Mizân Tefsiri, c:5 |
Mâide Sûresi 20-26 ............................................................
20- Hani bir zaman Musa, kavmine demişti ki: "Ey kavmim! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; zira O, içinizden peygamberler çıkardı, sizi krallar (bağımsız) yaptı ve âlemlerde (sizden önceki dönemlerde) hiç kimseye vermediğini size verdi.
21- Ey kavmim! Allah'ın size (vatan olarak) yazdığı kutsal toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa hüsrana uğrarsınız."
22- Onlar dediler ki: "Ey Musa! Orada zorba bir millet var. Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, o zaman oraya gireriz."
23- (Allah'tan) korkanların içinden, Allah'ın kendilerine nimet
Mâide Sûresi 20-26 .................................................... 483
verdiği iki adam dedi ki: "Onların üzerine kapıdan (sınır şehirden) girin. Eğer oradan girerseniz, muhakkak ki siz galip gelirsiniz. Haydi eğer müminler iseniz, ancak Allah'a dayanın."
24- Dediler ki: "Ey Musa! Onlar orada olduğu sürece, biz oraya asla girmeyiz. O hâlde sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz burada oturacağız."
25- Musa, "Rabbim! Ben kendimden başkasına malik değilim; kardeşim de (öyle). O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun arasını ayır." dedi.
26- Allah buyurdu ki: "Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklandı; yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen yoldan çıkmış o toplum için üzülme."
Bu ayetler grubu, önceki ayetlerden tamamen ayrı, bağımsız değildirler. Çünkü burada İsrailoğullarının kendilerinden alınan sözlerden birini çiğnemelerinden söz ediliyor. Ki daha önce, Musa'yı dinleyip itaat edeceklerine söz vermişlerdi. Ama burada görülüyor ki, Hz. Musa (a.s) onlara bir çağrıda bulununca, bunu gayet açık bir dille reddedip ona cephe almışlar. Sonra bu günahlarının bir cezası olarak yeryüzünde şaşkın dolaşma musibetine duçar oluyorlar. Hiç kuşkusuz bu, ilâhî bir azaptır.
Bazı rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla bu ayetler, hicretin ilk dönemlerinde, Bedir Savaşından önce inmişlerdir. Inşallah, bundan sonraki rivayetler bölümünde bunun üzerinde de duracağız. "Hani bir zaman Musa, kavmine demişti ki: Ey kavmim! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın..." Hz. Musa'nın kıssalarını içeren ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, bu kıssa -Hz. Musa'nın Isra-iloğullarını kutsal topraklara girmeye ilişkin çağrısı- İsrailoğullarının Mısır'dan çıkışlarından sonra yaşanmıştır. Ayette geçen "sizi krallar yaptı." ifadesi de bunu gösterir.
484 ................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
"âlemlerde hiç kimseye vermedigini size verdi." ifadesi de, bundan önce üzerlerine bazı olağanüstü ayetlerin indiğini gösterir. Kudret helvası, bıldırcın eti, taştan pınarların fışkırması ve bulutların üzerlerinde gölge yapması gibi.
"yoldan çıkmış toplum" ifadesinin iki kere tekrarlanmış olması gösteriyor ki, İsrailoğulları bu kıssanın yaşanmasından önce peş peşe birkaç kez elçiye karşı çıkmış, ona baş kaldırmışlardı. Öyle ki, sonunda fasıklar=yoldan çıkmışlar niteliğini hakketmiş oldular. Bu somut karineler gösteriyor ki söz konusu kıssa, yani yeryüzünde şaşkınca dolaşmaları, Hz. Musa'nın (a.s) peygamber olarak gönderilip aralarında kaldığı dönemin son diliminde yaşanmıştır. Yine şunu anlıyoruz ki: Kur'ân'da onlarla ilgili olarak anlatılan kıssaların büyük kısmı bundan önce meydana gelmiştir. Buna göre Hz. Musa'nın, "Allah'ın size olan nimetini hatırlayın." şeklindeki sözü, Allah'ın onlara verdiği ve bahşettiği bütün nimetlere yönelik bir işarettir. Hz. Musa'nın söze böyle bir girişle başlaması, biraz sonra, kutsal topraklara girmelerine ilişkin çağrısına yönelik bir teşvik niteliğindedir. Önce onlara Rablerinin nimetlerini hatırlatıyor ki, nimetin artmasına ve tamamlanmasına yönelik olarak daha büyük bir çaba içine girsinler. Çünkü Allah, Musa'yı elçi olarak kendilerine göndermekle büyük bir nimet bahşetmiş oluyor. Onları dinine yöneltmiş olması, Firavun hanedanının zulmünden kurtarması, Tevrat'ı indirmesi, şeriatı bir hukuk sistemi olarak hükme bağlaması büyük bir nimettir. Artık bu nimetlerin tamamlanması için yalnızca kutsal topraklara girmeleri gerekiyor. Oraya girdiklerinde bağımsız ve egemen bir ulus olarak onurlu bir hayat sürdürme imkânına kavuşacaklar.
Yüce Allah, İsrailoğullarına hatırlattığı nimetleri ayrıntılandırırken bunları üç kısma ayırıyor. Önce şuna dikkatlerini çekiyor: "zira O, içinizden peygamberler çıkardı." Bununla, soylarının kökeni konumundaki peygamberler olan Hz. İbrahim, Ishak ve Yakup ile onlardan sonra gelen peygamberler kastediliyor. Ya da özel olarak İsrailoğullarına gönderilen Yûsuf, esbat [torunlar,
Mâide Sûresi 20-26 ..................................................... 485
Yakup soyundan gelen peygamberler veya İsrailoğulları boyları], Musa ve Harun gibi peygamberler kast-ediliyor. Hiç kuşkusuz peygamberlik başlı başına bir nimettir.
Sonra şöyle buyuruyor: "sizi krallar yaptı." Yani bağımsızlığa kavuşmanızı, Firavunların köleci düzenlerinden ve zorbaların tahakkümünden kurtulmanızı sağladı. Canı, ailesi ve malı üzerinde tek başına egemen olabilen bir kimse için krallık söz konusu olabilir ancak. İsrailoğulları Hz. Musa zamanında, temel bir sosyoloji yasaya göre hareket ediyorlardı. Yasaların en güzeli olan tevhit esaslı yasadan söz ediyoruz. Bu yasa Allah'a ve Resulüne itaat etmelerini, sosyal yaşamlarında eksiksiz adaleti egemen kılmalarını, diğer topluluklara yönelik haksız saldırılarda bulunmamalarını, bunun yanında birbirlerine karşı komplolar içine girmemelerini, bir olan toplumlarını farklı sınıflara ayırmamalarını öngörüyordu. Aksi takdirde toplumsal düzen bozulurdu. Baş-larında da bir peygamber olan Musa (a.s) vardı. O da kral veya aşiret reisi gibi üzerlerinde haksız, tepeden bakmacı zorba bir egemenlik kurmamıştı. Bir görüşe göre, onların krallar yapılmasından maksat, yüce Allah'ın içlerinden krallar çıkarmaya yönelik takdiridir. Bu da Talut'u, Davud'u ve diğer kralları kapsayan bir süreçtir. Bu durumda, ifade onlara krallık bahşedeceğine ilişkin bir vaat niteliğinde olur. Yani gaybî bir haber sunuluyor. Çünkü İsrailoğullarının krallığı Hz. Musa'dan bir zaman sonra kuruluyor. Gerçi böyle bir yorumun sakıncası yoktur; ama bu, "sizi krallar yaptı." ifadesinin vurgusuyla örtüşmüyor. Öyle ya, "içinizden peygamberler çıkardı." denildiği gibi, "içinizden krallar çıkardı." denilmiyor.
Krallıkla, doğrudan egemenliğin bir grubun elinde olması da kastedilmiş olabilir. Bu, ak sakallı insanların bir topluluğu doğal olarak yönetmeleri yasasını da kapsar. Bu bakımdan Hz. Musa (a.s), ondan sonra Yuşa peygamber (a.s) birer kral sayılırlar. Hz. Yûsuf (a.s) daha önce zaten kraldı. Nihayet bu, tanınan Talut, Davud ve Süleyman gibi krallara kadar devam edip gider. Önceki değerlendirme için işaret ettiğimiz sakınca bunun için de geçerli-
486 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
dir.
Sonra şöyle buyuruyor: "âlemlerde (sizden önceki dönemlerde) hiç kimseye vermedigini size verdi." Burada apaçık ayetler desteğindeki ilâhî yardımlara ve lütuflara işaret ediliyor. Şayet dediklerinde dursalar ve verdikleri sözleri tutsalar, hayatlarında olumlu yönde büyük bir değişim meydana gelecektir. Bunlar, Mısır'- da bulundukları günlerde kendilerini çepeçevre kuşatan apaçık mucizelerdir. Ardından yüce Allah, onları Firavun'dan ve soydaşlarından kurtarmıştı. Hz. Musa (a.s) zamanında, İsrailoğullarına o denli yoğun mucizeler, apaçık belgeler gösterilmiş ve nimetler bahşedilmişti ki, o güne kadar hiçbir topluma böylesi bir onur bahşedilmemişti; bu yoğunlukta mucizeler ve nimetler vermişti. Bu bakımdan bazılarının, "Ayette geçen 'âlemler'den maksat, Isra-iloğullarının çağdaşları olan topluluklardır." şeklindeki yorumlarının yanlışlığı ortaya çıkıyor. Çünkü ayet, o güne kadar gelen herhangi bir topluluğun İsrailoğullarına bahşedilen türden nimetlere nail oluşunu olumsuzluyor, ki öyledir de.
"Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı kutsal toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa hüsrana uğrarsınız." Kutsal topraklara girmeleri emrediliyor. ifadenin vurgusundan Hz. Musa'nın, on-ların serkeşlik yapacaklarını, emri yerine getirmeye yanaşmayacaklarını beklediği anlaşılıyor. Bu yüzden Hz. Musa, emrini bir de geri dönmeme yasağıyla pekiştirme gereğini duyuyor. Bunun akabinde kaçınılmaz bir hüsranın olacağını vurguluyor. Hz. Musa'nın (a.s) onlardan olumsuz bir tepki beklediğinin kanıtı, emri reddetmelerinden sonra on-ları "fasıklar" diye nitelendirmiş olmasıdır. Çünkü bir emre olumsuz tepki göstermek, fısk ve yoldan çıkmadır. Dolayısıyla bir kereyle "fasıklar" diye nitelenmeleri doğru olmaz. Bu da gösteriyor ki, öteden beri bu tür tavırları yineliyorlardı.
Ayette sözü edilen yer, "kutsal" olarak nitelendiriliyor. Müfessirler bu kelimeyi peygamberlerin ve müminlerin orada ikamet ediyor olmasından dolayı "şirkten arınmış" olarak açıklamışlar. Kur'ân'da bu kelimeyi açıklayıcı mahiyette bir ifade yer almıyor.
Mâide Sûresi 20-26 ....................................................... 487
Yalnızca bu çerçevede yararlanılacak, yakın bir anlam içeren şöyle bir ifade var: "Çevresini bereketli kıldıgımız Mescid-i Aksa." (İsrâ, 1) Bu konuda yararlanılacak bir diğer ifade de şudur: "Hor görülüp ezilmekte olan milleti de içini bereketlerle donattıgımız yerin, dogularına ve batılarına mirasçı kıldık." (A'râf, 137) Bereketli olma niteliği, yer açısından bol hayrı ve iyiliği barındırma anlamını ifade eder. Dinin egemen kılınıp şirk pisliğinin giderilmesi de bol bir hayırdır. "Allah'ın size yazdıgı..." ifadesine gelince; ayetlerin akışından, yurt olarak oraya yerleşmelerine hükmedildiğine işaret edildiği anlaşılıyor. Daha sonra, "Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklandı." şeklindeki ifadeyle bunun arasında bir çelişki yoktur. Tam tersine, onu pekiştirdiği bile söylenebilir. Çünkü, "Allah'ın size yazdıgı..." ifadesi mücmeldir, zaman ve hatta şahıslar belirtilmemiştir. Çünkü, bireylerin ve şahısların durumuna işaret etmeksizin bir ümmete hitap edilmiştir. Nitekim söylendiğine göre, bu hitaba muhatap olan, yükümlülüğü üstlenen kuşak çölde şaşkın dolaştıkları sırada, geride bir kişi kalmayacak şekilde ölmüştü. Kutsal topraklara Yuşa b. Nun önderliğinde oğulları ve oğullarının oğulları girmişlerdi. Kısacası, "orası onlara kırk yıl yasaklandı." ifadesi, kutsal toprakların bundan sonra onlara yazıldığına yönelik işaretler içermiyor değildir.
Kutsal toprakların yurt olarak onlara bahşedilmesine ilişkin ilâhî öngörüye şu ayette de işaret edilmiştir: "Biz de istiyorduk ki o yerde ezilenlere lütfedelim, onları önderler yapalım, onları mirasçı kılalım ve onları o yerde iktidara getirelim." (Kasas, 6) Hz. Musa (a.s) onlar için bunu diliyordu; ama bu arada Allah'tan yardım dilemelerini ve sabırlı olmalarını şart koşuyordu: "Musa kavmine, 'Allah'tan yardım isteyin, sabredin! Yeryüzü Allah'ındır, onu kullarından diledigine verir. Sonuç, korunanlarındır' dedi. Onlar, 'Ey Musa, sen bize gelmezden önce de, sen bize geldikten sonra da bize işkence edildi' dediler. Musa dedi: Umulur ki, Rabbiniz düşmanınızı yok eder ve onların yerine sizi yeryüzüne hakim kılar
488 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
da nasıl hareket edeceginize bakar." (A'râf, 128-129) Yüce Allah, aşağıdaki ayette bu vaadin gerçekleştiğini haber veriyor: "Hor görülüp ezilmekte olan milleti de içini bereketlerle donattıgımız yerin, dogularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin Isra-ilogullarına verdigi güzel söz, sabretmeleri yüzünden tam yerine gel-di." (A'râf, 137) Bu ayet gösteriyor ki, kutsal toprakları işgal edip yurt edinmeleri, ilâhî bir söz, hükme bağlanmış bir yazı, kararlaştırılmış bir yargıdır. Bunun gerçekleşmesi için öngörülen tek şart, sabırla itaat etmek, isyan etmekten kaçınmak ve acı olaylar karşısında direnmektir.
Sabır kavramını genel tuttuk; çünkü ayette mutlak olarak kullanıl- mıştır ve çünkü Hz. Musa (a.s) zamanında peş peşe meşakkatli olaylara maruz kalmışlardı, bunun yanı sıra ilâhî emir ve yasaklara da muhatap oluyorlardı. Günah işleme hususunda ısrar ettikçe, kendilerine ağır yükümlülükler indirilmiştir. Nitekim Kur'ân'da onlarla ilgili olarak anlatılan haberler de bunu göstermektedir. Kutsal toprakların İsrailoğullarına yazılmasının Kur'ân bütünü içinde ifade ettiği anlam budur. Bununla beraber, ayetlerde bu öngörümün zamanı ve süresi açıkça zikredilmemiştir. Şu kadarı var ki, Isrâ suresinde yer alan ilgili ayetlerin sonunda yer alan şu ifade bu konuda bir fikir vermektedir: "Ama siz dönerseniz, biz de döneriz. Cehennemi, kâfirler için kuşatıcı yapmışızdır." (Isrâ, 8) Aynı şekilde, A'râf suresindeki ilgili ayetin sonunda Hz. Musa'dan aktarılan şu ifadeler de bir ipucu niteliğindedir: "Umulur ki, Rabbiniz düşmanınızı yok eder ve onların yerine sizi yeryüzüne hakim kılar da nasıl hareket edeceginize bakar." (A'râf, 129) Şu ayet de konuya ışık tutucu niteliktedir: "Musa kavmine demişti ki: Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın... Ve Rabbiniz size şöyle bildirmişti: Andolsun şükrederseniz elbette size daha fazla veririm ve eger nankörlük ederseniz azabım pek çetindir." (İbrâhim, 6-7) Bunun gibi daha birçok ayet gösteriyor ki söz konusu öngörü, bir şarta bağlıdır; değişmez, yürürlükten kaldırılmaz mut-
Mâide Sûresi 20-26 ....................................................... 489
lak bir hüküm değildir.
Bazı müfessirlere göre, Hz. Musa'nın ayette aktarılan "Allah'ın size yazdıgı..." ifadesinden maksat, Allah'ın Hz. İbrahim'e (a.s) yönelik vaadidir. Sonra bu müfessirler, Tevrat'tan aktardıkları1 pasajlarla yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e, Ishak'a ve Yakub'a yeryüzünü nesillerine vereceğini vaat ettiğini kanıtlamaya çalışırlar ve konuyu alabildiğine uzatırlar.2
Kitabımızın akışı içinde bu aktarma pasajların orijinal Tevrat'- tan mı, yoksa tahrif edilen kısımlardan mı olduğunu tartışacak değiliz ve bu bizi ilgilendirmez de. Çünkü Kur'ân Tevrat'la tefsir edilmez.
"Onlar dediler ki: Ey Musa! Orada zorba bir millet var. Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, o zaman oraya gireriz." Ragıp el-Isfahanî der ki: "Cebr" sözcüğünün etimolojik anlamı, bir şeyi bir tür zorlamayla onarmak ve ıslah etmek demektir. Araplar derler ki: Cebertuhu fe'nce-bere ve ictebere [zorla onu düzelttim, o da düzeldi]... Bazen "cebr" sözcüğü, salt düzeltme anlamında kullanılır. Hz. Ali'nin şu sözünde olduğu gibi: "Ey her kırığın düzelticisi (Cabir) ve ey her zorluğun kolaylaştırıcısı!" Arapların ekmek anlamında kullandıkları "Cabir b. Hab-be" (Buğday tanesi- ----- 1- Örneğin "Tekvin Kitabı"nda şöyle deniyor: "İbrahim Kenanlıların topraklarından geçerken Rab ona göründü ve ona dedi ki: Bu memleketi senin zürriyetine vereceğim." (Bap 12 : 7) Yine aynı kitapta şöyle deniyor: "O gün Rab, Abram'la [İbrahim'le] ahdedip dedi: Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar, bu diyarı... senin zürriyetine verdim." (Bap 15 : 18) "Tesniye Kitabı"nda şu ifadelere yer verilir: "Allahımız Rab, Horebde bize söyliyip dedi: Bu dağda oturmanız yeter; dönün ve göç edin, ve Amarîlerin dağlığına, ve ona yakın olan Arabada, dağlıkta, ve Şefalada ve Cenupta, ve deniz kenarında bütün yerlere, büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar Kenânlılar diyarına, ve Libnana girin. Işte, diyarı önünüze koydum; girin, ve Rabbin atalarınıza, İbrahime, Ishaka ve Yakuba kendilerine ve kendilerinden sonra onların zürriyetine vermek için and ettiği diyarı kendinize mülk edinin." (Bap 1 : 6-8) 2- [el-Menar tefsiri, c.6, s.326-327.]
