ben, başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyorum.' dedi ve

kâfirliğe döndü. Buna karşın Ubade b. Samit, 'Ben Kureyza ve

Nadiroğulları dostluğun-dan Allah'a doğru sıyrılıyorum. Allah'ı, Resulünü

ve müminleri dost ediniyorum.' dedi."

"Bunun üzerine yüce Allah şu ayetleri indirdi: Ey Inananlar!

Yahudileri ve Hıristiyanları veli edinmeyin... Kalplerinde hastalık

bulunanların... onların arasına koşuştuklarını görürsün. -Burada

Abdullah b. Übey kastediliyor.- Sizin veliniz, ancak Allah, O'nun

Resulü ve namazı dosdogru kılan ve rüku ederken zekât veren

müminlerdir. -Burada da Ubade b. Samit ve Resulullah'ın ashabı

 

654 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

müminlerdir. -Burada da Ubade b. Samit ve Resulullah'ın ashabı

kastediliyor.- Eger Allah'a, Peygambere ve ona indirilene inansalardı,

onları kendilerine veli yapmazlardı. Ama onların çogu yoldan

çıkmış insanlardır." [Mâide, 81]

 

Ben derim ki: Bu kıssa başka kanallardan da aktarılmıştır.

Daha önce, ayetlerin iniş sebeplerine ilişkin bu tür rivayetlerin gelişmelerin,

ayetlere uyarlama nitelikli içtihatların ürünü olduklarını

belirtmiştik. Nitekim bizzat rivayetlerden hareketle buna ilişkin

somut karineler bulmak mümkündür. Örneğin, Yahudilerle birlikte

Hıristiyanlardan da söz eden ayetlerle ilgili kıssada Müslümanlarla

Kaynuka, Kurayza ve Nadiroğulları Yahudileri arasında geçenlerden

söz edilirken, Hıristiyanlardan ve Müslümanların onlarla olan

ilişkilerinden hiç söz edilmiyor! Kıssanın akışı içinde Hıristiyanların,

hiçbir amaca yönelik olmaksızın sırf iş olsun diye söz konusu edilmelerinin

bir sebebi yoktur.

 

Öte yandan Kur'ân'da Yahudilerle Müslümanlar arasında yaşanan

olaylara, münafıkların yönlendirmelerine ilişkin olarak sırf

Yahudilerin pozisyonunu ele alan ve Hıristiyanlardan söz etmeyen

ayetler vardır. Haşr suresindeki ayetlerin yanı sıra başka surelerdeki

bazı ayetleri buna örnek gösterebiliriz. Peki neden, tefsirini

sunduğumuz ayetlerde sırf iş olsun diye söz konusu edilirken, yalnızca

Yahudilerden söz eden ayetlerde sırf iş olsun diye Hıristiyanlardan

söz edilmiyor?!

 

Kaldı ki, rivayetlerde, 51. ayetten 67. ayete kadar toplam on

yedi ayetin Abdullah b. Übey ve Ubade b. Samit hakkında indiği

belirtilir. Öncelikle bu ayetler arasında konu bütünlüğü yoktur ki,

bir kerede indiklerinden söz edilsin. İkincisi; bu ayetler arasında

yer alan "Sizin veliniz, ancak Allah, O'nun Elçisi ve dosdogru namaz

kılan ve rüku ederken zekât veren müminlerdir." ayetinin

Hz. Ali (a.s) hakkında indiğini gösteren rivayetler, gerek Şiî, gerekse

Sünnî kanallardan tevatür derecesinde aktarılmıştır. Üçüncüsü;

"Ey elçi, Rabbinden sana indirileni duyur..." ayetinin kıssayla kesinlikle

hiçbir ilgisi yoktur.

 

Mâide Sûresi 51-54 ........................................................ 655

 

Mesele şudur: Ravi önce Ubade ve Abdullah'ın kıssasını ele alıyor.

Sonra bakıyor ki, bu ayetlerle kıssa arasında belli bir ilişki

vardır. Tutup kıssayı bu ayetlere uyarlıyor, ama bunu da doğru

düzgün beceremiyor. Sırf Ehlikitab'ın pratik durumuna değiniyorlar

diye, on yedi ayeti üç ayetin yerine koyuyor.

 

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde İbn-i Cerir ve İbn-i Münzir Ikrime-

'den şöyle rivayet ederler: "Ey inananlar! Yahudileri ve Hıristiyanları

veli edinmeyin. Onlar, birbirlerinin velileridir." ayeti

Kureyzaoğulla-rı Yahudileri hakkında inmiştir. Bunlar hainlik edip,

Resulullah (s.a.a) ile imzaladıkları antlaşmayı bozmuşlardı. Ebu

Süfyan b. Harb'a haber göndererek onların ve Kreyş'in gelip kalelerine

girmelerini önermişlerdi. Resulullah efendimiz (s.a.a) Ebu

Lübabe b. Abdulmünzir'i onlara göndererek kalelerinden

çıkmalarını istedi. Onlar Ebu Lübabe'yi dinleyerek kalelerinden indiklerinde

o, boyunlarının vurulacağını anlatmak için eliyle gırtlağına

işaret etti. Talha ve Zübeyr de Hıristiyanlarla ve Şamlılarla yazışıyorlardı.

-Ravi der ki: Bana ulaşan haberlere göre- Resulullah'ın

(s.a.a) ashabının arasında yoksulluktan ve kıtlıktan korkan bazı

kimseler Kureyza ve Nadiroğulları Yahudileri ile yazışıyor-lardı.

Peygamberimizin (s.a.a) hareketlerini gizlice onlara haber gönderiyorlardı.

Bunu yaparken de onlardan borç para almayı veya yardım

görmeyi umuyorlardı. İşte bu davranışları yasaklandı."

Ben derim ki: Bu rivayetin bir sakıncası yoktur. Çünkü ayetlerde

işaret edilen velayeti, sevgi ve sempati nitelikli velayet olarak

açıklama esasına dayandırıyor. Daha önce bu açıklamayı destekleyici

yorumlarda bulunduk. Eğer bu rivayet gerçekten ayetlerin iniş

sebebine ilişkin bir olayı içeriyorsa, bu, ayetin mutlak oluşunu

ve bu olayda olduğu gibi başka olaylara uyarlanma özelliğini ortadan

kaldırmaz. Şayet rivayet, uyarlama niteliğinde ise, zaten bu

durum daha belirgindir.

 

Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Ey inananlar! Sizden kim dininden

dönerse, bilsin ki Allah, yakında öyle bir topluluk getirecektir..."

ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Bazıları, 'Burada getirile-

 

656 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

ceğinden söz edilen topluluk Emir-ül Müminin ve arkadaşlarıdır. Ki

onlara karşı biatlarını bozanlar (nakisin), adaletten sapanlar

(kasitin) ve doğru yoldan çıkanlar (marikin) savaşmışlardır.'

demişlerdir. Bu görüş Ammar b. Yasir'den, Huzeyfe'den ve İbn-i

Abbas'tan rivayet edilmiştir. İmam Bâkır (a.s) ve İmam Cafer'den

(a.s) de bu anlamda görüş aktarılmıştır."

 

Ben derim ki: Mecma-ul Beyan tefsirinde, söz konusu rivayet

aktarıldıktan sonra şu açıklamaya yer veriliyor: "Bu görüşü

destekleyen bir husus da Resulullah efendimizin Hz. Ali'yi ayette

zikredilen özelliklerle nitelendirmiş olmasıdır. Peygamberimiz

(s.a.a) sancağı taşıyan kişi, birkaç kez girişimde bulunduğu hâlde

Hayber kalesini fethedemeyip geri kaçıp, üstelik insanları

korkutmasından ve insanların da onu korkutmalarından sonra Hz.

Ali'yi Hayber fethi için görevlendirdi-ğinde şunları söylemişti:

'Sancagı yarın öyle bir adama verecegim ki, o, Allah'ı ve

Resulünü sever, Allah ve Resulü de onu sever. Döne döne

savaşır, asla cenk meydanından kaçmaz. Allah onun eliyle fethi

nasıp etmedikçe geri dönmez.' Sonra sancağı Hz. Ali'ye vermiştir."

"Müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı sert ve onurlu olması,

Allah yolunda cihat etmesi ve bu hususta hiçbir kınayıcının

kınamasından korkmaması gibi niteliklere gelince; hiç kimse, Hz.

Ali'nin (a.s) bu nitelikleri hakketmediğini ileri süremez. Çünkü onun

şirk ve küfür ehline karşı şiddetli tutumu, onların arasında

meydana getirdiği yıkım o kadar belirgin ki; İslâm milletini himaye

etme ve İslâm dinini destekleme yönündeki kararlılığı ve müminlere

karşı şefkati o kadar açık ki, hiç kimse bunu inkâr edemez."

