Mizân Tefsiri, Cilt:5 |
Mâide Sûresi 41-50 ....................................................... 567
568 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
41- Ey Elçi! Ağızlarıyla "inandık" dedikleri hâlde kalpleri inanmamış olan (munafık)lardan ve Yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar (Yahudiler), yalana kulak verenler, sana gelmemiş olan bir başka kavme kulak verenlerdir. O kavim, kelimeleri yerlerine konulduktan sonra kaydırırlar; "Eğer size bu verilirse alın; eğer bu verilmezse sakının" derler. Allah kimi fitneye düşürerek sınamak isterse, sen onun için Allah'tan hiçbir şeye malik olamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki Allah, onların kalplerini temizlemek istememiştir. Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için ahirette de büyük bir azap vardır.
Mâide Sûresi 41-50 ....................................................... 569
42- Yalana kulak verirler, haram yerler. Sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir; eğer onlardan yüz çevirirsen, sana hiçbir zarar veremezler. Ve eğer hüküm verirsen, aralarında adaletle hüküm ver. Çünkü Allah adalet sahiplerini sever.
43- Içinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken, seni nasıl hakem yapıyorlar da sonra bunun ardından [Tevrat'taki hükümden] dönüyorlar?! Gerçekte onlar inanmış değillerdir.
44- Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda yol gösterme [itikadî bilgiler] ve nur [şer'î hükümler] vardır. (Allah'a) teslim olmuş peygamberler, onunla Yahudilere hüküm verirlerdi ve kendilerini Allah'a vermiş rabbanîler ve âlimler de, Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden ve onu gözetip kolladıklarından (onunla hüküm verirlerdi). O hâlde, insanlardan korkmayın, benden korkun ve benim ayetlerimi az bir paraya satmayın! Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir.
45- Onda onlara: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşı kİsas yazdık. Kim bunu bağışlarsa, o kendisi için keffaret olur. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerdir.
46- Onların izleri üzerine arkalarından, önündeki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona, içinde yol gösterme ve nur [şer'î yasalar] bulunan, önündeki Tevrat'ı doğrulayıcı, korunanlar için yol gösterici ve öğüt olarak Incil'i verdik.
47- İncil sahipleri, Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar fasıklar (yoldan çıkmışlar) dır.
48- Sana da kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onlara egemen olarak bu kitabı gerçek üzere indirdik. Şu hâlde insanlar arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen gerçekten ayrılıp onların keyiflerine uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. Allah isteseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı; fakat
570 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
size verdiği nimetler içinde sizi sınamak istedi. Öyleyse hayırlı işlerde yarışın; hepinizin dönüşü Allah'adır. O size ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir.
49- Insanlar arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların keyiflerine uyma. Onların, Allah'ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın. Eğer dönerlerse, bil ki Allah, bazı günahları yüzünden onları felâkete uğratmak istiyordur. Zâten insanların çoğu yoldan çıkmışlardır.
50- Yoksa cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgisi olan bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?
Bu ayetler birbirleriyle bağlantılıdır. Tümüne tek bir ahenk egemendir. Baştan sona aynı akış sürüp gitmektedir. Bundan da anlaşılıyor ki, ayetler, Ehlikitab'a mensup bir grup hakkında inmiştir. Adı geçen grup, Tevrat'ın bazı hükümleriyle ilgili olarak Resulullah'ın hükmüne başvururlar. Beklentileri, Hz. Muhammed- 'in (s.a.a) Tevrat'ın konuya ilişkin hükmünden farklı bir hüküm vereceği yönündedir. Böylece Tevrat'ın ağır hükmünden kaçıp Peygamberimizin (s.a.a) hükmüne razı olacaklar. Bu arada, aralarında şu tür bir konuşma yapmayı da ihmal etmiyorlar: "Eger size bu verilirse -yani kişisel arzularınıza uyan hüküm verilirse- alın; eger bu verilmezse -yani size Tevrat'ın hükmü öngörü-lürse- sakının!"
Hz. Peygamber (s.a.a) onları Tevrat'ın hükmüne uymaya yöneltir, onlar bundan kaçınırlar. Bu arada, münafıklardan bir grup da, Ehlikita-b'ın, Peygamberimizden fetva isteyen, hükmüne başvuran mensupları gibi bir eğilim içine girerler. Peygamber'in (s.a.a) aklını çekip, hevadan hüküm vermesini, güçlülerin tarafını tutmasını, yani cahiliye hükmüyle hükmetmesini isterler. Oysa: "Kesin bilgisi olan bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?" Bu değerlendirme, ayetlerin nüzul sebebine ilişkin rivayetleri desteklemektedir.
Mâide Sûresi 41-50 .......................................................... 571
Buna göre, ayetler Yahudiler hakkında inmiştir. İçlerindeki eşraf takımından evli iki kişi zina ederler. Hahamlar, Tevrat'ta böyle durumlar için öngörülen taşlayarak öldürme (recm) cezasını kırbaç cezasıyla değiştirmek isterler. Bu arada, evli insanların zina etmeleri durumunda çarptırılacakları cezayı öğrenmek üzere Peygamberin (s.a.a) ya-nına adam gönderirler. Şayet kırbaç cezasını öngörürse kabul edin, taşlayarak öldürmeyi öngörürse kabul etmeyin, diye de tembih ederler. Resulullah (s.a.a) taşlayarak öldürme hükmünü verir. Bunun üzerine Yahudiler, bunu kabul etmekten kaçınırlar. Bu arada Resulullah (s.a.a), İbn-i Suriya'dan Tevrat'ın konuya ilişkin hükmünü sorar ve gerçeği gizlememesi için onu Allah ve ayetleri adına yemine verir. Adam doğruyu söyler ve Resulullah'a recm hükmünün Tevrat'ta mevcut olduğunu belirtir. İnşallah, ilerideki hadisler bölümünde bu olayı daha detaylı bir şekilde ele alacağız.
Bununla beraber ayetler açıklamaları itibariyle bu özel durumdan bağımsızdırlar ve nüzul sebebine ilişkin rivayetlerde anlatılanlarla kayıtlı değiller. Yaşanan gelişmelere ilişkin özel sebeplerden dolayı inen Kur'ân ayetlerinin tipik bir özelliğidir bu. Bu gibi ayetlerin iniş sebeplerinin, ayetlerin birçok amacı arasında sadece belli bir payları olur. Bunun tek nedeni, Kur'ân'ın evrensel ve sürekli bir kitap oluşu, herhangi bir zaman veya mekânla kayıtlanamayacağı, belli bir kavme veya özel bir olaya özgülenemeyeceği gerçeğidir. Ulu Allah konuya ilişkin olarak şöyle buyurmuştur: "O sadece bütün âlemler için bir ögüt-tür." (Yûsuf, 104) "Âlemlere uyarıcı olması için kuluna Furkan'ı indiren Allah pek kutludur." (Furkan, 1) "O, eşsiz bir kitaptır. Ki ne önünden, ne de arkasından ona batıl gelmez." (Fussilet, 42)
"Ey Elçi!...küfürde yarışanlar seni üzmesin." Bu ifade, ayette sözü edilen kimselerden gördüğü kötü muamele karşısında, Peygamberin (s.a.a) gönlünü hoş tutma, ona moral destek sağlama amacına yöneliktir. Ayette sözü edilenler, küfürde yarışanlardır, hızlı adımlarla küfür yolunda koşuşturanlardır. Bunların fiillerinden ve
572 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
sözlerinden küfrün gerekleri birer birer orta yere dökülür. Bunlar küfürde yarışan kâfirlerdir. Küfürde yarışmak, küfre doğru yarışmaktan farklıdır.
"Ağızlarıyla "inandık" dedikleri hâlde kalpleri inanma-mış olanlardan" Küfürde yarışanlara, yani münafıklara ilişkin bir açıklamadır bu. Burada nitelik, nitelenenin yerine konulmuştur. Bunun-la yasağın nedenine işaret etmek amaçlanmıştır. Nitekim, önceki nitelik, yani: "küfürde yarışanlar" ifadesi, yasaklanan şeyin nedenine yönelik bir işarettir. Dolayısıyla -Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir- şöyle bir anlam belirginlik kazanıyor: Bunların küfürde yarışmaları, senin üzülmene neden olmasın. Çünkü onlar, yalnızca dilleriyle i-nanmışlar, kalpleriyle değil; onlar mümin değildirler. Sana gelip bir şeyler söyleyen Yahudiler de öyle. Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla "ve Yahudilerden" ifadesi, "Agızlarıyla inandık, dedikleri hâlde kalpleri inanmamış olanlardan" ifadesine atfedilmiştir. Yeni bir başlangıç değildir. Buna göre, "Yalana kulak verenler sana gelmemiş olan bir başka kavme kulak verenler" ifadesi, mahzuf müptedanın haberidir. Yani, "Onlar, yalana kulak verenlerdirler." Uyum içinde sıralanan bu cümleler, Yahudilerin durumunu açıklamaya yöneliktir. Ayetin girişinde işaret edilen münafıkların durumunun ise, bu niteliklerle örtüşmediği açıktır. Buna göre, sözü edilen bu Yahudiler, yalanı dinleyenlerdir. Yani yalan olduğunu bile bile onu sürekli dinlerler. Aksi takdirde bir yergi niteliği olarak kullanılmazdı. Onlar ayrıca, sana gelmeyen bir kavmi de çokça dinlemektedirler. Kendilerine yapılan bütün telkinleri kabul ediyor, kendilerinden istenen her şeyi yerine getiriyorlar. Dinlemenin farklı anlamlar ifade etmesi nedeniyle "kulak verenler" ifadesi tekrarlanıyor. Çünkü birincisi "kulak verip dinlemek", ikincisi ise "kulak verip kabul etmek" anlamında kullanılmıştır. "Kelimeleri yerlerine konulduktan sonra kaydırırlar." Yani, yerlerine iyice yerleştikten sonra, kelimeleri yerlerinden kaydırıp ilgisiz anlamlara değiştirirler. Bu cümle, "bir başka kavme" sözünün ni-
Mâide Sûresi 41-50 ................................................. 573
teliği konumundadır. "Eger size bu verilirse alın; eger bu verilmezse sakının' derler." sözü de öyle. Ayeti bütün olarak ele aldığımızda şu husus ortaya çıkıyor: Bir grup Yahudi, dinleri açısından cezayı gerektirirci bir suç işliyorlar. On-lar bunun için öngörülen ilâhî cezayı da bilmektedirler. Fakat bilginleri, sabitleşen bu hükmü değiştiriyorlar. Sonra içlerinden bir grubu Hz. Resulullah'a (s.a.a) gönderiyorlar ve bu olay hakkında hükmüne başvurmalarını emrediyorlar. Eğer bilginlerin verdiği değiştirilmiş hükme uygun bir hüküm verirse alın, başka bir hüküm verirse sakının, diye de tembihliyorlar.
"Allah kimi fitneye düşürerek sınamak isterse, artık sen onun için Allah'tan hiçbir şeye malik olamazsın." Görünen o ki bu cümle, bir ara cümle konumundadır. Bununla anlatılmak istenen şudur: Onlar, bu olayda ilâhî bir fitne ile sınanmaktadırlar. Do-layısıyla Peygamber (s.a.a) müsterih olmalı, üzülmemelidir. Çünkü bu iş Allah'- tandır ve O'na dönmektedir. Peygamber, bu işte Allah adına hiçbir role sahip değildir. Onların sınamadan geçirilmesi için bu iş illâki olacaktı. Bu nedenle üzülmeyi gerektirecek hiçbir gerekçe yoktur. "Onlar öyle kimselerdir ki Allah, onların kalplerini temizlemek istememiştir." Dolayısıyla kalpleri önceki kirliliği üzere kalmıştır. Günah üzere günah işedikleri, tekrar tekrar yoldan çıktıkları için, Allah bununla onları saptırmıştır. Allah bununla ancak yoldan çıkanları saptırır.
"Onlar için dünyada rezillik var ve yine onlar için ahi-rette de büyük bir azab vardır." Dünyada rezil olacaklarına ilişkin bir tehdittir bu. Nitekim öyle oldular da. Ahirette de büyük bir azaba uğrayacakları vaat ediliyor.
"Yalana kulak verirler, haram yerler." Ragıb el-Isfahanî el- Müfredat adlı eserinde şöyle der: "es-Suht, gövdeden koparılmış kabuk demektir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Feyushitekum biazabin: bir azap ile kökünüzü keser." (Tâhâ, 61) Bazıları bu ifadeyi "feyeshetekum" şeklinde okumuşlardır [ki, bu tarz okuyuş farkları anlam değişikliğine neden oluşturmaz]. Araplar, ["kökünü kazıdı"
574 ................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
anlamında] "sehatehu" ve "eshatehu" derler. Yasak ve haram olan şey için de "es-suht" ifadesi kullanılır ki, bu gibi kişiyi utandıran şeylerin onun dinin ve kişiliğini kökünden kazıdığı ima edilir. Yüce Allah, "haram yerler..." (Mâide, 42) buyuruyor. Yani, dinlerini kökünden kazıyacak haram şeyler yiyorlar. Resulullah efendimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Eti haramdan biten bedene ateş yaraşır." Bundan dolayı rüşvete de "suht" denilmiştir." Şu hâlde, haramdan kazınılan her mal "suht"tur. Ayetin akışı gösteriyor ki, bu kelime ayette "rüşvet" anlamında kullanılmıştır. Bu bağlamda haram mal yediklerine işaret edilmesinden anılıyoruz ki: İçlerinden bir grubunu Hz. Peygamberin (s.a.a) yanına gönderen bilginler, Allah'ın konuya ilişkin hükmünü tahrif etmek için rüşvet almışlardı. Çünkü Allah'ın hükmü bazılarına zarar veriyordu. Onlar rüşvet vererek bu zararın önüne geçmek istediler. Bilginleri de rüşvet alarak Allah'ın hükmünü değiştirdiler.
Buradan hareketle anlıyoruz ki: "Yalana kulak veririler, haram yerler." nitelemesi, tümü itibariyle, Yahudilerin tümüne yönelik bir nitelemedir. Nitelemeyi aralarında paylaştırmak gerekirse, bu sefer, "Yalana kulak verirler" sözü, önceki ayette sözü edilen Yahudilerin, yani Hz. Peygamberin yanına gönderilenlerin ve onlarla aynı kategoriye giren diğer uyrukların niteliğini, "haram yerler" sözü ise, yine önceki ayette sözü edilen "bir başka kavm" in niteliğini anlatıyor. Kİsacası, demek istenen şudur: Yahudilerin bir kısmı rüşvet yiyen bilginler, bir kısmı da yalana kulak veren taklitçi kitlelerdir.
"Sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir..." Burada hükmüne başvurmaları durumunda, aralarında hüküm vermek veya onlardan yüz çevirmek hususunda Peygamberimiz serbest bırakılıyor. Bilindiği gibi, Peygamber efendimizin (s.a.a) iki şeyden birini tercih etmesi, ancak gerektirici bir maslahata göre belirginlik kazanır. Dolayısıyla mesele, Hz. Peygamberin (s.a.a) görüşüne havale ediliyor.
Sonra yüce Allah, bu tercih bağlamında, Peygamberimize
Mâide Sûresi 41-50 ......................................................... 575
(s.a.a) aralarında hükmetmeyi terk etmesi, onlardan yüz çevirmesi durumunda bunun kendisine zarar vermeyeceğini, açıklıyor ve aralarında hükmetmesi durumunda adalet ilkesi doğrultusunda hükmetmesi gerektiğini vurguluyor.
Sonuçta mesele şuraya gelip dayanıyor: Yüce Allah, onların arasında hükmünün geçerli olmasından başka bir şeye razı olmuyor. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.a) ya onlar hakkında Allah'ın hükmünü uygulayacak ya da onlar hakkında hükmetmeyecek. Başka bir hüküm vermesi ise, söz konusu değildir.
"İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken seni nasıl hakem yapıyorlar da sonra bunun ardından dönüyorlar?! Gerçekte onlar inanmış değillerdir." Burada Yahudilerin bir tutumunun hayret verici oluşuna dikkat çekiliyor. Şöyle ki: Kendileri kitap ve şeriat sahibi bir ümmettirler. Senin peygamberliğini, getirdiğin kitabı ve şeriatı inkâr ederler. Sonra bir gelişme yaşanıyor ve buna ilişkin Allah'ın hükmü kitaplarında mevcuttur. Ama onlar, içinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat'tan yüz çeviriyorlar. Dolayısıyla kitaptan ve hükmünden uzak duran bu adamlar, ona inanmıyorlar. Bu bakımdan, "Sonra bunun ardından dönüyorlar" ifadesinin an-lamı şu şekilde belirginleşiyor: Içinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında bulunduğu hâlde, olaya ilişkin hükümden dönüyorlar. "Gerçekte onlar inanmış degillerdir" yani, onlar Tevrat'a ve içerdiği hükümlere inanmıyorlar. Onlar Tevrat'a ve hükmüne inanmak durumundan saparak küfre yönelmişlerdir.
"Sonra bunun ardından dönüyorlar" ifadesini, Peygamberin (s.a.a) verdiği hükümden dönüyorlar, şeklinde anlamak da mümkündür. Bu durumda, "Gerçekte onlar inanmış degillerdir." ifadesini de, onlar Hz. Peygambere (s.a.a) inanmış değillerdir, şeklinde anlamak gerekir. Çünkü Hz. Peygamber'e başvurmaları, aralarında hükmetmesini istemeleri, ona inanmış olduklarını ima edecek bir davranıştı. Ya da hem Tevrat'a, hem de Hz. Peygambere inanmamış oldukları kastedil-miş olabilir. Ne var ki, önceki anlam, ayetlerin akışına daha uygundur.
576 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Ayet, bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ı bir ölçüde onaylamaktadır. Bugünkü Tevrat, Babil'i fetheden Iran kralı "Kûruş" un izniyle "Azra" tarafından derlenmiştir. Kuruş, Israiloğullarını Babil esaretinden kurtarmış, Filistin'e dönüp heykeli onarmalarına izin vermişti. Bu Tevrat, Hz. Peygamber zamanında onların ellerindeydi. Bugün de aynı Tevrat ellerindedir. Kur'ân, bu Tevrat'ta Allah- 'ın hükmünün bulunduğunu açıklıyor. Ama aynı zamanda tahrif ve değişim geçirdiğini de vurguluyor.
Bütün bunlardan şu sonuca varıyoruz: Bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat, Hz. Musa'ya (a.s) inen orijinal Tevrat'tan bölümler içeriyor. Bunun yanında bazı yerleri tahrif edilmiş, değiştirilmiştir; ya eklemede bulunulmuş, ya çıkarmalar yapılmış ya da ifadelerin yerleri değiştirilmiştir vs. Kur'ân'ın Tevrat'a ilişkin görüşü budur. Bu konuda yapılacak objektif kapsamlı bir araştırma da bunun böyle olduğunu ortaya koyacaktır.
"Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nur vardır. (Allah'a) teslim olmuş peygamberler, onunla Yahudilere hüküm verirlerdi." Bu ifade, önceki ayette açıklanan hususun gerekçesini açıklamaya yöneliktir. Dolayısıyla, bu ve bundan sonraki ayetler, yüce Allah'ın değişik dönemlerde yaşayan topluluklara şeriatlar indirdiğini, bu şeriatları kutsal kitaplar kapsamında onlara indirdiğini açıklıyor.
Bununla güdülen amacın, söz konusu toplulukların bu kitaplar aracılığıyla doğru yola iletilmeleri, onların aracılığıyla hakkı görmeleri, aralarında baş gösteren ihtilaflar hususunda onlara başvurmalarıdır. Bu çerçevede peygamberlere ve bilginlere, indirilen bu kitapların içerdiği şeriatlar doğrultusunda hüküm vermeleri, kitapları ve içerdiği şeriatları korumaları, değiştirme ve tahrif girişimlerinden muhafaza etmeleri, hükmederken, insanlardan miktarı ne olursa olsun, az olmaktan öte olmayan herhangi bir bedel almamaları, bu hususta sadece Allah'tan korkmaları, O'ndan başkasından korkmamaları emrediliyor.
Bu arada yükümlülükleri daha da pekiştirilerek heva ve heves-
Mâide Sûresi 41-50 ...................................................... 577
lere tâbi olmamaları, dünya perestlerin baştan çıkarıcı çalımlarına kanmamaları isteniyor. Şeriatların ve hukuk sistemlerinin farklılığı, toplumların ve yaşadıkları dönemlerin farklılığından kaynaklanan bir durumdur. Amaç, toplumlara yönelik ilâhî sınamanın eksiksiz olarak tamamlanmasıdır. Çünkü asırlar geçtikçe zamanlar değişik kapasiteler edinir. Güçlülük ve zayıflık bakımından değişiklik arz eden iki farklı kapasite de, tek bir tarzda sürüp giden tek bir teorik ve pratik eğitim sistemi ile istenen olgunluk derecesine ulaşmaz. Dolayısıyla, "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nur vardır." ifadesi, doğru yola ulaşmak için bir ölçüde hidayet ve Israiloğullarının pratikleri ölçeğinde ve kapasiteleri oranında bilgileri ve hükümleri görmek için bir nur vardır demektir. Yüce Allah, Kur'ân-'da, onların genel ahlâkî yapılarını, çeşitli dönemlerde tarih sahnesine çıkan halklarının karakteristik özelliklerini ve anlayış kapasitelerini açıklamıştır. Bu yüzden onlara hidayetin sadece bir kısmını, nurun sadece bir bölümünü indirmiştir. Bu eski dönemde yaşamalarından, ümmet olarak önce tarih sahnesine çıkmalarından ve kapasitelerinin azlığından kaynaklanan bir durumdur. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Musa için levhalarda her şeyden bir ögüt ve her şeyin bir açıklamasını yazdık." (A'râf, 145)
"(Allah'a) teslim olmuş peygamberler, onunla Yahudilere hüküm verirlerdi." Bu ifade de peygamberler Allah'a teslim olmak anlamına gelen "İslâm" niteliğiyle anılıyorlar. İslâm, Allah katındaki dinin adıdır. Bununla dinin tek olduğuna işaret ediliyor. Bu din de Allah'a teslim olmaktır, O'na kulluk sunmaktan kaçınmamaktır. Allah'a teslim olmuş bir müminin Allah'ın hükümlerini ve yasalarını kabul edip uygulamaktan kaçınması düşünülemez.
"Kendilerini Allah'a vermiş rabbanîler ve âlimler de, Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden ve onu gözetip kolladıklarından (onunla hüküm verirlerdi)." Yani, bilgi ve amel olarak kendilerini Allah'a adayan âlimler ya da "Rabbaniyyûn" kelimesinin "rab" veya
578 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
"terbiye" sözcüklerinden türediğini esas alarak, bilgileri doğrultusunda insanları terbiye etme görevini üstlenenler ve Yahudilerin üst düzey bilginleri olan Hahamlar, Allah'ın emri doğrultusunda onunla hükmederlerdi. Allah, kitabı koruma görevini de onlara vermişti. Dolayısıyla kitabı koruma ve onu taşıma açısından onun gözetleyicileriydiler -denetleyicileriydiler- de. Onu ezber-lerinde tuttukları için değiştirilme ve tahrif ihtimali de ortadan kalkıyordu. Bu bakımdan, "ve onu gözetip kolladıklarından" ifadesi, "ko-rumakla görevlendirildikten" ifadesinin bir sonucu konumundadır. Onlara kitabı korumaları emredilmişti, onlar da, onu kollayıp gözetmek suretiyle koruyorlardı.
Şahitlik etmenin, kollayıp gözetmenin anlamıyla ilgili olarak anlattıklarımız, ayetin akışından da kendini göstermektedir. Bazılarına göre, bundan maksat, Peygamberin recme ilişkin hükmünün Tevrat'ta yer aldığına tanıklık etmeleridir. Diğer bazılarına göre de, bundan maksat, kitabın tek ve ortaksız Allah'ın katından geldiğine şahitlik etmeleridir. Ne var ki ayetin akışından, bu iki yorumu destekleyecek karineler algılamak mümkün görünmüyor. "O hâlde, insanlardan korkmayın, benden korkun ve benim ayetlerimi az bir paraya satmayın." ifadesine gelince, bu cümle, "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nur vardır... onun-la hüküm verirlerdi." ifadesinin ayrıntısı, açılımı konumundadır. Yani, Tevrat bizim katımızdan indirilmiştir ve bir şeriat, bir hukuk sistemi içermektedir. Peygamberler, kendini Allah'a adamış bilginler ve Hahamlar aranızda onunla hüküm verirlerdi. Şu hâlde, ondan herhangi bir şey gizlemeyin, birilerinden korktuğunuz veya maddî bir çıkar beklentisi içinde olduğunuz için onu değiştirmeyin. Diğer bir ifadeyle: Insanlardan korkup Rabbinizi unutmayın. Bilâkis, Allah'tan korkun ki, insanlardan korkmayasınız. Öbür yandan, boş, geçici dünyevî bir mal veya makam şeklinde somutlaşan az bir bedele karşılık Allah'ın ayetlerini satmayın.
Bu ifadenin, anlam itibariyle, "Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden ve onu gözetip kolladıklarından" ifadesine
Mâide Sûresi 41-50 ........................................................ 579
ilişkin bir ayrıntı olması da mümkündür. Çünkü bu, bir anlamda kitabı koruma hususunda söz alma hükmündedir. Yani, kitabı koruma hususunda onlardan söz aldık ve onları buna şahit tuttuk ki, onu değiştirme-sinler, onun hükmünü açıklamak hususunda benden başkasından kork-masınlar ve ayetlerimi az bir paraya satmasınlar. Nitekim yüce Allah, başka ayetlerde şöyle buyurmuştur: "Allah kendilerine kitap verilenlerden 'Onu insanlara mutlaka açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz' diye söz almıştı. Onlar ise, bunu arkalarına atıp terk ettiler; onun karşılıgında az bir menfaat aldılar." (Âl-i Imrân, 187) "Onların ardından, yerlerine geçip kitaba varis olan birtakım insanlar geldi ki, onlar şu alçak dünyanın menfaatini alıyorlar ve 'Biz nasıl olsa bagışlanacagız' diyorlar. Kendilerine benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki, Allah hakkında, gerçek-ten başkasını söylememeleri hususunda kendilerinden kitap mİsakı alınmamış mıydı?! Ve onun içindekini okuyup ögrenmediler mi?! A-hiret yurdu korunanlar için daha hayırlıdır. Düşünmüyor musunuz? Onlar ki kitaba sımsıkı sarılırlar ve namazı kılarlar, elbette biz, iyili-ge çalışanların ecrini zayi etmeyiz." (A'râf, 169-170) Bu ikinci anlam, ayetin devamındaki "Kim Allah'ın indirdigiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir." şeklindeki sert ve vurgulu ifade-ye daha uygun ve daha yatkın görünmektedir.
"Onda onlara: Cana can... yaralara karşı kİsas yazdık." Ayetin akışı, özellikle "yaralara karşı kİsas" ifadesi perspektifinden bakıldığında, gösteriyor ki, maksat, adam öldürme, bir organı kesme ve yaralama gibi suç türlerine ilişkin kİsas (ödeşme) hükmünü açıklamaktır. "Cana can..." ifadesindeki ve diğer hususlarla ilişkili ifadelerdeki karşılıklılık durumu, kİsas edilenle kendisi için kİsas edilen arasında geçerlidir. Demek isteniyor ki, kİsas bazında canın dengi yine bir candır, göz göze karşılıktır, burun buruna vs. Ifadenin orijinalindeki "ba" harfi, mukabele anlamını içerir. "Bi'tu haza bi-haza= Şu malı şu fiyat karşılığında sattım." örneğinde olduğu gibi.
580 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Dolayısıyla bir ahenk içinde akıp giden cümlelerin anlamı şu sonuca götürüyor bizi: Öldürülen bir cana karşılık bir can öldürülür, oyulan bir göze karşılık bir göz oyulur, kesilen bir buruna karşılık bir burun kesilir, koparılan bir kulağa karşılık bir kulak koparılır, sökülen bir dişe karşılık bir diş sökülür. Ve yaralamaların karşılığı da yaralamadır. Kİsacası insanın canı ve bedeninin tüm organları bazında kİsas, onların karşılıklarına uygulanır. "Cana can..." ifadesi için -ayrıca diğer cümleler için de- 'Cana karşılık bir can kİsas edilir veya öldürülür' şeklinde bir takdirî açılım öngörenlerin maksadı da bu olsa gerektir. Yoksa böylesi bir takdirî açılıma hiç gerek yoktur. Cümleler dil açısından tamdır ve cümle içindeki zarf, takdirî açılıma gerek duymayan zarf-ı lağv türündendir.
Tefsirini sunduğumuz şu ayet, şöyle bir imada da bulunmuyor değildir: Burada zikredilen hüküm, onların başlarına gelen olay için Peygamberden (s.a.a) bekledikleri ve önceki ayetlerde de işaret edilen hüküm değildi. Çünkü ayetlerin akışı, "Gerçekten Tevrat- 'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nur vardır." ifadesiyle yenileniyor. Bundan sonraki rivayetler bölümünde değineceğimiz gibi, bu hüküm bugün Israiloğullarının elinde bulunan Tevrat'ta da mevcuttur. "Kim bunu bağışlarsa, o kendisi için keffaret olur." Öldürülenin yasal velisi olup kİsas hakkına sahip kişi veya saldırıya uğrayıp yaralanan kimse suçluyu bağışlar, kİsas uygulamasından vazgeçerse, yani affederse bu, bağışlayan kişinin günahlarının keffareti veya suçlunun işlediği suçun keffareti olur. Konunun akışından anlıyoruz ki, ayette kastedilen anlam şudur: Şayet kİsas hakkına sahip olan kişi bağışlarsa, bu onun için keffaret olur. Eğer bağışlamazsa, hükmetme yetkisine sahip olan kişi, Allah'ın indirdiği kİsas hükmünü uygulamalıdır. Buna rağmen kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, zalimlerden olur. Buradan hareketle öncelikle şunu anlıyoruz: "ve men lem
Mâide Sûresi 41-50 ........................................................ 581
yahkum =kim hükmetmezse" ifadesinin başındaki "vav" harfi, "men tesaddaka =kim bağışlarsa" ifadesine yönelik bir atıf işlevini görüyor. Yeni bir cümleye başlanıldığını bildirmiyor. Nitekim "men tesaddaka=kim bağışlarsa" ifadesinin başındaki "fa" harfi de ayrıntılandırma amacına yö-neliktir. Mücmel anlatımdan sonra, ayrıntılı açıklamaya geçiş yani. Kİsas ayetini de buna örnek gösterebiliriz: "Ama öldüren kimse, kardeşi tarafından affedilirse, o zaman örfe göre uygun olanı yapması ve güzelce (diyeti) ödemesi gerekir." (Bakara, 178)
İkincisi: "Kim... hükmetmezse" ifadesi, nedenin sonucun yerine konulmasının tipik bir örneğidir. Bu durumda takdirî açılımı şöyle olur: Eğer bağışlamazsa, o zaman Allah'ın indirdiğine göre hükmetsin. Çünkü Allah'ın indirdiğine göre hükmetmeyenler zalimlerdir.