490 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
nin oğlu olan düzeltici) deyim de buna ilişkin bir örnektir. Bazen de salt baskı, zorlama anlamında kullanılır. Hz. Ali'nin (a.s) şu sözü buna örnektir: "Ne zorlama var, ne de tam özgürlük..." "İcbar" kelimesi, etimolojik yapısı itibariyle bir başkasını diğer birini düzeltmeye yöneltmek anlamını ifade eder. Ne var ki, bu ifade salt zorlama anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bu yüzden biri, "Ecber-tuhu ala keza" dediğinde, bu "onu zorladım" demektir... Bir insanı nitelemek anlamında "cabbar" niteliği kullanıldığı zaman, denmek isteniyor ki bu insan, hakketmediği bir üstünlük iddiasında bulunmak suretiyle bir eksikliği gideriyor. Dolayısıyla bu nitelik sadece yergi anlamında kullanılır. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "Ve her inatçı zorba perişan oldu." [Ibrâhim, 15], "Beni baş kaldıran bir zorba yapmadı." [Meryam, 32], "Orada zorba bir millet var." [Mâide, 22]
Bir şeyin akranlarına, hem cinslerine baskın çıkması, üstün olmasıyla düşünülebilir olduğundan Araplar, "Nahletun cebbaretun" (iri hurma ağacı) ve "nâketun cebbaretun" (kocaman deve) derler." Ragıp'tan ihtiyaç duyduğumuz kadarıyla yaptığımız alıntı burada son buldu. Bundan da anlaşılıyor ki, "zorbalar" (cebbarin)dan maksat, halkı kendi isteklerine göre hareket etmeye zorlayan güç ve iktidar sahipleridir.
"Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya girmeyiz." Bu ifade, kutsal yerlere girmek için orada yaşayan zorba kavmin çıkmasını şart koştuklarını gösteriyor. Ancak gerçekte, ikinci kez, "Eger çıkarlarsa, o zaman oraya gireriz." demiş olsalar bile, Hz. Musa'nın emrini reddetmek anlamındadır bu ifade.
Bazı rivayetlerde, o dönemde kutsal topraklarda yaşayan zorba Amaliklerin nitelikleri, bedenlerinin iriliği ve boylarının uzunluğu ile ilgili akıl almaz açıklamalara yer verilmiştir ki, aklıselimin bu tür abartmaları onaylaması mümkün değildir. Öte yandan arkeolojik kazılarda ve insan fizyolojisi alanında yapılan araştırmalarda bunu destekleyecek herhangi bir bulguya rastlanmamıştır. Dolayısıyla bu tür rivayetler, zihin bulandırıcı, asılsız uydurmalardan baş-
Mâide Sûresi 20-26 ................................................... 491
ka bir şey değildir.
"(Allah'tan) korkanların içinden, Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam dedi ki..." Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, burada Allah korkusu kastediliyor. Bu da gösteriyor ki, bazı adamlar Allah'ın ve peygamberinin emrine karşı çıkmaktan korkuyorlardı ve ayetteki sözleri söyleyen bu iki adam da onlar arasında yer alıyorlardı. Aynı zamanda bu iki adam, Allah'tan korkanlardan farklı olarak "Allah'ın nimet verdigi" kimseler olarak nitelendiriliyorlar. Tefsirimizin bundan önceki birçok bölümünde, "nimet" kavramının, Kur'ân literatüründe mutlak kullanılması durumunda "ilâhî velayet" anlamını ifade ettiğini belirtmiştik. Dolayısıyla bu iki adam Allah'ın velileriydiler. Bu da, ayette geçen "korku" ile "Allah korkusu" nun kastedildiğine ilişkin somut bir karinedir. Çünkü Allah'ın velileri O'ndan başkasından korkmazlar: "Iyi bil ki, Allah'ın velilerine korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Yûnus, 62) Ayette geçen "en'ame" fiilinin, ilintili olduğu mahzuf şeyin yani, "nimet olarak verilen şeyin" "korku" olması mümkündür. Bu durumda, yüce Allah'ın onlara korkusunu bahşettiği kastedilmiş olur ve "yehafû-ne=korkanlar" fiilinin mef'ulunun hazfedilmiş olması, "Allah'ın nimet verdigi iki adam" ifadesinin yeterli açıklığa sahip olmasından dolayı olur. Çünkü korkularının, zorba kavimden kaynaklanmadığı bilinmektedir. Öyle olsaydı, "Onların üzerine kapıdan girin." diye İsrailoğullarını kutsal topraklara girmeye çağırmazlardı.
Bazı müfessirler demişlerdir ki, "yehafûne=korkanlar" ifadesindeki çoğul zamiri İsrailoğullarına dönüktür. Mevsule dönük zamirse hazfedilmiştir. Dolayısıyla kastedilen anlam şudur: "İsrailoğullarının kendilerinden korktukları ve Allah'ın kendilerine Islâm'ı bahşettiği iki adam dediler ki..." İbn-i Cübeyr'in bu kelimeyi "yuhafune" [edilgen fiil=kendilerinden korkulan] şeklinde okuduğuna ilişkin rivayet de bu yorumu destekler mahiyettedir. Deniliyor ki: Bu iki adam Amalik Oğullarına mensuptu. Hz. Musa'ya iman etmiş, İsrailoğullarına katılmış-lardı. İsrailoğullarına bu sözleri söy-
492 ..........................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
leyerek onlara, Amalik Oğullarını nasıl yenilgiye uğratacaklarını, yurtlarını ve topraklarını nasıl istila edeceklerini göstermek istemişlerdi. Söz konusu müfessirler, ayetlerin tefsiri ile ilgili olarak aktarılan bazı rivayetlere dayanarak bu tür bir açıklamada bulunmuşlardır. Fakat bu tür rivayetler, Kur'ân veya başka güvenilir bir kaynak tarafından desteklenmeyen tek kanallı haberlerdir. "Onların üzerine kapıdan girin." Büyük bir ihtimalle, bununla söz konusu zorba kavmin İsrailoğullarına en yakın olan şehirleri kastedilmiştir. Söylendiğine göre, bu şehir Urayha'ydı. Sınır kentlerine "ülkenin kapısı" demek yaygın bir kullanımdır. Bununla "şehrin kapısı" kastedilmesi de muhtemeldir.
"Eger oradan girerseniz, muhakkak ki siz galip gelirsiniz." Allah'ın nimet verdiği iki adam onlara fetih ve düşman karşısında galip gelme vaadinde bulunuyorlar. Söz konusu iki adamın bu kadar kesin konuşmaları, Hz. Musa'nın "Allah'ın kutsal toprakları kendilerine yazdığı"na ilişkin açıklamasından ileri geliyor. Onlar Hz. Musa'nın verdiği haberlerin kesin doğru olduğuna inanıyorlardı ya da ilâhî velayet nuru sayesinde böyle bir öngörüde bulunuyorlardı. Nitekim Ehlisünnet ve Şia müfessirlerinin büyük bir kısmı, bu iki adamın Yuşa b. Nun ve Ka-leb b. Yefunne olduklarını söylemişlerdir ki, bu ikisi İsrailoğulları arasından seçilen on iki nakib, yani temsilcidendirler.
Sonra bu iki adam İsrailoğullarını Allah'a güvenip dayanmaya çağırıyorlar: "Haydi eger müminler iseniz, ancak Allah'a dayanın." Allah, kendisine güvenip dayananlara yeter. Bu ifade aynı zamanda, onlara moral aşılama ve yüreklendirme amacına yöneliktir.
"Dediler ki: Ey Musa! Onlar orada olduğu sürece, biz oraya asla girmeyiz..." "Oraya girmeyiz" sözünü bir kez daha tekrarlıyorlar. Bununla Hz. Musa'yı (a.s) ısrarlı davetlerinden, çağrı üstüne çağrı yapmaktan vazgeçirmeyi, davetlerinin bir yarar sağlamayacağını düşünmesini amaçlıyorlar.
Bu ifade, birçok açıdan Hz. Musa'nın konumunu küçümsedik-
Mâide Sûresi 20-26 ....................................................... 493
lerini, kendilerine hatırlattığı Rablerinin emirlerini ve vaadini ciddiye almadıklarını yansıtmaktadır. Bir kere, söze girişleri ilginçtir. Öncelikle, Hz. Musa'nın çağrısına uymaya davet eden iki adamı muhatap almaya tenezzül etmiyorlar. Sonra açıklamayı kısaca kestirip atıyorlar. Oysa bunun öncesinde uzun açıklamalarda bulunup nedenleri ve özellikleri ileri sürmüşlerdi. Karşılıklı atışma ve cevap verme ortamlarından biri, başlangıçta uzun tuttuğu açıklamalarını kısaca geçiştiriyorsa bu, konuşmanın sıkıcı olmaya başladığını, muhatabın karşı tarafın sözlerini dinlemeyi istemediğini gösterir.
Sonra İsrailoğulları, ikinci kez tekrarladıkları "biz oraya girmeyiz." sözlerini, "asla" vurgusuyla pekiştiriyorlar. Ardından, cehaletleri bundan daha büyük, daha küstahça bir söz sarf etmelerine neden oluyor. Çağrıyı kesin olarak reddettikten sonra şunu söylüyorlar: "O hâlde sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz burada oturacagız." Bu ifade, onların putperestler gibi Allah'ı insanlara benzetenmü- şebbihe olduklarının açık bir kanıtıdır. Öyledirler de. Çünkü yüce Allah, onların bu anlayışının bir ifadesi olarak şöyle dediklerini açıklamaktadır: "İsrailogullarını denizden geçirdik, kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar: Ey Musa, dediler, bak bunların nasıl tanrıları var, bize de öyle bir tanrı yap! Musa dedi: Siz gerçekten cahil bir toplumsunuz." (A'râf, 138) Bugün ellerinde bulunan kutsal kitaplarının da tanıklığıyla hâlâ tanrıyı somutlaştırıcı, insana benzetici anlayışlarını sürdürmektedirler.
"Musa: Rabbim! Ben kendimden başkasına malik değilim; kardeşim de öyle. O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun arasını ayır." Ayetin akışı gösteriyor ki, "Ben kendimden ve kardeşimden başkasına malik degilim." ifadesi, kendisinden ve kardeşinden başkasını, sunduğu davete yöneltme gücünden yoksun olduğun-dan kinayedir. Çünkü o, kendisini yaptığı çağrıya yürütmeye yöneltme gücüne sahipti. Kardeşi Harun'u da buna yöneltebilirdi. Harun Allah tarafından gönderilen bir peygamberdi. Musa yaşadığı sürece,
494 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
onun halifesiydi. Bu yüzden Allah'ın emrine karşı çıkmazdı. Ya da demek istiyordu ki, kendisi ancak kendi nefsine ve kardeşi de ancak kendi nefsine hükmedebiliyordu.
Bu ifadeden maksat, mutlak olarak tüm yapabilirliği olumsuzla- mak değildir. Çünkü, her şeyden önce Hz. Musa bazı insanları iman etmek suretiyle yapılan çağrıya olumlu karşılık vermeye yöneltmişti. Kaldı ki, ayetin akışı açık biçimde gösteriyor ki, Allah'tan korkanlardan iki adam ve başkaları ona iman etmiş, çağrısına olumlu karşılık vermişlerdi. Bunları, malik olduğu kimseler arasında saymamış olsa bile, durum değişmez. Çünkü emirlerine karşı çıkmayacakları açık olan kendi ailesini ve kardeşinin ailesini de zikretmemiştir. Bunun nedeni, ortamın ancak bu tür bir ifadeye elverişli olmasıdır. Çünkü Hz. Musa (a.s) onları, insan fıtratının öngördüğü meşru bir işe davet ediyordu. Tebliğ görevini eksiksiz yerine getirmiş, her türlü bahaneyi boşa çıkarmıştı. Ama İsrail toplumu onun çağrısını son derece iğrenç ve çirkin bir tavırla reddetti. Işte böyle bir atmosferde ancak şunu söyleyebilirdi: Ya Rabbi! Ben mesajını tebliğ ettim, bahaneleri boşa çıkardım. Ben senin emrini yerine getirmede ancak kendi nefsime hük-medebilirim. Kardeşim de öyle. Biz yükümlülüğümüzün gereğini yerine getirdik. Fakat halk, bizi çok sert bir tutumla reddetti. Şu anda onlardan ümidi kesmiş bulunuyoruz. Yol kesilmiştir. Bu düğümü sen çöz; rubbiyetinle sen, onlara yönelik nimetinin tamamlanmasına, yeryüzüne mirasçı kılınmalarına ve orada halifelik-önderlik görevini yerine getirmelerine giden yolu hazırla. Hükmü sen ver. Bizimle şu fasık-lar topluluğunun arasını ayır.
Bu ortam, onların öteden beri sürdürdükleri Hz. Musa'nın emirlerine karşı çıkma geleneklerinden tamamen farklıdır. Bunu derken, Allah'ı çıplak gözle görme isteklerini, buzağıya tapmalarını, kentin kapısından girişlerini, "hıtta" deyişlerini vs. kastediyoruz. Ancak bu son olay, İsrail toplumunun Hz. Musa'nın emrine açıkça karşı çıkışının en somut örneğidir. En ufak bir yumuşaklık ve uzlaşma belirtisi göstermiyorlar. Eğer Hz. Musa
Mâide Sûresi 20-26 ..................................................... 495
laşma belirtisi göstermiyorlar. Eğer Hz. Musa (a.s) onları bu hâlde bıraksa ve emrine karşı takındıkları tavrı görmemezlikten gelse, bütün davası temelden çürümüş olurdu. Bundan sonra hiçbir emrini ve yasağını dinlemezlerdi. Aralarında tesis ettiği toplumsal birliğin dayanakları tuz buz olurdu.
Bu açıklamayla sırasıyla şu hususlar açığa çıkıyor: 1- Böyle bir atmosfer, Hz. Musa'nın kendisinin ve kardeşinin durumunu Allah'a arz etmesini gerektiriyordu. Onlar Allah tarafından tebliğle görevlendirilmişlerdi. Kendilerine karşı çıkmamış olsalar bile, diğer müminlerin durumlarını arz etmelerine gerek yoktu. Çünkü dinin tebliği ve daveti bazında diğer müminlerin bir fonksiyonu yoktu. Ortam, hükmü tebliğ edenin durumunu arz etmeyi gerektiriyordu; hükmü benimseyenin, olumlu tepki gösterenin değil.
2- Gelinen nokta, Hz. Musa'nın (a.s) Rabbine şikayette bulunmasını gerektiriyordu. Bu, aslında ilâhî emir ve yasakları uygulama hususunda Allah'tan yardım istemekti.
3- "Kardeşim" anlamına gelen "ahî" kelimesi, "ben" demek olan "innî" kelimesinin sonundaki "ya" harfine matuftur. Dolayısıyla ifadenin anlamı şudur: "Kardeşim de benim gibi sadece kendi nefsine maliktir." Yoksa "ahî" kelimesi "nefsî" kelimesine matuf değildir. Gerçi her iki durumda da elde edilen anlam doğrudur; fakat "ahî" kelimesinin "nefsî" kelimesine matuf olması, ayetlerin akışıyla oluşan anlam atmosferiyle örtüşmüyor. Çünkü gerek Musa, gerekse Harun itaat ve emirlere uyma açısından nefislerine hükmedebiliyorlardı. Ayrıca Hz. Musa (a.s) Hz. Harun'a da bu bakımdan hükmetme gücüne sahipti. Harun, yaşadıkça Hz. Musa'nın halifesiydi. Aynı zamanda her ikisi, Allah'ın elçilerini içtenlikle dinleyip itaat eden samimi müminleri de yön-lendirecek konumdaydılar.
4- "O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun arasını ayır." Bu söz, üzerlerine azap indikten sonra kaçınılmaz olan ayırma veya onları kavimlerinden çıkarmaları yahut ölmeleri suretiyle ayırmaya ilişkin bir beddua değildir. Çünkü Hz. Musa (a.s) soydaşlarını, Allah'ın kendilerini vaat ettiği nimetin tamamlanması ödülünü ka-
496 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
zanmak için gerekli olan adımları atmaya davet ediyordu. Bu ödüldü ki, yüce Allah onunla İsrailoğullarına minnet ediyordu, kendilerini kurtardığını ve yeryüzünde egemen kıldıklarını vurguluyordu: "Biz de istiyorduk o yerde ezilenlere lütfedelim, onları önderler yapalım, onları mirasçı kılalım." (Kasas, 5) Şu ayetten de anlaşıldığı gibi, İsrailoğulları bu durumu Hz. Musa'dan (a.s) biliyorlardı: "Ey Musa, sen bize gelmezden önce de, sen bize geldikten sonra da bize işkence edildi." (A'râf, 129)
"Artık sen yoldan çıkmış o toplum için üzülme." ifadesi de buna tanıklık etmektedir. Çünkü bu ifadeden anlaşılıyor ki Hz. Musa, soydaşlarının üzerine ilâhî gazabın inmesinden endişe duyuyordu. Dolayısıyla çölde şaşkın dolaşma cezasına çarptırılmış olmalarından dolayı üzüntü duyması beklenen bir şeydi.
"Allah buyurdu ki: Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklandı; yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen yoldan çıkmış o toplum için üzülme." "Orası" ifadesindeki zamir "kutsal topraga" dönüktür. Yasaklamadan maksat, tekvinî=varoluşsal yasaktır. Yani evrensel takdir kapsamındadır. Ayetin orijinalinde geçen "yetîhûne" fiilinin mastarı olan "el-tîhu" kelimesi şaşkınlık anlamına gelir. "el-Ard" kelimesinin başındaki "el" takısı ise, muhatapların zihninde önceden belirginleşen anlama göndermede bulunmaktadır. "fela te'se" ifadesi Hz. Musa'nın soydaşlarının durumundan dolayı üzülmemesi için yapılan bir uyarıdır. Böylece yüce Allah, Hz. Musa'nın dua ederken soydaşları için kullandığı, "fasıklar=yoldan çıkmışlar" niteliğini onaylamış oluyor.
Dolayısıyla kastedilen anlam şudur: Kutsal toprak, yani oraya girmek ve orayı mülk edinmek onlara yasaklanmıştır. Yani, kırk yıl boyunca oraya girmemelerine hükmettik. Bulundukları yerde şaşkın şaşkın dolaşacaklar, ne uygar bir toplum olup bir yerleşim biriminde ikamet edecekler, ne de Bedeviler gibi kabilevî bir hayat yaşayacaklar. Böyle bir cezaya çarptırıldılar diye, yoldan çıkmış toplum için üzülme. Çünkü onlar fasıktırlar, yoldan çıkmışlardır. Suçlarının cezasını çektikleri zaman onlara üzülmek yakışmaz.
Mâide Sûresi 20-26 ................................................. 497
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Ebi Hatem Ebu Said el-Hudri'den şöyle rivayet eder: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "İsrailoğullarından bir kimsenin hizmetçisi, bineği ve karısı olsaydı, o adam kral olarak yazılırdı."
Aynı eserde, Ebu Davud'un mürsel hadisleri topladığı "Merasil" adlı kitabından naklen Zeyd b. Eslem'in "sizi krallar yaptı." ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Bundan maksat, eş, ev ve hizmetçi sahibi olmalarıdır."