"Resulullah efendimizin (s.a.a) Kureyşlileri, kendisinden sonra

Ali'nin (a.s) de onlarla savaşacağını söyleyerek tehdit etmesi de bu

görüşü destekleyici bir husustur. Bir gün Süheyl b. Amr Kureyş'ten

bir grupla beraber Resulullah'ın yanına gelir ve şöyle der: 'Ey Muhammed,

bizim bazı kölelerimiz senin tarafına geçmişler, onları

bize geri ver.' Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) onlara şu karşılığı

verir: 'Ey Kureyş toplulugu, ya bu tutumunuzdan vazgeçersiniz ya

 

Mâide Sûresi 51-54 ........................................................... 657

 

da Allah sizin üzerinize bir adam gönderir ki, bu adam, Kur'ân'ın

tenzili ve inişi için benim sizinle savaştıgım gibi, o da Kur'ân'ın

tevili için sizinle savaşır.' Bunun üzerine ashabından bazıları şöyle

derler: 'Ya Resulallah, kim bu adam? Ebu Bekir mi?' Peygamberimiz,

'Hayır, odasında ayakkabı diken adam' der. O sırada Hz. Ali

(a.s) Peygamber efendimizin (s.a.a) ayakkabılarını dikiyordu."

"Hz. Ali'nin (a.s) Basra savaşının olduğu gün şöyle dediği rivayet

edilir: 'Allah'a andolsun ki, bu güne kadar, bu ayetin kastettiği toplulukla

savaşan kimse çıkmamıştı.' Sonra tefsirini sunduğumuz ayeti

okur."

 

"Ebu Ishak Salebî kendi tefsirinde, rivayet zincirini de belirterek

Zührî'den, Said b. Müseyyib'den ve Ebu Hüreyre'den Peygamber

efendimizin (s.a.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Kıyamet günü,

ashabımdan bazı kimseler bana doğru gelmek isterler, ama onlar

havuzdan uzaklaştırılırlar. Ben derim ki: Ya Rabbi, ashabım!

Ashabım! Bana şöyle seslenilir: Sen onların senden sonra neler

yaptıklarını bilmiyorsun? Onlar topuklarının üzerine gerisin geri

döndüler." Mecma-ul Beyan tefsirinden alınan alıntı burada sona

erdi.

Evet, işaret edilen bu nitelikler, bütün olarak ancak Hz. Ali (a.s)

için söz konusudur. Hiç kuşkusuz, Hz. Ali (a.s) ayette işaret edilen

niteliklerin en somut göstergesidir, en gerçek temsilcisidir. Fakat

sorun, bu niteliklerin onunla birlikte Cemel ve Sıffin savaşlarına

katılan herkesi kapsayacak şekilde algılanmasındadır. Çünkü bu

savaşlardan sonra, bunların birçoğu değişmişlerdi. Ayette "O, onları

sever, onlar da O'nu severler." buyuruluyor ve bu ifade mutlaktır.

Herhangi bir istisnaya yer verilmiyor. Daha önce bunun ne anlama

geldiğini açıklamıştık.

 

Yine aynı eserde şöyle deniyor: "Rivayete göre, bu ayetin anlamıy-

la ilgili olarak Peygamberimize (s.a.a) bir soru sorulur ve o

elini Selman'ın omzuna vurarak, 'Bu adam ve soydaşları kastediliyor.'

karşılığını verir, sonra şunları söyler: Eğer din, Süreyya yıldızına

asılı olsa, Fars kavminden insanlar, ona ulaşırlar."

 

658 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Ben derim ki: Bu rivayetle ilgili değerlendirmemiz, bundan

önceki rivayete ilişkin değerlendirmemizden farklı olmayacaktır.

[Çünkü Selman'ın soydaşları bu niteliklere sahip değildiler.] Ancak

burada sözü edilen kişilerin, Selman'ın soydaşları arasından, ileriki

bir zamanda gönderilecekleri kastedilirse, o başka.

 

Aynı eserde deniliyor ki: "Söylendiğine göre, bu ayette kastedilenler

Yemenlilerdir. Çünkü Yemenliler yumuşak kalpli, yufka yürekli

kimselerdir. Iman Yemenlidir. Hikmet de Yemen menşelidir.

Iyad b. Ğanem el-Eş'arî şöyle der: Bu ayet nazil olunca, Resulullah

(s.a.a) Ebu Musa Eşari'yi işaret etti ve 'Burada kastedilenler bu adamın

soydaşlarıdır.' buyurdu."

 

Ben derim ki: Bu anlamı içeren bir rivayet, ed-Dürr-ül Mensûr

tefsirinde birçok kanaldan aktarılmıştır. Bundan önceki rivayetle

ilgili olarak söylediklerimiz bu rivayet için de geçerlidir.

Taberî, tefsirinde kendi rivayet zinciriyle Katade'den şöyle rivayet

eder: "Yüce Allah, bu ayeti indirdi. O, bazı insanların dinden

dönecek-lerini biliyordu. Allah, peygamberi Hz. Muhammed'in

(s.a.a) canını alınca, neredeyse Arapların tamamı dinden döndüler.

Sadece Medinelilerin, Mekkelilerin ve Bahreynlilerin mescitlerine

devam eden insanlar irtidat etmediler. Irtidat edenler diyorlardı ki:

'Namaz kılarız, ama zekât vermeyiz. Allah'a andolsun ki, mallarımızın

gasp edilmesine izin vermeyeceğiz.' Ebu Bekir bu hususta

etrafındakilerle istişare etti. Onla-ra (bir nüshada: Ona) denildi ki:

'Eğer onlar, zekâtın önemini kavramış olsalardı, kuşkusuz verirlerdi,

hatta fazlasını da verirlerdi.' Fakat o şunları söyledi: Hayır, vallahi,

Allah'ın birleştirdiği şeyleri birbirinden ayırmayacağım. Eğer

Allah'ın ve Resulünün farz kıldığı şeylerden bir bukağıyı dahi vermeyecek

olurlarsa, onlarla savaşacağız."

"Allah bir grup insanı Ebu Bekir'le birlikte onların üzerine gönder-

di. Böylece Peygamberin (s.a.a) uğruna savaştığı şeyler için savaştı.

Dinden dönen ve zekât vermekten kaçınan insanların bir

kısmını esir aldı, bir kısmını öldürdü, bir kısmını da ateşe atarak

yaktı . Burunları sürterek maunu -yani zekât- vermeyi kabul edin-

 

Mâide Sûresi 51-54 ......................................................... 659

 

ceye kadar onlarla savaştı..."

 

Ben derim ki: ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, müellif bu rivayeti,

Abd b. Hamid, İbn-i Cerir, Ebu Şeyh, Beyhaki ve İbn-i Asakir'in

Kata-de'den naklettiklerini açıklar. Yine müellif bu rivayeti Dahhak

ve Hasan'dan da nakletmiştir.

Bunun teorik bir uyarlama olduğunun en somut kanıtı, rivayetin

kendi ifade tarzıdır. Bu bakımdan, önceki bazı rivayetlere yöneltilen

eleştiriler bunun için de geçerli olur. Çünkü bu gelişmeler

ve seferlerde birtakım olumsuz olaylar yaşanmış, kimi olgularla

karşılaşılmıştır. Sonra bu savaşlarda tarihin birtakım zulümleri ve

günahları nispet ettiği Halid, Muğire b. Şube, Busr b. Ertat ve

Semure b. Cündep gibi şahsiyetler rol oynamışlardır. Ki, onların bu

özelliklerini, "O, onları sever, onlar da Allah'ı severler." ifadesiyle

bağdaştırmak mümkün değildir. Bu ifadeyi onlara uyarlamak, onlarla

ilgili olduğunu söylemek gerçekçi olmaz. Bu durumda

okuyucuya düşen görev, tarihi objektif bir şekilde incelemek, sonra

da ayete ilişkin olarak ortaya koyduğumuz anlam üzerinde durup

düşünmektir.

 

Bazı müfessirler, o kadar aşırı gitmişler ki, "Bu ayet, içeriği

bakımından, riddet ehliyle savaşanlardan çok, Yemenli Eş'arîlerin

nitelikleriyle örtüşmektedir." diyen bazılarının bu sözlerini bile

garipsemişlerdir. Bu müfessirler şöyle demişlerdir: "Ayet, genel bir

duruma işaret etmektedir. Ayetin içerdiği nitelikleri, üzerinde

taşıyacak şekilde dine yardım eden herkesi kapsamaktadır.

Resulullah (s.a.a) zamanındaki seçkin Müslümanlardan tutun,

ondan sonra gelen ve bu niteliklere uyan tüm Müslümanları

ilgilendirmektedir. Aynı şekilde, bu konuyla ilgili olarak aktarılan

tüm rivayetlerin işaret ettikleri gelişmelere uyarlanabilir. Zayıf bir

rivayet olmasına rağmen ayetin, Selman ve soydaşlarına işaret

ettiğine, Ebu Musa ve soydaşlarını kastettiğine, Ebu Bekir ve

arkadaşlarıyla ilgili olduğuna ilişkin rivayetleri buna örnek gösterebiliriz.