"Onların izleri üzerine arkalarından, önündeki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik." Ayetin orijinalinde geçen "kaffeyna" fiilinin mastarı olan "et-takfiye" kelimesi, bir şeyi başka bir şeyin ardına koymak anlamına gelir ve "kafâ=başın ense kısmı kelimesinden türemiştir. "el-Asâr" ise "eser"in çoğuludur. Bu da bir şeyin varlığına delâlet etme niteliğine sahip ve ondan kaynaklanan etkinlikler anlamına gelir. Daha çok yürüyen kimsenin geride bıraktığı ayak izi anlamında kullanılır. "Onların izleri üzerines" ifadesindeki zamir, peygamberlere dönüktür.
"Onların izleri üzerine arkalarından... Meryem oglu İsa'yı gönderdik." ifadesi kinayeli istiare sanatına bir örnektir. Bununla demek isteniyor ki: Hz. İsa (a.s) kendisinden önceki peygamberlerin izlediği yolu izlemiştir. Bu, insanları tevhide ve Allah'a teslim olmaya davet etme yoludur.
"Önündeki Tevrat'ı dogrulayıcı" ifadesi, "Onların izleri üzerine arkalarından..." ifadesini açıklamakta ve İsa'nın davetinin Musa'- nın davetinin aynısı olduğunu, temelde aralarında herhangi bir fark bulunmadığını göstermektedir.
"...Ona, içinde yol gösterme ve nur bulunan, önündeki Tevrat'ı doğ-
582 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
rulayıcı... olarak Incil'i verdik." Ayetlerin akışı, Hz. Musa'nın, Hz. İsa'- nın ve Hz. Muhammed'in (s.a.a) şeriatlarının durumlarını açıklaması ve onların kitapları hakkında inmiş olması bakımından, bunların birbirleriyle uyumlu olduklarını göstermektedir.
Bundan sırasıyla şu sonuçlar çıkar:
Birincisi: Ayette sözü edilen ve müjde anlamına gelen- Incil, Hz. İsa'ya (a.s) inen bir kitaptı, kitap dışında sırf bir müjde değildi. Ne var ki yüce Allah, Tevrat ve Kur'ân hakkında ayrıntılı bilgi verdiği gibi onun inişi hakkında ayrıntılı bilgi vermemiştir. Ulu Allah Tevrat'la ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Allah buyurdu ki: 'Ey Musa, ben, üzerine bıraktıgım görevlerle ve sözlerimle seni insanların başına seçtim; artık sana verdigimi al ve şükredenlerden ol!' Ona levhalarda her şeyden bir ögüt ve her şeyin bir açıklamasını yazdık." (A'râf, 145) "...Musa levhaları aldı. Onlardaki yazıda Rablerinden korkanlar için yol gös-terme ve rahmet vardır." (A'râf, 154) Kur'ân'la ilgili olarak da şöyle buyuruyor: "Onu Ruh-ul Emin indirdi, senin kalbine, uyarıcılardan olman için, apaçık Arapça bir dil-le." (Şuarâ, 195), "O, degerli bir elçinin sözüdür. Güçlüdür o elçi arşın sahibi Allah katında yücedir. Orada kendisine itaat edilen, güvenilendir." (Tekvîr, 21), "...sahifeler içindedir, deger verilen, saygı ile yükseltilen, tertemiz sahifeler. Degerli, iyi yazıcıların ellerinde." (Abese, 13-16)
Buna karşın yüce Allah, Incil'in inişi hakkında ayrıntılı bilgi vermemiş, ayrıntılardan söz etmemiştir. Şu kadarı var ki, önceki ayette Tevrat'ın Hz. Musa'ya (a.s) inişinden ve Kur'ân'ın Hz. Muhammed'e (s.a.a) inişinden söz edildiği bir atmosferde, onun da İsa'ya inişinden söz edilmesi, onun da sözü edilen iki kitap türünden bir kitap olduğunu göstermektedir.
İkincisi: Aynı şekilde Tevrat'ın niteliğinden söz edilirken, "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nur vardır." şeklinde bir ifadenin kullanılmasının ardından, yüce Allah'ın Incil'i nitelerken, "içinde yol gösterme ve nur bulunan" buyurması ile kitabın içerdiği bilgi ve hükümleri kastetmiştir. Ancak yüce Allah,
Mâide Sûresi 41-50 ....................................................... 583
aynı ayette, ikinci kez "korunanlar için yol gösterici ve ögüt olarak" buyurması gösteriyor ki, önceki yol gösterme, öğüt ifadesiyle açıklanan "yol gösterme"den farklıdır. Dolayısıyla daha önce işaret edilen "yol gösterme", inanç bazında doğru yola ulaşmayı sağlayan bilgi türündendir. Dinde takvalı olmaya ulaştıran, günahlardan korunmayı sağlayan bilgilerin yol göstericiliği ise, ikinci sözü edilen 'yol gösterme'nin kapsamı dâhilindedir.
Buna göre, "Nur" ifadesinin somut karşılığı olarak sadece hükümler ve şer'î yasalar kalıyor. Ayetin üzerinde biraz düşünüldüğünde, bunun böyle olduğu görülecektir. Çünkü hükümler ve şer'î yasalar aydınlatıcı olgulardır. Onların ışığında ve aydınlığında hayat yolunda ilerleme sağlanır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ölü iken kendisini dirilttigimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebilecegi bir ışık verdigimiz kimse..." (En'âm, 122) Böylece anlaşılıyor ki: Tevrat'ın niteliği bazında kullanılan "yol gösterme" (hidayet) ile Incil'in niteliği bazında kullanılan ilk "yol gösterme"den maksat tevhid ve ahiret inancı gibi itikadî bilgilerdir. Yine her ikisi hakkında kullanılan "nur"dan maksat da, şer'î yasalar ve hükümlerdir. Ikinci kez, Incil'in niteliği olarak geçen "yol gösterme" ise, öğütler ve nasihatlar anlamında kullanılmıştır. Yine de Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.
Bununla, "yol gösterme" kavramının ayette tekrarlanmasının nedeni de anlaşılıyor. Buna göre, ikinci kez işaret edilen "yol gösterme", birincisinden farklıdır. Dolayısıyla "öğüt" ifadesi de, açıklama nitelikli atıf konumundadır.
Üçüncüsü: İncil'in ikinci kez nitelendirilmesi bazında "önündeki Tevrat'ı dogrulayıcı" denilmesi, te'kit veya başka bir amaca yönelik bir tekrar olarak algılanmamalıdır. Bilâkis, bu ifadenin maksadı, Incil'in Tevrat'ın içerdiği şeriata tâbi olduğunu vurgulamaktır. Çünkü Incil'de Tevrat'ın içerdiği şeriatı onaylayıcı, insanları Tevrat'a uymaya davet edici ifadelerin dışında bir amaç güdülmüyor. Hz. İsa'nın istisna ettiği bazı hususlar başka. Kur'ân-ı Kerim bunu da şöyle dile getiriyor: "Size haram kılınan bazı şeyle-
584 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ri de size helâl yapayım diye." (Âl-i Imrân, 50) Bunun kanıtı da, Kur'ân'ı incelemeye dönük bir sonraki ayetin içeriğidir: "Sana da kendinden önceki kitapları dogrulayıcı ve onlara egemen olarak bu kitabı gerçek üzere indirdik."
"Korunanlar için yol gösterici ve öğüt olarak..." Daha önce bu ifadeyle neyin anlatılmak istendiğini açıkladık. Bu ayet gösteriyor ki, Hz. İsa'ya inen İncil'de, Tevrat'ın kapsadığı inançlarla ilgili bilgilerin ve pratik hükümlerin yanı sıra, dinî takvaya, dinin yasaklarından sakınıp korunmaya özel bir itina gösterilmiştir. Her ne kadar bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ı Kur'ân tümüyle onaylamıyorsa da, Matta, Markos, Luka ve Yuhanna'ya mal edilen dört Incil de Kur'ân'ın İsa'ya indiğini söylediği Incil'den farklı ise de, ancak bu halleriyle de bu anlamı doğrulamaktadır. Inşallah ileride bu konuya detaylı bir şekilde değineceğiz.
"İncil sahipleri, Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsinler." Hz. İsa'ya indirilen Incil'de neshedildiği belirtilen kimi hükümlerin dışında, Incil'de Tevrat'ın içerdiği şeriatın tümüyle onaylandığı bildirilmişti. Incil Tevrat'ın içerdiği şeriatı onayladığına ve onda haram olan bazı şeyleri helâl yaptığına göre, Incil'in helâl kıldığı bazı şeylerin dışında, Tevrat'ın içeriğine göre amel etmenin, Allah'ın Incil'de indirdiği şeylerle amel etmek anlamına geleceği açıktır.
Buradan hareketle anlıyoruz ki, bazı tefsir bilginlerinin, ayetin, Incil'in Tevrat gibi ayrıntılı bir şeriat içerdiğini ifade ettiği yönündeki çıkarsamaları zayıftır.
"Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar fasıklar (yoldan çıkmışlar)dır." Bu ifade, "hükmetsinler" ifadesinin içerdiği emri pekiştirmeye yöneliktir. Yüce Allah, bu ifadeyi pekiştirme amacına yönelik olarak üç kez tekrarlamıştır. Iki kez Yahudilerle, bir kez de Hıristiyanlarla ilgili olarak ve küçük farklılıklarla, "Kim Al-lah'ın indirdigi ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir.", "...işte onlar zalimlerdir.", "...işte onlar fasıklardır." buyurmuştur. Böylece onların kâfirlikleri, zalimlikleri ve fasıklıkları hükme bağlanıyor. Konu Hıristiyanlarla ilgiliyken "fasıklık, yoldan çıkmışlık"tan,
Mâide Sûresi 41-50 ......................................................... 585
Yahudilerle ilgiliyken "kâfirlik"ten ve "zalimlik"ten söz edilmesi, şundan olsa gerektir: Hıristiyanlar tevhidi (Allah'ın birliği ilkesini) teslis (üçlü tanrı motifi) ile değiştirdiler. Tevrat'ın hükümlerini ellerinin tersiyle iterek, Pavlos'un direktifleri doğrultusunda Hz. İsa'nın (a.s) dinini, Hz. Musa'nın (a.s) dininden ayrı, bağımsız bir din hâline getirdiler. İsa'nın kendini feda etmesi efsanesini uydurarak dinî hükümleri ortadan kaldırdılar. Böylece Hıristiyanlar, tevillerle tevhitten ve tevhid esaslı şeriattan uzaklaştılar. Allah'ın hak dininden çıktılar. Bilindiği gibi fısk, bir şeyin yerleşik bulunduğu yerden çıkması demektir. Hurma çekirdeğinin kabuğunun içinden çıkması gibi.
Yahudilere gelince, onlar sahip oldukları Hz. Musa'nın (a.s) dini hususunda bir kuşkuya, bir yanılgıya düşmediler. Yalnızca bildikleri öğretileri ve hükümleri reddettiler. Bu ise, Allah'ın ayetlerini inkâr etmek, onlara haksızlık etmek demektir. "Kim Allah'ın indirdigi ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir.", "...işte onlar zalimlerdir.", "...işte onlar fasıklardır." ayetleri mutlaktır. Dolayısıyla buradaki muhatapları Ehlikitap olmakla birlikte belli bir topluluğa özgü kılınamazlar.
Tefsir bilginleri, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen kimsenin küfrünün anlamı hakkında: Allah'ın indirdiğinden başkasıyla yargılayan yargıç, Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden hâkim ve sünnetin dışında bir gelenek uyduran bidatçi gibi, değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu konu, fıkhî bir meseledir. Bize göre bu konudaki doğru görüş de şudur: Sabit olduğunu bilerek şer'î bir hükme veya dinin herhan-gi bir ilkesine karşı çıkıp onu reddetmek küfrü gerektirir. Sabit olduğunu bilip reddetmeden karşı çıkmak fıskı gerektirir. Sabit olduğunu bilmeden reddetmekse küfrü veya fıskı gerektirmez. Çünkü bu bir kusurdur ve böyle bir kimse mazur sayılır. Ancak bu kusurda kişinin ön ihmalinin olması başka. Daha ayrıntılı bilgi için fıkıh kitaplarına bakmak gerekir.
"Sana da kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onlara egemen olarak bu kitabı gerçek üzere indirdik." Ayetin orijinalinde geçen
586 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
"müheymin" kelimesinin mastarı olan "heymene" kelimesi, bir şeyin bir şeye egemen olması demektir. Bu ise, -kelime-nin anlam kökünden anlaşıldığı kadarıyla- bir şeyin koruma, denetleme ve üzerinde çeşitli tasarruflarda bulunma açısından başka bir şey üzerinde otorite sahibi olması anlamına gelir. Iŝte Kur'ân'ın konumu budur. Yüce Allah onu önceki semavî kitaplara karşın her şeyin açıklaması olarak nitelendirir. Kur'ân kendisinden önceki semavî kitapların içerdiği değişmez prensipleri korur, yürürlükten kaldırılması gereken, değişime ve dönüşüme tâbi olma özelliğine sahip olan ayrıntı nitelikli kuralları da nesheder. Böylece zamanın geçmesiyle birlikte ilerleme ve olgunlaşma yolunda mesafe kaydeden insanın durumuyla, uyum sağlar.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Gerçekten bu Kur'ân en dogru yola iletir." (Isrâ, 9), "Biz bir ayeti siler veya unutturursak, ondan daha iyisini ya da benzerini getiririz." (Bakara, 106), "Onlar ki Tevrat ve Incil'de yanlarında yazılı olarak buldukları, o ümmi peygambere uyarlar. O peygamber ki, kendilerine iyiligi emreder, kendilerini kötülükten meneder, onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki agırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona inanan, destekleyerek ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla beraber indirilen nura uyanlar, işte felâha erenler onlardır." (A'râf, 157)
Buna göre tefsirini sunduğumuz ayette geçen, "Onlara egemen olarak" ifadesi, "kendinden önceki kitapları dogrulayıcı" ifadesini bü-tünlemektedir. Bu, açıklama nitelikli bir bütünlemedir. Öyle olmasaydı, Kur'ân'ın Tevrat ve Incil'i doğrulamasından, onun adı geçen kitapların içerdiği yasaların ve hükümlerin tümünü, olduğu gibi bırakmak suretiyle ve hiçbir değişikliğe uğratmaksızın doğruladığı şeklinde bir anlam çıkarılabilirdi. Fakat Kur'ân'ın "onlara egemen olarak" şeklinde nitelendirilmesi, onun söz konusu iki kitabı doğrulamasının, onların Allah katından gelen gerçek bilgiler ve şeriatlar olduklarını doğruladığı anlamında olduğunu açıklayıcı niteliktedir. Dolayısıyla Allah, onlar hakkında dilediği ta-
Mâide Sûresi 41-50 ............................................................. 587
sarrufta bulunabilir, dilediğini yürürlükten kaldırır dilediğini olgunlaştırır. Ayetin devamındaki şu ifade de buna yönelik bir işaret içermektedir: "Allah isteseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı, fakat size ver-digi nimetler içinde sizi sınamak istedi." Buna göre, "kendinden önceki kitapları dogrulayıcı" ifadesi, söz konusu kitapların içerdiği bilgiler ve hükümler içinde bu ümmetin durumuna uygun olanları onaylayıp yürürlükte kalmasını sağlamak anlamına gelir. Dolayısıyla bu durumla, söz konusu kitapların içerdiği bilgiler ve hükümlerin bir kısmını neshetmek, bir kısmını olgunlaştırmak ve bir kısmına bir şeyler arttırmak arasında bir çelişki yoktur. Nitekim Hz. İsa (a.s) ya da ona verilen kitap olan Incil de, Tevrat'ın içerdiği bazı haramları helâl yapmasına rağmen "Tevrat'ı doğrulayan" niteliğine sahiptir. Nitekim yüce Allah bu hususta Hz. İsa'nın dilinden şöyle aktarmıştır: "Ben, benden önce gelen Tevrat'ı dogrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri size helâl yapayım diye gönderildim." (Âl-i Imrân, 50)
"Şu hâlde insanlar arasında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve sana gelen gerçekten ayrılıp onların keyiflerine uyma." Demek isteniyor ki: Sana indirilen kitabın içerdiği şeriat hak olduğuna göre -ki o, kendisinden önceki kitapların içeriğiyle örtüşen kısmıyla hak olduğu gibi, onlara egemen olma özelliğine sahip olduğu için onların içeriğiyle çelişen kısmıyla da haktır- sen -önceki ayetler-den anlaşıldığı gibi- Ehlikitap arasında hükmederken veya -sonraki ayetlerden anlaşıldığı gibi- insanlar arasında hükmederken, ancak Allah'ın sana indirdikleriyle hükmedebilirsin, onların keyiflerine uyup sa-na gelen haktan yüz çeviremezsin.