Ben derim ki: Bu iki rivayetin dışında, aynı anlamı içeren başka rivayetler de aktarılmıştır. Ne var ki, ayet akışı itibariyle bu tarz bir yoruma elverişli değildir. Gerçi İsrailoğulları geleneğinde, bir evi, bir karısı ve bir hizmetçisi olan herkese kral adının verilmesi veya böylesini kral olarak yazmaları mümkün olabilir; ancak şurası açıktır ki İsrail-oğullarının tümü, hizmetçilerine varıncaya kadar, bu şekilde ev, eş ve hizmetçi sahibi değildiler. Dolayısıyla, bu niteliğe sahip olanlar, içlerindeki bazı kimselerdi.
Kaldı ki bu hususta başka toplumlar ve kuşaklar da benzeri bir konumdaydılar. Ev, eş ve hizmetçi sahibi olmak bütün toplumlarda yaygın olan bir gelenektir, bu geleneği olmayan bir toplum gösterilemez. Durum böyle olunca, İsrailoğullarına özgü bir uygulama olmadığı ortaya çıkıyor. Yüce Allah'ın bunu kastederek, onları krallar yaptığından söz edip minnet etmesi de mümkün değildir. Oysa ayetin akışı, ilâhî minnetin somut örneklerini sergilemeye yöneliktir.
Bu gerçek dikkatleri çekmiş olmalı ki, bazı rivayetlerde kimi yorumlara gerek duyulmuştur. Örneğin Katabe'den şöyle rivayet edilir: "İlk kez hizmetçi edinenler İsrailoğullarıdır." Ancak bu değerlendirme tarihsel gerçeklerle bağdaşmıyor.
Şeyh Müfid, Emalî adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle Ebu Hamza'dan, o daİmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Hz. Musa (a.s) İsrailoğullarını kutsal topraklara getirdiğinde onlara
498 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
dedi ki: 'Allah'ın size yazdıgı kutsal topraga girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa hüsrana ugrarsınız.' Yüce Allah, kutsal toprakları onlar için yazmış olmasına rağmen "Onlar dediler ki, 'Ey Musa! Orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya girmeyiz. Eger oradan çıkarlarsa, oraya gireriz.' (Allah'tan) korkanların içinden, Allah'ın kendilerine nimet verdigi iki adam dedi ki: 'Onların üzerine kapıdan girin. Eger oradan girerseniz, muhakkak ki siz galip gelirsiniz. Haydi eger müminler iseniz, ancak Allah'a dayanın.' Dediler ki: 'Ey Musa! Onlar orada oldugu sürece, biz oraya asla girmeyiz. O hâlde sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz burada oturacagız. Musa, 'Rabbim! Ben kendimden başkasına malik degilim; kardeşim de öyle. O hâlde bizimle o yoldan çıkmış toplumun arasını ayır' dedi.' Kutsal topraklara girmekten kaçınınca, Allah orayı onlara yasakladı. Bunun üzerine dört fersahlık bir yerde kırk yıl boyunca şaşkın şaşkın dolaşıp durdular. Sen yoldan çıkmış o toplum için üzülme." İmam Cafer Sadık (a.s) dedi ki: "Akşam olunca içlerinden biri, yolculuk var, diye seslenirdi. Bunun üzerine denklerini yükleyip hayvanlara özel bir âhenk okuyarak ve onları dürtükleyerek telaşla yola koyulurlardı. Şafak sökünceye kadar durmaksızın yürürlerdi. Bu sırada yüce Allah yere bir yuvarlak şeklini almasını emrederdi. Böylece sabah olunca, kendilerini akşam ayrıldıkları konaklama yerlerinde buluverirlerdi ve yolu şaşırdınız, derlerdi. Kırk yıl boyunca bu minval üzere orada bekleyip durdular. Üzerlerine kudret helvası ve bıldırcın eti indiriliyordu. Yuşa b. Nun ve Kaleb b. Yufenna ile bunların oğullarının dışındaki herkes öldü. Yaklaşık kırk fersahlık alanda şaşkın bir hâlde do-laşıp dururlardı. Göç etmek istedikleri zaman elbiseleri ve ayakkabıları kuruyarak taş kesilirlerdi." İmam şunları da ekledi sözlerine: "Beraberlerinde bir taş vardı. Taşı yere koyduklarında, Hz. Musa (a.s) asasıyla taşa vururdu ve taştan on iki pınar fışkırırdı. Her kabileye bir pınar düşüyordu. Tekrar yola çıktıklarında su taşa geri dönüyordu. Taşı hayvana yükleyip yola çıkarlardı..."
Mâide Sûresi 20-26 ........................................................ 499
Ben derim ki: Buna yakın anlamlar içeren rivayetlerin sayısı oldukça fazladır ve gerek Şiî, gerekse Sünnî kaynaklarda aktarılmıştır. Hadisin akışı içinde, "İmam Cafer Sadık (a.s) dedi ki" diye başlayan ifade başka bir rivayettir. Bu rivayetler çölde şaşkın şaşkın dolaştıkları sırada İsrailoğullarının yaşadıkları çeşitli serüvenlere işaret eden anlamlar içeriyor olmakla beraber, Allah'ın kelâmında bunları destekleyen ifadeler bulunmamaktadır. Ama aynı zamanda, Kur'ân'la çelişen anlamlar da içermemektedirler. Hz. Musa zamanında İsrailoğullarının durumu, hayret uyandırıcıdır, hayatlarının her alanında olağanüstü gelişmelere tanık oluyorlar. Dolayısıyla yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşmalarının rivayetlerde tasvir edildiği gibi olması için hiçbir sakınca yoktur. Tefsir-ul Ayyâşî'de Mes'ade b. Sadaka'dan, o daİmam Cafer Sa-dık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "İmama, "Allah'ın size yazdıgı kutsal topraga girin." ayetinin anlamı soruldu. Buyurdu ki: "Allah, orayı on-lara yazdı, sonra sildi, sonra onların çocuklarına yazdı. Çocukları oraya girdiler. "Allah diledigini siler, diledigini yerinde bırakır. Ana kitap O'nun katındadır." [c.,1 s.904, h:72]
Ben derim ki: Bu anlamda bir hadis, İsmail Cu'fi aracılığıyla İmam Cafer Sadık'tan Zürare, Hamran ve Muhammed b. Müslim aracılığıyla daİmam Bâkır'dan rivayet edilmiştir.1 Bu rivayetteİmam (a.s) kutsal toprakların yazılmasını, Hz. Musa'nın (a.s) "kutsal toprağa girin" hitabına muhatap olanlarla, oraya girenler açısından mukayese etmiştir. Dolayısıyla yerlerin yazıldığı kimseler açısından "bedâ" gerçekleştiği sonucu çıkıyor. Bununla ayetin zahirinden anlaşıldığı şekliyle "yazılma oraya girenlerle ilgilidir." anlamı arasında bir çelişki yoktur. Olay şudur:
Kırk yıl boyunca oradan yoksun bırakılıyorlar, sonra yeniden orası kendilerine bahşediliyor. Çünkü ayette hitap, anlam itibariyle İsrail toplumuna yöneliktir. Bu açıdan, kendilerine "giriş" yazılanlarla bizzat girenler birdir. Onlar bir ümmettiler ve Allah kutsal top- ------ 1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.304, h:69 ve 71]
500 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
raklara girmeyi bu ümmete yazmıştı. Sonra oraya girişleri bir süre yasaklandı, ardından tekrar onlara söz konusu yerlere girmeyi bahşetti. Kişiler açısından bir başlangıç söz konusu olsa da, genelde böyle bir şeyden söz edilemez.
el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Abdurrahman b. Yezid'den, o daİmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: Resu-lullah (s.a.a) efendimiz buyurdu ki: "Davut Peygamber (a.s) cumartesi günü ansızın öldü. Kuşlar kanatlarıyla cenazesinin üzerine gölge yaptılar. Musa İsrailoğullarının çölde şaşkın şaşkın dolaştıkları sırada öldü. Biri gökten şöyle bağırdı: Musa öldü! Hangi nefis ölmeyecek ki?!" [Füru-u Kâfi, c.6, s.111-112, h:4]
Mâide Sûresi 27-32 ..................................................... 501
27- Onlara Âdem'in iki oğlunun gerçek haberini oku: Hani her biri, (Allah'a) yaklaşmak için (bir şey) sunmuşlardı da birisinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. (Ameli kabul edilmeyen, kabul edilene) "Seni öldüreceğim" demişti. (O da,) "Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder." dedi.
28- "Andolsun ki eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.
502 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
29- Ben isterim ki sen, benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip ateş ehlinden olasın. Zalimlerin cezası işte budur."
30- Nefsi, kardeşini öldürme hususunda yavaş yavaş ona boyun eğdi; (nihayet) onu öldürdü ve böylece ziyana uğrayanlardan oldu.
31- Derken Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermesi için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Katil kardeş) "Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim (ben)?" dedi ve böylece pişman olanlardan oldu.
32- Bundan dolayı İsrailoğullarına şöyle yazdık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir canı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de onu diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun elçilerimiz onlara açık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu, yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler.
Ayetler, Âdem'in iki oğlunun kıssasını bildiriyorlar. Bu bağlamda şunu da vurgulamış oluyorlar: Kıskançlık, o denli tehlikeli bir duygudur ki, Âdem'in bir oğlunu kardeşini haksız yere öldürecek kadar çılgına çevirebiliyor. Sonuçta büyük bir hüsrana uğruyor ve derin bir pişmanlık duyuyor ki, hiçbir yararı olmuyor. Bu bakımdan ayetler, önceki ayetler grubuyla bağlantılıdır. Orada İsrailoğullarının Hz. Muhamme-d'in (s.a.a) elçiliğine inanmaktan kaçınmaları üzerinde durulmuştu. Ki hak içerikli mesajı kabul etmekten kaçınmalarının tek nedeni kıskançlık ve çekememezlikti. Kıskançlık böyledir; insanı, kardeşini öldürmeye sürükler, sonra onu ebediyen kurtulamayacağı bir vicdan azabının, onulmaz bir pişmanlığın, yakıcı bir yürek sızısının pençesine atar. Öyleyse bu kıssadan ibret alsınlar, kıskançlıkta ve inatla küfürleri içinde yüzmesinler.
Mâide Sûresi 27-32 .............................................................. 503
"Onlara Âdem'in iki oğlunun gerçek haberini oku..." "Utlû=oku" fiilinin mastarı olan ve okumak anlamına gelen "tilavet" kelimesi, "et-tulvu=takip etme" kökünden gelir. Bu şekilde isimlendirilmesinin nedeni, bir haberi okuyan kimsenin, haberin bazı bölümlerini, diğer bölümlerinin ardından, takip ettirerek okumasıdır. "en-Nebe" ise, yararlı ve olumlu etkiler bırakan haber demektir. "Kurban" da, kendisiyle yüce Allah'a veya bir başkasına yaklaşılmak istenen şey anlamını ifade eder. Bu kelime, yapısı itibariyle mastardır, ikili (tesniye) ve çoğul (cem) kalıbı almaz. "el-Takabbul" ise, önemseyerek, özen göstererek kabul etmek demektir. "Aleyhim=onlara..." kelimesindeki zamir, Ehlikitab'a dönüktür. Çünkü daha önce de işaret ettiğimiz gibi, ayetlerin akışı içinde onlar kastedilmektedir. Ayette Âdem adıyla anılan kişi, Kur'ân'ın insanlığın babası olduğunu söylediği Âdem'dir. Bazı müfessirlere göre, burada sözü edilen kişi İsrailoğullarına mensup bir adamdı. Bu adamın iki oğlu, Allah'a sundukları kurbanlar yüzünden kavgaya tutuşmuş ve biri diğerini öldürmüştü. Katilin adı Kabil veya Kain, öldürdüğünün adı da Habil'di. Bu yüzden yüce Allah, kıssanın akışı içinde, "Bundan dolayı İsrailogullarına şöyle yazdık..." buyurmuştur.
Ne var ki, bu yorum üç açıdan yanlıştır: Birincisi: Kur'ân, insanlığın babası olan zattan başka "Âdem" adında birinden söz etmemiştir. Dolayısıyla bu insanlığın babası olan Âdem'den başkası kastedilmiş olsaydı, kıssada herhangi bir belirsizlik olmaması için buna ilişkin somut bir karineye yer verilmiş olması gerekirdi.
İkincisi: Kıssanın akışı içinde, "Allah... bir karga gönderdi." gibi, yer verilen motifler, ancak düşünsel basitlik düzeyinde yaşayan yalın kavrayışlı ilkel insanın durumuyla bağdaşabiliyor. Çünkü ilkel insan, doğal algılayışıyla, yaşanan gelişmelerin toplamından oluşan deneyimler sonucu bilgi edinirdi. Bu ayet ise, açık bir şekilde katilin, cesedin toprağa gömülerek örtüleceğini bilmediğini ifade etmektedir ki, bu insanlığın babası olan Âdem'in oğullarının durumuyla örtüşüyor, İsrailoğullarına mensup bir adamın oğullarının
504 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
durumuyla değil. İsrail-oğulları, ulusal ölçekte de olsa, bir uygarlığa sahiptiler; toplumsal yaşam açısından deneyimler edinmişlerdi. Ölüleri gömmek gibi bir olguyu, herhangi bir İsraillinin bilmemesi, bu bakımdan makul değildir.
Üçüncüsü: Söz konusu görüşü savunan müfessirler, "Bu yüzden Allah, kıssanın akışı içinde, 'Bundan dolayı İsrailogullarına şöyle yazdık' buyurmuştur." sözleriyle, ayetle ilgili olarak yöneltilen bir soruyu cevaplandırmak istemişlerdir. Soru şudur: Kıssanın işaret ettiği durum, yani bir insanı öldüren, bütün insanları öldürmüş gibidir; bir insanı dirilten de bütün insanları diriltmiş gibidir, hükmü bütün insanları kapsayan bir olgu olduğu hâlde, neden hükmün yazılışı salt İsrail-oğullarına özgü kılınmıştır? İşte söz konusu müfessirler bu soruya şu cevabı vermişlerdir: "Bu yüzden Allah, kıssanın akışı içinde... buyurmuştur: "Yani katil ve maktul, insanlığın babası Âdem'in oğulları değildirler ki, kıssaları da insan türünün ilk bireyleri arasında yaşanan bu olayı içermiş olsun. Aksine onlar, İsrailoğullarına mensup bir adamın çocuklarıydılar. Dolayısıyla onlara ilişkin kıssa da, özel-ulusal bir haber niteliğindedir. Bu yüzden kıssadan alınması gereken ibret de salt İsrailoğullarına özgü olarak yazılmıştır.
Ama bu yorum sorunu çözmeye yetmiyor. Soru hala zihinleri kurcalamaya devam ediyor. Çünkü bir insanı öldürmenin bütün insanları öldürmek gibi olması, bir insanı diriltmenin de bütün insanları diriltmek gibi olması, insan türünün arasında meydana gelen tüm öldürmelerle irtibatlı bir olgudur. İnsanların sadece belli bir kısmıyla sınırlandırılamaz. İsrailoğullarından önce nice adam öldürmeler olmuştur. Işaret edilen bu öldürme olayından önce de. Öyleyse bu hükmü özel bir öldürmeyle irtibatlandırmak ve belli bir kavim için öngörmek niye?
Kaldı ki, şayet durum söz konusu müfessirlerin anladığı gibi olsaydı: "Sizden kim bir canı öldürse..." şeklinde bir ifadenin kullanılmış olması daha uygun olurdu. Böylelikle, hükmün onlara özgü olduğu ancak o zaman belirginlik kazanabilirdi. Sonra, kendi için-
Mâide Sûresi 27-32 ..................................................... 505
de tutarlı olmayan bu özgü kılma olgusuyla ilintili soru yeniden gündeme gelirdi.
Oysa sorunu kökünden çözecek cevap şudur: "Kim, bir cana... karşılık olmaksızın bir canı öldürürse..." ifadesi, yasal bir hükümden çok evrensel bir hikmeti içermektedir. Dolayısıyla, "İsrailoğullarına yazılması"nın anlamı, bu hikmetin yararlarının ve sonuçlarının onlarla birlikte tüm insanları kuşatacak genellikte olmakla birlikte, onlara açıklanmasıdır. Tıpkı, Kur'ân'da birtakım hikmet ve öğütlerin yararlarının sırf Hz. Muhammed'in (s.a.a) ümmetine özgü kılınmamasına karşın, doğrudan onlara açıklanması gibi. Ayette, bu hikmetin onlara açıklanmasından söz edilmesinin gerekçesi de, genel ayetler grubunun, onlara öğüt verme, onları uyarma ve Hz. Muhammed'i (s.a.a) kıskanmalarından, inatçı tutumlarını sürdürmelerinden, fitne ateşini alevlendirmelerinden, savaşlara sebebiyet vermelerinden ve doğrudan doğruya Müslümanlara savaş açmalarından dolayı onları kınama, ayıplama ve utandırma amacına yönelik olmasıdır.
Bu nedenledir ki, "Kim... bir canı öldürürse..." ifadesinin devamında, şu değerlendirme cümlesine yer verilmiştir: "Andolsun elçilerimiz onlara açık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çogu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler." Kaldı ki söz konusu müfessirlerin, kıssadan çıkardıkları sonucu destekleyecek mahiyette herhangi bir rivayet veya tarihsel bir vakıa söz konusu değildir.
Dolayısıyla, "Âdem'in iki oglunun gerçek haberini..." ifadesiyle insanlığın babası Âdem'in (a.s) kastedildiği anlaşılıyor. ifadenin - haber veya oku kelimesiyle ilintili- "hakk=gerçek olarak" ifadesiyle kayıtlandırılması da gösteriyor ki, bu haberle ilgili olarak aralarında dolaşan rivayetlerde tahrif ve eksiklik söz konusuydu. Ki öyledir. Bu kıssa Tevrat'ın "Tekvin Kitabı"nın dördüncü babında yer alır. Ama burada, bir karganın gönderilişinden ve onun toprağı eşeleyişinden söz edilmez. Öte yandan Tevrat'ın anlatımıyla kıssada ulu Allah'ı bir cisim gibi görme anlayışı son derece belirgindir ki, Allah
506 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
bu tür asılsız yakıştırmalardan münezzehtir, yücedir. "Hani her biri (Allah'a) yaklaşmak için (bir şey) sunmuşlardı da birisinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti." ifadenin akışından anlaşıldığı kadarıyla, kardeşlerden her biri yüce Allah'a yaklaş-mak kastiyle bir şey sunmuştu. "Kurban" sözcüğünün tesniye kalıbında kullanılmış olmaması, bu kelimenin mastar olup tesniyesinin ve çoğu-lunun olmamasından dolayıdır.
"Seni öldürecegim, demişti. O da, 'Allah, sadece takva sahiplerinden kabul eder.' dedi." Ilk sözü söyleyen katil, ikincisini söyleyen de maktuldür. ifadenin akışı, onların birisinin kurbanının kabul edildiğini, ötekisinin de kabul edilmediğini bildiklerini gösteriyor. Peki, bunu nereden öğrendiler? Veya hangi kanıta dayanarak böyle bir çıkarsama da bulundular? Ayette bu sorulara cevap olabilecek bir açıklamaya yer verilmiyor.