Yalnız, ayetin Ali (a.s) hakkında indiğine ilişkin rivayeti bu

genellemenin dışında tutmak gerekir. Çünkü ayetin lafzı buna

uymamaktadır. Ayette geçen kavim sözcüğü, bir kişi anlamına

 

660 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

çen kavim sözcüğü, bir kişi anlamına alınmaz. Kavimle ancak bir

topluluk kastedilir."

 

Adı geçen müfessirin sübjektif açıklamaları özetle böyle. Fakat

görülen o ki müfessirimiz, yüce Allah'ın kelâmını, övgülerini hayal

gü-cüne dayandıran bir şairin herhangi bir kavme yönelik övgüleri

gibi algılamış. Artık şairin hayal gücü ne kadar elverdiyse, yalan mı

doğru mu olduğuna bakmadan, kastettiği kavme övgüler düzer.

Ama Allah'ın değerlendirmeleri böyle mi?! Ulu Allah bir ayette şöyle

buyuruyor: "Allah'tan daha dogru sözlü kim olabilir?" (Nisâ, 122)

Ya da müfessirimiz, ayeti, biz normal insanlar arasında geçerli

olan konuşmalarla karıştırmış! Biz, normal insanlar bir şeyler söylerken,

hoş görme, görmemezlikten gelme gibi olgulara dayanan

anlayışımızı esas alırız da özellikle önemsediğimiz bir yanı ön palana

çıkaracak şekilde konuşuruz ve maksadımızla çelişen öbür

yanları görmemezlikten geliriz. Bu hususla ilgili eleştirilere karşılık,

sözlerin müsamahaya dayalı olduğunu mazeret olarak devreye

sokarız. Peki ulu Allah için böy-le bir yakıştırmada bulunmak doğru

mudur? Yüce Allah sözlerini şu şekilde nitelendiriyor: "O, elbette

hak ile batılı ayırt edici bir sözdür. O, şaka degildir." (Tarık, 13-

14)

Daha önce belirttiğimiz gibi, ayetin içerdiği niteliklerin ifade ettik-

leri gerçek anlamlar üzerinde iyice durup düşünülecek olursa,

bu nitelikleri gerçek anlamda temsil eden insanların henüz ortaya

çıkmadıkları anlaşılacaktır. Okuyucu, ayeti bu gözle okumalı, bu

anlayış çerçevesinde değerlendirmeli ve kararını buna göre, objektif

olarak vermelidir.

Bu arada, söz konusu müfessirin son sözleri oldukça ilginçtir.

Her şeyden önce, ayetin Ali (a.s) hakkında indiğini söyleyen kimse,

Ali ve arkadaşlarını birlikte zikretmiştir. Tıpkı diğer ravilerin, ayetin

Selman ve soydaşları, Ebu Musa ve soydaşları, Ebu Bekir ve arkadaşları

hakkında indiğini belirtmeleri gibi. Ayrıca, bazısına yukarıda

yer verdiğimiz bu rivayetler, Ali ve arkadaşlarını birlikte anıyorlar.

Yani, ayetin tek başına Ali hakkında indiğini söyleyen bir riva-

 

Mâide Sûresi 51-54 ................................................... 661

 

yet yoktur ki, buna karşı çıkılsın ve ayetin ifade tarzı geneldir, bir

topluluğu kastediyor, dolayısıyla bir kişiye indirgenemez, densin.

Salebî tefsirinde, bu ayetin Ali (a.s) hakkında indiğinden söz

edildiği, yine Şeybanî'nin Nehc-ül Beyan'ında, İmam Bâkır (a.s) ve

İmam Sadık'tan (a.s), bu ayetin Ali (a.s) hakkında indiği rivayet edildiği

doğrudur. Kuşkusuz, ayetin onun ve arkadaşlarının hakkında

indiğini belirten diğer rivayetlerden hareketle, burada da onun

ve arkadaşlarının birlikte kastedildiği anlaşılmaktadır. Cemel ve

Sıffin savaşlarında ve Haricîlere karşı yapılan savaşta, dine yardımcı

olan bir tutum içinde ol-maları açısından bu rivayetlerde, onların

ayetin kastettiği kişiler oldukları değerlendirmesinde bulunulmuştur.

Kaldı ki, ileride belirteceğimiz gibi, Ehlisünnet kanallarından

aktarılan birçok rivayette, ifade tarzı genel olduğu hâlde,

"Sizin veliniz, ancak Allah, O'nun Elçisi... müminlerdir." ayetinin

Hz. Ali (a.s) hakkında indiği belirtilir.

 

Öte yandan, Katade, Dahhak ve Hasan'dan aktarılan rivayetle

ilgili bir başka sorun söz konusudur. Şöyle ki: "Ey inananlar!

Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah, yakında öyle bir toplum

getirecek ki O, onları sever, onlar da O'nu severler..." ayeti,

en ufak bir kuşkuya meydan vermeyecek şekilde, bir toplumu diğeriyle

değiştirme, belli bir topluma muhtaç olunmadığı anlamını

vurgulamaktadır. Hitabın, o sırada ayetin inişine tanık olanlara yönelik

olmasıyla, olanlarla olmayanlara birlikte yönelik olması arasında

herhangi bir fark yoktur. Maksat, bir grup Müslüman'a şu

mesajı vermektir: Onların tamamı veya bir kısmı, dinlerinden dönecek

olurlarsa, Allah, onların yerine O'nu seven ve O'nun tarafından

sevilen bir kavim getirecektir. -Allah mürtetleri sevmez, mürtetler

de O'nu sevmezler.- Adı geçen kavmin şu şu özellikleri vardır

ve onlar Allah'ın dinine yardımcı olacaklardır.

Bu da gösteriyor ki, getirilecek olan kavim, bir grup mümindir

ve onlar, o gün mevcut olan müminlerden ayrıdırlar. Yani, bu ayette

kastedilenler, Peygamberimizin (s.a.a) vefatının hemen sonrasında

mürtet-lerle savaşan kimseler değildirler. Çünkü onlar, aye-

 

662 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

tin inişine tanık olmuşlardı. Dolayısıyla onlar, "Ey inananlar..." sözünün

muhatabıdırlar; "Allah, yakında bir toplum getirecek..." ifadesinin

kapsamına girmez-ler. Bu açıdan tefsirini sunduğumuz ayeti,

şu ayete benzetebiliriz: "Eger yüz çevirecek olursanız, Allah,

yerinize başka bir toplum getirir de onlar sizin gibi olmazlar."

(Muhammed, 38)

 

Tefsir-un Nü'manî'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Süleyman

b. Harun İclî'den şöyle rivayet eder: "İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle

dediğini duydum: Bu ayette işaret edilen misyonun sahibi koruma

altındadır. Şayet insanların tümü gitseler de, Allah onu ve

ashabını getirecektir. Onlar yüce Allah'ın haklarında şöyle buyurduğu

kimselerdir: 'Şimdi şunlar, bunları inkâr ederse, biz, bunları

inkâr etmeyecek bir toplumu, bunlara vekil bırakmışız.' (En'âm, 89)

Onlar şu ayetin kastettiği kimselerdir: Allah, yakında öyle bir toplum

getirecek ki O onları sever, onlar da O'nu severler. Müminlere

karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler."

Bu anlamı içiren bir rivayeti Ayyâşî ve Kummî kendi tefsirlerinde

aktarmışlardır. [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.326, h:135. Tefsir-ül Kummî, c.1,

s.17]

 

KUR'ÂN VE HADIS IŞIĞINDA KONUYA YÖNELIK GENEL

BIR DEĞERLENDIRME

 

Önceki bölümlerin akışı içinde defalarca işaret edildiği gibi

Kur'ân, önem verdiği meseleleri ele alırken, vurgulu ve sert bir

üslûp kullanır. Bu da şunu gösterir: Ortada birbirini pekiştiren olumsuz

etkenler vardır ve bunlar insanları büyük felâketlere, onur

kırıcı alçaklıklara duçar edecek yoğunluktadır. Sonuçta Kur'ân'ın

bu uyarılarını dikkate almayanlar, Allah'ın korkunç gazabıyla yüz

yüze geleceklerdir. Faizi yasaklayan, Peygamberin akrabalarını

sevmeyi emreden vb. ayetleri buna örnek gösterebiliriz.

Aslında bu, konuşma sanatının vazgeçilmez bir yöntemidir.

Örneğin, hikmet sahibi bir konuşmacı, küçük ve basit bir şeyi emrediyorsa

ve bunu ısrarla vurgulayıp, söz konusu basit şeyin hak

 

Mâide Sûresi 51-54 ...................................................... 663

 

etmediği yoğunlukta üzerinde duruyorsa ya da bir kimseye hak

etmediği bir üslupla hitap ediyorsa, söz gelimi züht ve ibadet alanında

önemli bir konumu işgal eden kendini Allah'a adamış bir âlimi,

hem de kalabalıkların gözü önünde yüz kızartıcı bir suçu işlemekten

nehyediyorsa, bu, söylenenlerin boşuna olmadığını, büyük

ve ölümcül bir tehlikeyle yüz yüze olunduğunu gösterir.