Bu nedenle, "Şu hâlde aralarında... hükmet." ifadesiyle, Ehlikitap arasında hükmetmesi kadar, insanlar arasında hükmetmesi de kastedil-miş olabilir. Ne var ki, ilk anlam, biraz uzak bir ihtimal gibi görünmektedir. Çünkü bu anlam, şöyle bir takdirî açılımı gerektirir: "Eğer hükmedersen, aralarında hükmet." Çünkü yüce Allah, onu (s.a.a) Ehli-kitap arasında hüküm vermekle yü-
588 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
kümlü tutmamıştır. Tersine, hükmetmekle hükmetmekten kaçınmak arasında serbest bırakmıştır: "Sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir."
Kaldı ki, yüce Allah, ayetlerin giriş kısmında Yahudilerle birlikte münafıklardan da söz etmiştir. Dolayısıyla daha önce Yahudilerden söz edildi diye, zamiri özellikle onlara döndürmeyi gerektirecek bir ne-den yoktur. Çünkü daha önce, onlarla birlikte başkalarından da söz edilmiştir. Bu açıdan, ayetlerin akışının bulunduğu noktayı da göz önünde bulundurarak, zamirin "insanlar"a döndürülmesinin daha uygun olacağını düşünüyoruz. Şu da anlaşılıyor ki, "sana gelen gerçekten" ifadesi, sapma ve yüz çevirme anlamlarını da içkin "uyma" ifadesiyle ilintilidir. "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik." Ragıp el-Isfahanî "el-Müfredat" adlı eserinde şu açıklamada bulunur: "şŞer'u, açık ve seçik olan yolda yürümek demektir. 'Şera'tu lehu tari-ken' denildiği zaman, 'Onun için yürümeye elverişli açık bir yol açtım.' anlamını ifade eder. 'eş-Şer'u' mastardır. Daha sonra 'izlenen yol' anlamında kullanılmıştır. Bunun 'şir'un', 'şer'un' ve 'şerîatun' şeklinde türev-leri vardır. Daha sonra 'ilâhî yol' anlamında kullanılır olmuştur. Nitekim yüce Allah buyurmuştur: ...bir şeriat ve bir yol..." Ragıp, bazı açıklamalardan sonra şuna da yer vermiştir: "Bazılarına göre, ilâhî yola 'şeriat' denilmesinin nedeni, 'şeriat-ul mâ=suya giden yol'a benzetilmiş olmasıdır." (el-Mufredat'tan alınan alıntı sona erdi.)
Büyük bir ihtimalle, şeriatın ikinci anlamı, ilk anlamından alınmış- tır. Yani, gidip gelenin çokluğu nedeniyle açık ve belirgin hale geldiği için suya giden yola da 'şeriat' denilmiştir. Ragıp devamla der ki: "en-Nehc de açık yol anlamına gelir. 'Nehece'l-emru' ve 'enhece' 'açık oldu' demektir. 'Menhec' ve 'minhac' da aynı anlamı ifade eder."
Mâide Sûresi 41-50 ..................................................... 589
KUR'ÂN LİTERATÜRÜNDE ŞERİATIN ANLAMI VE ŞERİAT İLE DİN VE MİLLET ARASINDAKI FARK
Bilindiği gibi, şeriat, yol anlamına gelir. Din ve millet de, tutulan yol anlamını ifade eden kavramlardır. Ancak Kur'ân'dan algıladığımız kadarıyla şeriat terimi, dinden daha özel bir anlamda kullanılmaktadır. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "Hiç şüphesiz din, Allah katında Islâm'dır." (Âl-i Imrân, 19), "Kim Islâm'dan başka bir din ararsa, asla ondan kabul edilmez. O, ahirette kayba ugrayanlardandır." (Âl-i Im-rân, 85) Bunlara bir de şu ayetleri ekleyerek anlamsal farklılıklarını düşünelim: "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik." (Mâi-de, 48), "Sonra seni de emrimizden bir şeriat üzerine koyduk. Sen ona uy." (Câsiye, 18) Buna göre şeriat, herhangi bir ümmet için veya bu ümmete gönderilen peygamber için hazırlanan, izlemeye elverişli hâle getirilen yol demektir. Ibrahim şeriatı, Musa şeriatı, İsa şeriatı ve Hz. Muhammed (s.a.a) şeriatı gibi. Din ise, bütün ümmetler için öngörülen genel ve evrensel ilâhî yol demektir. Bu açıdan şeriat neshedilebilir; ama geniş anlamıyla din değil.
Bu iki terim arasındaki bir diğer fark da, dinin hem bireye hem de topluluğa isnat edilebiliyor olmasına rağmen şeriatın kurucusu ve uygulayıcısı dışındaki herhangi bir bireye isnat edilemez olmasıdır. Söz gelimi; Müslümanların dini, Yahudilerin dini, Müslümanların şeriatı, Yahudilerin şeriatı, denebilir. Allah'ın dini ve şeriatı, Hz. Muhammed'in (s.a.a) dini ve şeriatı da denebilir. Yine Zeyd'in dini, Amr'ın dini denebilir; ama Zeyd'in şeriatı ve Amr'ın şeriatı denemez. Bunun böyle olmasının nedeni, şeriat teriminin mastar anlamını, yani yolu hazırlanma ve düzenleyip belirginleştirme anlamını çağrıştırıyor olması olabilir. Dolayısıyla, Allah'ın hazırladığı yol veya falan peygamber ya da ümmet için hazırlanan yol denebilir; ama Zeyd için hazırlanan yol denemez. Çünkü bu hususta Zeyd'i ayrıcalıklı kılacak bir durum söz konusu değildir.
Her halükârda şunu anlıyoruz ki: Şeriat terimi, din teriminden
590 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
daha özel bir anlamı ifade etmektedir. "O size, dinden Nuh'a tavsiye ettigini, sana vahyettigimizi, Ibrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettigimizi şeriat yaptı." (Şûrâ, 13) ayetiyle de bu değerlendirmemiz arasında bir çelişki yoktur. Çünkü ayetin ortaya koyduğu ve vurguladığı husus şudur: Islâm ümmeti için yasalaştırılan Hz. Muhammed'in (s.a.a) şeriatı, Allah'ın Hz. Muhammed'e vahyettiği hükümlerin yanı sıra Hz. Nuh'a, Hz. İbrahim'e, Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya yönelttiği tavsiyelerin tümünden meydana gelmiştir. Bu, ya Islâm'ın önceki tüm şeriatların meziyetlerini bünyesinde barındırmasının yanı sıra fazlasına da sahip olduğunu ya da bütün şeriatların, hitap ettikleri ümmetlerin kapasiteleri açısından farklılık arz etseler de özleri itibariyle tek gerçekliğe sahip olduklarını vurgulamaya yönelik bir kinayedir. Nitekim hemen devamındaki şu ifade bu anlamı çağrıştırmakta ya da doğrudan vurgulamaktadır: "Dini dogru tutun ve onda ayrılıga düşmeyin." (Şûrâ, 13) Dolayısıyla -din tek ve değişmez olduğu ve şeriatlar da birbirlerinin hükmünü yürürlükten kaldırdıkları hâlde- özel şeriatların dine olan nispetleri, Islâm'da aralarında nasıh ve mensuhlar da olmak üzere cüzî hükümlerin dinin aslına olan nispetlerine benzer. Şu hâlde, insanların yüce Allah'a kulluk sunarlarken esas alacakları tek din vardır, o da Allah'a teslim olmanın adı olan Islâm'dır. Şu kadarı var ki, yüce Allah, insanların bu amacı gerçekleştirmeleri için onları farklı yöntemlere yöneltmiş, onlar için değişik gelenekler ve ilişki tarzları geliştirmiştir. Bütün bunlarda, onların kapasitelerini ve çeşitliliklerini göz önünde bulundurmuştur. Nuh'un, İbrahim'in, Musa'nın, İsa'nın ve Muhammed'in (s.a.a) şeriatlarının işlevi budur.
Aynı şekilde yüce Allah, bir şeriatın kapsamı içindeki bir hükmü, başka bir hüküm koymak suretiyle yürürlükten kaldırmıştır, neshetmiş-tir. Bunda da belirleyici olan, neshedilen hükmün elverişli olma zamanının tükenmesi ve nesheden hükmün elverişliliğinin belirginlik kazanmasıdır. Zina eden kadınlar için öngörülen müebbet hapis cezasının, kırbaç cezası veya recm vs.
Mâide Sûresi 41-50 ........................................................... 591
ile neshedilmesi gibi. Bunu şu ayetten de algılamak mümkündür: "Allah isteseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı; fakat size verdigi nimetler içinde sizi sınamak istedi..."
"Millet" terimine gelince; bununla insanlar arasında etkin olan hayat tarzı kastedilir. Bu terimin kökünde mühlet verme, süre tanıma anlamı yatar. Bu açıdan "millet", başkasından edinilen yol anlamını ifade eder. Ne var ki terimin etimolojik kökünün bu anlamı, şimdiki kullanımda o kadar belirgin değildir. Şimdiki kullanımıyla "şeriat" teriminin eş anlamlısı gibi bir anlam çağrıştırmaktadır. Yani, millet de tıpkı şeriat gibi, dinden farklı olarak özel yol anlamını ifade eder, demek istiyoruz. Fakat aynı anlamda kullanılıyor olmalarına rağmen millet ve şeriat terimleri arasında bir farklılık söz konusudur. Şöyle ki: Şeriat terimi bu anlamda kullanılırken, zihinde Allah'ın insanlar izlesinler diye hazırladığı yol anlamı canlanır. Buna karşın, millet terimi aynı anlamda kullanılırken, insanların pratik olarak izlemek üzere başkalarından edindikleri yol şeklindeki bir anlam zihinde belirginlik kazanır. Belki de bu yüzden "din" ve "şeriat" terimleri Allah'a isnat edildiği hâlde, "millet" terimi Allah'a isnat edilmiyor. "Allah'ın dini", "Allah'ın şeriatı" denildiği hâlde, "Allah'ın milleti" denilmiyor.
Buna karşın Peygamberin hayat tarzı ve sünneti anlamında "millet" terimi peygambere, bu hayat tarzına uymaları ve bu sünnet izlemeleri açısından da ümmete nispet edilebiliyor. Örneğin yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ibrahim'in dosdogru milletine (uyun); o, Allah'a ortak koşanlardan da degildi." (Bakara, 135) Bir ayette de Hz. Yûsuf'un şöyle dediğini anlatıyor: "Ben Allah'a inanmayan, ahireti de inkâr eden bir kavmin milletini terk ettim. Atalarım Ibrahim, Ishak ve Yakub'un milletine uydum" (Yûsuf, 38) Bir diğer ayette de yüce Allah, kâfirlerin kendilerine gönderilen peygamberlerine şöyle dediklerini anlatmaktadır: "Ya sizi mutlaka yurdumuzdan çıkarırız ya da bizim milletimize dönersiniz." (Ibrâhim, 13)
Özetle, Kur'ân terminolojisinde din, şeriat ve milletten daha ge-
592 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
nel bir anlam ifade etmektedir. Buna karşın, şeriat ve millet terimleri, bazı lafzî ayırtıları bir yana bırakırsak, hemen hemen eş anlamlı kelimelerdir.
* * *
"Allah isteseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı; fakat sizi verdiği nimetler içinde sizi sınamak istedi." Bu ifade, çeşitli ümmetlere gönderilen şeriatların farklılığının sebebini açıklama amacına yöneliktir. Yoksa, insanların bir tek ümmet yapılmaları, varoluşsal bir kılınma, yani tür olarak aynı olma anlamında kullanılmamıştır. Çünkü insanlar aynı canlı türünün bireyleridir, aynı tarzda bir hayat sürdürürler. Nitekim şu ayet de buna işaret etmektedir: "Insanlar bir tek ümmet olacak olmasaydı, Rahman'ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine binip çıkacakları merdivenler yapardık." (Zuhruf, 33)
Dolayısıyla üzerinde durduğumuz ayette, "bir tek ümmet olma" ile, insanların bu yönde göz önünde bulundurulan dereceleri birbirine yakın olduğu için, hepsine aynı şeriatı yasalaştırmayı gerektirecek şekilde aynı kapasiteye ve aynı hazırlığa sahip olma durumu kastedilmiştir.
Dolayısıyla, "Allah isteseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı." ifadesi, şartın gerekçesinin şartın yerine konulmasına bir örnek oluşturmaktadır. Bununla güdülen amaç da, gerekçeyi zihinlerde canlandırmak suretiyle, şartın cezasının (sonucun) daha net bir şekilde algılanmasını sağlamaktır. Şartın cezası derken, "fakat size verdigi nimetler içinde sizi sınamak istedi" cümlesini kastediyorum. Yani, Allah, size verdiği ve bahşettiği nimetler içinde sizi bir sınava tâbi tutmak istemektedir.
Hiç kuşkusuz, bu ayette işaret edilen bağışlar ve nimetler her ümmette farklı olmuştur. Ne var ki bu farklılıklar, coğrafî mekân, dil ve renk açısından olmamıştır. Çünkü yüce Allah'ın aynı zaman içinde iki ayrı şeriatı yasalaştırdığı görülmemiştir. Buradaki farklılıklar, zamanın geçmesi ile birlikte belirginleşen farklılıklardır. Çünkü zaman geçtikçe buna paralel olarak insan kapasite merdi-
Mâide Sûresi 41-50 ..................................................... 593
venlerinde yukarıya doğru tır-manır, yeni koşullara ilişkin yeni yetenekler edinir. Dolayısıyla insana yönelik ilâhî yükümlülükler ve yasalaştırılan hükümler de, değişik yaşam şartlarında insana yönelik bir ilâhî sınamadan başka bir şey değildir.