Şu kadarı var ki, Kur'ân'ın bir yerinde, geçmiş ümmetler devrinde veya özellikle İsrailoğulları arasında sunulan şeylerin kabul edildiklerinin, bir ateşin gelip onları yakmalarıyla anlaşıldığına ilişkin açıklamalar buluyoruz. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Onlar: 'Allah bize; bize, gökten gelen ateşin yiyecegi (yakacagı) bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamamızı emretti' derler. Onlara de ki: Ben-den önce açık delillerle ve bu dediginiz ile nice peygamberler geldi. Eger dogru söylüyorsanız, peki onları ne diye öldürdünüz?" (Âl-i Imrân, 183)
Bir şeyler sunmak, bugün bile Ehlikitap arasında uygulanan bir ibadettir.1 Dolayısıyla, bu kıssada işaret edilen kurbanın kabulü de bu tarzda gerçekleşmiş olabilir. Özellikle kıssanın, bu tarz bir kurban kabulüne inanan Ehlikitab'a yönelik olduğunu göz önünde bulundurduğumuz zaman bu ihtimal daha bir güçleniyor. Artık nasıl ------ 1- Yahudiler arasında çeşitli kurban sunma şekilleri vardır. Hayvan boğazlamak, un, yağ ve ağız (yeni doğum yapmış hayvanın memesinden sağılan ilk sütten elde edilen bir mamul) ve mevsimin ilk meyveleri gibi gıda maddelerini sunmak. Hıristiyanlarsa ekmek ve şarap sunarak bunun gerçek anlamda Mesih'in etine ve kanına dönüştüğüne inanırlar.
Mâide Sûresi 27-32 ..................................................... 507
olmuşsa, hem katil, hem de maktul, birinin kurbanının kabul edildiğini, ötekisinin de kabul edilmediğini biliyorlardı.
Yine ayetin akışı, "Seni öldürecegim..." diyen kişinin, kurbanı kabul edilmeyen kişi olduğunu ve bunu, içini kemiren kıskançlıktan dolayı söylediğini gösteriyor. Çünkü ortada başka bir sebep yoktur. Sonra maktul, bu tür bir sözü ve ölüm tehdidini gerektirecek şekilde kendi iradesiyle bir suç işlemiş de değildir. Şu hâlde, katilin "Seni öldürecegim..." şeklindeki tehdidi, kendi kurbanı değil de maktulün kurbanının kabul olmasından dolayı duyduğu kıskançlığın bir ifadesidir. Maktulün "Allah sadece takva sahiplerinden kabul eder." diye başlayan ve yüce Allah tarafından bize anlatılan sözleri ise, katilin dediklerine bir cevap niteliğindedir. Bu bağlamda öncelikle şunu söylüyor: Kurbanın kabul edilmesinde ve edilmemesinde kendisinin bir etkinliği ya da bir suçu yoktur. Bir suç varsa, o da katil tarafından işlenmiştir. Allah'tan korkup sakınmadığı için Allah, kurbanını kabul etmemek suretiyle onu cezalandırmıştır.
İkincisi: Eğer katil, onu öldürmek istese ve bu amaçla ona elini uzatsa, o onu öldürmek için elini uzatmayacaktır. Çünkü Allah'tan korkup-sakınmaktadır. Bu takdirde sadece katilin, hem maktulün günahını, hem de kendi günahını üstlenerek dönmesini istemektedir. O zaman ateşin ehli olacak, ki zalimlerin cezası budur. "Allah, sadece takva sahiplerinden kabul eder." sözü, fertleri sınırlandırmaya yönelik bir ifadedir. Şöyle ki kabul, hem korunan, hem korunmayan herkesin kurbanını kapsamaz. Ya da kalb (tersine çevirme) sanatı açısından sınırlandırmayı ifade etmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, katil maktulün değil, kendi kurbanının kabul edileceğini sanıyordu. Onun iddiasına göre, bu işin takvayla bir ilgisi yoktu. Ya da yüce Alla-h'ın işin iç yüzünü bilmediğini, insanların olguları birbirine karıştırıp yanılmaları gibi, O'nun da gerçeği karıştırıp yanılabileceğini düşünüyordu.
Bu sözlerde, bir yandan ibadet ve kurbanların kabul olmalarıyla ilgili bir gerçeğe parmak basılıyor; öbür yandan adam öldürme,
508 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
zulmetme ve kıskanma olgularıyla ilgili etkili öğütler veriliyor. Bu arada, bu tür suçları işleyen kimselerin kaçınılmaz olarak ilâhî cezalandırılmaya maruz kalacakları vurgulanıyor. Bunun, âlemlerin Rabbi olan Allah'ın Rabliğinin bir gereği olduğunun altı çiziliyor. Çünkü Rablik, evrenin unsurları arasında sağlam temelli bir düzen kurmakla, amelleri adalet terazisiyle değerlendirmekle ve haksızlıkları elem verici azapla cezalandırmakla gerçekleşebilir. Bu düzenin amacı da zalimi zulümden caydırmak, değilse, kendi elleriyle kazandığı azabı, ateş cezasını tattırmaktır.
"Andolsun ki, eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan, ben... sana elimi uzatacak değilim..." ifadenin orijinalinin başındaki "lam" harfi, yemin edatıdır. "El uzatmak", birini öldürmeye ilişkin girişimlerde bulunmak, ölümüne sebebiyet verecek eylemlerde bulunmak anlamında kullanılan bir deyimdir. Burada şart cümlesinin cevabının başında, isim cümlesinin başına gelen nefiy (olumsuzlama) edatına yer verilmiştir. Ayrıca fiil yerine "bibasitin" şeklinde sıfat kullanılmış ve olumsuzluk durumu "ba" harfiyle, açıklama da yeminle pekiştirilmiştir. Bütün bunlar, onun kardeşini öldürmek isteğinden fersah fersah uzak olduğunu gösterme amacına yöneliktir. Böyle bir şeyle ilgilenmek şöyle dursun, aklından bile geçirmediğini açıklamak içindir.
Ayrıca, "Ben sana elimi uzatacak degilim..." sözünü, "Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." ifadesiyle gerekçelendirmesi de, kardeşini öldürme düşüncesinden çok çok uzak olduğu gerçeğini pekiştirici bir unsurdur. Çünkü muttakilerin, işlenen her günahı bir azapla cezalandıran âlemlerin Rabbi olan Allah'ı hatırlamaları, içlerindeki Allah korkusu duygusunu uyandırır. Bu duygu, herhangi bir zulüm işleyip bundan dolayı helâk olmalarına fırsat vermez.
Sonra maktul, "Andolsun ki, eger sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak degilim." sözünü, haber verdiği bu olayın ifade ettiği gerçek anlam ile yorumluyor. Dolayısıyla işin özü şu şekilde belirginlik kazanıyor:
Mâide Sûresi 27-32 ......................................................... 509
Ya o, kardeşini öldürecek, dolayısıyla zalim olup günahı yüklenerek cehenneme girecek ya da kardeşi kendisini öldürecek ve o bu akıbete uğrayacaktır. Zalim kardeşini öldürmeyi, zalim olmaması durumunda nefsinin sahip olacağı mutluluğa tercih etmiyor. Aksine, kendisini öldürmek suretiyle zalim kardeşinin mutsuz olmasını, zalim olmayan kendisinin de mutluluğa kavuşmasını tercih ediyor. "Ben isterim ki...." sözünden maksat budur. Burada "istemek" ifadesiyle, işin iki şıklı olması durumunda şıklar arasında tercih yapma durumu kastedilmiştir.
Dolayısıyla ayet, "eger sen... elini bana uzatırsan..." ifadesinin te-vili niteliğinde olması bakımından, Hz. Musa ve yol arkadaşının kıssasında yaşanan bir olayı çağrıştırmaktadır. Arkadaşı karşılaştıkları bir çocuğu durduk yerde öldürünce, Musa; "Bir can karşılıgı olmadan temiz bir cana kıydın ha? Dogrusu sen, çirkin bir iş yaptın!" (Kehf, 74) diyerek itiraz eder. Arkadaşı ise, şu sözlerle eylemini yorumlar: "Çocuga gelince; onun anası, babası mümin insanlardı. Bunun onlara azgınlık ve küfür sarmasından korktuk. Istedik ki, Rableri onun yerine onlara ondan daha temiz, daha merhametli birini versin." (Kehf, 80-81)
Öyle anlaşılıyor ki, maktul mutlulukla birlikte olan ölümü mutsuz bir hayata ve zalimler gurubuna katılmaya karşın istemiş, yani onu bunlara tercih etmiştir, kardeşinin kendi kötü iradesiyle bedbahtlığını gerektirse bile. Tıpkı Hz. Musa'nın arkadaşının, çocuk için mutlu bir ölümü anne ve babasının üzülmesini gerektirse bile, çocuğun azgın bir kâfir olarak hem kendisini, hem de anne babasını saptırarak yaşamasına tercih etmesi gibi. Üstelik yüce Allah, buna karşılık olarak anne ve babasına ondan daha temiz, daha merhametli bir çocuk bahşetmiştir.
Adam, yani Âdem'in (a.s) maktul oğlu, Allah'ı bilen bilgin bir mut-takidir. Muttaki oluşunu, "Allah sadece korunanlardan kabul eder." sözünden anlıyoruz. Bu ifade, takva sahibi oluşuna dair bir iddia içermektedir. Yüce Allah da bu sözü reddetmeksizin naklederek onayladığını göstermiştir. Allah'ı bilen bir bilgin oluşunu ise,
510 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
"Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." ifadesinden anlıyoruz. Burada Allah'tan korktuğunu iddia etmiş, yüce Allah da olduğu gibi aktarmakla onayladığını göstermiştir. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Kulları içinde ancak bilginler, Allah'tan korkarlar." (Fâtır, 28) Dolayısıyla yüce Allah'ın onun söylediği "Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." sözünü aktarıp onaylaması, onu ilimle nitelendirmesi anlamına gelir. Nitekim Hz. Musa'nın yol arkadaşını da bu şekilde nitelendirmiştir: "Ona katımızdan bir ilim ögretmiştik." (Kehf, 65) Âdem'in maktul oğlunun ne kadar bilgin bir kimse olduğunu, azgın kardeşine söylediği hikmet dolu, güzel öğütle bezeli sözleri göstermektedir. O, tertemiz bir karakter ve berrak bir fıtrattan kaynakla-nan şu gerçeği açıklamıştır: "İnsanlar ileride çoğalacak, beşer doğaları gereği farklı topluluklara ayrılacaklardır. Kimileri muttaki, kimileri de zalim olacaktır. Bütün insanların olduğu gibi bütün âlemlerin Rabbi birdir. Bu Rab, plânlaması ve yönetimiyle onlara egemendir. O'nun sağlam ve sarsılmaz evrensel düzeninin bir gerçeği, adalet ve iyiliği sevip hoşnut olması, zulüm ve azgınlıktan hoşnut olmayıp öfke duymasıdır. Bunun bir gereği de insanın takva sahibi olması, Allah'tan korkmasıdır. Din dediğimiz de budur zaten. Kimi davranışlar ibadet ve kurban şeklindedir, kimisi de günah ve zulüm niteliklidir. İbadetler ve kurbanlar, ancak takva destekli oldukları zaman kabul edilirler. Günahlar ve zulümler, zalimlerin omuzlarına vebal yükleri olup binerler. Bu da, başka bir hayatın olmasını, bu hayatta, önceki hayatta işlenen amellerin karşılığının eksiksiz verilmesini ve zalimlerin cezasının da cehennem ateşi olmasını gerektirmektedir."
Görüldüğü gibi, bunlar dinî bilgilerin temelini, dünyevî ve uhrevî bilgilerin ana hatlarını içeren açıklamalardır. Bu salih kul, bunları, kar-ga kendisine öğretmedikçe bir şeyi toprağa gömerek saklamanın mümkün olduğunu bilmeyecek kadar cahil olan kardeşine, gayet hikmetli bir üslupla açıklıyor. Kardeşiyle konuşurken "Beni öldürmek istediğinde, kendimi senin kollarına bırakacağım,
Mâide Sûresi 27-32 ................................................... 511
kendimi savunmayacağım ve ölümden sakınmayacağım." demiyor. Bilâkis, "Ben seni öldürmeyeceğim." diyor. "Zalim olup cehennem halkından olman için ne şekilde olursa olsun senin ellerinle öldürülmeyi istiyorum." da demiyor. Çünkü hayatta birinin sapmasına ve mutsuzluğuna neden olmak, fıtrat yasasına göre zulümdür, sapıklıktır. Bu konuda hukuk sistemleri arasında bir farklılık yoktur. Yalnızca şunu söylüyor: "Elini beni öldürmek için uzatırsan, bunu isterim, tercih ederim."
Bu kıssayla ilgili olarak yapılan bir değerlendirmenin dayanaksızlığı da böylece ortaya çıkmış oluyor. Diyorlar ki: Âdem'in iki oğlundan katil olanı, zulüm ve saldırganlıkta aşırı gitmiştir. Maktul olanı ise, aşırı derece de edilgen davranıp zulmü kabullenmek hususunda aşırı gitmiştir. Zalim olanla konuşmamış, kendini savunmak suretiyle karşılık vermemiştir. Tersine, canını ona teslim etmiş, kendisini öldürme isteğine, "eger sen... elini uzatırsan..." demek suretiyle boyun eğmiştir.
Bu değerlendirmenin dayanaksızlığı şudur: Maktul, "Kendimi savunmayacağım, bana istediğini yapman için kendimi koyuvereceğim." demiş değildir. Sadece "Seni öldürmeyi istemiyorum" demiştir. Ayette ise onu öldürürken, bilerek kendini savunmadığına ilişkin bir açıklama yoktur. Belki de onu arkadan, haince bir pusu kurarak vurmuştur. Ya da kendini savunmuş, gerekli tedbirleri almışken öldürülmüştür.
Yine bu kıssaya ilişkin yorumlardan birinde deniyor ki: Maktul, sonsuz azaba uğramak suretiyle mutsuz olsun diye kardeşinin kendisini öldürmesini istediğini, böylece mutlu olacağını belirtmiş ve şöyle demiştir: "Ben isterim ki sen, benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip ateş ehlinden olasın! Bu yaklaşım, ibadet ve takva ehli görünümüne bürünen bazı insanların tutumuna benzer. Bunlar, görevlerinin dünyadan eletek çekip ibadet etmekten ibaret olduğunu düşünürler. Bir zalim onlara zulmedecek olursa, bir haksızlıkta bulunursa, zalimin kendi zulmünün günahını yüklendiğine, hakkını savunması gerekmedi-ğine, sadece sabretmesi ve sabrı-
512 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
nın ecrini beklemesinin yeterli olduğuna inanırlar! Kuşkusuz bu, bir cehalet örneğidir. Çünkü böyle bir davranış, günaha yardımcı olmanın ta kendisidir. Bu konuda yardım edenle yardım edilen ortak sorumluluğa sahiptir. Sadece zalim olan, her iki günahı yüklenmez. Bu yorumun dayanaksızlığı şuradan gelir: Maktulün, "Ben isterim ki sen, benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip ateş ehlinden olasın!" sözü, daha önce açıkladığımız tarzda bir takdirî anlama dayanmaktadır.
Bu iki problemin çözümü amacına yönelik bazı çürük açıklamalar yapılmıştır ki, bunları burada zikretmeye değmez.
"Ben isterim ki sen, benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip ateş ehlinden olasın!" Yani bazılarının açıkladıkları gibi, "Benim ve kendi günahınla dönesin." Ragıp el-Isfahanî el-Müfredat adlı eserinde diyor ki: "el-Bevâ kelimesi, etimolojik olarak, bir şeyi oluşturan parçaların yer bakımından eşit oluşunu ifade eder. 'en- Nebve' ise, bunun tam aksini, yani bir yerin parçalarının uyumsuzluğunu, girintili, çıkıntılı oluşunu ifade eder. Bir yer, konaklayan kimse açısından uyumsuz, girintili çıkıntılı değilse ona, 'Mekanun bevâun' (düz yer) derler. 'Bevve'tu lehu mekanen' yani, yeri düzelttim. Parçaları uyumlu hâle geldi."
Ardından şöyle diyor: "Ben isterim ki sen, benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip..." Yani, bu hâl üzere olasın. '"Enkertu batileha ve bu'tu bi-hakkiha' denir (yani batılını inkâr ettim ve hakkını üstlendim)." Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi. Şu hâlde kelimeyi "dönmek" şeklinde açıklamak, kelimenin asıl anlamı değil de anlamının gereği ile yapılan bir açıklamadır. Şu hâlde, "benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip." ifadesinden maksat, haksız yere öldürülen kişinin günahının, katilin günahlarına eklenmesi, böylece katilin iki günahı da üstlenmesidir. Buna göre maktul, üzerinde hiçbir günah yükü olmadan Allah'ın huzuruna çıkar. "Benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip." ifadesinden anlaşılan budur. Bunu destekleyen rivayet-
Mâide Sûresi 27-32 .................................................. 513
ler olduğu gibi, aklî değerlendirme de bunu destekler niteliktedir. Kitabımızın ikinci cildinde amellerin hükümleri hakkında açıklamada bulunurken, bu hususa da bir parça değinme imkânını bulduk. Ancak bu yorumla ilgili olarak şöyle bir problem çıkıyor karşımıza: Bunun anlamı bir insanın başkası tarafından işlenen bir günahtan sorumlu tutulmasıdır. Akıl da bunun aksine hükmetmektedir. Nitekim yüce Allah, "Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez." [Necm, 38] buyurmuştur. Bu problemi şu şekilde aşmak mümkündür: Burada teorik akla ilişkin bir hüküm söz konusu değildir ki, böyle bir şey olmaz, diye kestirip atılsın. Bilâkis pratik akla ilişkin bir hüküm duruyor karşımızda. Pratik akılsa, değişip değişmeme hususunda insan topluluklarının çı-karlarına uyar. Dolayısıyla toplum, bir insan tarafından işlenen bir eylemi, bir başkası tarafından işlenmiş gibi değerlendirip onun sorumluluk hanesine yazabilir. Ya da birinden sâdır olan fiili, ondan sâdır olmamış gibi algılayabilir. Söz gelimi, bir kimse bir adam öldürse, toplumun da öldürülen kimseden alacağı olsa, katil bunları topluma ödemek zorundadır. Çünkü toplumun zayi olan haklarını katilden alması caizdir. Veya örneğin bir kimse topluma baş kaldırsa, bozgunculuk yapsa, kamu güvenliğini tehlikeye düşürse, toplum bu asi insanın bütün iyiliklerini hiç olmamış gibi değerlendirebilir. Vs.
İşte bu gibi durumlarda toplum, mazlum insan tarafından işlenen bütün kötülükleri zalimin günah yükleri olarak görür. Zalim insan, mazlumun günah yükünü, kendi nefsinin günahı olarak yüklenir, başkasının değil. Çünkü zalim insan, başkasına uyguladığı zulüm ve kötülük aracılığıyla bu günahları kendi mülkiyetine geçirmiştir. Bir insanın başkasının mülkiyetinde olan bir malın bedelini ödeyerek satın alması gibi. Yeni sahibin söz konusu şey üzerindeki tasarrufları, ilk sahibinin bir süre o şeye sahip olması için, engellenemez. Çünkü bu başkasına intikal etmiştir. Aynı şekilde, "Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yük-
514 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
yüklenmez." [Necm, 38] sözü de, sırf zaman olarak günahı işleyen kimse başkasıdır diye, katil kimsenin sorumlu tutulmasına engel oluşturmaz. Aynı zamanda, yeni bir nedenden dolayı günah yükünün bir başkasına intikal etmesinin caiz oluşu da, "Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez." sözünün de yararsız ve işlevsiz hâle gelmesini ifade etmez. Aynı şekilde, bir mülkün satış veya başka bir muamele sonucu el değiştirmesini caiz görmek de, "Bir Müslüman'ın malı, gönül hoşnutluğuyla vermesi dışında bir başkasına helâl olmaz." hadisinin işlevsiz olması anlamına gelmez.