Bu sertlikteki bir üslûba sahip Kur'ân ayetlerinin doğruluğunu,

çok geçmeden yaşanan olaylar kanıtlamıştır. Işaret ettiği, daha

doğrusu doğrudan gösterdiği olaylar birer birer gerçekleşmiştir.

Belki de bu tür ayetlerin indiği sıralarda bunlara ilk kez muhatap

olanlar, bunların işa-ret ettiği olayları kavrayamamışlar ve meseleyi

algılayamamışlardır.

 

Kur'ân, Resulullah'ın akrabalarının sevilmesini emretmiştir. Bu

konuya o denli önem vermiştir ki, Peygamber efendimizin (s.a.a)

akrabalarını sevmeyi, onun elçiliğinin ücreti ve Allah'a ulaştıran yol

olarak nitelendirmiştir; ama sonra ümmet, onun Ehlibeyti'ne karşı

tarihin tanık olduğu en korkunç mezalimi işlemekte bir sakınca

görmemiştir. Şayet, onlara Peygamberin Ehlibeyti'ne zulmetmeleri

emredilseydi, bundan fazlasını yapamazlardı!

 

Kur'ân ayrılığı yasaklamış ve bu konu üzerinde sıkça durarak

Müslümanları ayrılığa düşmeme konusunda uyarmıştır. Sonra

ümmet paramparça oldu, Yahudiler ve Hıristiyanlardan daha fazla

grupçuklara bölündü. Yahudiler yetmiş bir, Hıristiyanlar yetmiş iki

gruba bölünmüşlerdi. Müslümanlar bu konuda onları geride bırakarak

yetmiş üç fırkaya bölündüler. Bu, dinî meselelere ilişkin

mezhepsel bölünmelerini gösterir. Toplumsal yasalar ve yönetim

şekilleri gibi sosyal meselelere ilişkin bölünmeleri ise, istatistiklere

sığacak gibi değildir.

 

Kur'ân Allah'ın indirdiklerinin dışında bir şeyle hükmetmeyi,

insanları sınıflara bölmeyi, azgınlığı, heva ve hevesin peşinde gitmeyi

yasaklar. Bu konuda oldukça sert ifadeler kullanır. Sonra olanlar

gözler önündedir.

 

Kâfirlerin ve Ehlikitab'ın dost edinilmesinin yasaklanması du-

 

664 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

rumu da Kur'ân'da üzerinde önemle durulan yasaklardan biridir.

Hatta, denebilir ki, Kur'ân'da kâfirlerin ve Ehlikitab'ın dost edinilmesinin

yasaklanışı ile ilgili olarak kullanılan sert üslûp başka

hiçbir ayrıntı nitelikli yasakla ilgili olarak kullanılmamıştır.

Kur'ân bu konuya o kadar önem verir ki, yüce Allah Ehlikitab'ı

ve kâfirleri dost edinenleri onlardan sayar: "Sizden kim onları

kendine veli yaparsa, o, onlardandır." Böyle bir şeyi yapmaları durumunda

kendisiyle aralarında bir ilginin kalmayacağını belirtir:

"Kim böyle yaparsa, artık onun için Allah'tan hiçbir şey yoktur."

(Âl-i Imrân, 28) Sonra onları olabilecek en açık bir ifadeyle uyarır ve

şöyle der: "Allah sizi kendisinden sakındırır." (Âl-i Imrân, 28-30) Daha

önce bu ifade üzerinde dururken, bunun uyardığı şeyin kesin

olarak gerçekleşeceğine delâlet ettiğini, bunun kaçınılmaz olduğunu,

değişmesinin ve başka bir şeye dönüşmesinin söz konusu

olmadığını belirtmiştik.

 

Daha fazla açıklama istiyorsan, şu ayetin anlamı üzerinde düşünebilirsin:

"Şüphesiz Rabbin, hepsinin işlerinin karşılıgını tam

verecek-tir. -Bu ayetten önce Nuh, Hûd ve Salih gibi peygamberlerin

kavimlerinin kıssaları anlatılmış, sonra Yahudilerin, kitapları

hakkında ihtilafa düşmeleri dile getirilmiştir.- Çünkü Allah, yaptıklarınızı

bilmektedir. Öyleyse emrolundugun gibi dogru ol; seninle

beraber tövbe edenler de; aşırı gitmeyiniz, -görüldüğü gibi ayetin

hitap tarzı, toplumsal niteliklidir- zira O, yaptıklarınızı görmektedir."

(Hûd, 111-112) Sonra bir de yüce Allah'ın şu sözü üzerinde düşün:

"Sakın zulmedenlere dayanmayın; sonra size ateş dokunur!

Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur; sonra size yardım edilmez!"

(Hûd, 113)

 

Yüce Allah, "Allah sizi kendisinden sakındırır." uyarısıyla vaat

ettiği bu ateşin ahiretten önce, dünyadayken dokunmasının -

ayetin ifadesinin mutlak olduğu göz önünde bulundurulmalıdır- ne

anlam ifade ettiğini şu ayette açıklıyor: "Bugün artık inkâr edenler,

sizin dininizi yok etmekten, umudu kesmişlerdir. Artık

onlardan korkmayın, benden korkun." (Mâide, 3) Bunu söylerken

 

Mâide Sûresi 51-54 ............................................................ 665

 

yüce Allah, müminlerin, müşriklerden ve Ehlikitap'tan oluşan

kâfirlerin, dinlerini yok etmelerinden korktuklarını belirtiyor -ki biz

daha önce bunun üzerinde durduk- ve bu korku, bu ayetin indiği

güne kadar devam etmiştir. Artık bugün, bu ayetin inişinden sonra,

dinin ortadan kalkması hususunda kâfirlerden korkmalarına

gerek yoktur. Bilâkis bu konuda Rablerinden korkmaları gerekmektedir.

Onların dinleri hususunda korktukları şey, kâfirlerin ellerinden

gelen her imkânı kullanarak dinlerini yok etmeye ve bu olağanüstü

değeri ellerinden çıkarmaya çalışacakları hususuydu.

Müminler, bu ayetin inişinden önce bundan korkuyorlardı. Fakat

Mâide suresinin inişiyle birlikte bu korkuları güvene dönüştü;

yüreklerinde kopan korku fırtınaları dindi. Ama bu hususta Rablerinden

kork-maları gerekir. Allah'ın, nurlarını gidermemesi, dinlerini

ellerinden al-maması için dikkatli olmak durumundadırlar.

Bilindiği gibi, yüce Allah hak etmedikleri sürece, bir kavmi

sürpriz bir şekilde cezalandırmaz ve üzerlerine azap indirmez. Yüce

Allah bu hususta şöyle buyurur: "Bu böyledir; çünkü bir millet

kendilerinde bulunan güzel meziyeti degiştirmedikçe, Allah onlara

verdigi nimeti degiştirmez." (Enfâl, 53) Bu ayette, ilâhî nimetin

değişmesinin, hak edilmesi durumunda gerçekleşecek bir olgu olduğu

açıklanıyor. İnsanların kendilerini değiştirmeleriyle birlikte,

onlara yönelik nimetin de değişeceği vurgulanıyor. Daha önce de

belirtildiği gibi, din ya da di-nî velâyet -yönetim- "nimet" olarak nitelendirilmiştir:

"Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi

tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum."

(Mâide, 3)

 

Demek ki, bu nimetin onlar tarafından değiştirilmesi, Allah ile

bağlantının kesilmesi suretiyle Allah'ın velâyetinden sıyrılmaları,

zalimlere dayanmaları, kâfirleri ve Ehl-i Kitabı dost edinmeleri

beklenmektedir. Öyleyse bu konuda, kendilerine bundan

korkmaları ve dolayısıyla Allah'ın önü alınmaz azabını üzerlerine

indirmesinden korkmaları gerekir. Yüce Allah, onları şu ifadelerle

uyarıyor: "Sizden kim onları kendine veli yaparsa, o, onlardandır.

Allah, zalim toplumu dogru yola iletmez." (Mâide, 51) Burada yüce

 

666 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

lim toplumu dogru yola iletmez." (Mâide, 51) Burada yüce Allah, onları

mutluluğa yöneltmeyeceğini bildiriyor. Çünkü mutluluğun hidayetle

doğrudan ilintisi vardır. İnsanların dünya hayatında mutlu

olmaları, ancak dinî kurallar ve İslâm'ın genel sosyal ilkeleri doğrultusunda

bir yaşam sürdürmeleri ile mümkündür.

Bu gidişatın bünyesi yıkıldığı zaman, marufu emretme ve

münkeri yasaklama gibi İslâmî yaşantının özünü koruyucu prensipler

ihlâl edilir ve İslâm'ın toplumsal yaşam için öngördüğü genel

semboller ortadan kalkar. Onun yerini kâfirlere özgü yaşam tarzı

alır. Sonra bu yaşam tarzı git gide temellerini sağlamlaştırır ve

prensiplerini yerleşik hâle getirir. Bugün Müslüman toplumların içinde

bulunduğu durum, bunun en somut örneğidir. Kâfirlere özgü

yaşam sistemi, bütün görünümleriyle Müslüman toplumların hayatının

her alanına egemendir.