Dilersen şöyle de diyebilirsin: Bu ilâhî yükümlülükler ve hükümler mutluluk ve mutsuzluk bağlamında, insanî yeteneklerin ve kapasitelerin, kuvveden fiile çıkarılmasını amaçlayan ilâhî bir tedbirden başka bir şey değildir. Ya da şöyle diyebilirsin: Bu yükümlülükler ve hüküm-ler, ancak Rahmanın partisi ve kulları ile Şeytanın partisini birbirinden ayırma aracıdır. Kur'ân-ı Kerim bu anlamı değişik şekillerde ifade etmiştir; fakat, tümü aynı kapıya çıkmaktadır. Ulu Allah sınama değerlendirmesi bağlamında şunları söylemekte-dir: "Biz bu günleri insanlar arasında dolaştırırız. Bu Allah'ın kimle-rin mümin oldugunu belirlemesi ve aranızdan bazı şahitler edinmesi içindir. Allah, zalimleri sevmez. Bir de (böylece) Allah, müminleri arındırmak ve kâfirleri yok etmek ister. Yoksa siz, Allah içinizdeki cihat edenleri ayırt etmeden ve sabırlıları belirlemeden cennete girebileceginizi mi sandınız?" (Âl-i Imrân, 140- 142) Bunun gibi daha birçok ayeti örnek göstermek mümkündür. İkinci değerlendirmeyle ilgili olarak da şöyle buyurulduğunu görüyoruz: "Benden size bir hidayet geldigi zaman, kim benim hidayetime uyarsa, artık o, ne sapar, ne de sıkıntıya düşer. Ama kim beni anmaktan yüz çevirirse, onun için de dar bir geçim vardır, kıyamet günü de onu kör olarak mahşur ederiz." (Tâhâ, 123- 124)
Üçüncü değerlendirmeyle ilgili olarak da şöyle buyurulmaktadır: "Bir zaman Rabbin meleklere dedi ki: 'Ben... bir insan yaratacagım...' ...Iblis dedi ki: 'Rabbim, beni azdırmandan ötürü andolsun ki, ben de yeryüzünde onlara günahları süsleyecegim ve onların hepsini azdıracagım. Ancak içlerinden kendilerine ihlâs verilen kulların hariç.' Allah buyurdu ki: 'Işte bana varan dogru yol budur. Benim kul-larıma karşı senin bir gücün yok-
594 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
tur. Ancak sana uyan azgınları azdırabilirsin. Cehennem de onların hepsinin buluşma yeridir." (Hicr, 28-43) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.
Kısacası, yüce Allah'ın insanlara yönelik kapasite ve yetenekler gibi bağışları, zamanların değişmesine paralel olarak değişkenlik arz ettiği gibi, insanlar arasında mutlu bir hayat için uygulanması zorunlu olan şeriatların da birer sınama aracı olarak değişkenlik göstermeleri bir zorunluluktur. Bu nedenledir ki, yüce Allah, şeriat ve yöntemlerin farklılıklarının gerekçelerini bildirme bağlamında iradesinin, insanların kendilerine verilen nimetler çerçevesinde sınanmaları ve imtihan edilmeleri yönünde tecelli ettiğini belirtmiştir. "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. Allah isteseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı; fakat size verdigi nimetler içinde sizi sınamak istedi." Dolayısıyla, -Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir- ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: "Sizden her bir ümmet için, bir şeriat koyduk; bir hukuk sistemi ve bir hayat metodu belirledik. Allah isteseydi sizi bir tek ümmet yapardı ve size bir tek şeriat koyardı; hepinizin aynı hukuk sitemine uymanızı sağlardı. Fakat topluluk olarak her biriniz için ayrı birer şeriat koydu. Böylece size bahşettiği nimetler içinde sizi sınamak istedi. Nimetlerin farklılığı doğal olarak sınamanın farklılığını gerektirir. Dolayısıyla konulan hükümlerin ve öngörülen yükümlülüklerin dayanağı, bu sınama iradesidir. Bunun da kaçınılmaz sonucu, şeriatların farklılıklar arz etmesidir."
Sözü edilen bu farklı ümmetler; Nuh'un, İbrahim'in, Musa'nın, İsa'nın ve Muhammed'in (Allah'ın salât ve selâmı ona, Ehlibeyti'ne ve onlara olsun) ümmetleridir. Yüce Allah'ın bu ümmete yönelik nimetle-rini vurguladığı ayetten bunu algılıyoruz: "O size, dinden Nuh'a tavsiye ettigini, sana vahyettigimizi, Ibrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettigimizi şeriat yaptı." (Şûrâ,13) "Öyleyse hayırlı işlerde yarışın; hepinizin dönüşü Allah'adır..." Ayetin orijinalinde geçen "istibak" kelimesi, öne geçmeye girişmek
Mâide Sûresi 41-50 ......................................................... 595
demektir. "Merci" ise, "rucû" kelimesinin mimli mastarıdır. Bu ifade, "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik" ifadesine ilişkin bir ayrıntı niteliğindedir. Ifadenin anlamı bunu gerektirmektedir. Yani, diğer bütün şeriatlardan üstün, onlara egemen olan bu kapsamlı şeriatı, sizin için hayat sistemi yaptık. Bu şeriata uymanız durumunda hayra ulaşmanız, yapıcı bir hayat sürdürmeniz kaçınılmazdır. Şu hâlde hayırlarda yarışın, yani şeriatın öngördüğü hükümlere, kurallara ve yükümlülüklere uyma hususunda birbirinizle yarışa girin. Sizinle diğer ümmetler arasında söz konusu olan bu tür farklılıklarla uğraşmayın. Çünkü hepinizin dönüşü Allah'adır, O size farklılıklarınızı bildirecektir; aranızda eğri ile doğruyu ayıran hükmünü verecektir; adil bir yargıda bulunacaktır.
"İnsanlar arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların keyiflerine uyma." Ayetin bu giriş kısmı, önceki ayetin içerdiği şu ifadeyle aynıdır: "Şu hâlde, insanlar arasında Allah'ın indirdigiyle hükmet... onların keyiflerine uyma." Fakat her iki ifadeye ilişkin ayrıntı nitelikli ifadeler farklıdır. Dolayısıyla, bu ifadenin bu şekilde tekrarlanmış olması, bu ayrıntıları ifade etmek içindir, diyebiliriz. Çünkü önceki ayet, Allah'ın indirdikleriyle hükmedilmesini emrediyor; bu arada insanların keyiflerine uyulmasını yasaklıyordu. Çünkü Allah- 'ın indirdiği, Peygamber (s.a.a) ve ümmeti için oluşturulan ve yasalaştırılan bir şeriattır. Şu hâlde onların bu hayırlarda yarışmaları gerekmektedir. İkinci ayet ise, Allah'ın indirdikleriyle hükmedilmesini emrediyor; bu arada insanların keyiflerine uymayı da yasaklıyor. Bu arada Allah'ın indirdiklerinden yüz çevirirlerse, bu tavırlarının yüce Allah'ın, yoldan çıkmış oldukları için kendilerini saptırmasının nedeni olacağını dile getiriyor: "Allah onunla birçogunu saptırır ve yine onunla birço-gunu yola getirir. Onunla sadece fasıkları saptırır." (Bakara, 26) Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan anlaşılıyor ki tefsirini sunduğumuz bu ayet, önceki ayetin içerdiği ve açıklamayı gerektiren an-lamların açıklaması konumundadır. Buna göre, heva ve heves sahibi kimselerin Allah'ın indirdikleriyle hükmetmekten yüz
596 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
çevirmelerinin nedeni, onların fasıklar ve yoldan çıkmış kimseler olmalarıdır. Yüce Allah yoldan çıkmalarına neden olan kimi günahlarından dolayı, onlara ceza vermeyi irade etmiştir. Görünen o ki bu ceza da onları saptırmaktır. Buna göre, "İnsanlar arasında Allah'ın indirdigiyle hükmet" ifadesi, "Sana da... bu kitabı gerçek üzere indirdik" ifadesinin kapsadığı kitap kelimesine atfedilmiştir. Nitekim bazı tefsir bilginleri de bu yönde görüş belirtmişlerdir. Bu açıdan en uygun olanı, "kitab" sözcüğünün başındaki "elif-lam"ın oluşturulma anlamına işaret etme amacına yönelik olmasıdır. Bu açıdan şöyle bir anlam elde etmiş oluyoruz: "Sana da... onlara yazılan hükümleri ve aralarında Allah'ın indirdikleriyle hükmet, diye emrimizi indirdik."
"Onların, Allah'ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın." Burada yüce Allah, ilâhî korumanın kapsamı içinde masum (hataya düşmekten korunmuş) olduğu halde, Peygamberini onların saptırma amaçlı girişimlerine uyma konusunda uyarıyor. Bunun nedeni şudur: Ilâhî korunmanın güçlülüğü, insanın seçme özgürlüğünü geçersiz kılmaz ve seçme özgürlüğüne dayalı olarak öngörülen yükümlülüklerin düşmesine neden olmaz. Dolayısıyla masumiyeti, bir tür bilgi nitelikli meleke şeklinde algılayabiliriz. Bilindiği gibi bilgiler ve algılar, organların içinde bulunan etkin ve dinamik güçleri ve bu güçleri taşıyan organları bir şeyi yapma veya yapmama etkinliğine sahip olmaktan çıkarmaz. Örneğin, bir yemeğin zehir içerdiğine ilişkin kesin bilgi, insanı o yemeği yemekten alıkoyur. Fakat el, ağız, dil ve diş gibi yeme eyleminde kullanılan organlar, bu yeme ve beslenme eyleminde işlevlerini görmek durumundadırlar. Aynı zamanda iş görme imkânına sahip oldukları hâlde, hiçbir şey yapmayabilirler de. Dolayısıyla, böyle bir bilgi olduğu sürece iş görmeleri imkânsız gibi görünse de, bunların iş görüp görmemeleri isteğe bağlı bir olgu olarak belirginleşmektedir.
Daha önce, "Sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana kitap ve hikmeti indirdi ve bilmeyecegin şeyleri sana ögretti. Allah'ın
Mâide Sûresi 41-50 ...................................................... 597
sana lütfü, cidden büyüktür." (Nisâ, 113) ayetini incelerken bu mesele üzerinde bir parça durmuştuk.
"Eğer dönerlerse bil ki Allah, bazı günahları yüzünden onları felâkete uğratmak istiyordur." Bu ifade, daha önce de işaret edildiği gibi, saptırılmalarının fasık oluşlarının bir sonucu olduğunu vurgulamaya yöneliktir. Bu ifadeyle, bir açıdan tefsirini sunduğumuz ayetler grubunun başlangıç kısmına da bir göndermede bulunulmuş oluyor: "Ey Elçi,... küfürde yarışanlar seni üzmesin..." Burada Peygamberimize moral destekte bulunuluyor, gönlü hoş tutuluyor, kalbinde hüzne yer bırakmayacak şeyler öğretiliyor. Yüce Allah'ın pey-gamberini, kâfirlerin hak nitelikli çağrıya burun kıvırmaları, kendilerini dosdoğru yola iletecek olan ilkelere sırtlarını dönmeleri, onları kabul etmemeleri yüzünden üzülmekten menettiği birçok yerde bu tür ifadelerle karşılaşıyoruz.
Bu çerçevede Peygamberine şunu açıklıyor: Böyle yapmakla onlar, Allah'ı mülkünde âciz duruma düşürecek değillerdir. Allah'ı yenilgiye uğratmalarının imkânı yoktur. Tam tersine, yüce Allah emri ve iradesi hususunda galip olandır. Fasıklıkları yüzünden onları saptıran da O'dur. Içlerindeki bir eğrilikten dolayı, onların kalplerini eğriltmektedir. Pisliğe yatkın olmaları ve aşamalı olarak kendilerini ona doğru yöneltmeleri yüzünden, onların üzerlerine pislik ve iğrençlik kılmaktadır.
Yüce Allah konuyla ilgili olarak bir ayette şöyle buyurmuştur: "Inkâr edenler kurtulup geçtiklerini sanmasınlar. Onlar (bizi) âciz bırakmazlar." (Enfâl, 59) Şu hâlde, her şey yüce Allah'ın elinde olduğuna ve O, dininin pak meydanında pisliğin, çirkefin etkin olmasına izin vermediğine göre O'nun irade ettiği her şey gerçekleşmiştir; kaybettiği bir şey olmamıştır. Kaybedilen bir şey olmadığına göre üzülmeye gerek yoktur.
"Eger dönerlerse, bil ki Allah... istiyordur" ifadesi yerine, "Eğer dönerlerse, şüphesiz Allah... istiyordur" gibi bir ifadenin kullanılmamış olması da bu mesajı vermeye yönelik olsa gerektir. Dolayısıyla bu ifadenin anlamı onların yüz çevirmelerinin ilâhî yönlen-
598 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
dirmenin sonucu olduğunu vurgulama şeklinde belirginlik kazanmaktadır. Bu nedenle, söz konusu durumun, Peygamberi (s.a.a) üzmemesi gerekir. Çünkü o, Rabbinin yoluna insanları çağıran bir elçidir. Eğer bir şeye üzülecekse, dine davet bağlamında bir şeyin Allah'ın iradesine galip gelmesine üzülmelidir. Ki o da mümkün değildir. Çünkü hiçbir şey yü-ce Allah'ı âciz bırakamaz. Bilâkis, onları ilâhî yönlendirmesi ve plânla-masıyla şuraya buraya sevk eden, O'dur. O hâlde üzülecek bir şey yok. Yüce Allah bu gerçeği başka şekilde de ifade etmiştir: "Her hâlde sen, onlar bu söze (Kur'ân'a) inanmazlarsa, arkalarından, üzüntüden kendini helâk edeceksin! Biz yeryüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık ki onların hangisinin daha güzel iş yaptıgını deneyelim. Biz elbette bir gün yerin üzerindekilerini kupkuru bir toprak yaparız." (Kehf, 6-8) Bundan da anlaşılıyor ki yüce Allah, peygamberler göndermekle, dinî uyarı ve müjdelemeyi insanlara yöneltmekle onların tümünün -insanın, ihtiyaçları ve beklentileri bağlamında istediği gibi- iman etmelerini istememiştir. Bilâkis bütün bunların olmasının nedeni, insanların sınanmalarıdır ve imtihandan geçirilmeleridir ki, içlerinde en güzel işler yapanlar belirginleşsinler. Yoksa dünya ve üzerindekiler bir gün ortadan kalkacak-tır ve yok olacaktır. Kupkuru bir topraktan başka bir şey kalmayacaktır. Şu hak sözden yüz çeviren kâfirler burada olmayacaklardır; dünya yüzünden silineceklerdir. Onlar ve kalplerinin arzuyla bağlandığı her şey toz duman olup kaybolacaktır. Bunun için de üzülmek gerekmez. Çünkü bu, çabalarımızın boşa gitmesi anlamına gelmez. Bu, gücümüzün işlevsizliği ve irademizin geçersizliği demek değildir.
"Zaten insanların çoğu yoldan çıkmışlardır." Bu ifade, bir bakıma, "Allah... onları felâkete ugratmak istiyordur." ifadesinin gerekçesi konumundadır. Ki daha önce buna ilişkin açıklamalarda bulunduk.
"Yoksa cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgisi olan bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?" Bu ifade ön-
Mâide Sûresi 41-50 ........................................................... 599
ceki ayetin içeriğinin soru şeklindeki bir ayrıntısı niteliğindedir. Buna göre, onların uymaktan yüz çevirdikleri şey, Allah'ın hükmüdür, ki onu hak olarak kendilerine indirmiştir ve onun hak olduğunu da bilmektedirler. Bu ifadenin önceki ayetlerin tümünde açıklanan hususların bir sonucu olması da mümkündür.
Bu açıdan ayetten şöyle bir anlam algılıyoruz: Bu hükümler ve şeriatlar hak olduğuna, Allah katından nazil olduğuna ve bundan öte hak nitelikli bir hüküm olmayacağına göre, onun dışındaki tüm hükümler heva ve heves menşeli cahiliye hükümleridir. Öyleyse hak nitelikli hükümden yüz çevirenler, bu davranışlarıyla ne istiyorlar? Geride cahili-ye hükmünden başka bir şey yok ki? Yoksa cahiliye hükmünü mü istiyorlar? Halbuki, kendilerinin de mümin olduklarını iddia eden bu insanlar için Allah'tan daha güzel hüküm verecek kimse yoktur.