Bazı müfessirler demişlerdir ki: "Benim günahımı da, kendi günahını da" ifadesinden maksat, "beni öldürmen durumunda, işlediğin öldürme günahı ve bundan önce işlediğin günah"tır. Bu görüş İbn-i Mesud, İbn-i Abbas ve başkalarından aktarılmıştır. Bazılarına göre de maksat şudur: Beni öldürmenin günahı ile, kurbanının kabul edilmemesine neden olan günahı... Bu görüş de Cubbaî'den ve Zeccac'dan nakledilmiştir. Yine diğer bazılarına göre de maksat, beni öldürmenin günahı ile bütün insanları öldürmüş gibi olmanın günahıdır.
Ayetin lafzı itibariyle, bu çıkarsamaların hiçbirine ilişkin bir kanıt elde etmemiz mümkün değildir. Aklî değerlendirme yoluyla da buna ilişkin bir sonuca varılmaz.
Kaldı ki, iki günahın karşılıklı zikredilmesi, her ikisinin katile yüklenmesi ve birinin maktulün günahı, diğerinin de katilin günahı olarak isimlendirilmesi, bu çerçevede açıklığa kavuşmuyor.
"Nefsi, kardeşini öldürme hususunda yavaş yavaş ona boyun eğdi; (nihayet) onu öldürdü ve böylece ziyana uğrayanlardan oldu." Ragıp elIsfahanî "el-Müfredat" adlı eserinde şöyle der: "et-Tav'u" kelimesi, boyun eğmek, bağlanmak demektir. Bunun karşıtı "el-kurhu" istememek, eğilim göstermemektir. "Taat" da "tav'u" gibidir; fakat daha çok, emredilenlere uyma, çizilen çerçevelerde hareket etme anlamında kullanılır. Dolayısıyla, "Nefsi... ona boyun egdi." ifadesi, nefsi onun için gerekçeler hazırladı, nefsi ona isteyerek ram oldu,
Mâide Sûresi 27-32 ......................................................... 515
bağlandı gibi bir anlam taşımaktadır. "Tavvaat" kelimesi, "etâet" fiilinden daha güzel anlamı ifade edicidir. Araplar, "Tavvaat lehu nef-suhu" (nefsi onu itti) ifadesini, "Teebbet an keza nefsuhu" (nefsi falan şeyi kabul etmekten kaçındı.) ifadesinin karşılığı olarak kullanırlar." Müfredat'tan aktarılan özet alıntı burada sona erdi. Aslında "tavvaat" kelimesi, boyun eğmek ve öneride bulunmak an-lamını kapsıyor, demek istemiyor. Onun demek istediği, "et-tatvi'" kalıbının tedricîliğe delâlet etmesidir. Itaatin bir kez oluşa delâlet etmesi gibi. Nitekim if'al ve tef'il kalıpları genel olarak, bu anlamı ifade ederler. Buna göre, ayette geçen "et-tatvi" kelimesi, vesveseler ve fısıldamalar sonucu nefsi tedricî olarak istenen fiili işlemeye yöneltmek anlamına gelir. Böylece nefis, sürekli empozeler sonucu isteğe bağlı olarak boyun eğip, eksiksiz bir itaat gerçekleştirmiş olur. Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz: Nefsi ona boyun eğdi, emrine uydu. Kardeşini öldürme hususunda tedricî olarak isteğini kabul etti. Bu bakımdan, "kardeşini öldürme" ifadesi, emredilen şeyin, emrin yerine konulmasına bir örnek oluşturmaktadır. Nitekim "falan şeye yönelik emre uydu" yerine, "falan şeye uydu." ifadesi kullanılmaktadır.
Bazıları, "tavvaat" kelimesi "süsledi, çekici kıldı." anlamına gelir; dolayısıyla, "kardeşini öldürme" ifadesi, cümle içinde "mef'ulu bih" konumundadır, demişlerdir. Diğer bazılarına göre de, sözcük "tâvaat" anlamındadır. Yani kardeşini öldürme hususunda nefsi ona itaat etti. Dolayısıyla, "öldürme" kelimesinin orijinali [katle], cer harfinin hazfedilmesi dolayısıyla mansuptur. Ayetin anlamı buna göre açıktır.
Bazıları, "ziyana ugrayanlardan oldu." ifadesinin orijinalinde geçen "esbahe" fiilinden hareketle, onun kardeşini geceleyin öldürdüğünü söylemişlerdir. Ancak söylendiği gibi "esbaha" sabahladı, "emsa" akşamladının karşıtı olarak etimolojik yapısı itibariyle böyle bir anlam ifade ediyor olsa da Arap geleneğinde bu sözcük, etimolojik aslı göz ardı edilerek "sare=oldu" anlamında kullanılır.
516 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Kur'ân'da buna ilişkin birçok örnek gösterebiliriz: "O'nun nimetiyle kardeşler oldunuz." (Âl-i Imrân, 103), "Içlerinde gizlediklerine pişman oldular." (Mâide, 52) Dolayısıyla bu ayet bağlamında, sözcüğün asıl anlamının kastedildiğini kanıtlamanın imkânı yoktur.
"Derken Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermesi için yeri eşeleyen bir karga gönderdi." Ayetin orijinalinde geçen "yebhesu" fiilinin mastarı olan "el-bahsu" sözcüğü, toprakta bir şeyi aramak anlamına gelir. Daha sonra her türlü araştırma için kullanılır olmuştur. Mecma-ul Beyan tefsirinde böyle geçer. Yine ayetin orijinalinde geçen "yuvârî" fiilinin mastarı olan "el-muvarat" kelimesi, örtmek demektir. Kendini örtünme anlamında kullanılan "Tevârîi" ise, buradan gelir. "el-Vera" da bu kabildendir; bir şeyin ötesi, arkası anlamında kullanılır. "es-Sev'etu", insanın tiksindiği çirkin, ayıp şey anlamına gelir. "el-Veyl", helâk demektir. "Ya veyleta", helâk anında söylenen bir ünlemdir. "el-Acz=acizlik, çaresizlik" yapabilirliğin karşıtıdır.
Ayetin akışı, katilin bir süre, yaptığı işin şaşkınlığıyla bocaladığını, başkasının bunu öğrenmesinden çekindiğini, maktulün cesedinin başkaları tarafından görünmemesi için nasıl bir tedbir alacağını bilemediğini gösteriyor. Nihayet yüce Allah, bir karga gönderir de, ona nasıl davranacağını gösterir. Şayet karganın gönderiliş ve yeri eşeleyişiyle onun kardeşini öldürüşü eşzamanlı olsalardı, "Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim (ben)?" sözünün bir anlamı kalmazdı. Yine ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, karga yeri eşeledikten sonra oraya bir şey saklamış. Çünkü ayetin zahiri, karganın ona bir şeyin nasıl saklanacağını göstermek istediğini vurgulamaya yönelikti, nasıl yeri eşeleyeceğini göstermeye değil. Sırf eşelemek de ona bir şeyi nasıl gizleyeceğini anlatmak bakımından yetersizdi. Çünkü katil, henüz ilkel bir düşünce düzeyindeydi. Zihni henüz araştırma yapma kapasitesine erişmemişti. Böyle bir insan, kendiliğinden aralarında kaçınılmaz bir bağıntı bulunmayan yeri eşeleme olayından, yere bir şey saklama eylemine zihinsel olarak
Mâide Sûresi 27-32 .................................................... 517
adapte olabilir mi? Dolayısıyla, karganın yeri eşeledikten sonra oraya bir şey gömdüğünü görünce, gömme eylemine intikal edebilmiştir. Kuşlar arasında karganın özelliği, avladığı hayvanların ve topladığı tahıl tanelerinin bir kısmını toprağa gömerek depolamasıdır. Gerçi onun gibi toprağı eşeleyen başka kuşlar da vardır; ancak onlar tahıl tanesi ve solucan gibi şeyler aramak için eşelerler, bir şeyler saklamak için değil.
Yukarıda "liyuriyehu= göstermesi için" fiilindeki zamiri "karga" ya döndürmüş olmamız, ayetin anlamının gerektirdiği bir durumdur. Çün-kü zamiri döndürebileceğimiz en yakın isim odur. Bununla beraber bazıları, zamirin yüce Allah'a dönük olduğunu söylemişlerdir. Bunun bir sakıncası olmamakla beraber, uzak bir ihtimal olduğu da görülmektedir. Her iki durumda da anlam doğru olur.
"Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da... aciz miyim (ben)?" sözü de, karganın bir şeyi gizlemek için baş vurduğu yöntemin aslında ne kadar basit olduğunu gördüğü için söylemiştir. Çünkü, karganın yaptığı gibi yeri eşeledikten sonra, bir şeyi gizleyebileceğini gör-müştür. Bunu eşeleme ile gizleme arasındaki bağıntının açıklığı dolayısıyla algılamıştır. Bundan dolayı, daha önce böyle bir şeyi akıl edememenin üzüntüsünü duymuş, kardeşinin cesedini gömmek için bir yöntem düşünmeyi ihmal etmiş olmaktan dolayı pişman olmuştur. Nihayet, karga sayesinde bir şeyi gömmenin en yakın yönteminin yeri eşelemek olduğunu anlamıştır. Bu pişmanlığı şu sözlerinden algılıyoruz: "Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim (ben)?"
Burada olumsuzlayıcı soru (istifham-i inkârî) yöntemiyle, kendisiyle nefsi arasında geçen bir konuşma hikaye ediliyor. ifadenin açılımı, olumsuzlayıcı bir soru şeklinde ve şöyledir: "Sen şu karga kadar olamadın ki kardeşinin cesedini gizleyesin?" Cevap da şu şekilde belirginleşiyor: "Hayır." Sonra bir daha olumsuzlayıcı tarzda
518 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
bir soru yöneltiliyor: "Şu hâlde niçin bunu düşünemedin? Bu kadar açık bir yönteme başvurmayı akıl edemedin? Sebepsiz yere bu süre zarfında kendini mutsuz kıldın?" İşte bu soruya verilecek bir cevap yoktur. Bu aynı zamanda bir pişmanlığın ifadesidir. Pişmanlık, insana özgü ruhsal bir etkilenmedir. Içsel bir acı duymadır. Bir menfaatin elden kaçmasına veya bir zararın görülmesine yol açacak şekilde birtakım sebeplere sarılmayı ihmal ettiğini gözlemlemesi sonucu insana arız olan duygusal bir durumdur. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Pişmanlık, bazı imkânlar-dan yararlanmayı ihmal ettiğini hatırlayan insanın etkilenmesidir.
İnsanın içine düştüğü bu psikolojik durum, insanların bilmesini istemediği zulümleri yaptığında yakalandığı durumdur. Cüzleri arasında sağlam bir bağlantı bulunan bir düzen doğrultusunda hareket eden toplumun kabul edemeyeceği işlerdir. Dolayısıyla, meydana geldikleri sırada insanlardan gizlenseler dahi, toplumun olumsuzladığı etkilerinin çok geçmeden gün yüzüne çıkmaları kaçınılmazdır. Zulmeden suçlu insan, yaptığı zulmün, işlediği suçun, toplumsal düzen tarafından benimsenmesini, içselleştirilmesini ister; ama bunun doğal-sosyal düzen tarafından benimsenmesi mümkün değildir.
Bu, zehirli bir yiyeceği veya içeceği yiyip ya da içip, hiçbir şey olmadan sindirim sistemince sindirilmesini isteyen bir adamın davranışına benzer ki, sindirim sisteminin söz konusu zehirli yiyecek veya içeceği sindirmesi mümkün değildir. Zehirli yiyecek veya içeceğin mideye gönderilmesi mümkün olsa da bunun belirtilerinin ortaya çıkmasının şaşmaz bir süresi, aşılmaz bir bekleme anı vardır. Unutma ki Rabbin gözetleme yerindedir.
Bu sırada insan, plânlamasının eksikliklerini görür, gözetleyip denetleyebilme imkânına sahip olduğu hâlde gereken önlemi almamış olduğunu fark eder ve pişman olur. Geri dönüp birini onarsa, bir gediği kapatsa, bir başkası bozulacak, bir başka delik açılacaktır. Allah onu ta-nıkların huzurunda utanç verici bir duruma düşürünceye kadar bu böyle devam eder. Bu açıklamadan şu sonuca
Mâide Sûresi 27-32 ......................................................... 519
varıyoruz: "ve böylece pişman olanlardan oldu." ifadesi, kardeşinin cesedini gömmemekten dolayı duyduğu pişmanlığa yönelik bir işarettir. Onun aslında kardeşini öldürmekten pişman olduğu da söylenebilir ki, uzak bir ihtimal değildir.
Âdem'in iki oğlunun yaşam öyküsünün bu kesiti, yani; "Derken Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl gömecegini göstermesi için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. 'Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim ben?' dedi ve böylece pişman olanlardan oldu." ayeti, türü arasında bir benzeri bulunmayan tek bir ayettir. Bu ayette, duyu organlarının algılarından yararlanan insanın durumu somutlaştırılıyor. İnsanın, algılama yoluyla eşyanın niteliklerini, özelliklerini kavradığı anlatılıyor. Ardından insanın bu algılarını, hayata ilişkin amaçlarını gerçekleştirmeye yönelik düşüncenin malzemeleri hâline getirdiği dile getiriliyor. Ki bu, bilimsel araştırmaların vardığı şu sonucu haklı çıkarıyor: İnsanın sahip olduğu bilgiler algılara ve sezgilere dayanır. Ve bu, anma ve fıtrî bilgi te-orisini savunanların tezlerine aykırı bir söylemi ifade eder.
Bunu biraz daha açacak olursak: İnsanı, sahip olduğu bilgi formları yani tasarım ve yargı nitelikli, tikel veya tümel olanı, çeşitli nitelikler arz eden bilgileri ve kavrayışlarıyla birlikte gözlemlediğimiz zaman, insanların en cahilinin, anlama ve düşünme kapasitesi bakımından en zayıf bile olsa, birçok formlara ve büyük bir yekûn tutan bilgilere sahip olduğunu görürüz. Öyle ki bunları neredeyse saymak mümkün olmayacaktır. Daha doğrusu, âlemlerin Rabbinden başka kimse bunların sayısını bilemez. Çokluğuna ve istatistiklerin kapasitesini aşmasına rağmen, insanın dünya hayatı boyunca sürekli arttıkları, geliştikleri de gözlemlenen bir olgudur. Süreci geriye doğru işletmek mümkün olsa, yavaş yavaş azalıp sonunda sıfıra dayandığını görürüz. İnsan, bilgi namına hiçbir şeye sahip olmayan bir varlık olarak belirginleşir.
520 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İnsana bilmedigini ögretti." (Alak, 5)
Bu ayette verilmek istenen mesaj; Allah, insana bilmediğini öğretir, bildikleri hususunda ise insanın Allah'ın eğitimine ihtiyacı yoktur, değildir. Çünkü şurası göz ardı edilemez bir gerçektir ki, hangisi olursa olsun, insanın sahip olduğu bilgi, varoluşunu olgunlaştırma ve hayatı çerçevesinde yararlanma sürecinde ona yol göstericilik yapma işlevini görür. Doğal uyarılmalar ve etkilenmeler sonucu cansız varlık türlerinin vardıkları hedefe, canlı varlıklar -bu arada insan oğlu- da bilgi aydınlığıyla ulaşır. Bu demektir ki bilgi, hidayetin nesnel karşılıklarından biridir.
Yüce Allah, birçok ayette hidayet olgusunu mutlak olarak kendisine nispet etmiştir: "Her şeye yaratılışını verip sonra onu dogru yola iletendir." (Tâhâ, 50), "O ki her şeyi yarattı, düzenledi. Ve O ki her şeyin miktarını, biçimini belirleyip hedefini gösterdi." (A'lâ, 2-3) Algılama ve düşünme yoluyla yol göstermenin bir türüne işaret edilen bir diğer ayette de şöyle buyruluyor: "Yahut karanın ve denizin karanlıkları içinde size yol gösteren kim?" (Neml, 63) Önceki bölümlerde, "hidayet"in anlamına ilişkin bazı açıklamalara yer vermiştik. Kısacası her bilgi hidayet ve her hidayet de Allah'tan olduğuna göre, insan sahip olduğu tüm bilgileri, Allah'ın eğitmesiyle öğrenmiştir.
"Allah sizi, hiçbir şey bilmediginiz durumda annelerinizin karın- larından çıkardı; size işitme, gözler ve gönüller verdi ki şükredesiniz." (Nahl, 78) ayeti, bu açıdan, "İnsana bilmedigini ögretti." (Alak, 5) ayetine yakın bir anlam içermektedir. İnsan davranışları ve bunlarla ilgili Kur'ân ayetleri üzerinde eş zamanlı olarak durup düşündüğümüz zaman, insanın sahip olduğu teorik bilgilerin, yani eşyanın özelliklerine ilişkin bilgilerin ve bunların birer yansıması olarak beliren aklî marifetlerin başlangıcı olarak sezgi ve algıdan kaynaklandıklarını görürüz. Allah, insana eşyanın özelliklerini bu yolla öğretiyor. "Derken Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl gömecegini göstermesi için... bir karga gön-
Mâide Sûresi 27-32 ......................................................... 521
derdi." ayeti bunu açıklıyor.
Şu hâlde, cesedin nasıl gömüleceğini göstermek için karganın gönderilişinin Allah'a nispeti, gömmenin nasıl olacağının bilinmesinin de O'na nispet edilmesi anlamına gelir. Gerçi karga, kendisini gönderenin Allah olduğunun bilincinde değildi. Aynı şekilde Hz. Âdem'in (a.s) oğlu da, düşünme ve öğrenme yeteneğini yönlendiren bir yönlendiricinin farkında değildi. Karganın nedenselliğinin ve yeri eşelemesinin onun öğrenmesiyle ilintisi, yüzeysel bir bakış açısına göre, insana dünya ve ahiret işleriyle ilgili yöntemleri öğreten diğer tesadüfî yöntemler gibi, tesadüfî bir nedensellikti. Ancak insanı yaratan ve hayattaki hedeflerini gerçekleştirmek için ilmî olgunlaşmaya yönelten yüce Allah'tır. Yüce Allah, evrene öyle bir düzen egemen kılmıştır ki bu düzen, bilgi aracılığıyla olgunlaşmayı gerektirici niteliktedir. İnsan evrenin parçalarıyla kurduğu ilişkiler ve etkileşimler sonucu bilgi edinme imkânını bulmaktadır. Dolayısıyla insan, hayattaki hedeflerini gerçekleştirmesine yardımcı olacak bilgiyi, eğitimi evrenden alır. Kargayı ve başka şeyleri göndererek insanın bir şeyler öğrenmesini sağlayan Allah'tır. O hâlde O, insanın öğreticisidir.