 

Kur'ân ve sünnetin düzenledikleri ve Müslümanlar arasında

yerleşik bir sistem hâline getirdikleri genel Islamî hayat sistemi ile,

bugün Müslümanlara dayatılan yıkıcı ve fasit hayat sistemini

karşılaştırdığımız, sonra, "Allah, yakında öyle bir toplum getirecek

ki, O onları sever, onlar da O'nu severler. Müminlere karşı alçak

gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihat

ederler, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." (Mâide,

54) ayetinin işaret ettiği husus üzerinde düşündüğümüz zaman göreceğimiz

şudur:

 

Bugün biz Müslümanlar topluluğunu saran ve hayatımızın her

alanına egemen olan tüm rezillikler, -ki biz bunları önce

kâfirlerden aldık, sonra içimizde kök saldılar, bizzat bizim değerlerimiz

hâline dönüşerek ürediler- yüce Allah'ın ayette, getireceğini

vaat ettiği topluluğa ilişkin olarak dile getirdiği niteliklerin karşıtlarıdır.

Şunu demek istiyorum: Bugün pratik hayatta sergilediğimiz

tüm rezillikler, şu noktada özetleniyor: Bugünkü toplum Allah'ı

sevmiyor, Allah da onları sevmiyor. Kâfirlere karşı alçak, süklüm

büklüm, müminlere karşı zorba, tepeden bakmacı ve şiddetlidir.

 

Mâide Sûresi 51-54 ........................................................ 667

 

Allah yolunda cihat etmez; her kınayanın kınamasından da korkar.

İşte Kur'ân bu çarpıcı gerçeği bu denli net ifadelerle muhataplarına

anlatıyor. Istersen şöyle de diyebilirsin: Bu, gaybî bir haberdir.

Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah, İslâm toplumunun

bir gün dinden döneceğini haber veriyor. Kuşkusuz bu,

terminolojik anlamda bir riddet değildir. Bir düşüş, bir alçalış anlamında

dinden dönüştür. Ulu Allah şu ayetlerde bu hususa işaret

etmiştir:

"Sizden kim onları kendine veli yaparsa, o, onlardandır. Allah,

zalim toplumu dogru yola iletmez." (Mâide, 51) "Eger Allah'a, Peygambere

ve ona indirilene inansalardı, onları kendilerine veli

yapmazlardı. Ama onlardan birçogu yoldan çıkmış insanlardır." (

Mâide, 81)

Allah, kendisine -dinine- yardım etmeleri durumunda kendilerine

yardım edeceğini vaad etmiştir. Kendileri desteklemeseler ve

onların güçlerine katkıda bulunmasalar, düşmanlarını zayıflatacağına

söz vermiştir: "Eger Ehlikitap inanmış olsaydı, elbette kendileri

için iyi olurdu. Içlerinden inananlar da var; ama çokları yoldan

çıkmışlardır. Size eziyetten başka bir zarar veremezler. Sizinle

savaşsalar bile, size arkalarını dönüp kaçarlar, sonra onlara

yardım da edilmez. Nere-de bulunurlarsa, onlara alçaklık (damgası)

vurulmuştur. Meger ki Allah'ın ipine ve insanların ipine sıgınmış

olsunlar." (Âl-i İmrân, 110-112) "Meger ki Allah'ın ipine ve insanların

ipine sıgınmış olsunlar" ifadesinden "İnsanların onları

dost edinmeleri ve sonuçta yüce Allah'ın onları insanlara egemen

kılması suretiyle bu zilletten çıkmaları mümkündür" şeklinde bir

çıkarsamada bulunmak uzak bir ihtimal değildir.

Sonra yüce Allah -bu pozisyonda bulunan- İslâm toplumuna,

bir topluluk ortaya çıkaracağını vaat ediyor. Bunlar öyle bir topluluktur

ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Müminlere

karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetli ve onurludurlar. Allah

yolunda cihat ederler ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, onlara ilişkin olarak sayılan bu

 

668 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

nitelikler, bugünkü İslâm toplumunda izine rastlanmayan niteliklerdir.

Ayetin üzerinde iyice düşündüğümüz zaman, ayetin İslâm

toplumunun ileride ne tür rezilliklere duçar olacağını ve hangi alçaltıcı

durumlara düşeceğini ayrıntılı bir şekilde haber verdiğini görürüz.

Bu rezilliklere ilişkin olarak, ahir zamanda meydana gelecek

kimi gelişmelerle ilgili Peygamberimizden (s.a.a) ve Ehlibeyt

İmamlarından (onlara selâm olsun) çok sayıda hadis rivayet edilmiştir.

Bu hadislerin bir kısmı art niyetli saptırmalardan ve tahriflerden

kurtulamamışsa da, bununla beraber bunlar arasında, gelişmeler

ve yaşanan pratik tarafından doğrulanan haberleri içeren

hadisler de vardır. Bun-lar, yaklaşık olarak bin yıl önce kaleme alınmış

ilk kuşak âlimlerin eserlerinde yer almaktadırlar. Bu eserlerin

çoğu da gerçekten isnat edildikleri kişiler tarafından kaleme alınmış;

günümüze aktarılırken herhangi bir kayba uğramamış ve

birçok âlim tarafından onlardan nakledilmiştir.

 

Kaldı ki, bu rivayetler, o gün için henüz gerçekleşmemiş ve o

sırada yaşayan insanların beklemediği, tahmin etmediği ve edemeyeceği

olaylara ilişkin haberler veriyorlar. Dolayısıyla bunların

doğruluğunu kabul etmek ve vahiy membaından derlendiklerini itiraf

etmek bizim açımızdan kaçınılmaz olmuştur.

 

Örneğin Kummî kendi tefsirinde babasından, o, Süleyman b.

Müslim el-Haşşab'dan, o Abdullah b. Cerih el-Mekki'den, o Ata b.

Ebi Riyah'dan, o da Abdullah b. Abbas'tan şöyle rivayet eder:

 

Resulullah efendimizle (s.a.a) birlikte Veda Haccını yerine getiriyorduk.

O sırada Resulullah (s.a.a) Kâbe'nin kapısına tutundu ve

yüzünü bize çevirerek şöyle buyurdu: "Size kıyametin işaretlerini

haber vereyim mi?" O sırada onun en yakınında Selman (r.a) bulunuyordu,

dedi ki: "Evet, haber ver ya Resulullah."

 

Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurdu: "Kıyametin işaretlerinden

biri namazın ortadan kalkması, şehevî arzuların peşine düşülmesi,

tutkulara yönelik eğilimlerin artması, mala büyük değer

verilmesi, dinin satılarak karşılığında dünyalık şeylerin alınmasıdır.

 

Mâide Sûresi 51-54 ..................................................... 669

 

Bu şartlar ortaya çıktığında, gördüğü kötülükleri değiştirme gücünü

kendinde bulamamanın verdiği ıstırapla müminin yüreği ve içi, suda

tuzun erimesi gibi erir."

 

Selman hayretle sordu: "Bu da mı olacak ya Resulallah?"

 

Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, ey

Selman! Bütün bunlar olacak ve bu sırada onları zorba emirler,

fasık vezirler, zalim bilginler ve hain eminler yönetecektir."

 

Selman sordu: "Bunlar da mı olacak ya Resulallah?"

 

Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin olsun ki, ey

Selman, bütün bunlar olacak. Bu sırada münker (kötü) maruf (iyi)

olacak, maruf da münker olacak, haine güvenilecek, güvenilen

kimse ihanet edecek, yalan söyleyenler tasdik edilecek ve doğru

söyleyenler de yalanlanacaklardır."

 

Selman, "Bütün bunlar olacak mı ya Resulallah?" diye sordu.

 

Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim

ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve bu sırada kadınlar yönetici

olacak, cariyelere danışılacak, çocuklar minberlere oturacak, yalan

bir beceri gibi algılanacak, zekât bir kayıp, Müslümanların

beytülmalını talan etmek bir ganimet gibi görülecektir. Kişi anne

ve babasına eziyet edecek, buna karşın arkadaşına iyilik edecektir.

Ve kuyruklu yıldız doğacaktır."

 

Selman dedi ki: "Bunlar da mı olacak ya Resulallah?"

 

Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey

Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada kadın kocasının ticaret

ortağı olacak, yağmur normal mevsiminde yağmayacak, sıcak

mevsimlerde yağacak, cömert insanlar olabildiğince sert ve kaba

olacaklar, zor duruma düşen yoksul insan küçümsenecektir. Bu sırada

çarşılar birbirlerine yakın olacaktır. Biri: 'Hiçbirşey satamadım'

diyecek, bir başkası: 'Hiç kâr etmedim' diyecektir. Bundan

dolayı Allah'ı suçlar gibi konuşacaklardır."

 

Selman, "Bunlar da mı olacak ya Resulallah?" diye sordu.