"Yoksa cahiliye hükmünü mü arıyorlar?" ifadesi, azarlama ve utandırma amaçlı bir sorudur. "Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?" ifadesi de olumsuzlayıcı soru niteliğindedir. Yani, Allah'tan daha güzel hüküm veren kimse yoktur, demek isteniyor. Bir hükme de ancak güzel olduğu için uyulur. "Kesin bilgisi olan bir toplum için..." ifadesinin orijinalinde "yakin=kuşku götürmeyen kesin bilgi ve kesin inanç" niteliği esas alınmıştır. Bununla onların iman iddialarına göndermede bulunuluyor ve deniliyor ki: Şayet Allah'a inandıklarına ilişkin iddialarında samimi iseler, Allah'ın ayetlerine kesin olarak inanmaları gerekirdi. Allah'ın ayetlerine kesin olarak inananlar da Allah'tan daha güzel hüküm koyan birinin olmasını kesinlikle kabul etmezler.
Biliniz ki: Ayetlerin akışı içinde, birçok yerde birinci tekil veya çoğul şahıs kipiyle konuşmadan, üçüncü şahıs kipine geçiş yapılmış veya bunun aksi örnekler sunulmuştur [iltifat sanatının çeşitli örnekleri sergilenmiştir]. "Allah adalet sahiplerini sever." denilmesinin ardından "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik" denilmesi sonra, "Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden" denilmesi ve sonra, "benden korkun" denilmesi gibi. Bu ifadeler içinde
600 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
üçüncü şahıs olarak "Allah" lafzının kullanıldığı ifadelerde, sahibinin büyüklüğünden hareketle işin büyüklüğüne, önemine dikkat çekilmek istenmiştir.
Birinci tekil şahıs lafzının kullanıldığı ifadelerde ise, işin yüce Allah'a ait olduğu ve bu konuda bir velinin veya şefaatte bulunacak bir kimsenin etkinliğinin söz konusu olamayacağı vurgulanmak istenmiştir. Bir teşvik veya ödülden söz edilmişse, bunu gerçekleştirecek olan yüce Allah'tır. O, sözünde duranlar içinde en kerim olanıdır. Bir yasaklama ve tehdit söz konusuysa, hiç kuşkusuz bu çok zor ve çok ağır olur. Bunun bir veli veya şefaatçi aracılığıyla insandan uzaklaştırılması mümkün değildir. Çünkü yetki Allah'ın elindedir ve bu bağlamda her türlü aracı olumsuzlanmış ve aradaki bütün sebepler kaldırılmıştır. Verilmek istenen mesajın gayet açık olduğu ve anlaşılmaması için hiçbir nedenin olmadığı görülmektedir. Önceki bölümlerde bu konuyla ilgili bazı açıklamalarda bulunmuştuk.
AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Mecma-ul Beyan tefsirinde, "Ey Elçi! ...küfürde yarışanlar seni üzmesin." ayetiyle ilgili olarak İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Hayber Yahudilerin eşraf takımından bir kadın, toplumun eşraf takımından bir adamla zina etti. Ikisi de evliydi. Hayberliler onları taş-layarak öldürmek istemediler. Bunun üzerine Medine Yahudilerine bir haber göndererek bu hususta bir çözüm bulabilmek için Hz. Peygamberin görüşüne başvurmalarını istediler. Peygamberin taşlayarak öldürme dışında daha hafif bir ceza vereceğini umuyorlardı. Bunun üzerine Kâ'b b. Eşref, Kâ'b b. Useyd, Şube b. Amr, Malik b. Sayf, Kinane b. Ebi'l-Hakik ve diğerlerinden oluşan bir topluluk Peygamberimizin yanına gelerek ona şöyle dediler: Ey Muhammed, bize zina eden evli erkek ve evli kadının cezasını bildir."
"Peygamberimiz buyurdu ki: 'Benim bu konuda vereceğim hükmü kabul edecek misiniz?' 'Evet' dediler. Bu sırada Cebrail
Mâide Sûresi 41-50 ................................................ 601
recm cezasının gerektiğini vahyetti. Peygamberimiz de onlara evli erkekle evli kadının zina etmeleri durumunda taşlanarak öldürülmeleri gerektiğini açıkladı. Ama onlar bu hükmü kabul etmeye yanaşmadılar. Bunun üzerine Cebrail Peygamberimize, onlarla kendisinin arasında İbn-i Suriya'yı hakem kılmasını tavsiye etti ve İbn-i Suriya'nın niteliklerini Peygambere bildirdi. Peygamberimiz dedi ki: 'Fedekte oturan, adına İbn-i Suriya denilen yüzünün kılları henüz çıkmış, bir gözü görmeyen beyaz tenli bir delikanlı var; onu tanır mısınız?' Dediler ki: 'Evet.' Peygamberimiz buyurdu ki: 'Peki o sizin aranızda nasıl bilinir?' Dediler ki: 'Yeryüzünde Allah'ın Musa'- ya indirdiğini en iyi bilen Yahudidir. Peygamberimiz dedi ki: 'Öyleyse onu buraya çağırın.' Onlar da söyleneni yaptılar. Bunun üzerine Abdullah b. Suriya oraya geldi."
Peygamberimiz ona dedi ki: 'Seni, kendisinden başka ilâh bulunmayan ve Musa'ya Tevrat'ı indiren, sizin için denizi yaran, sizi denizden kurtarıp Firavun hanedanını denizde boğan, bulutla üzerinize gölge yapan, size bıldırcın eti ve kudret helvası indiren Allah adına yemine veriyorum, evli olup da zina eden kimselerin recim cezasına çarptırılmalarına ilişkin bir ifade var mıdır kitabınızda?' İbn-i Suriya şunları söyledi: 'Evet, bana hatırlattığın zatın hakkı için, eğer yalan söylemem veya değiştirmem durumunda Tevrat'ın Rabbinin beni yakacağından korkmasaydım, sana bunu itiraf etmezdim. Peki sen söyle ey Muham-med, senin kitabında bunun hükmü nasıl yazılıdır?' Peygamberimiz buyurdu ki: 'Adalet sahibi dört kişi, erkeğin cinsel organının kadının cinsel organına sürme milinin sürmedanlığa girdiği gibi girdiğini görüp buna tanıklık ederse, onun recm cezasına çarptırılması [yani taşlanarak öldürülmesi] gerekir.' İbn-i Suriya dedi ki: Allah Tevrat'ta da Musa'ya bu şekilde vahyetmiştir."
"Hz. Peygamber ona dedi ki: 'O hâlde, ilk kez ne zaman Allah- 'ın hükmünde indirime gittiniz?' Dedi ki: 'Toplumun yüksek tabakalarından biri zina ettiği zaman ona ilişmezdik. Ama güçsüz kesimden biri zina ettiği zaman ona gereken cezayı uygulardık. Bu-
602 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
nun üzerine toplumun yüksek tabakaları arasında zina yaygınlaştı. Derken kıralımızın amcasının oğlu da zina etti. Ama ona recm cezasını uygulamadık. Sonra başka bir adam zina etti. Kıral onun recm edilmesini istedi. Halk buna karşı çıktı ve 'Hayır, falanı -yani amcasının oğlunu- recm etmediğin sürece bu adamı recm edemezsin.' dediler. Bunun üzerin dedik ki: Bir araya gelelim ve recm etme dışında bir ceza belirleyelim ve bu ceza yüksek kesimden olsun, alt katmanlardan olsun, herkesi kapsasın. Sonuçta, kırbaç ve dağlama cezasını öngördük. Bu ceza şöyle uygulanacaktı: Zina edenlere kırkar kırbaç vurulacak, sonra yüzleri is sürülerek karartılacak, yüzleri kuyruk kısmına gelecek şekilde eşeklere ters bindirilerek halk arasında dolaştırılacaklardı ve bu recm cezasının yerine geçecekti."
"Yahudiler İbn-i Suriya'ya çıkıştılar: 'Bakıyoruz, her şeyi ona anlatmakta gecikmedin! Aslında sen, bu konuda görüşüne baş vurulacak ehliyette değilsin; ama sen burada değildin ve senin bulunmadığın bir yerde senin arkandan olumsuz şeyler söylemek istemedik. İbn-i Suriya dedi ki: 'Beni Tevrat adına yemine verdi. Öyle olmasaydı, bunları ona anlatmayacaktım.' Daha sonra Hz. Peygamber, zina eden erkek ve kadının getirilmelerini istedi ve Mescidin önünde recm edildiler. Ardından şöyle buyurdu: Ben, uygulamadan kaldırılan recm cezasını uygulayan ilk kişiyim.' Bunun üzerine Yüce Allah şu ayeti indirdi: "Ey Ehlikitap! Elçimiz size geldi. Kitaptan gizlediginiz şeylerin birçogunu size açıklıyor, birçogundan da geçiyor." (Mâide, 15) Bu sırada İbn-i Suriya yerinden kalktı ve ellerini Hz. Peygamberin (s.a.a) dizlerinin üzerine koydu ve şöyle dedi: 'Ben, vazgeçmen emredilen çok şeyi bize hatırlatmandan Allah'a ve sana sığınırım.' Bunun üzerine Peygamberimiz bu işten vazgeçti."
"Sonra İbn-i Suriya Peygamberimizden uykusunun nasıl olduğunu sordu. Peygamberimiz buyurdu ki: 'Gözlerim uyur, ama kalbim uyumaz.' İbn-i Suriya, 'Doğru söyledin' dedi, 'Bana, kimi çocukların babalarına benzedikleri hâlde neden hiç annelerine benze-
Mâide Sûresi 41-50 .................................................. 603
mediklerini ve kimi çocukların da annelerine benzedikleri hâlde neden hiç babalarına benzemediklerini açıklar mısın?' Peygamberimiz (s.a.a) dedi ki: 'Anne-babadan hangisinin döl suyu diğerine galip gelip onu geçerse, çocuk ona benzer.' İbn-i Suriya, 'Doğru söyledin' dedi, 'O hâlde bana, çocuğun nelerinin babadan, nelerinin de anneden kaynaklandığını söyle.' Bu sırada Peygamberimiz uzun süre kendinden geçti. Sonra kendine gelince yüzü kıpkırmızı olmuştu ve boncuk boncuk terler akıyordu. Buyurdu ki: 'Et, kan, tırnak ve iç yağı anneden; kemik, sinirler ve damarlar da babadan kaynaklanır.' İbn-i Suriya şöyle dedi: Doğru söyledin, senin niteliklerin bir peygamberin nitelikleridir."
"Bunun üzerine İbn-i Suriya Müslüman oldu ve şunları söyledi: 'Ey Muhammed, hangi melek sana geliyor?' Peygamberimiz (s.a.a) buyurdu ki: 'Bana Cebrail adlı melek gelir.' 'Bana onun niteliklerini anlatır mısın?' dedi. Peygamberimiz Cebrail'in niteliklerini ona anlattı. İbn-i Suriya dedi ki: Ben, Cebrail'in Tevrat'ta da senin söylediğin gibi nitelendiğine ve senin gerçekten Allah'ın Resulü olduğuna tanıklık ederim."
"İbn-i Suriya Müslüman olunca, Yahudiler onunla ilgili olarak olumsuz şeyler söylemeye, ona sövüp saymaya başladılar. Tam kalkıp gideceklerdi ki, Kurayzaoğulları Yahudileri, Nâdiroğulları Yahudilerinin eteklerinden tutup oturmalarını istediler ve dediler ki: 'Ey Muham-med! Nâdiroğulları kardeşlerimizle babalarımız birdir, dinimiz birdir, peygamberimiz birdir. Buna rağmen bizden birini öldürdükleri zaman karşılığında kİsas yapmaya yanaşmazlar, bizden öldürülen adamın kan bedeli olarak yetmiş vasak hurma verirler. Biz onlardan birini öldürdüğümüz zaman ise katili öldürür ve bizden bize verdiklerinin iki katı, yani yüz kırk vasak hurma alırlar. Biz onlardan bir kadın öldürsek, onun yerine bir erkeğimizi öldürürler. Bir erkeklerini öldürsek, yerine iki erkeğimizi öldürürler. Öldürdüğümüz kölelerine karşılık özgür bir insanımızı öldürürler. Bizim yaralarımız onların yaralarının yarısı gibi muamele görür. Şimdi bizimle onlar arasında sen hüküm ver.' Bunun üzerine yüce
604 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Allah recm cezasına ve kısasa ilişkin ayetleri indirdi."
Ben derim ki: Tabersi, Mecma-ul Beyan tefsirinde İmamBâkır- 'dan (a.s) aktardığı rivayetin yanı sıra bir grup müfessirin de rivayetine dayanmaktadır. Kıssanın giriş kısmında anlatılanlara yakın açıklamalar içeren rivayetler, Ehlisünnet'in hadis kaynaklarında ve tefsirlerinde çeşitli kanallarla Ebu Hüreyre'den, Bera b. Azib'ten, Abdullah b. Ömer'den, İbn-i Abbas'tan ve başkalarından aktarılmıştır. Söz konusu rivayetler birbirlerine yakın açıklamalar içermektediler. Kıssanın son kısmı ise, ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Abd b. Hamid ve Ebu Şeyh kanalıyla Katade'den, İbn-i Cerir, İbni Ishak, Taberani, Ebu Şeybe ve İbn-i Münzir kanalıyla da İbn-i Abbas'tan rivayet edilmiştir. Rivayette belirtildiği gibi, İbn-i Suriya'nın recm cezasının Tevrat'ta yer aldığına ilişkin açıklamasının Kur'ân'daki şu ifadeyle desteklendiği kuşku götürmez bir gerçektir: "İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken, seni nasıl hakem yapıyorlar?!" Ayrıca bu hükmün, hadiste aktarılanlara yakın bir şekilde bu günkü Tevrat'ta yer alması da bu hususu pekiştirici bir unsurdur. Söz gelimi, Tevrat'ın "Tesniye" bölümünün yirmi ikinci babında şöyle deniyor: "(22) Eğer bir adam, başka bir adamın karısı olan bir kadınla yatmakta olarak bulunursa, o zaman kadınla yatan adam ve kadın, onların ikisi de öleceklerdir; ve İsrail'den kaldıracaksın. (23) Eğer kız olan bir genç kadın bir adama nişanlı ise ve bir adam onu şehirde bulup onunla yatarsa; (24) O zaman onların ikisini de o şehrin kapısına çıkaracaksınız ve onları, şehirde olduğu hâlde bağırmadığı için, kadını ve komşusunun karısını alçalttığı için erkeği taşla taşlayacaksınız ve ölecekler; ve kötülüğü aranızdan kaldıracaksınız." Bu ifadeler görüldüğü gibi, recm cezasını bazı durumlara özgü olarak dile getirmektedir.
Rivayette belirtildiği şekliyle Yahudilerin evli insanların zina cezasını sordukları gibi adam öldürme olaylarında kan bedelinin
Mâide Sûresi 41-50 ............................................................. 605
hükmünü de sormalarına gelince; daha önce de belirtildiği gibi, ayetler bunu destekleyecek işaretlerden büsbütün yoksun değildir. Ayette adam öldürmenin ve yaralamanın hükmü olarak belirtilen hususların Tevrat'ta mevcut olduğuna ilişkin açıklamalara gelince; bunların bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ta da mevcut olduğunu görüyoruz.
Tevrat'ın "Çıkış" bölümünün yirmi birinci babında şöyle deniyor: "(12) Bir adamı vuran, vurduğu ölürse, mutlaka öldürülecektir. (13) Ve eğer pusu kurmaz, fakat Allah onu kendi eline teslim ederse, o zaman sana tayin edeceğim yere kaçacaktır... (23) Fakat zarar olursa, o zaman can yerine can, (24) göz yerine göz, diş yerine diş, el yerine el, ayak yerine ayak, (25) Yanık yerine yanık, yara yerine yara, bere yerine bere vereceksin."
Tevrat'ın "Leviler" bölümünün yirmi dördüncü babında şu ifadelere yer veriliyor: "(17) Ve bir kimse bir adamı vurursa mutlaka öldürülecektir. (18) Ve bir hayvanı vuran, can yerine can olarak onu ödeyecek. (19) Ve bir kimse komşusunu sakatlarsa, kendisine de yaptığı gibi yapılacaktır; (20) Kırık yerine kırık, göz yerine göz, diş yerine diş olmak üzere, adamı nasıl sakat etti ise de, kendisine de öylece edilecektir."