Bu anlama yakın ifadeler içeren benzer ayetlerin sayısı çoktur: "Allah'ın size ögrettiginden ögreterek yetiştirdiginiz av köpeklerinin..." (Mâide, 4) Bu ayette yüce Allah, insanların bildiklerini ve avcı hayvanlara öğrettiklerini, Allah'ın kendilerine öğrettiği şeyler olarak nitelendiriyor. Oysa, o bilgileri ya başka insanlardan öğrenmişler ya da bizzat kendileri düşünerek icat etmişlerdir. "Allah'tan korkun, Allah size ögretiyor." (Bakara, 282) Oysa onlar elçiden öğreniyorlardı. "Yazıcı Allah'ın kendisine ögrettigi gibi yazmaktan kaçınmasın." (Bakara, 282) Oysa bir katip, bildiklerini diğer bir katipten öğrenir. Fakat bütün bun-lar, yaratılış düzeninde ve evrensel plânlama çerçevesinde öngörülen olgulardır. Dolayısıyla bunlar aracılığıyla elde edilen ve insanın olgunlaşmasına katkıda bulunan bilgiyi, bu sebepler aracılığıyla Allah öğretir. Tıpkı bir öğretmenin öğrencilerine söz ve empozeyle, bir katibin söz ve kalemle bildikle-
522 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
rini öğretmesi gibi.
Sebepler dünyasında yüce Allah'ın kendisine nispet ettiği olguları bu şekilde algılamak gerekir. Çünkü onların yaratıcısı Allah'tır. Allah ile yarattığı varlıklar arasında sebepler yer alır. Bunlar, zahirî işlevleri itibariyle sebeptirler, bir şeyin varoluşunun gerçekleşmesini sağlayan aletlerdirler. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Bunlar, varlığı her yönüyle ve her tarafıyla sebeplerle ilintili varlığın koşullarıdır. Söz gelimi, Amr ve Hind'den olma Zeyd'in varoluşunun koşulu, öncesinde Amr ve Hin-d'in olmaları, bunların evlenmeleri ve aralarında cinsel birleşmenin olmasıdır. Aksi takdirde, varsayılan Zeyd olmayacaktır. Gören bir göz-le görmenin koşulu, önceden gören bir gözün olmasıdır. Benzeri şeylerde de durum aynıdır. Bir kimse, sebepleri olumsuzlayarak, onları geçersiz kılarak Allah'ı birlediğini iddia eder, O'nun mutlak kudretini olumlamak ve acizliği olumsuzlamak bakımından bunun çok daha etkili olduğunu ileri sürerse, bunun yanında, arada sebeplerin varlığının zorunlu olduğunu savunmanın yüce Allah'ın yaratma hususunda, adeta iradesiz imiş gibi, özel bir yol izlemek zorunda olduğu anlamına geldiğini söylerse, farkında olmadan kendisiyle çelişkiye düşmüş olur.
Kısacası, insanların duygu organları aracılığı ile bir şekilde algıladıkları eşyanın özelliklerini onlara öğreten Allah'tır. Allah, bunları duyu organları aracılığıyla öğretir. Bunun yanında yerde ve gökte bulunan her şeyi onların hizmetine sunmuştur: "Göklerde ve yerde bulunan şeyleri, kendinden bir lütuf olarak size boyun egdirdi." (Câsiye, 13)
Hiç kuşkusuz, bu boyun eğdirme, insanın bir şekilde onlar üzerinde tasarrufta bulunup onları hayattaki hedeflerine ulaşmanın ve beklentilerini gerçekleştirmenin aracıları olarak kullanmasından başka bir şey değildir. Diğer bir ifadeyle yüce Allah, onlardan yararlansın diye, göklerde ve yerde bulunan her şeyi insanın varoluşuyla irtibatlandır-mıştır. İnsanı da bunlar üzerinde nasıl tasarrufta bulunacağını, onları nasıl kullanacağını ve nasıl aracı edineceğini kav-
Mâide Sûresi 27-32 ..................................................... 523
rasın, algılasın diye düşünme yeteneğiyle donatmıştır. Bu çıkarsamamızın kanıtları şu ayetlerdir: "Görmedin mi Allah, yerdekileri ve emriyle, denizde akıp giden gemileri sizin buyrugunuza verdi." (Hac, 65) "...Size bineceginiz gemiler ve hayvanlar yarattı." (Zuhruf, 12) "...Onların ve gemilerin üstünde taşınırsınız." (Mü'min, 80) Buna benzer daha birçok ayeti örnek göstermek mümkündür. Ayetlerin ifade tarzları son derece ilginçtir: İnsan yapımı olan geminin varlığı Allah'a nispet ediliyor. Geminin ve hayvanların yaptığı taşıma işi de öyle. Gemilerin denizde akıp gitmeleri de O'na nispet edilerek zikrediliyor. Oysa, gemilerin yüzmeleri doğrudan deniz akıntısıyla, rüzgarın esişiyle veya buhar gibi şeylerle ilintilidir. Sonra bütün bunlar, O'ndan insanın lehine bir boyun eğdirme olarak isimlendiriliyor. Çünkü yüce Allah'ın iradesinin gemiler ve yerde ve gökte benzeri işlevi gören hayvanlar üzerinde bir tür egemenliği vardır, onları öngörülen hedeflere yöneltir.
Kısacası, yüce Allah, insana algıladığı şeyler üzerinde düşünme yeteneğini bahşetmiştir, ki o bu düşüncesi aracılığıyla kendisi için öngörülen olgunlaşma hedefine yönelir. Varlıklar âlemindeki olgulara ilişkin teorik bilgileri yani, nazarî ve kesbî bilgileri nedeniyle bu öngörülen amaçları gerçekleştirme çabası içine girer. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Size işitme, gözler ve gönüller verdi ki şükredesiniz." (Nahl, 78)
Yapılması ve yapılmaması gereken şeylerle ilintili pratik bilimlere gelince, bu alanda belirleyici olan Allah'ın ilham etmesidir, algı yeteneğinin ya da teorik aklın bu hususta bir etkinliği olmaz. "Nefse ve onu biçimlendirene, ona bozuklugunu ve korunmasını ilham edene andolsun ki, nefsini yücelten kazanmış, onu alçaltan da ziyana ugramıştır." (Şems, 7-10) "Sen yüzünü Allah'ı birleyici olarak dogruca dine çevir: Allah'ın yaratma kanununa (fıtrat) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması degiştirilmez. Işte dogru din odur." (Rûm, 30) Bu ayetlerde, yapılması gerekenlerin, yani iyiliğin ve yapılmaması gerekenlerin, yani kötülüğün bilinmesi, ilâhî ilhamla, yani Al-lah'ın kalbe telkinde bulunmasıyla
524 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
elde edilen bir durum olarak değerlendirilmiştir. Dolayısıyla insanın elde ettiği bilgiler, ilâhî yol göstericiliğin yansıması ve ilâhî yol göstericilikle gerçekleşmiştir. Ancak bunların da tür olarak farklılık arz ettiklerini görüyoruz. Eşyanın dışsal özellikleri söz konusu olduğunda yüce Allah'ın, bunları öğrenme hususunda insanı yönelttiği yol, algılama yeteneğidir. Tümeldüşünsel bilgiler söz konusu olduğunda, bunlara ulaşmanın yolu, ilâhî bağış ve boyun eğdirmedir. Aynı zamanda algı yeteneğinin de işlevsel olması, bu durumu olumsuzlamaz ya da insan, bu bağlamda hiçbir şekilde ilâhî boyun eğdirmeden müstağni olmaz. Salih ya da fasit amellerle, takva ve günahla ilintili pratik bilimlere gelince; bunun yolu ilâhî ilhamdır, kalplere telkin etmesidir, fıtrat kapısını açmasıdır.
Özü itibariyle ilhama dayanan üçüncü kısmın işlevsel olarak başarılı olması ve beklenen sonuçları vermesi, ikinci kısmın salih oluşuna, doğru ve tutarlı bir zemine dayanmasına bağlıdır. Nitekim aklın doğru ve tutarlı bir etkinlik göstermesi de insanın takva ve fıtrî dini açısından dosdoğru bir çizgide hareket etmesine bağlıdır. Yüce Allah, konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Sagduyu sahiplerinden başkası düşünüp ögüt almaz." (Âl-i Imrân, 7) "Allah'a yönelenden başkası ibret almaz." (Mü'min, 13) "Gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz, ilkin ona inanmadıkları gibi." (En'âm, 110) "Nefsini aşagılık yapan beyinsizden başka, kim İbrahim dininden yüz çevirir?" (Bakara, 130) Demek isteniyor ki, aklını ifsat edip, onu normal çizgisinden saptıranlardan başkası fıtratın gerektirdiği eylemleri yapmaktan kaçınmaz.
Akıl ile takva arasındaki bu gerektiriciliği pratikte de gözlemlemek mümkündür. Hiç kuşkusuz, insanın teorik gücünde bir anormallik varsa hakkı hak olarak, batılı da batıl olarak algılayamaz. Bu bakımdan hakka sarılmanın ve batıldan kaçınmanın gerekliliğini de sezinleyemez, yüce Allah tarafından bu yönden bir ilhama da muhatap olamaz. Söz gelişi, dünya hayatının ötesinde bir hayatın olduğuna inanmayan bir kimse, ahiret hayatı
Mâide Sûresi 27-32 ................................................................ 525
açısından en iyi azık konumunda olan dinî takva duygusunun ilham edilmesini algılayamaz.
Aynı şekilde, insanın fıtrî dini bozulur ve dinî takva duygusuyla beslenmezse, şehvet (çekici güç) gazap (itici güç), sevgi veya nefret gibi içsel algı güçlerinin dengesi bozulur. Bu güçlerin arasındaki denge durumunun bozulmasıyla birlikte, teorik kavrama gücü, istenen düzeyde bir işlevsellik görmez.
Kur'ân'ın, insanlar arasında dinî bilgileri yayma ve onlara yararlı bilgiyi öğretme amacına yönelik açıklamaları bu tarzda devam eder. Bu bağlamda bilgileri edinmek için belirginleştirdiği yöntemleri esas alır. Söz gelimi, algılanmaya elverişli özelliklere sahip olgular, unsurlar söz konusu olduğunda, açık bir ifadeyle duyu organlarına hitap eder. Mesela,"Görmedin mi?, Görmüyorlar mı?, Gördünüz mü?, Görmez misiniz?" gibi ifadeler içeren ayetleri buna örnek gösterebiliriz.
Maddî tümel olgularla ilintili aklî-soyut tümel olgular ya da fizik âleminin ötesi söz konusu olduğunda, duyular açısından madde ve maddî çevrenin dışında gaybî olgular bile olsalar, aklın işlevi kesin belirleyici görülür. Dünya ve ahiret hayatına ilişkin olguları içeren ayetlerin genelini buna örnek gösterebiliriz. Bu gibi ayetlerde, özellikle "akleden bir kavim için...", "Düşünen bir kavim için...", "Hatırlayan bir kavim için..." ve "derin kavrayış sahibi bir kavim için..." gibi ifadelere yer verilir.
Amel, takva ve günahlar bağlamında hayır, şer, yarar ve zarar gibi olgularla ilintili pratik önermeler söz konusu olduğunda, bu sefer ilâhî ilham esas alınır. İnsanın içsel ilham algılamasını anımsatıcı olgulara dikkat çekilir. "Bu, sizin için daha hayırlıdır...", "Onun kalbi günah-kârdır.", "O ikisinde günah vardır.", "Günah ve haksız yere azmadır.", "Allah hidayet vermez..." gibi ifadeler kapsayan ayetleri buna örnek gösterebiliriz. Hiç kuşkusuz bu tespitimiz, üzerinde durup düşünmeye değerdir.
Bu tespitten hareketle öncelikle şunu anlıyoruz: Kur'ân-ı Kerim, duyu organlarının algılamasını ve deneyimi esas alanların
526......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
yöntemlerini yanlış bulur. Bunlar, bilimsel araştırmalarda, salt aklın yargılarını o-lumsuzlarlar. Kur'ân'ın açıklamalarında öncelikle önem yüce Allah'ın birliğine, yani tevhit ilkesine verilir. Sonra açıklanan ve insanlara sunulan tüm gerçek bilgiler bu temele dayandırılır. Bilindiği gibi, duyu organlarının algılama kapasitesinden en uzak meselelerden biri de tevhittir. Maddî olgulardan uzak ve salt aklın yargılarıyla ilintilidir.
Kur'ân, söz konusu gerçek bilgilerin fıtrat menşeli olduklarını açıklar: "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak dogruca dine çevir: Allah'ın yaratma kanununa (fıtrata) ki, insanları ona göre yaratmıştır." (Rûm, 130) Buna göre, insan yaratılışı, bu tür bilgi ve kavrayışlara kaynaklık eden bir varoluş şeklidir. Yaratılışının değişmesinin bir anlamı yoktur; elbette bizzat değişim de bir yaratma ve var etme olursa o başka. Mutlak olarak var etmeyi değiştirmek, yani varolan hükmü geçersiz kılmak ve iptal etmek tasavvur edilecek bir anlam değildir. İnsanın buna gücü yetmez; fıtratına yerleştirilen bilgileri iptal edemez ve hayat için fıtratın kesin yolundan başka bir yol izleyemez.
Pratik hayatta, fıtratın hükümlerinden sapma olarak gözlemlenen durumlar, fıtratın hükümlerinin iptal edilmesi anlamına gelmezler; bilâkis hükümlerin ve gerektiği gibi ve gereken yerlerde kullanılmaması olarak değerlendirilmelidirler. Tıpkı bir atıcının, atışı esnasında hedefi tutturmaması gibi. Hiç kuşkusuz atış aleti ve diğer malzemeler, öz doğaları gereği isabet etme özelliğine sahip kılınmışlardır. Fakat bunların kullanımında yanılmalar, hedeften saptırabilir onları. Bıçak, testere, matkap ve iğne gibi aletler bir motora yanlış monte edilirlerse, kesme, delme ve biçme gibi fıtrî işlevlerini görürler; ama istenen şekilde değil. Bunların fıtrî işlevlerinden sapmalarına gelince; söz gelimi, testere ile dikiş yapılması, testerenin iğne gibi kullanılması, dikişin bıçkı hâline getirilmesi, işte bu, imkânsızdır.
Bazı grupların bilimsel yöntemlerinin doğruluğunu kanıtlamak için ileri sürdükleri delillerin geneli üzerinde düşünüldüğü zaman
Mâide Sûresi 27-32 ...................................................... 527
bütün bunlar açık bir şekilde ortaya çıkar. Örneğin diyorlar ki: Salt aklî araştırmalarda ve duyu organlarının algılama alanlarından uzak öncüllerin bileşiminden ibaret olan kıyaslarda yanılma payı çok olur. Salt aklî meselelere ilişkin ihtilafların çokluğu da bunu gösterir. İnsanın içine sinmediği için bunlara güvenmemek gerekir. Yine bazıları somut algı ve deney yöntemlerinin doğruluğunu kanıtlamak için diyorlar ki: Algılama, zorunlu olarak eşyanın özelliklerini kavramayı sağlayan bir alet konumundadır. Özel şartlarıyla birlikte herhangi bir objede bir belirti algılanır, sonra bu belirti, söz konusu şartlarla birlikte aynı objede tekrar tekrar gözlemlenirse, her defasında, önceki gözleme göre bir farlılık ve ayrıtlık gözlemlenmezse, bu, objenin özelliğidir, tesadüfî bir ilinti değildir. Çünkü tesadüf kesin olarak devamlılık göstermez. Yukarıda sunulan iki kanıt, görüldüğü gibi, duyu organlarının algısına ve deneye dayanmanın zorunluluğunu ve salt aklın yönteminden uzak durmanın gerekliliğini kanıtlama amacına yöneliktir. Bununla beraber, her iki kanıtta da esas alınan önermeler, algı ve deney dışı aklî önermelerdir. Sonra da, bu aklî önermelere dayanarak, aklî önermeleri esas alan yaklaşımları geçersiz kılma çabası içine girmişlerdir. Dedik ya: Fıtrat, kesin olarak iptal edilemez. Yalnızca insan, fıtratı kullanmada yanlışlık yapar! Bu değerlendirme de buna ilişkin bir örnektir.
Bundan daha da kötüsü, yasal hükümlerin ve yürürlüğe konulan kanunların belirlenmesinde deneyim esaslı bir yöntemin izlenmesidir. Örneğin bir hüküm konulur ve bu hüküm insanlar arasında uygulanarak, istatistik veya başka bir yolla, bu hükmün iyi sonuçlarının olup olmadığı sınanır. Şayet uygulandığı alanlarda, genel olarak iyi sonuçlar alınırsa, değişmez, uyulması zorunlu bir yasa hâline getirilir. Aksi takdirde, bu hüküm bir yana bırakılır, yeni bir hükmün denenmesine gi-rişilir. Kıyas ve istihsan yoluyla hüküm belirlemek de en az bunun kadar hatalı ve kötü bir yöntem-
528 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
dir.1
Kur'ân, bu değerlendirmelerin ve anlayışların tümünü yanlış sayar, geçersiz kılar ve şeriat kapsamında konulan hükümlerin apaçık ve fıtrat menşeli olduklarını ortaya koyar. Kur'ân'a göre, genel olarak takva ve günah olguları ilâhî ilham menşeli bilgilerdir. Bunların ayrıntılarınınsa vahiy kanalıyla öğrenilmesi gerekir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bilmedigin bir şeyin ardına düşme." (Isrâ, 36) "Şeytanın adımlarını izlemeyin." (Bakara, 168) Kur'ân, fıtrat yasasıyla uyumlu olarak konulan şeriatı "hak" diye isimlendirir. Örneğin şöyle buyurur: "...Beraberlerinde, insanların an-laşmazlıga düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitapları indirdi." (Bakara, 213) "Zan ise haktan hiçbir gerçek kazandırmaz." (Necm, 28) Nasıl kazandırsın ki, zanna tâbi olma durumunda, her zaman için sapıklık olan batılın kucağına düşme tehlikesi vardır?! Nitekim şöyle buyurur: "Haktan sonra sapıklıktan başka ne var?" (Yûnus, 32) Yine şöyle buyurmuştur: "Allah saptırdıgını yola getirmez." (Nahl, 37) Yani, sapıklık insanı hayra ve mutluluğa ulaştırmaya elverişli bir yol değildir. Dolayısıyla hakka ulaşmak amacıyla batılı, adalet sağlamak adına zulmü, güzelliği elde etmek için kötülüğü, takva duygusuna sahip olmak uğruna günahı bir yol olarak izleyen kimse, yanlış bir yola girmiştir.