 

Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim

ki, ey Selman, bütün bunlar olacaktır ve bu sırada başlarına bir

kavim musallat olacaktır ki konuşacak olsalar, boyunlarını

 

670 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

vuracaklar; susacak olsalar, her şeylerini mubah sayacaklar, mallarına el koyacak, saygınlıklarını çiğneyecekler. Kanlarını dökecek, yüreklerine

korku salacaklar. O sırada müminleri korkak, ürkek, pısırık ve

çekingen görürsün."

 

Selman, "Bunlar da mı olacak ya Resulallah?" diye sordu.

 

Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim

ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada bir şey doğudan ve

bir şey de batıdan getirilecek ve bunlar ümmetimi etkileyip

yönlendirecektir. Vay ümmetimin zayıflarına, onların elinden neler

çekecekler, neler?! O zalimlerin de Allah'ın azabından dolayı vay

hâllerine! Bunlar küçüklere acımayacak, büyüklere saygı

göstermeyeceklerdir. Hiçbir kusuru bağışlamayacaklardır. Onlarla

ilgili haberler hep çirkin ve ağza alınmayacak cinstendir. Bedenleri

insan bedeni, ama kalpleri şeytan kalbi olacaktır."

 

Selman, "Bunlar da mı olacak ya Resulallah?" diye sordu.

 

Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a

yemin ederim ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada erkekler

erkeklerle, kadınlar da kadınlarla ilişkiye gireceklerdir.

Kızlar ailelerinin evinde kıskanılıp korunulduğu gibi erkek çocuklar

da kıskanılıp korunulacaklar. Erkekler kendilerini kadınlara, kadınlar

da kendilerini erkeklere benzetecekler. Kadınlar eğerlere

bineceklerdir. Ümmetimden onlara Allah'ın lâneti olsun."

 

Selman, "Bunlar da mı olacak ya Resulallah?" diye sordu.

 

Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim

ki, ey Selman bütün bunlar olacak ve o sırada mescitler tıpkı Kilise

ve Havralar gibi yaldızlanacak. Mushaflar süslenecek, minareler

uzun olacak, saflar kalabalık, ama kalpler birbirlerine karşı

nefretle dolu olacak, dilleri farklı şeylerden söz edecektir."

 

Selman, "Bunlar da mı olacak ya Resulallah?" diye sordu.

 

Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim

ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada ümmetimin

erkekleri altın takılarla süsleneceklerdir. İpek ve ibrişim giysiler

giyinecek, kaplan derisini alış veriş metaı hâline getireceklerdir."

 

Mâide Sûresi 51-54 .................................................. 671

 

kaplan derisini alış veriş metaı hâline getireceklerdir."

 

Selman dedi ki: "Bunlar da mı olacak, ya Resulallah?"

 

Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey

Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada faiz çok yaygın olacak,

gıybetle ve rüşvetle iş görülecektir. Dinin değeri düşecek, buna

karşılık dünyanın değeri yükselecektir."

 

Selman dedi ki: "Bunlar da mı olacak ya Resulullah?"

 

Buyurdu ki: Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey

Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada boşanmalar çoğalacak,

Allah'ın koyduğu hiçbir sınır, hiçbir hukuk gözetilemeyecektir. Tabi,

bütün bunların Allah'a bir zararı olamayacaktır."

 

Selman dedi ki: "Bunlar da mı olacak, ya Resulallah?"

 

Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey

Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada şarkıcı cariyeler ve çalgı

aletleri ortaya çıkacak, ümmetimi, en kötü ve en şerli fertleri yöneteceklerdir."

 

Selman, "Bunlar da mı olacak, ya Resulallah?" diye sordu.

 

Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim

ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada ümmetimin

zenginleri gezip dolaşma amacıyla, orta hâlli olanları ticaret

amacıyla, yoksulları da gösteriş ve desinler için hacca

gideceklerdir. Bu sırada bazı topluluklar, Allah'tan başkası için

Kur'ân öğrenecek, Kur'ân'ı bir müzik melodisi, bir çalgı gibi

algılayacaklar. Diğer bazı topluluklar, Allah'tan başkası için fıkıh

öğreneceklerdir. O sırada zinadan peydahlanan çocuklar

çoğalacaktır. Kur'ân'ı teğanniyle okuyacaklar ve dünya için

birbiriyle çekişecekler."

 

Selman, "Bunlar da mı olacak, ya Resulallah?" diye sordu.

 

Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim

ki, ey Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada haramlar

çiğnenecek, bol günahlar kazanılacak ve kötüler iyilere musallat

olacaklardır. Yalan her tarafı kaplayacak, inatçılık insanların tipik

bir davranışı hâline gelecek, yoksulluk baş alıp gidecektir. İnsanlar

giysilerle birbirlerine karşı övüneceklerdir. Üzerlerine yağmur

mevsimi dışında yağmur yağacaktır. Vakit geçirmek amacıyla

 

672 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

tavla, satranç gibi oyunlar oynamayı ve müzik dinlemeyi hoş karşılayacaklardır. Marufu emretmeyi ve münkeri nehyetmeyi hoş karşılamayacaklardır. Öyle ki, o dönemde bir mümin, toplumun en zelil kimsesi hâline gelecektir. Hafızlar ve zahitler birbirlerini kınayacaklar, fakat

her iki grup da göklerin melekûtunda 'pisler ve necisler' olarak

anılacaklardır."

 

Selman dedi ki: "Bunlar da mı olacak, ya Resulallah?"

 

Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey

Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada zengin yoksul düşmekten

başka bir şeyden korkmayacaktır. Öyle ki, bir dilenci, iki cuma arası

el açıp dilenecek, ama bu süre içinde kimse avucuna bir şey

koymayacaktır."

 

Selman dedi ki: "Bunlar da mı olacak, ya Resulallah?"

 

Buyurdu ki: "Evet, canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, ey

Selman, bütün bunlar olacak ve o sırada 'Ruveybiza' konuşacaktır."

 

Selman dedi ki: "Anam babam sana kurban olsun, ya

Resulallah, 'Ruveybiza' nedir?"

 

Buyurdu ki: " Halkın geneli hakkında, o güne kadar konuşmayan bir kimse konuşacaktır. Fakat ondan sonra fazla yaşamayacaklardır. Çok geçmeden yeryüzünden korkunç bir ses duyulacak. Her topluluk o sesin kendi bölgelerinden geldiğini düşünecektir. İnsanlar Allah'ın dilediği bir süre kadar bekledikten ve kafaları üzerine yere geldikten sonra yeryüzü gizlediği

madenleri dışarı atacaktır. Yani, altın ve gümüşü."

-Peygamberimiz o sırada sütunlara eliyle işaret ederek;- "Bunlar

gibi." dedi, "Ama o gün ne altın, ne de gümüş fayda verecektir. İşte

'Onun belirtileri geldi.' ayetinin anlamı budur." [Tefsir-ul Kummî, c.2,

s.303-307]

 

Ravzat-ul Kâfi adlı eserde, Muhammed b. Yahya'dan, o Ahmed

b. Muhammed'den, o bazı arkadaşlarından, yine Ali b. Ibrahim,

babasından, o İbn-i Ebi Umeyr'den, bunların tümü, Muhammed b.

Ebi Ham-za'dan, o da Hamran'dan şöyle rivayet eder: İmam Cafer

Sadık (a.s), -yanında Abbasi halifelerinden ve Şiîlerin onların ya-

 

Mâide Sûresi 51-54 ....................................................... 673

 

nındaki olumsuz durumlarından söz edildiği bir sırada- şöyle buyurdu:

"Halife Ebu Caf-er Mansur'la beraber yürüyordum. O bir kafileyle

beraber atına binmişti, arkasında ve önünde atlılar vardı.

Bense bir eşeğe binmiş ve yanında yol alıyordum. Bana dedi ki: Ey

Ebu Abdullah! Allah'ın bize verdiği güçten, bizim için açtığı üstünlük

ve onur kapılarından dolayı sevinmen, hilâfet için senin ve Ehlibeyti'nin

bizden daha lâyık olduğunu söylememen, dolayısıyla bizi

kendin ve diğer insanların aleyhine tahrik etmemen gerekir."

"Dedim ki: 'Kim benim adıma bu sözleri sana ulaştırmışsa, yalan

söylemiştir.' Dedi ki: 'Yemin eder misin?' Dedim ki: 'İnsanlar

büyücüler gibidirler. Senin kalbini bana karşı çelmek istiyorlar. Onları

dinleyerek buna imkân verme. Çünkü biz sana, senin bize olan

ihtiyacından daha fazla muhtacız.' Bana dedi ki: 'Hatırlıyor musun,

bir gün sana; 'Bizim mülkümüz olacak mıdır?' diye sormuştum,

sen de; 'Evet, uzun, geniş ve zorlu bir hakimiyetiniz olacak. Size

mühlet verilecek ve dünyanız geniş tutulacak. Ta ki bizden birimizin

dokunulmaz olan kanını haksız yere, haram beldede ve haram

ayda dökünceye kadar.' demiştin. Baktım ki, sözlerimi unutmamış,

dedim ki: 'Umarım yüce Allah, seni bundan uzak tutar. Çünkü

özellikle seni anmamıştım. O, rivayet ettiğim bir hadisti. Bakarsın,

senin ailenden bir başkası bu işi üstlenir.' Bunun üzerine halife

sustu."