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ahmed, Ebu Davud, İbn-i Cerir, Ib-n-i Münzir, Taberani, Ebu Şeyh ve İbn-i Mürdeveyh İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: Yüce Allah, "Kim Allah'ın indirdigiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir... zalimlerdir... fasıklardır." ayetlerini Yahudilerden iki topluluk hakkında indirmiştir. Cahiliye döneminde bunların güçlü olanı zayıf olanı eziyordu. Güçlüler uyguladıkları baskı sonucu zayıfları şuna razı etmişlerdi: Üstün olanlardan bir kimse zayıf olanlardan birini öldürürse, onun kan bedeli elli vasak hurmadır. Zayıflardan bir kimse üstün olanlardan birini öldürürse, onun kan bedeli de yüz vasak hurmadır. Bu uygulama Resulullah'ın (s.a.a) Medine'ye gelişine kadar bu şekilde devam etti. O gün her iki kabile de Peygamberi (s.a.a) kar-
606 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
şılamaya gelenler arasında yer alıyorlardı. Peygamberimiz de henüz onlara cephe almamıştı. Bu sırada zayıf kabilenin adamları ayağa kalkıp şöyle dediler: "Dünyada başka hangi iki kabile arasında böyle bir uygulama var: Ikisinin dini bir, soyları bir, beldeleri bir olacak; ama birinin kan bedeli diğerinin yarısı kadar olacak! Biz size bu üstünlük hakkını sizden korktuğumuz için vermiştik. Ama artık Muhammed geldiğine göre size bu ayrıcalığı tanımayacağız." Bu konuşmalardan sonra iki kabile arasında bir savaşın çıkması an meselesiydi. Ki aralarında hüküm vermek üzere Peygamber efendimize (s.a.a) başvurma hususunda anlaştılar. Bu sırada üstün olan kabilenin adamları aralarında fikir alış verişinde bulunup şöyle dediler: "Allah'a andolsun ki, Muhammed sizden alıp onlara vereceği kan bedelinin iki katını onlardan alıp size verecek değildir. Nitekim onlar bize bu üstünlüğü ancak bizden duydukları korkudan dolayı tanıdıklarını ifade ettiler." Bunun üzerine iki kabilenin, huzurunda yüzleşecekleri gün gelmeden Hz. Peygamberin (s.a.a) fikrini çalma amacına yönelik girişimlerde bulundular. Yüce Allah onların tüm durumlarını ve ne yapmak istediklerini Peygamberine haber verdi ve şu ayetleri indirdi: "Ey Elçi! ...küfürde yarışanlar seni üzmesin. ...Kim Allah'ın in-dirdigiyle hükmetmezse, işte onlar, yoldan çıkmışlardır.'" Sonra İbn-i Abbas şöyle dedi: "Allah'a andolsun ki, bu ayetler onlar hakkında nazil olmuştur."
Ben derim ki: Kummî de Tefsirinde bu kıssayı uzun bir hadisin kapsamında rivayet etmiştir. Orada ayrıca şöyle deniyor: "Üstün konumdaki kabile olan Nadîroğulları adına Peygamberimizle konuşan kişi, Abdullah b. Übey idi ve Peygamberi onlarla korkutmaya çalışıyordu. Ve yine, "Eger size bu verilirse alın, bu verilmezse sakının." diyen kişi de oydu."
Birinci rivayetin metni, buna göre daha doğrudur. Çünkü ayetlerin akışıyla daha uyumlu ve daha ahenkli görünmektedir. Özellikle ilk iki ayet, akışları itibariyle ikinci rivayette işaret edilen Kureyzaoğullarıyla Nadiroğulları arasında cereyan eden kan bedeli
Mâide Sûresi 41-50 ..................................................... 607
meselesiyle örtüşme-mektedir. Konuşma sanatı alanında uzman olan kimseler bu uyumsuzluğu hemencecik fark ederler. Iniş sebeplerine ilişkin birçok rivayette olduğu gibi, bu kıssanın da Kur'ân'a uyarlanmış olması ihtimal dâhilindedir. Örneğin ravi, kıssanın, "Onda onlara: Cana can... yazdık" ayeti ve öncesiyle örtüştüğünü görüp, bu ayetlerin; "Ey Elçi!... küfürde yarışanlar seni üzmesin." ayetinden başlamak üzere birbiriyle bağlantılı olduğunu da fark etmiş, böylece recm kıssasından gaflet ederek bütün ayetlerin bu kıssayla ilgili olarak indiği sonucuna varmış olabilir. Bununla beraber Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.
Tefsir-ul Ayyâşî'de Süleyman b. Halid'den şöyle rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini duydum: "Yüce Allah bir kuluna hayır dilediği zaman onun kalbinde beyaz bir nokta var eder. Kalbinin alıcılarını açar. Onu doğruluğa yöneltmek üzere bir meleği gö-revlendirir. Bir kuluna kötülük dilediğinde ise, kalbinde siyah bir nokta var eder. Kalbinin alıcılarını tıkar ve onu saptıracak bir şeytanı başına musallat eder." Sonra şu ayetleri okudu: "Allah kimi dogru yola iletmek isterse, onun gögsünü Islâm'a açar; kimi de saptırmak isterse, onun gögsünü... dar ve tıkanık yapar.", "Rabbinin kelimesini hak edenler inanmazlar."[En,âm, 125], "Allah onların kalplerini temizlemek istememiştir." [Mâide, 41] [c.1, s.321, h:110.]
el-Kâfi adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle Sekuni'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Ayette geçen 'es-suht =haram' kelimesi, murdar hayvanın, köpeğin, şarabın bedeli, fahişe kadının mehri, mahkemelerde verilen rüşvet ve kâhinlere verilen ücret anlamına gelir." [Füru-u Kâfi, c.5, s.126-127, h:2] Ben derim ki: İmambu kavramın kapsamına giren bazı hususları saymıştır, bu kavramın sırf bunları kapsadığını anlatmak istememiştir. Yoksa rivayetlerde de belirtildiği gibi "es-suht"un birçok çeşidi ve kıs-mı vardır. Bu anlamı ve buna yakın anlamları içeren birçok rivayet Eh-libeyt İmamlarından aktarılmıştır.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Abd b. Hamid, Ali b. Ebu Talib'ten
608 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
şöyle rivayet eder: Hz. Ali'den (a.s) ayette geçen "es-suht" kavramının ne anlama geldiği soruldu. Hz. Ali buyurdu ki: "Rüşvet demektir." Bunun üzerine, "Hüküm vermedeki rüşvet mi?" diye soruldu. Dedi ki: "O, küfürdür."
Ben derim ki: Hz. Ali'nin, "O, küfürdür..." sözü, bu konuyla ilgili ayetlerde geçen "küfür" niteliğine yönelik bir işaret gibidir. Çünkü yüce Allah, hüküm verme meselesinde haram yemeyi ve rüşvet almayı eleştirdiği ayetlerin akışı içinde şöyle buyurmaktadır: "Benim ayetlerimi az bir paraya satmayın! Kim Allah'ın indirdigiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir." İmamBâkır ve İmamSadık'tan (a.s) aktarılan rivayetlerde sık sık onların şöyle buyurdukları vurgulanır: "Hüküm vermede rüşvet almak, Allah'ı ve Resulünü inkâr demektir." "es-Suht" kavramının anlamı ve haram oluşu ile ilgili olarak gerek Şiî1 ve gerekse Sünnî kanallarla birçok rivayet aktarılmış ve hadis kaynaklarında yer almıştır.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde "Sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver..." ayetiyle ilgili olarak İbn-i Ebu Hatem, Nahhas Nasih ad- lı eserinde, Taberani, Hakim -sahih olduğunu belirterek-, İbn-i Murde-veyh ve Beyhaki -Süneninde- İbn-i Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: "Bu surede -Mâide suresi- iki ayet neshedilmiştir. Bunlardan biri, "el-Kalaid=boyunlarına gerdanlık takılan kurbanlıklar" la ilgili ayet, biri de, "Sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir." ayetidir. Resulullah önceleri, onların aralarında veya onlar- dan yüz çevirme arasında serbest bırakılmıştı. Buna dayanarak Resu- lullah onları kendi hükümlerine döndürmüştür. Bunun üzerine "Aralarında Allah'ın indirdigiyle hükmet, onların keyiflerine uyma." ayeti indi. Böylece Peygamberimize, onların arasında bizim kitabımıza göre hükmetmesi emredildi. Yine aynı eserde Ebu Ubeyd, İbn-i Münzir ve İbn-i Mürdeveyh İbn-i Abbas'tan, "Sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister ------ 1- [Bihar-ul Envar, c.104, s.273-274. et-Tehzib, c.6, s.222]
Mâide Sûresi 41-50 ......................................................... 609
onlardan yüz çevir." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir: Bu ayet, "Aralarında Allah'ın indirdigiyle hükmet." ayetiyle neshedilmiştir.
Ben derim ki: Abdurrezzak ve Ikrime'den de benzeri bir açıklama rivayet edilmiştir. Ne var ki, ayetlerin içeriğinin genelini göz önünde bulundurduğumuz zaman, söz konusu neshi kabul etmek mümkün olmuyor. Çünkü ayetlerin akışının bir birileriyle olan güçlü ve belirgin bağlantısı, onların bir kerede ve birlikte inmiş olduğunu gösteriyor. Böylesine birlikte ve bir arada inen ayetlerin bazısının diğer bazısını neshetmesinin bir anlamı olmaz. Ayrıca, "Aralarında Allah'ın indirdigiyle hükmet." ayeti, anlamı itibariyle bağımsız bir ayet değildir. Bilâkis öncesindeki ayetle sıkı bir bağlantısı vardır. Bu açıdan da onun neshedici olmasını izah etmek mümkün değildir. Buna rağmen bir nesh olayı olmuş olsaydı, daha önceki ayetteki; "Şu hâlde aralarında Allah'ın indirdigiyle hükmet." ifadesinin bunu neshetmiş olması daha yerinde olurdu. Kaldı ki, "Aralarında..." ifadesindeki zamirin genel olarak Ehlikitab'a veya özel olarak Yahudilere döndürmekten çok, mutlak olarak insanlara döndürmenin daha yerinde olacağını belirtmiştik. Öte yandan surenin baş taraflarında, genel bir değerlendirme yaparken, Mâide suresinin mensuh değil, nasih özelliğiyle belirginleştiğini belirtmiştik.
Tefsir-ul Ayyâşî'de, "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nur vardır..." ayetiyle ilgili olarak Ebu Amr Zübeyri'den şöyle rivayet edilir: İmamSadık (a.s) buyurdu ki: "Imamlığı hakkettiren hususların başında temizlik, insanın ateşe girmesini gerektiren günahlardan arınmış olmak, aydınlatıcı -bir nüshada gizli- bilgileri, ümmetin ihtiyaç duyduğu tüm helâl ve haramı, Allah'ın kitabını; özel ve genel nitelikli ifadelerini, muhkem ve müteşabihini, ilmî inceliklerini, insanlara garip gelen tevillerini, nasih ve mensuhunu bilmek gelir." Dedim ki: "İmamın bu söylediğin şeyleri bilmesinin zorunlu olduğunun kanıtı nedir?" Buyurdu ki: "Bu konuya ilişkin kanıtım, yüce Allah'ın kendilerine yönetme yetkisini verdiği, kendilerini
610 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ce Al-lah'ın kendilerine yönetme yetkisini verdiği, kendilerini yöneticiliğe ehil gösterdiği kimselere yönelik şu ifadesidir: "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nur vardır. (Allah'a) Teslim olmuş peygamberler, onunla Yahudilere hüküm verirlerdi; kendilerini Allah'a vermiş rabbaniler ve âlimler de..." Burada sözü edilen rabba-nîler, peygamberlerden aşağı bir konumda olan imamlardır. Onlar sahip oldukları bilgilerle insanları eğitirler. Ayette geçen "ahbar" ise, rabbanilerden aşağı bir konumda olan âlimlerdir. Ardından yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden ve onu gözetip kolladıklarından." Dikkat edilirse, yüce Allah; "Onu yüklendiklerinden" şeklinde bir ifade kullanmamıştır." [c.1, s.323]
Ben derim ki: Bu, İmam (a.s) tarafından gerçekleştirilen çok hoş ve dakik bir istidlâldir. Bununla ayetin anlamının ilginç bir yönü ortaya çıkıyor. Ki daha önce açıkladığımız anlamdan çok daha ince nükteleri içermektedir. Kİsaca demek isteniyor ki: Ayet, sıralamaya başlarken önce peygamberlerden, sonra rabbanilerden, ardından âlimlerden söz ediyor. Bu sıralama söz konusu grupların fazilet ve olgunluk derecelerini ifade etmektedir. Buna göre, rabbaniler (imamlar) peygamberlerden aşağı, ama âlimlerden üstün bir konumdadırlar. Âlimlerden maksat da, eğitim ve öğretim yoluyla dinî bilgileri yüklenen kimselerdir.
Yüce Allah rabbanilerin (imamların) ilimlerinin türünden söz ederken şöyle buyuruyor: "Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden ve onu gözetip kolladıklarından" Eğer maksat, âlimlerin sahip oldukları bilgi türünden bir şey olsaydı, "onu yüklendiklerinden..." şeklinde bir ifade kullanılırdı. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Tevrat'ı yüklenip de sonra onu taşımayanlar..." (Cuma, 5)
Ayetin orijinalinde geçen "istihfaz" kelimesi, korumayı istemek anlamına gelir. Korumakla görevlendirmek yani. Bunu şu ayete benzetebiliriz: "...o dogrulara dogruluklarından sorsun." (Ahzâb, 8) Yani, onları, içlerindeki doğruluk niteliğini açığa çıkarmakla görev-
Mâide Sûresi 41-50 ......................................................... 611
lendirsin, yükümlü tutsun. Ayette sözü edilen bu koruma ve gözetip kollama yükümlülüğü, ancak masumiyet niteliğine sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Bu nitelik de Allah tarafından görevlendirilen imamdan başkasında bulunmamaktadır. Çünkü yüce Allah, onlara verdiği hükmetme yetkisini kitabı korumaları şartına dayandırmıştır. Gözetip kollamaları-nı da buna dayalı olarak öngörmüştür. Dolayısıyla kitabın doğruluğunun kanıtı olarak onların gözetip kollamaları ve tanıklık etmeleri istenirken, aynı zamanda onların hata yapabilen, yanılgıya düşebilen kimseler olmaları imkânsızdır.
Çünkü ayette işaret edilen koruma ve kollayıp gözetme, biz normal insanlar arasında geçerli olan koruma ve kollayıp gözetme olgularından farklıdır. Bilâkis burada kastedilen, amellerin korunması ve onların doğru bir şekilde yerine getirilip getirilmediğinin gözetilmesidir. Ki daha önce aşağıdaki ayeti incelerken bunlardan söz etmiştik: "...Insan-lara şahit olasınız, Elçi de size şahit olsun." ( Bakara, 143) Tefsirimizin birinci cildinde bu konuda gerekli açıklamalarda bulunduk.