Ayrıca yeni baştan, kendiliğinden kanun koymaya, yasa icat etmeye kalkışmıştır ki, insanın kesinlikle böyle bir yetkisi yoktur. Eğer böyle bir şey mümkün olsaydı, zıt şeylerin özellikleri bazında pratize edilme imkânını bulurdu. Birbirine zıt olan şeyler, yek diğerinin işlevini ve etkinliğini yerine getirme misyonunu icra ederdi. Kur'ân-ı Kerim, bilimsel-düşünsel yöntemi iptal etmeyi, fıtrî mantığı bir yana bırakmayı esas alan "anma" yöntemini de geçer- ------- 1- Fıkıh bilimi bağlamında kıyas, istihsan ve fakihlik sezgisi dediğimiz olgular, yeni baştan hüküm koymanın değil, ilâhî hükümleri ortaya çıkarmanın yöntemleridir. Ve bunlar usûl-ü fıkıh biliminin alanına girerler.
Mâide Sûresi 27-32 ................................................................ 529
siz sayar. Ki daha önce buna değindik.
Aynı şekilde Kur'ân, insanlar açısından, Allah korkusuyla at başı gitmeyen düşünceyi de sakıncalı kabul eder. Bu konuda da genel bir açıklamaya daha önce yer verdik. Bu yüzden, Kur'ân'ın dinsel yasaları öğretirken, açıkladığı hükümleri ahlâkî faziletlerle ve övgüye değer hasletlerle desteklediğini görürüz. Kur'ân'ın bunu yaparken güttüğü amaç, söz konusu ahlâkî faziletleri ve övgüye değer hasletleri anımsatarak insanın iç dünyasındaki takva duygusunu uyandırmak, böylece hükmün anlaşılması ve derin kavranması hususunda insanı takviye etmektir. Bunun örneklerini aşağıdaki ayetlerde görmek mümkündür:
"Kadınları boşadıgınız zaman bekleme sürelerini bitirdiler mi, birbirleriyle maruf bir biçimde anlaştıkları takdirde, kendilerini ko-calarına nikâhlamalarına engel olmayın. Işte içinizde Allah'a ve a-hiret gününe inanan kimseye bununla ögüt verilir. Bu sizin için daha iyi ve daha temizdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz." (Bakara, 232), "Fit-ne kalkmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya dek onlarla savaşın. Eger vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına karşı düşmanlık yoktur." (Bakara, 193), "Namazı kıl. Çünkü namaz, kötü ve igrenç şeylerden meneder. Elbette Allah'ı anmak daha büyüktür. Allah ne yaptıgınızı bilir." (Ankebût, 45)
"Bundan dolayı İsrailoğullarına şöyle yazdık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir canı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de onu diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur." Mecma-ul Beyan tefsirinde "el-ecl"in "cinayet" anlamına geldiği belirtilir. Ragıp el-Isfehanî de el-Müfredat adlı eserinde şöylr der: "el-Ecl", sonradan olmasından korkulan cinayet demektir. Dolayısıyla her "ecl" cinayet, ama her cinayet "ecl" değildir. Araplar: "Fealtu zali-ke min eclihi" (Bunu onun için yaptım) derler." Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi. Daha sonra bu kelime, bir şeyin gerekçesi anlamında kullanılmıştır. Araplar, "Min ecli keza" derler. Yani, falan şey, benim fiilimin sebebidir. Belki de bu kelimenin gerekçe anlamında kulla-
530 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
nılması, ilk kez cinayet ve suç konularıyla ilintili olarak söz konusu olmuştur. Tıpkı, "Esae fulanun ve min ecli zalike eddebtuhu biddarb= Falan adam kötülük yaptı. Ben de onu terbiye etmek için dövdüm" dememiz gibi. Yani, benim onu dövmem, onun işlediği suçtan, kabahattan -ki, yaptığı kötülüktür- kaynaklanıyor. Ya da, işlediği kötülük olan suçtan ileri geliyor. Daha sonra kayıtsız olarak gerekçe anlamında kullanılmış ve "Ezûruke min ecl-i hubbî leke ve li-ecli hubbî leke=Seni sevdiğimden ve seni sevdiğim için seni ziyaret ediyorum" gibi ifadelerde yer almaya başlamıştır. ifadenin akışından anlaşıldığı kadarıyla, "Bundan dolayı..." ifadesiyle, önceki ayetlerde anlatılan Âdem'in iki oğlunun kıssasına işaret ediliyor. Demek isteniyor ki, bu korkunç olayın meydana gelmiş olması, İsrailoğullarına şunları, şunları yazmamıza neden oldu. Bazılarına göre, "Bundan dolayı..." ifadesi, önceki ayette geçen "ve böylece piş-man olanlardan oldu." ifadesiyle ilintilidir. Yani, bu, onun pişmanlığına neden oldu. Bu değerlendirme, "Allah size ayetleri böyle açıklıyor ki, düşünesiniz. Dünya ve ahiret hakkında. Ve sana öksüzlerden soruyorlar." (Bakara, 219- 220) ayetlerinde örneği olduğu gibi, kendi içinde pek de uzak değildir. [Bu ayetin başlangıcında yer alan "fid-dünya velahireti= dünya ve ahiret hakkında" ifadesi önceki ayetin sonundaki "tetefekkerûne=düşünesiniz" ifadesiyle ilintilidir.] Fakat bunun için, "İsrailogullarına şöyle yazdık..." ifadesinin sözün girişi olması gerekir ki, Kur'ân'ın ifade tarzının belirgin özelliği, az önce yer verdiğimiz Bakara suresindeki ilgili ayette ve benzerlerinde olduğu gibi, bu tür ifadeleri başlangıç "vav"ı (vav-ı istinaf) ile başlatmasıdır. "Bundan dolayı..." ifadesinin, Âdem'in iki oğlunun kıssasına işaret ediş şekline gelince, bu kıssa, insan türünün karakteristik bir özelliğinin, hevaya ve ellerinde olmayan özellikleri dolayısıyla insanlara kin beslemekten ibaret olan haset duygusuna tâbi olmak olduğunu gösteriyor. Işte bu özellik, en basit bir meselede insanı, yüce Rablık makamına karşı çıkmaya, yaratılışın amacını bir
Mâide Sûresi 27-32 .................................................... 531
kenara bırakmaya yöneltebilir. Kendi hemcinsini, hatta öz kardeşini öldürmeye itebilir.
Hiç kuşkusuz insanlar, teker teker bir türün bireyleri, bir gerçeğin fertleridirler. Bütün bireyler insanlık adına neye sahipseler, bir tanesi de aynısına sahiptir. İnsanlığın bütünü, bireylerin birer birer taşıdıkları özellikleri taşır. Yüce Allah, bireyleri yaratmakla, kuşakları çoğaltmakla, özelliği sadece küçük bir zaman diliminde yaşamak olan bu gerçeğin kalıcı olmasını dilemiştir. Bu gerçeğin sürekliliğini istemiştir. Şöyle ki, sonradan gelenler, önceden gelenlere ulaşsın ve Allah'ın arzında O'na ibadet edilsin. Dolayısıyla, öldürme yoluyla bir insan bireyini yok etmek, yaratılış sistemini bozmak ve yüce Allah'ın insanlık için öngördüğü amacı geçersiz kılmaktır. Yaratılış sistemi ve insan varoluşunun amacı ise, bireylerin çoğalması ve kuşakların birbirlerinin yerini almasıyla kalıcılık sağlar. Nitekim Âdem'in maktul oğlu da kardeşine hitap ederken bu gerçeğe işaret etmiştir: "Ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak degilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." Âdem'in maktul oğlu bu sözüyle, haksız yere adam öldürmenin rubû-biyetle savaşmak anlamına geldiğine işaret etmiştir.
İnsan, basit bir sebepten dolayı zulüm işleyecek tıynette olduğu için onun bu tıynete dayalı olarak işlediği suçlar, gerçek anlamda rubû-biyetin egemenliğinin ve insanlığın genel yaratılış amacının iptali olarak yorumlanmıştır. Bu ayetten önce yüce Allah- 'ın işaret ettiği gibi, İsrailoğullarının karakteristik özellikleri arasında kıskançlık, kibir, he-vaya tâbi olma ve hakkı inkâr etmek gibi olumsuz nitelikler yer alıyor. Nitekim bununla ilgili kıssaları önce anlatmıştı. Bu yüzden yüce Allah onlara, bu korkunç zulmün gerçek mahiyetini ve ifade ettiği anlamı büyük bir itinayla anlattı. Bu bağlamda, bir insanı öldürmenin, katında bütün insanları öldürmek kadar ağır bir suç, buna karşılık bir insanı diriltmenin, katında bütün insanları diriltmek kadar büyük bir iyilik olduğunu vurguladı. Bu hükmün bu şekilde İsrailoğullarına yazılması, her ne kadar
532 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
yaptırım gücü olan bir yasal yükümlülük niteliğine sahip olmasa da, konum ve yaklaşım itibariyle yasal açıdan ağırlaştırma niteliğinden de büsbütün uzak değildir. Dünya ve ahirette ilâhî gazap ve öfkeyi gerektirici bir işlevinin olduğuna, böylece işaret edilmiş oluyor. Özetleyecek olursak, cümlenin ifade ettiği anlam şudur: İnsan, en basit bir sebepten dolayı böylesine korkunç bir zulmü işleme karakterine sahip olduğundan ve İsrailoğullarının karakteristik özellikleri de bilindiğinden, onlara bir cana kıymanın mahiyetini açıkladık ki, adam öldürmede aşırı gitmekten kaçınsınlar. Bu amaçla elçilerimiz onlara apaçık belgeler getirdiler, fakat onlar bundan sonra da yeryüzünde aşırı tutumlarını sürdürdüler.
"Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir canı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir." ifadesinde yüce Allah, bir cana karşılık olarak birini öldürmeyi, yani kısası genel yargının dışında tutmuştur. Ki kısası öngören hükmü içeren ayet şudur: "Öldürmede kısas size farz kılındı." (Bakara, 178) Yine yeryüzünde bozgunculuk yapmanın karşılığı olarak birini öldürmek de istisna edilmiştir. Buna ilişkin hükme de şu ayet işaret etmektedir: "Allah ve Elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası..." (Mâide, 33) "Keennema=gibidir" ifadesiyle dikkat çekilen konuma gelince, bu-nu yukarıda şöyle açıkladık: Birey olarak insanın yaşayan ve ölen bir olgu olarak taşıdığı gerçekliği, insanlık da taşımaktadır. Çünkü insanlık, bireyleriyle, kısımlarıyla ve bütünüyle bir tek gerçeklikten ibarettir. Bu bakımdan bir tek kişiyle, birçok kişi arasında herhangi bir fark yoktur. Bu itibarla, bir tek insanı öldürmek, bütün insanları öldürmek; aynı şekilde bir tek insanı diriltmek de bütün bir insanlık türünü diriltmek konumundadır. Ayet-i kerimenin üzerinde durduğu husus da budur.
Bu ayetle ilgili olarak iki problem öne sürülmüştür. Birincisi: Bütün insanları öldürmeyi, bir insanı öldürme konumuna indirgeme, amacın çürütülmesine yol açar. Çünkü amaç, adam öldür-
Mâide Sûresi 27-32 ...................................................... 533
menin günah ve etki bakımından önemini ve büyüklüğünü vurgulamaktır. Bunun doğal gereği de, öldürülen kişilerin sayısı arttıkça önemin de artmasıdır. Bir kişinin öldürülmesini, herkesin öldürülmesi gibi algılamak, birden fazla öldürmelerin karşılığının olmamasını, artı bir cezanın olmamasını gerektirir. Çünkü bir kişi on adamı öldürse, bu öldürülenlerin bir tanesinin öldürülmesi, herkesin öldürülmesi anlamına gelir. Bu durumda, geriye kalanlara karşılık olabilecek bir değer kalmaz.
"On kişiyi öldürmek, on kere herkesi öldürmek gibidir. Herkesi öldürmek de, herkes kadar herkesi öldürmek gibidir." demekle yukarıdaki problemi çözmüş olmayız. Çünkü bu değerlendirme, cezanın sayısının katlanmasına dönüktür. Oysa, problemin ifadesi için kullanılan üsluptan bunu anlamamız mümkün değildir. Kaldı ki, herkes, bireylerden meydana gelen bir olgudur. Bu bireylerin her biri de, diğer bireylerle birlikte oluşturdukları topluma, yani herkese denktir. Bu, sonsuza kadar sürer. Dolayısıyla bu tür bir bütünün anlamı olmaz. Çünkü kendine ait bir bireyi yoktur. Bireysiz toplum da düşünülemez.
Öte yandan yüce Allah, "Kim kötülük getirirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır." (En'âm, 160) buyuruyor. İkincisi: Bir kişinin öldürülmesinin, herkesin öldürülmesine denk olması, bununla söz konusu bir kişiyi de kapsayan herkesin öldürülmesi kastedilirse bu birin, kendisinin ve başkasının toplumundan ibaret olan bir topluma eşit olmasını gerektirir ki, böyle bir şey kesin olarak muhaldir. Eğer böyle bir sözle, söz konusu birin dışındaki herkesin öldürülmesi kastedilirse, bunun anlamı, bir kişiyi öldüren kimse ondan başka kimseleri öldürmüş gibidir. Ki bu, bir söz için yakışık almaz bir anlamdır, amacı bozucudur. Özellikle zulmün ne büyük bir günah olduğunu vurgulama amacına yönelik bir ifade açısından bu durum daha belirgindir. Ayrıca "bütün insanları öldürmüş gibidir." ifadesinin, bir istisnaya yer verilmeksizin mutlak bırakılmış olması böyle bir ihtimali ortadan kaldırmaktadır.
534 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Sonra böyle bir problemin de, "Burada kastedilen, ceza açısından denkliktir ya da cezanın kat kat arttırılmasıdır." şeklindeki açıklamalarla ortadan kalkmayacağı da açıktır.
Bu iki probleme vereceğimiz cevap şudur: "Kim... bir canı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir." ifadesi, bütün insanların tek bir insanî gerçeklik bakımından bir olduklarına yönelik bir kinayedir. Bu gerçeklik bağlamında bir insanla, bütün insanlar birdir. Bu bakımdan, insanların birinde somutlaşan insanlık gerçeğine yönelen bir kimse, herkeste somutlaşan insanlık gerçeğine yönelmiş gibidir. Örneğin su, ayrı ayrı kaplara konulsa, bu kaplardan birinde bulunan suyu içen kimse, su içmiş olur. Su olması hasebiyle suya yönelmiştir. Bütün kaplarda bulunan su, su olmak noktasında suya herhangi bir katkıda bulunmuş olmazlar. Dolayısıyla bütün suyu içmiş gibidir.
Şu hâlde, "Kim... bir canı öldürürse..." ifadesi, benzetme kalıbın-da bir kinayedir. Bu bakımdan yukarıdaki iki problem ortadan kalkmış olurlar. Çünkü iki problemin dayanağı, benzetmenin basit veya kinaye dışı olduğu varsayımıdır. Buna göre benzerlik noktası, benzeyenin sayısının artmasıyla orantılı olarak artar. Bu nedenle bu esnada bir kişiyle herkes eşit tutulursa, anlam bozulur ve problem baş gösterir. Tıpkı; falan kavmin bir kişisi, aslanlardan bir tane gibidir. Onlardan bir tanesi, düşmanı kapmak ve cesur olmak bakımından tümü gibidir, denilmesi gibi.
"Kim de onu diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur." ifadesine gelince; bu konuda söyleyeceğimiz, önceki cümle ile ilgili sözlerimizden farklı olmayacaktır. Hiç kuşkusuz, ifadede geçen "yaşatma" akıl erbabının literatüründe, boğulmakta olan birini kurtarmak ve bir esiri serbest bırakmak gibi bir anlamı ifade eder. Nitekim yüce Allah, bir insanın hakka yöneltilmesini diriltme olarak nitelendirmiştir: "Ölü iken kendisini dirilttigimiz ve kendisine insanlar içerisinde yürüyebilecegi bir ışık verdigimiz kimse..." (En'âm, 122) Buna göre, bir insanı imana yönelten kimse, onu diriltmiş olur.
Mâide Sûresi 27-32 ...................................................... 535
"Andolsun elçilerimiz onlara açık deliller getirdiler." Bu ifade, ayetin baş tarafına matuftur. Demek isteniyor ki: Onlara elçilerimiz apaçık belgelerin desteğinde geldiler, onları adam öldürmekten ve benzeri yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya yönelik davranışlardan sakındırdılar.
"Ama bundan sonra da onlardan çoğu, yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler." Bu ifade, açıklamanın akışını bütünleyici niteliktedir. Bunun eklenmesiyle, açıklamadan beklenen sonuç elde edilmiş oluyor. Ki bu sonuç onların bozguncu, büyüklük taslama ve dik başlılık yapma hususunda bir kavim olduklarının anlaşılmasının sağlanmasıdır. Deniliyor ki: Biz onlara adam öldürmenin ne denli ağır bir suç olduğunu açıkladık. Bu amaçla birtakım belgeler eşliğinde elçilerimizi gönderdik. Elçiler onlara açıklamalarda bulundular, onları uyardılar. Ama onlar buna rağmen, dik başlı ve büyüklenici tavırlarında ısrar ettiler. Öteden beri yeryüzünde bozgunculuk yaptılar ve hala bu bozguncu tavırları sürmektedirler. Israf, yani aşırı gitmek, insanın yaptığı her işte maksadın dışına çıkması ve sınırı aşması anlamına gelir. Bununla beraber, Ragıb'ın el-Müfredat'ta dediği gibi, genellikle harcamalarla ilgili olarak kullanılır: "Ve harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; har-camaları bu ikisinin arasında dengeli olur." (Furkan, 67)
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir-ul Ayyâşî'de Hişam b. Salim, Habib Sicistanî'den, o da İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Âdem'in iki oğlu Allah'a yaklaşmak için bir şey sunup, birininki kabul edilip, diğerininki kabul edilmeyince, -İmam dedi ki: Habil'in sunduğu şey kabul edildi; ama Ka-bil'inki kabul edilmedi- Kabil'in içinde şiddetli bir kıskançlık duygusu yerleşti ve Habil'e saldırdı. Sürekli onu gözetliyordu, yalnız yakalayıp, Âdem'in görmediği bir sırada onu öldürmeyi amaçlıyordu. Nihayet böyle bir anda üzerine atlayıp öldürdü. Kıssaları ve öldürme olayından önceki konuşmaları Kur'ân'da anlatılmıştır..." [c.1, s.306-309, h:77]
536 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
mıştır..." [c.1, s.306-309, h:77]
Ben derim ki: Bu rivayet, kıssayla ilgili en güzel rivayetlerdendir. Oldukça uzun olan bu rivayetteİmam, "Bundan sonra Âdem'in Hibetullah (Şis) adlı oğlunun dünyaya gelmesini, Hz. Âdem'in ona vasiyette bulunmasını ve bu vasiyetin peygamberler arasında yürürlüğe konulmasını" açıklamıştır. Biz, inşallah uygun bir yerde bu rivayeti aktaracağız. Bu rivayetten anlaşıldığı kadarıyla Kabil Habil'i pusu kurarak ve kendini savunmasına fırsat vermeyerek öldürmüştür. Daha önce de açıkladığımız gibi, böylesi konuyla ilgili değerlendirmemize uygundur.
Biliniz ki, rivayetlerde Âdem'in oğullarının adları Habil ve Kabil, bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ta da, Habil ve Kayin şeklinde geçer. Ancak Tevrat, bu konuda kanıt olarak ele alınamaz. Çünkü Tevrat, durumu bilinmeyen bir insana dayanıyor, birtakım tahriflere de maruz kalmıştır.