"Evime döndüğümde dostlarımızdan biri geldi ve şöyle dedi:

Sana kurban olayım, seni Ebu Cafer'in kafilesinde gördüm. Sen bir

eşeğe bin-miştin, o da ata binmişti. Yukarıdan, seninle konuşuyordu,

sen de ondan aşağıdaydın. Bu manzara karşısında kendi kendime

dedim ki: 'Şu Allah'ın insanlar için görevlendirdiği hüccettir,

bu hususta uyulması gereken emir sahibidir. Bu da zorbalıkla muamele

eden biridir. Peygamberin evlâtlarını öldürüyor, Allah'ın

sevmeyeceği şekilde yer yüzünde kan döküyor. Ama o ata biniyor,

sen ise eşeğe biniyorsun! Içime bir kuşku düştü. Öyle ki dinimden ve

canımdan yana endişeye düştüm."

"Ona dedim ki: 'Eğer etrafımdaki, önümdeki, arkamdaki, sa-

 

674 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

ğımdaki ve solumdaki melekleri görseydin, onun içinde bulunduğu

durumu küçümserdin.' Bunun üzerine bana şu karşılığı verdi: "İşte

şimdi, kalbim huzura kavuştu."

"Sonra adam dedi ki: 'Bunlar daha ne zamana kadar saltanat

sürdürecekler veya ne zaman bunlardan yana rahata kavuşacağız?'

Dedim ki: 'Her şeyin bir süresinin olduğunu bilmiyor musun?'

Dedi ki: 'Biliyorum.' Dedim ki: Bu işin zamanı geldiğinde, bir göz

açıp kapama anı kadar çabuk olacağını bilmek sana bir fayda verir

mi? Eğer onların Al- lah katındaki hâllerinin nasıl olduğunu

bilseydin, onlara karşı daha bü- yük bir nefret beslerdin. Sen ve

yeryüzündeki bütün insanlar, onları böylesine büyük bir vebalın altına

sokmaya çalışsaydı, yine de buna güç yetiremezdiniz. Şeytan

senin metanetini bozup kararsızlığa düşürmesin. Onur ve üstünlük

Allah'ın, Resulünün ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler."

"Bilmez misin ki, bizim egemenliğimizi bekleyen, gördüğü eziyetlere

ve korkulara karşı sabreden kimse, yarın bizimle beraber

olacaktır? Bu nedenle sen, hakkın öldüğünü, hak ehlinin yok olduğunu,

zulmün tüm şehirleri sardığını gördüğünde, Kur'ân'ın eskidiğini,

Kur'-ân'da olmayan asılsız şeylerin uydurulduğunu, Kur'ân yorumlarında

he- va ve hevesin esas alındığını; dinin tıpkı bir kabın

tersyüz edildiği gibi, tersyüz edildiğini; batıl taraftarlarının hak ehline

üstünlük sağladıklarını; kötülüğün açık olduğunu; kimsenin

kötülükten menedilmediğini ve kötülük işleyenlerin mazur görüldüğünü;

fasıklığın her yanı kapladığını; erkeklerin erkeklerle, kadınların

da kadınlarla (cinsel anlamda) yetindiğini; müminin suskun

olduğunu, sözlerinin kabul görmediğini; buna karşın fasıkın

yalan söylediği hâlde, yalanına ve iftirasına itiraz edilmediğini; küçüğün

büyüğü küçümsediğini; akrabalık bağlarının koptuğunu;

günahlarıyla övünen kimselere gülünüp geçildiğini, sözlerine karşı

çıkılmadığını; kadınların verdiği şeyi oğlanların verdiğini; kadınların

kadınlarla evlendiğini; övgünün arttığını; erkeklerin, malı Allah-

'a kulluk sunma maksadı dışında infak ettiğini, bundan menedil-

 

Mâide Sûresi 51-54 ........................................................... 675

 

mediklerini ve kimsenin onların ellerinden tutmadığını; insanların

Allah yolunda çabalayan bir mümini bu hâlde gördüklerinde Allah-

'a sığındıklarını; komşunun komşusuna eziyet ettiğini ve bundan

menedil- mediğini; kâfirin müminlerin içinde bulundukları duruma

sevindiğini; yeryüzünü kaplayan bozgunculuktan hoşnut olduğunu;

içkinin açıktan içildiğini, Allah'tan korkmayan insanların içki sofralarında

bir araya geldiklerini; marufu emretmenin çok cılız olduğunu;

fasıkın, Allah'ın sevmediği işleri yapmakta güçlü olduğunu,

bundan dolayı övüldüğünü; mücize ve keramet sahibi1 insanların

tahkir edildiklerini, onları sevenlerin horlandıklarını; hayır yolunun

terk edildiğini, buna karşılık kötülük yolunun izlendiğini; Allah'ın

evinin işlevsiz olduğunu, insanlara onu terk etmelerinin emredildiğini;

kişinin yapmadığını dediğini; erkeklerin erkeklerle, kadınların

kadınlarla cinsel ilişkiye girmeyi arzuladıklarını; erkeğin makatını,

kadının da cinsel organını kullandırarak geçimini sağladığını; kadınların

da tıpkı erkekler gibi kendi aralarında toplantılar düzenlediklerini;

Abbasoğulları arasında eş cinselliğin yayıldığını; bir kadının

kocası için kına sürünmesi ve taranması gibi, boya sürünüp tarandıklarını;

erkeklerin cinsel arzuları için mal harcadıklarını;

erkeğe rağbet edildiğini, erkeklerin onu elde etmek için rekabet

ettiklerini, onu kıskandıklarını; mal sahibinin müminden daha üstün

ve izzetli görüldüğünü; faizin yaygın ve kimsenin faiz esaslı

muamele yapmaktan dolayı ayıplanmadığını; kadınların zina etmekle

övündüklerini; kadının kocasını erkeklerle cinsel ilişkiye

girmeye hazırladığını; insanlar arasında en çok saygı gören ve en

iyi olarak nitelendirilen evin, kadınların fuhuş yapmalarına yardımcı

olan ev olduğunu; müminin mahzun, horlanmış, ezik olduğunu;

bidatların ve zinanın yaygın olduğunu; insanların yalan şahitliği

alışkanlık hâline getirdiklerini; haramların helâlleştirildiğini,

helâllerin haramlaştırıldığını; dinî meselelerin kişisel görüşle çözüldüğünü,

Kur'ân'ın ve hükümlerinin işlevsiz kılındığını; geceleri

------

1- Bir nüshaya göre: hadis rivayet eden.

 

676 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

kimsenin Allah'a isyan etmekten çekinmediğini; müminin

kötülüğü ancak kalbiyle inkâr edebildiğini; büyük servetlerin Allah-

'ı gazaplandıracak alanlarda harcandığını; yöneticilerin küfür ehline

yakın durduklarını, hayır ehlinden uzaklaştıklarını; yöneticilerin

hükmederken rüşvet aldıklarını; yöneticiliğin malı ve gücü çok olan

kimselerin elinde olduğunu; birbirlerinin mahremi olan erkek

ve kadınların birbirleriyle yetinip evlendiklerini; adamın bir töhmetten

ve bir zandan dolayı öldürüldüğünü; erkeğin oğlanla aşk yapmak

için canını ve malını feda etmekten çekinmediğini; erkeğin

kadınlarla ilişki kurmaktan dolayı ayıplandığını; erkeğin karısının

fuhuş yaparak kazandığı malı yediğini ve üstelik bundan haberinin

olduğunu, onun bu işini bizzat kendisinin yönettiğini; kadının kocasına

baskı yaptığını, onun istemediği şeyleri yaptığını, kocasının

nafakasını verdiğini; adamın, karısını ve cariyesini kiraya verdiğini

ve çok kötü yiyecek ve içeceklere razı olduğunu; Allah adına yalan

yeminlerin çokça edildiğini; kumarın serbest olduğunu; içkinin açıktan

satıldığını ve hiç kimsenin buna engel olmadığını; kadınların

kendilerini küfür ehline peşkeş çektiklerini; eğlence yerlerinin

serbest olduğunu, kimsenin kimseyi oralardan menetmediğini,

kimsenin buna cesaret edemediğini; onurlu insanların iktidara

gelmelerinden korkulan kimselerce aşağılandıklarını; yöneticilerin

en yakın kimselerin, biz Ehlibeyt'e sövmekle övünen kimseler olduğunu;

bizi sevenlere zulüm yapıldığını; şahitliklerinin kabul edilmediğini;

insanların yalan söylemek hususunda birbirleriyle yarıştıklarını;

insanlara Kur'ân'ı dinlemenin ağır geldiğini, buna karşın

batıl sözler dinlemekten hoşlandıklarını; komşunun komşuya

dilinden çekindiği için iyilikte bulunduğunu; ilâhî hadlerin geçersiz

kılındıklarını, insanların bu hususta keyiflerine göre hareket ettiklerini;

mescitlerin süslendiklerini; insanlar arasında en doğru sözlü

olarak bilinen insanın yalancı ve müfteri kimseler olduklarını; kötülüğün

ve söz taşımanın açığa çıktığını; fuhşun yayıldığını; gıybetin

zevk veren bir uğraş gibi algılandığını ve insanların bunu birbirlerine

müjdelercesine aktardıklarını; insanların Allah rızasının dı-

 