Bu koruma ve gözetip kollama işini rabbaniler ve âlimlerden ancak bir kısmı gerçekleştiriyorken onun onların tümüne isnat edilmesi, ancak bir kısmı tarafından gerçekleştirilen ameller üzerinde şahitlik etme görevinin tüm ümmete isnat edilmesine benzer. Bu tür kullanım Kur'ân'da çoktur. Aşağıdaki ayet bunun bir örneğidir: "Andolsun biz, Israilogullarına kitap, hüküm ve peygamberlik verdik." (Câsiye, 16)
Bu işin rabbaniler tarafından gerçekleştiriliyor olması, âlimlerin de kitabı korumakla, onu gözetip kollamakla yükümlü olmaları ve bu konuda kendilerinden söz alınmış olmasıyla çelişmez. Çünkü âlimlerin bu konudaki yükümlülükleri, şerî ve itibarî bir yükümlülüktür, hatasız ve yanılgısız gerçek bir korumayı gerektiren gerçek ve hakikî bir yükümlülük değildir. Kuşkusuz Allah'ın dini, şer'î ve itibarî bir yükümlülük olarak (âlimler tarafından) korunmak durumunda olduğu gibi, gerçek ve hakikî bir yükümlülük
612 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
olarak (masum imamlar tarafından) korunmaya da gereksinim duymaktadır.
Böylece, peygamberlikle âlimlik makamları arasında bir diğer makamın da bulunduğu anlaşılıyor. Bu da, imamların makamıdır. Yüce Allah şu ayette onlardan söz etmektedir: "Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları için, onlardan, buyrugumuzla dogru yola ileten imamlar kıldık." (Secde, 24) Ama bununla, "Ona Ishak'ı hediye ettik, üstelik Yakub'u da fazladan verdik. Hepsini de iyi insanlar yaptık. Onları emrimizle dogru yola ileten imamlar yaptık." (Enbiyâ, 72-73) ayeti arasında bir çelişki yoktur. Çünkü peygamberlik ve imamlık niteliklerinin bir toplulukta birlikte bulunması, bunların diğerlerinde ayrı ayrı bulunmasına engel değildir. Daha önce tefsirimizin 1. cildinde, "Bir zaman Rabbi Ibrahim'i birtakım kelimelerle sınamıştı." (Bakara, 124) ayetini tefsir ederken "İmamlık" meselesi üzerinde etraflıca durmuştuk.
Kısacası peygamberlerle âlimlerin makamları arasında bir makamları olan rabbaniler ve imamlar kitabın gerçeğini bilirler ve gerçek bir gözetip kollamakla onu gözetip kollamakta ve onun şahitliğini yapmaktadırlar.
Burada İsrailoğullarının rabbanîleri ve imamları kastediliyor; fakat ayet bunun, Tevrat'ın Allah katından indirilen, yol göstericilik ve nur, yani ümmetin ihtiyaç duyduğu itikadî ve amelî bilgiler içeren bir kitap olmasından dolayı olduğunu göstermektedir. Tevrat'ın bu niteliklere sahip bir kitap olması, ancak rabbanilerin ve imamların yerine getirebilecekleri bir korunmayı ve gözetilmeyi gerektirdiğine göre, bu, Allah katından inen, ilâhî bilgiler ve amelî hükümler içeren bütün kitaplar için geçerli olan bir durumdur. Böylece maksadımız kanıtlanmış oluyor.
Dolayısıyla İmamın (a.s), "Bu rabbaniler, peygamberlerden aşağı bir konumda olan imamlardır" sözü, ayetteki sıralamadan hareketle onların mevki bakımından daha alt bir düzeyde olduklarını ifade etmektedir. Nitekim aynı ayette, ahbarın, yani âlimlerin de
Mâide Sûresi 41-50 ............................................................. 613
rabbanilerden daha aşağı bir konumda oldukları, bu sıralama ile ifade edilmiştir. İmamın (a.s), "Onlar sahip oldukları bilgilerle insanları eğitirler" sözü gösteriyor ki, İmama (a.s) göre "rabbani" kelimesi "rubûbiyet" kökünden değil, "terbiye" kökünden türemiştir. Rivayetin diğer bölümlerinin içerdiği anlamlar ise, buraya kadar yaptığımız açıklamalar ile açıklığa kavuşmuş oldu. Belki de Ayyâşî'nin Malik Cüheni kanalıyla aktardığı rivayette, I-mam (a.s); "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nur vardır." ayetini tefsir ederken, "Bu ayet bizim [Ehlibeyt İmamları] hakkımızda inmiştir." derken bu anlama işaret etmek istemiştir. [c.1, s.322, h:118]
Tefsir-ul Burhan'da, "Kim Allah'ın indirdigi ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir." ayetiyle ilgili olarak el-Kâfi adlı eserden naklen şöyle deniyor: Müellif kendi rivayet zinciriyle Abdullah b. Müskan'dan merfu olarak şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Kim iki dirhem hakkında zulme dayalı bir hüküm verir, sonra da adamı bu hükme uymaya zorlarsa, 'Kim Allah'ın indirdigi ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir.' ayetinin kastettiği kimselerden olur." Ravi der ki: Dedim ki: "Nasıl zorlar?" Buyurdu ki: Kırbaç vurma ve zindana atma yetkisine sahip olur, hükmüne razı olursa, ne âlâ; aksi takdirde ona kırbaç vurur ve zindana atar." [c.1, s.476, h:1]
Ben derim ki: Bu hadisi Şeyh Tûsî et-Tehzib adlı eserinde1 kendi rivayet zinciriyle İbn-i Müskan'dan, o da merfu olarak Peygamberimiz- den rivayet eder. Ayyâşî de Tefsirinde aynı hadisi mürsel olarak Pey- gamberimizden (s.a.a) rivayet eder.2 Hadisin giriş kısımının ifade ettiği anlam, başka kanallarla Ehlibeyt Imamlarından da rivayet edilmiştir. [et-Tehzib, c.6, s.221, h:15] Rivayette hükmün zorlama ile birlikte olmasının vurgulanması, hükmün, sonucu olan bir karar olması gerektiğini vurgulamaya ------ 1- [et-Tehzib, c.6, s.221-222, h:16] 2- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.323, h:120]
614 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
yöneliktir. Demek isteniyor ki, bir hükmün hüküm olabilmesi için, doğası gereği ayırıcı, çözümleyici, yani sonuç verici olması gerekir. Sırf kurgulamak, hükmetmek anlamına gelmez çünkü. ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Said b. Mansur, Ebu Şeyh ve İbn-i Mürdeveyh İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Yüce Allah, 'Kim Allah'ın indirdigi ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir... zalimlerdir... fasıklardır." ayetlerini özellikle Yahudiler hakkında indirmiştir." Ben derim ki: Sözü edilen üç ayet mutlaktır, onları belli bir topluluğa özgü kılmayı gerektiren bir kanıt ortada yoktur. Kaldı ki, üçüncü ayet de Hıristiyanlarla ilgilidir. Ayrıca İbn-i Abbas'tan bununla çelişen rivayetler de aktarılmıştır.
Aynı eserde, Abd b. Hamid, Hakîm b. Cübeyr'den şöyle rivayet eder: Mâide suresinde yer alan bu üç ayetin anlamını Said b. Cübeyr'den sordum ve dedim ki: "Bazıları bu ayetlerin Israiloğulları hakkında inmiş olduğunu, bizimle ilgili olarak inmediğini söylüyorlar, ne dersin?" Dedi ki: "Bu üç ayetin öncesindeki ve sonrasındaki ayetleri oku." Istediği ayetleri okudum. Dedi ki: "Hayır; bu ayetler bizim hakkımızda inmiştir."
Daha sonra İbn-i Abbas'ın azatlık kölesi Maksem ile karşılaştım ve Mâide suresinde yer alan bu üç ayet hakkında ona bir soru yönelttim ve dedim ki: "Bazıları diyorlar ki, bu ayetler bizim hakkımızda değil, Israiloğulları hakkında inmiştir, ne dersin?" Dedi ki: "Bu ayetler hem Israiloğulları hakkında, hem de bizim hakkımızda inmiştir. Onların ve bizim hakkımızda inen ayetler, onları da, bizi de bağlar."
Sonra Ali b. Hüseyin'in huzuruna vardım ve Mâide suresinde yer alan bu üç ayeti sordum ve bu ayetlerin kimler hakkında indiklerini Said b. Cübeyr'den ve Maksem'den de sorduğumu kendisine bildirdim. Dedi ki: "Maksem ne dedi?" Onun verdiği cevabı aktardım. Dedi ki: "Doğru söylemiştir. Fakat buradaki küfür, şirk menşeli küfür gibi değildir; fasıklık da şirk menşeli fasıklık gibi değildir; zulüm de şirk menşeli zulüm gibi değildir." Daha sonra Said b.
Mâide Sûresi 41-50 ............................................................. 615
Cübeyr'le karşılaştım ve Ali b. Hüseyin'in (a.s) verdiği cevabı ona aktardım. Bunun üzerine Said b. Cübeyr oğluna döndü ve "Bu cevabı nasıl buldun?" diye sordu. Oğlu dedi ki: "Bu cevabı senin ve Maksemin cevabından daha üstün buldum."
Ben derim ki: Bu rivayet ile önceki açıklamalar kapsamında belirginleşen şekliyle ayetin anlamı arasında bir uyumluluk vardır. el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Halebi'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s), aynı şekilde Tefsir-ül Ayyâşî'de Ebu Basir kanalıyla İmamCafer'den :"Kim bunu bagışlarsa, o kendisi için keffaret olur." ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Affettiği yara ve benzeri zararları oranında günahları silinir."1
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Mürdeveyh, Ensar'dan bir adam aracılığıyla Peygamberimizden (s.a.a), "Kim bunu bagışlarsa, o kendisi için keffaret olur." ayetiyle ilgili olarak şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Adamın dişi kırılır veya eli kesilir ya da vücudunun bir uzvu kesilir yahut bir yeri yaralanır da bunu bağışlarsa, bağışladığı oranında günahları silinir. Diyetin çeyreğini bağışlarsa, günahlarının çeyreği bağışlanır. Diyetin üçte birini bağışlarsa, günahlarının üçte biri bağışlanır. Bütün diyetten vazgeçerse, bütün günahları silinir."
Ben derim ki: Benzeri bir rivayet de Deylemi kanalıyla İbn-i Ömer'den nakledilmiştir. Bu ve bundan önceki rivayette, günahların silinmesinin bağışlamanın miktarı oranında gerçekleşmesine yönelik olarak yer alan ifadeler, bölünme özelliğine sahip diyetin şer'an kİsas konumunda görülmesinden, kİsas ve diyetin de birlikte bölünme özelliğine sahip günahların bağışlanmasına denk tutulmasından hareketle varılan bir sonuçtur. Bütün bütüne uyarlandığı gibi parça da parçaya uyarlanır kuralından hareketle böyle bir çıkarsamada bulunulmuştur.
Tefsir-ul Kummî'de, "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Her peygamberin ------ 1- [Füru-u Kâfi, c.7, s.358, h:1. Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.325, 129]
616 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
bir şeiratı ve bir yolu vardır." [c.1, s.169-170]
Tefsir-ul Burhanda, "Yoksa cahiliye hükmünü mü arıyorlar?" ifadesiyle ilgili olarak el-Kâfi adlı eserden naklen şöyle deniyor: Müellif kendi rivayet zinciriyle Ahmed b. Muhammed b. Halid'den, o da babasından, o da merfu olarak İmamCafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Yargıçlar dört grupturlar. Bu grupların üçü ateşte, biri cennettedir. Bir adam bildiği hâlde zulümle hükmeder, o ateştedir. Bir adam bilmeden zulümle hükmeder, o da ateştedir. Bir adam bilmeden hakka göre hükmeder, o da ateştedir. Bir adam da bilerek hakka göre hükmeder, o cennettedir." İmam(a.s) buyurdu ki: "İki hüküm vardır: Allah'ın hükmü, cahiliye hükmü. Allah'ın hükmünde yanılan kimse, cahiliye hükmüyle hükmetmiş olur." [c.1, s.478, h:1]
Ben derim ki: Her iki anlamı da destekleyen birçok rivayet gerek Şiî, gerekse Sünnî kanallarla aktarılmıştır. Bunlar yargı ve şahitlikle ilgili kitaplarda yer almaktadırlar. Ayet her iki anlama da işaret ediyor. Daha doğrusu her iki anlamı da ifade ediyor. Ilk anlama gelince; zulüm esaslı bir hüküm ister bilerek verilsin, ister bilmeyerek verilsin, zulümdür. Aynı şekilde bilmeyerek hakka göre hükmetmek de öyledir. Çünkü bütün bunlarda, heva ve hevese uyulmaktadır. Yüce Allah da, "Şu hâlde aralarında Allah'ın indirdigiyle hükmet ve sana gelen gerçekten ayrılıp onların keyiflerine uyma." ayetiyle hükmetme bağlamında heva ve hevese uymayı yasaklamıştır. Bunun karşılığı olarak da hakka göre hükmetmeyi zikretmiştir. Bundan da anlaşılıyor ki, bir hük-mün caiz olmasının şartı, onun hak olduğunun bilinmesidir. Aksi takdirde böyle bir hüküm caiz olmaz; çünkü heva ve hevese tâbi olma durumu söz konusu olur. Heva ve heves menşeli bir hüküm de, Allah'ın hükmünün karşıtı olan cahiliye hükmü niteliğini hak eder.
İkinci anlama, yani hükmün, Allah'ın hükmü ve cahiliye hükmü olmak üzere ikiye ayrılması meselesine gelince; bu ayırımı şu ayetten algılıyoruz: "Yoksa cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgisi olan bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim
Mâide Sûresi 41-50 ......................................................... 617
olabilir?" Çünkü bu ayette, iki hüküm şekli arasında bir karşılaştırma yapılmıştır. Bununla beraber, Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.
Taberî Tefsirinde Katade'den, "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nur vardır. (Allah'a) teslim olmuş peygamberler, onunla Yahudilere hüküm verirlerdi, kendilerini Allah'a vermiş rabbaniler ve âlimler de." ayetiyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir; dedi ki: "Ayette geçen rabbanilerden maksat, Yahudilerin fakihleridir. Ahbar ise, onların âlimleridir." Yine Katade dedi ki: "Bize anlatıldı ki, bu ayet indiğinde Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Biz Yahudiler ve onların dışındaki başka dinlere mensup insanlara hükmederiz."
Ben derim ki: Aynı hadisi Suyuti de, "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik..." ayetiyle ilgili olarak Abd b. Hamid'den, İbn-i Cerir'den ve Katade'den rivayet etmiştir.
Rivayetten algıladığımız kadarıyla, Peygamberimizden (s.a.a) aktarılan ifade, ayetle ilintilidir. Yani bu hususta kanıt olan ayettir. Bu durumda da ortaya bir problem çıkıyor. Çünkü ayet, sadece Tevrat'a göre Yahudiler hakkında hükmedilmesine delâlet ediyor. Bunu, ayette geçen:"...Yahudilere..." sözünden algılıyoruz. Yani Yahudi olmayanlara da bu hükmün geçerli olacağına ilişkin bir ifadeye rastlayamıyoruz. Aynı şekilde ayette Tevrat'ın dışında bir şeyle de hükmedilebileceğine dair bir ifade de yoktur. Oysa rivayetin zahirinden bu anlaşılmaktadır. Bu çelişki ancak, "Biz... hükmederiz." ifadesinin, "Peygamberler şöyle şöyle hükmederler." şeklinde algılanması durumunda ortadan kalkar, ki o zaman da ayetle ilgisi bulunmayan zayıf bir anlam ortaya çıkar.
Öyle anlaşılıyor ki, bazı raviler ilgili ayeti naklederken yanılmışlar ve Peygamberimiz bu sözü, "Sana da... bu kitabı gerçek olarak indirdik. Şu hâlde insanlar arasında Allah'ın indirdigiyle hükmet." ayetinin inmesi üzerine söylemiştir. Buna göre bu rivayet de bizim, "arasın-da" ifadesindeki zamirin özellikle Yahudilere değil de insanlara dön-düğü yönündeki tespitimizi
618 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
desteklemektedir. Bu da gösteriyor ki, ravi, o ayeti yanlışlıkla bu ayetin yerine aktarmıştır.
|