Mâide Sûresi 51-54 ......................................................... 677

 

şındaki bir amaçtan dolayı hacca gitmek ve cihada katılmak istediklerini;

iktidar sahibinin kâfirin hatırı için mümini ezdiğini; harabenin

bayırdan daha revaçta olduğunu; insanın geçimini, eksik tartıp

ölçmekle temin ettiğini; kan dökmenin önemsenmediğini; kişinin

dünyevî amaçlar için liderlik peşinde olduğunu; başkaları kendisinden

korksunlar ve meselelerini ona götürsünler diye sivri dilli

biri olarak bilinmeye çabaladığını; namazın önemsenmediğini;

büyük bir servete sahip olan kimselerin buna sahip oldukları günden

beri zekâtını vermediklerini; ölünün mezarından çıkarılıp eziyet

edildiğini ve kefeninin satıldığını; toplumsal çalkantıların

çoğaldığını; adamın akşam çakırkeyif, sabahları da sarhoş

olduğunu, insanların durumuna aldırış etmediğini; insanların

hayvanlarla ilişkiye girdiklerini; hayvanların birbirlerini

parçaladıklarını; insanların mescitlerine gidip döndüklerinde

üzerlerinde giysilerinin bulunmadığını; insanların kalplerinin

katılaştığını, gözlerinin donduğunu; Allah'ı anmanın kendilerine

ağır geldiğini; haram yemenin yaygın bir alışkanlık hâline geldiğini;

insanların haram yeme hususunda birbirleriyle yarıştıklarını;

namaz kılanın insanların görmesi için namaz kıldığını; fakihin dinî

bir amaç gütmeden, dünya ve liderlik için fıkıhla ilgilendiğini;

insanların galip gelenin yanında yer aldıklarını; helâlin peşinde

olanın yerildiğini, ayıplandığını, buna karşılık haramın peşinde

olanın övüldüğünü, sayıldığını; Haremeyn'de (Mescid-i Haram ve

Mescid-i Nebi'- de) Allah'ın sevmediği işlerin yapıldığını ve

kimsenin buna engel olmadığını, oralarda çirkin işlerin

yapılmaması için çaba gösterecek kim- senin bulunmadığını;

Haremeyn'de alenen çalgı çalındığını; bir adamın hak bir şey söylerken,

marufu emredip münkeri yasaklamaya çalışırken birinin

kalkıp ona öğüt verdiğini ve ona acıyan bir edayla, 'Bunlar sana

kalmamış!' dediğini; insanların birbirlerine bakarak kötü kimseleri

önder edindiklerini; hayır yolunun boş, kimse tarafından izlenmediğini;

cenazeyle alay edildiğini, ama kimsenin buna karşı çıkmadığını;

her geçen yıl bidat ve kötülüklerin arttığını; halkın ve meclislerin

sadece zenginlere tâbi olduklarını; yoksullara alay edilerek

 

678 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

bir şeyler verildiğini ve Allah rızasının dışındaki bir amaç güdülerek

yoksullara yardım edildiğini; göklerdeki ayetlerden kimsenin ürkmediğini;

insanların tıpkı hayvanlar gibi alenen çiftleştiklerini; insanların

tepkisinden korktukları için kimsenin bir kötülüğe karşı

çıkamadığını; kişinin Allah rızasının dışındaki bir amaç uğruna

çokça mal harcayabildiğini, ama Allah rızası için en ufak bir harcamada

bulunmaktan dahi kaçındığını; anne ve babaya kötü davranmanın

normal bir davranış hâline geldiğini; anne ve babaların

horlandıklarını; anne ve babaların çocuklarının yanında insanların

en kötüsü hâline geldiklerini; evladın anne ve babasına iftira

etmekten hoşlandığını; kadınların iktidara geldiklerini, her şeye

egemen olduklarını ve onların keyiflerine göre hareket edildiğini;

adamın oğlunun babasına iftira attığını; anne ve babasına bedduada

et- tiğini ve ölmelerinden dolayı sevindiğini, kişinin bir günü

büyük bir günah işlemeden veya ölçü ve tartıyı eksik ölçüp tartmadan

veya zina etmeden ya da içki içmeden geçirdiğinde buna

üzüldüğünü, teessüf ettiğini; iktidar sahiplerinin yiyecekleri

stokladıklarını; akrabaların mallarının batıl yolda harcandığını, onlarla

kumar oynandığını, içki içildiğini, içkiyle tedavi yapıldığını,

hastalara içki içmelerinin tavsiye edildiğini, onunla şifa bulacakları

sanıldığını; insanların marufu emretme ve münkeri yasaklama görevini

terk etme, bunu bir görev olarak yerine getirmeye yanaşmama

hususunda eşit hâle geldiklerini; münafıkların ve nifak ehlinin

rüzgarının estiğini, hak ehlinin rüzgarınınsa depreşmediğini;

ezan okumanın ve namaz kılmanın ücret karşılığı yapıldığını; mescitlerin

Allah'tan korkmayanlar tarafından doldurulduğunu; bunların

oralarda gıybet etmek, hakkın taraftarlarının etini yemek ve

birbirlerine şarap içmelerini anlatmak için bir araya geldiklerini;

sarhoş kimsenin ne dediğini anlamayacak durumda olduğu hâlde

insanlara namaz kıldırdığını; sarhoş olduğu için kınanmadığını,

tam tersine sarhoş olduğunda saygı gördüğünü, sakınıldığını, korkulduğunu,

kendi hâline bırakıldığını, herhangi bir cezaya çarptırılmadığını,

sarhoşluğunun bir mazeret kabul edildiğini; yetimlerin

 

Mâide Sûresi 51-54 ........................................................... 679

 

mallarını yiyenlerin salih insanlar olarak övüldüklerini; yargıçların

Allah'ın emrettiğinin aksine yargılamada bulunduklarını;

yöneticilerin bir çıkar beklentisi yüzünden hainleri güvenilir adamlar

olarak yanlarında tuttuklarını; yöneticilerin mirası günah ehline,

Allah'a karşı gelmekte cüretkâr davranan kimselere verdiklerini ve

bunların mirası diledikleri gibi harcamalarına göz yumduklarını;

minberlerden insanlara takva emredildiğini, buna karşın takvayı

emredenlerin dediklerini yapmadıklarını; namazı vaktinde kıl-

manın önemsenmediğini; sadakanın aracılar vasıtasıyla verildiğini

ve bu hususta Allah'ın rızası yerine insanların hoşnutluğunun esas

alındığını; insanların bütün dertlerinin mideleri ve cinsel organları

olduğunu; ne yediklerine ve kiminle ilişkiye girdiklerine bakmadıklarını;

dünyanın böyle insanlara yöneldiğini; hakkın belirtilerinin silinmeye

yüz tut- tuğunu gördüğün zaman, oldukça dikkatli ol, ihtiyatlı

davran ve yüce Allah'tan kurtuluş dile. Bil ki, o insanlar yüce

Allah'ın korkunç gazabının kapsamı içindedirler ve Allah, dilediği

bir şeyden dolayı onlara mühlet vermektedir."

"Sürekli olarak kendini kontrol et. Yüce Allah'ın, onların durumundan

farklı bir durumda seni görmesi için çalış. Eğer sen

onların arasındayken Allah'ın azabı onların üzerine inecek olursa,

bir an önce Allah'ın rahmetine kavuşmuş olursun; yok eğer, onlara

azap iner de sen bekletilirsen, onların Allah'a karşı takındıkları

cüretkâr tutumun cezasının kapsamının dışında tutulmuş olursun.

Bil ki, yüce Allah iyi insanların ecrini zayi etmez. Allah'ın rahmeti

iyi insanlara yakındır." [Ravzat-ul Kâfi, c.8, s.36-42]

Ben derim ki: Bu anlamları içeren ve gerek peygamber efendimizden

(s.a.a), gerekse Ehlibeyt İmamlarından (a.s) rivayet edilen

hadislerin sayısı oldukça fazladır. Ancak bizim burada naklettiğimiz

iki hadis, anlam ve mesaj itibariyle bunların en kapsamlılarıdır.

Ahir zamanla ilgili haberleri içeren hadisler, "Ey inananlar, sizden

kim dininden dönerse, bilsin ki Allah, yakında öyle bir toplum

getirecektir ki O onları sever, onlar da O'nu severler. Mümin-

 

680 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

lere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler.

Allah yolunda cihat ederler, hiçbir kınayıcının kınamasından

korkmazlar." ayetinin genel olarak işaret ettiği gelişmelerin birer

ayrıntılı açıklaması niteliğindedir. Allah doğrusunu herkesten daha

iyi bilir.

 

Hamd Allah'a mahsustur.

 

Mâide Sûresi 51-54 ........................................................ 681