Tefsir-ul Kummî'de deniliyor ki, bize babam anlattı, o da Hasan b. Mahbub'dan duymuş, ona Hişam b. Salim anlatmış, ona Ebu Hamza Sumali, Süveyr b. Ebi Fahita'dan aktarmış ki, Ali b. Hüseyin'in (a.s) Kureyş'den bazı adamlarla şöyle konuştuğunu duydum: "Âdem'in iki oğlu kurban sunarlarken, biri sahibi olduğu en semiz koçu sundu, diğeri de bir demet başak sundu. Koç sahibinin, yani Habil'in kurbanı kabul edildi; ama diğerininki kabul edilmedi. Kabil bu olay karşısında öfkelendi. Habil'e dedi ki: 'Allah'a andolsun ki seni öldüreceğim.' Bunun üzerine Habil şöyle dedi: Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder. Andolsun ki, eger sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak degilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben isterim ki sen benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip ateş ehlinden olasın. Za-limlerin cezâsı işte budur." "Derken, nefsi ona kardeşini öldürme hususunda boyun eğdi. Fakat onu nasıl öldüreceğini bilmiyordu. İblis geldi, kardeşini nasıl öldüreceğini öğretti. Dedi ki: 'Kafasını iki taşın arasına koyup parçala.' Böylece kardeşini öldürdü. Ama ne yapacağını bilmiyordu.
Mâide Sûresi 27-32 ....................................................... 537
Bu sırada iki karga geldi. Bu kargalar vuruşmaya başladılar. Nihayet biri ötekini öldürdü. Sonra sağ kalanı, pençesiyle yeri eşeledi ve öbürünü oraya gömdü. Bunu gören Kabil, 'Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim (ben)?' dedi ve böylece pişman olanlardan oldu.' Bir çukur kazdı ve kardeşini oraya gömdü. Ölüleri toprağa gömme geleneği bu ilk örnekten itibaren başlamış oldu." "Kabil babasının yanına döndüğünde, babası Habil'i yanında göremedi. Âdem dedi ki: 'Oğlumu nerede bıraktın?' Kabil şu cevabı verdi: 'Beni onun başında çoban olarak mı gönderdin?' Âdem dedi ki: 'Benimle kurban yerine gel.' Kabil'in yaptığı işle ilgili olarak Âdem'in içine bir kuşku düşmüştü. Kurban yerine ulaştıklarında Âdem, Kabil'in Habil'i öldürdüğünü anladı. Âdem Habil'in kanını kabul eden toprağı lânetledi. Âdem'e Kabil'i lânetlemesi emredildi. Gökten Kabil'e şöyle seslenildi: 'Kardeşini öldürdüğün gibi, lânete uğradın.' Işte bu yüzden toprak kanı çekmez." "Âdem oradan döndü ve kırk gün kırk gece Habil için ağladı. Oğlunun acısına dayanamaz hâle gelince, durumu Allah'a şikayet etti. Bunun üzerine Allah ona, 'Ben sana bir oğul bağışlayacağım. Bu oğul Habil'in yerine geçecektir.' diye vahyetti. Derken Havva temiz ve kutlu bir oğul doğurdu. Doğumun üzerinden yedi gün geçince Allah ona şöyle vahyetti: 'Ey Âdem! Bu oğul benden sana bir bağış, bir hibedir. Onun adını Hibetullah (Allah'ın bağışı) koy.' Âdem, oğluna Hibetullah adını verdi."
Ben derim ki: Bu rivayet kıssa ve onunla ilgili olaylar üzerine aktarılan rivayetler içinde orta çizgiyi temsil eder özelliktedir. Bununla beraber, metninde karışıklık da yok değildir. Söz gelimi, metinden anlaşıldığı kadarıyla Kabil Habil'i ölümle tehdit ediyor, ama onu nasıl öldüreceğini bilemiyor. İblis -Allah'ın lâneti üzerine olsun- ona kardeşinin kafasını taşla ezmesini telkin ediyor. Gerek Ehlisünnet, gerekse Şia kanallarında aktarılan başka rivayetler de var. Bunların içerikleri bu rivayete yakındır.
Biliniz ki, bu kıssayla ilgili olarak, içerik bakımından birbirle-
538 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
rinden oldukça farklı, son derece ilginç rivayetler aktarılmıştır. Örneğin bunlardan birinde deniyor ki: "Allah, Habil'in kurban ettiği koçu aldı ve onu cennette kırk gün sakladı. Sonra İsmail yerine kurban edilmek üzere İbrahim'e gönderdi. İbrahim de onu kurban etti." Bir başkasında şöyle deniyor: "Habil, Kabil'in kendisini öldürmesine müsaade etti ve kendisi kardeşine el uzatmaktan kaçındı." Diğer bir rivayette şöyle deniyor: "Kabil kardeşini öldürünce, yüce Allah öldürdüğü gün, ayaklarından birini butuna bağladı ve bu durum kıyamet gününe kadar sürecektir. Yüzünü de sağ tarafa döndürdü. Ne tarafa dönse, kış mevsiminde karlı bir hava, yaz mevsiminde ateş gibi yakan kavurucu bir hava ona musallat olur. Yanında yedi melek bulunmaktadır. Biri gidince bir başkası onun yerine gelir."
Diğer bir rivayette şöyle deniyor: "Kabil denizin ortasındaki adaların birinde işkence görmektedir. Ayaklarından asılı hâldedir ve bu durumu kıyamet gününe kadar devam edecektir." Başka bir rivayet de şöyledir: "Âdem'in oğlu Kabil, başının iki yanındaki saçlarla güneş kursuna asılmıştır. Yaz kış onunla birlikte dönmektedir. Kıyamet gününe kadar böyle kalacaktır. Kıyamet günü Allah onu ateşe atacaktır." Diğer birinde şu ifadelere yer verilmektedir: "Âdem'in kardeşini öldüren oğlu, cennette doğan Kabil'dir." Bir başkasında deniliyor ki: "Âdem Habil'in öldürüldüğünü anlayınca, Arapça birkaç mersiye söyledi." Bir diğer rivayetin ifadesi de şöyledir: "Onların şeriatının hükmü şöyleydi: Bir kimseye birisi el uzatsaydı, onu dilediğini yapmak üzere kendi hâline bırakırdı, ona engel olmaya kalkışmazdı." Bunun gibi daha birçok rivayet vardır. Ne var ki, bu benzeri rivayetlerin kanallarının büyük bir kısmı veya tümü zayıftır. Ne doğru bir değerlendirme ile uyuşuyorlar, ne de Kur'ân onların içerikleriyle örtüşüyor. Bunların bir kısmı besbelli uydurma, bir kısmı tahrif edilmiş, bir kısmında da ravilerin hatası söz konusudur. Çünkü hadisin asıl lafzını değil de algıladıkları anlamı aktarmaya çalışmışlardır.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Ebi Şeybe Ömer'den şöyle ri-
Mâide Sûresi 27-32 ......................................................... 539
vayet eder: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Sizden biriniz, neden kendini öldürmeye gelen kimse karşısında böyle diyemez ki? Neden bir elini diğerinin üzerine koyup, Âdem'in oğullarından en iyi olanı gibi olmasın ki? Nasılsa kendisi cennette, katili de cehennemde olacaktır."
Ben derim ki: Bu rivayet, fitne zamanı ile ilgili olarak aktarılan çok sayıda rivayetten biridir. Bunların birçoğunu Suyutî ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde derlemiştir. Örneğin bu tefsirde Beyhaki'nin, Ebu Musa'dan, o da Resulullah'tan (s.a.a) şöyle rivayet ettiği aktarılır: "Kılıçlarınızı kırın -yani fitne zamanında-, oklarınızı ve kemanlarınızı par-çalayın. Evlerinizin bir köşesine kapanın. Âdem'in oğulları içinde, en hayırlı olanı gibi davranın." Yine müellif İbn-i Cerir ve Abdurrezzak kanalıyla Hasan'dan şöyle rivayet eder: Resulullah buyurdu ki: "Âdem'in iki oğlunun hikayesi bu ümmet için verilmiş bir örnektir. Siz ikisinden hayırlı olanın tavrını kendinize örnek alın." Bunun gibi daha birçok rivayet vardır.
Ne var ki bu rivayetler, zahiri itibariyle öz savunmayı (nefsi müdafa) ve hakka yardımcı olmayı emreden sahih rivayetlerin desteklediği doğru anlayışla, doğal tepkimeyle bağdaşmamaktadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eger inananlardan iki grup vuruşurlarsa, onların arasını düzeltin; şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruguna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun." (Hucurât, 9) Ayrıca söz konusu rivayetlerin tümü, kıssada aktarılan Habil'in "Andolsun ki, eger sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak degilim." şeklindeki sözlerinin, Habil'in kardeşinin kendisini öldürmesine ses çıkarmadığı, kendini savunmadığı şeklinde yorumlanması esasına dayanmaktadır. Ki bu yaklaşımın yanlış olduğunu daha önce açıklamıştık. Bu rivayetlerle ilgili olarak, bir art niyet söz konusu olmasını insanın aklına getiren bir olgu, bunların "fitnet-üd dar" [üçüncü halife Osman'ın evinin muhasara edilmesi] olayında ve Hz. Ali (a.s)
540 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ile Muaviye, Haricîler, Talha ve Zübeyr arasında yaşanan savaşlarda bir kenarda oturup tarafsız kalmayı yeğleyenler tarafından rivayet edilmeleridir. Bu durumda, rivayetleri mümkünse bir şekilde yorumlamak gerekir. Yoksa nazarı dikkate almamak ve merdut bilmek daha doğru olur.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Asakir Ali'den şöyle rivayet eder: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Şam'da Kasiyun adı verilen bir dağ var. Âdem'in oğlu, kardeşini orada öldürdü."
Ben derim ki: Bu rivayetin bir sakıncası yok. Fakat İbn-i Asakir, bir başka kanaldan Ka'b el-Ahbar'dan şöyle rivayet etmiştir: "Kasiyun dağındaki kan Âdem'in oğlunun kanıdır." Bir başka kanaldan da Amr b. Habir eş-Şa'bani'den şöyle rivayet etmiştir: "Deyr-ul Meran dağında Ka'b el-Ahbar'la beraberdim. Dağın bir yerinde akan bir dere gördü. Dedi ki: Âdem'in oğlu burada kardeşini öldürdü. Bu, öldürülen kardeşin kanının izidir. Allah onu âlemler için bir ayet kılmıştır."
Bu iki rivayet gösteriyor ki, orada kalıcı bir iz vardı ve insanlar onun öldürülen Habil'in kanı olduğunu söylüyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki, bu da asılsız bir hurafeydi. İnsanların dikkatini oraya çekmek, ziyaret amacıyla adaklar ve hediyeler sunmalarını sağlamak amacıyla uydurulmuştur. Taşlara işlenmiş el ve ayak izlerini ve Cidde'deki "büyük anne" (Havva) kabrini bu tür hurafelere örnek gösterebiliriz.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizi, İbn-i Mace, İbn-i Cerir ve İbn-i Münzir'in İbn-i Mesud'dan şöyle rivayet ettikleri belirtiliyor: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Haksız yere öldürülen hiç kimse yoktur ki, ölümünün sorumluluğu Âdem'in ilk oğlunun omuzlarına binmiş olmasın. Çünkü adam öldürme geleneğini ilk o başlattı."
Ben derim ki: Bu anlamı içeren başka rivayetler, bunun dışındaki kanallardan, hem Sünnî, hem de Şiî ravilerce aktarılmıştır. el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Hamran'dan şöyle aktarır: "İmam Bâkır'a (a.s) dedim ki: 'Bundan dolayı İsrailogullarına şöyle yazdık: Kim, bir cana veya yeryüzünde
Mâide Sûresi 27-32............................................................ 541
şöyle yazdık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir canı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.' sözü ne anlama gelir? Sadece bir kişiyi öldürdüğü hâlde, nasıl bütün insanları öldürmüş gibi kabul edilir?' Buyurdu ki: 'Cehennemin en şiddetli azap görülen kısmına konulur. Eğer bütün insanları öldürmüş olsaydı, buraya konulacaktı.' Dedim ki: 'Birini daha öldürse ne olur?' Dedi ki: Azabı katlanır." [Füru-u Kâfi, c.7, s.271, h:1]
Ben derim ki: Şeyh Saduk Maan-il Ahbar adlı eserde, benzeri bir rivayeti Hamran kanalıyla aktarır. [s.379, h:2] "Dedim ki: Birini daha öldürürse ne olur?" sözünde, daha önce yaptığımız açıklamaya yönelik bir işaret vardır. Ki orada bir kişiyi öldürmenin vebalının, birkaç adamın öldürmenin vebalına eşit olması sorunu üzerinde durulmuştu.İmam burada, "Azabı katlanır." cevabını veriyor. Burada, "Kim, bir cana... karşılık olmaksızın bir canı öldürürse..." ayetinde işaret edilen indirgeme olgusunun gerektirdiği eşitliği gündeme getirmiyor. Çünkü azabın katlanması, birin çoğa veya herkese eşit olmamasını gerektirir, şeklinde bir problem ileri sürülemez. Böyle bir problemin ileri sürülmeyecek olmasının nedenine gelince, konum eşitliği azabın türüyle ilgilidir. O da, bir kişiyi öldürenle, iki kişiyi öldüren ve herkesi öldürenin cehennemin aynı vadisine konulacak olmalarıdır. Nitekimİmamın sözü de buna işaret ediyor: "Eğer bütün insanları öldürmüş olsaydı, buraya konulacaktı."
Bizim bu açıklamamız, Ayyâşî'nin tefsirinde Hamran'dan, onun da söz konusu ayetle ilgili olarakİmam Cafer Sadık'tan (a.s) aktardığı rivayetçe de desteklenmektedir.İmam (a.s) buyurdu ki: "Cehennemde bir yer var ki burası, cehennem azabının şiddet bakımından ulaştığı son noktadır. Adam öldüren kişi oraya konur." - Ravi diyor- dedim ki: "Ya iki kişiyi öldürürse?" şu cevabı verdi: "Ateşte, bu yerden daha şiddetli azap veren bir yer olmadığını bilmez misin? Bu azap, yaptığıyla orantılı olarak arttırılır..." [c.1, s.312-313, h:84]
542 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
İmamın (a.s) cevabında olumlamayla olumsuzlamaya birlikte yer vermiş olması, bizim de rivayeti yorduğumuz amaca yöneliktir. Şöyle ki: Birlik ve eşitlik azabın türüyle ilgilidir. Bu da konum birliğine yönelik bir işarettir. Farklılık, şekil ve katilin tattığı azabın mahiyeti bakımından söz konusudur.
Ayrıca Hannan b. Sudeyr'in İmam Cafer Sadık'tan (a.s) "Kim bir canı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir." ayetiyle ilgili olarak aktardığı şu sözler de bu yorumumuzu bir açıdan desteklemektedir: "Cehennemde bir vadi var. Bir kimse bütün insanları öldürse, oraya girer. Bir insanı öldürse, yine oraya girer." [c.1, s.313, h:86]
Bu rivayette ayet, anlam olarak aktarılmış gibidir.
el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Fudayl b. Yesar'dan şöyle aktarır: "İmam Bâkır'a (a.s), 'Kim de onu diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur.' ayetini sordum. Buyurdu ki: 'Birini yangından veya boğulmaktan kurtarması kastediliyor.' Dedim ki: 'Ya birini sapıklıktan kurtarıp hidayete erdirirse?' Buyurdu ki: Işte bu, ayetin en yüce yorumudur." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.210-211] Ben derim ki: Bu hadisi Şeyh Tûsî el-Emalî adlı eserinde ve Bar-kî, el-Mehasin adlı eserinde Fudayl'den, o daİmam Bâkır'dan (a.s) ri-vayet etmiştir. Aynı hadis Semaa ve Hamran kanalıylaİmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilmiştir. [el-Emalî, c.1, s.230. el- Mehasin, c.1, s.232, h:181 ve 182] Sapıklıktan kurtarmanın ayetin en yüce yorumu olmasından maksat, en ince, en özenli tefsiri olmasıdır. Çünkü Islâm'ın ilk çağlarında "tevil" kelimesi çoğu yerde "tefsir"in eşanlamlısı olarak kullanılırdı.
Yaptığımız açıklamayı destekleyen bir kanıt da Tefsir-ul Ayyâşî'de Muhammed b. Müslim aracılığıylaİmam Bâkır'dan (a.s) aktarılan rivayettir: "İmama (a.s), 'Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir canı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir.' ayetini sordum. Buyurdu ki: 'Ona ateşten bir oturak verilir ki, bütün insanları öldürmüş olsaydı,
Mâide Sûresi 27-32 ......................................................... 543
bundan fazla bir azaba çarptırılmayacaktı.'İmam devamla buyurdu ki: 'Kim de onu diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur.' Onu öldürmezse veya boğulmaktan ya da yangından kurtarırsa. Bütün bunlardan daha büyük ve önemli olanı, onu sapıklıktan çıkarıp hidayete ulaştırmasıdır." [c.1, s.313, h:87]
Ben derim ki: İmam "Onu öldürmezse..." sözünü, öldürülmeyi hakkettiği hâlde öldürmezse, anlamında kullanmıştır. Kısasta örneğin.
Aynı eserde Ebu Basir'den, o daİmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "İmama, 'Kim de onu diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur.' ayetinin anlamını sordum. Buyurdu ki: Küfürden çıkarıp imana ulaştırması kastedilmiştir." [c.1, s.313, h:88] Ben derim ki: Bu anlamı içeren birçok rivayet Ehlisünnet kanallarında da aktarılmıştır.
Mecma-ul Beyan tefsirinde deniliyor ki:İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir: "İsraf edenler (aşırı gidenler), haramları helâl sayanlar ve kan dökenlerdir."
BİLİMSEL BİR YAKLAŞIM VE KARŞILAŞTIRMA
Tevrat'ın "Tekvin Kitabı"nın dördüncü babında şöyle deniyor: "(1) Ve Âdem karısı Havvayı bildi; ve gebe kalıp Kaini doğurdu; ve: Rabbin yardımı ile bir adam kazandım, dedi. (2) Ve yine kardeşi Habili doğurdu. Ve Habil koyun çobanı oldu, fakat Kain çiftçi oldu. (3) Ve Kain, günler geçtikten sonra, toprağın semeresinden Rabbe takdime getirdi. (4) Ve Habil, kendisi de sürünü ilk doğanlarından ve yağlarından getirdi. Ve Rab Habile ve onun takdimesine baktı; (5) fakat Kaine ve onun takdimesine bakmadı. Ve Kain çok öfkelendi, ve çehresini astı. (6) Ve Rab Kaine dedi: Niçin öfkelendin? Ve niçin çehreni astın? (7) Eğer iyi davranırsan, o yükseltilmeyecek mi? Ve eğer iyi davranmazsan, günah kapıda pusuya yatmıştır; ve onun istediği sensin; fakat sen ona üstün ol. (8) Ve Kain, kardeşi Habile söyledi. Ve vaki oldu ki, kırda oldukları zaman, Ka-
544 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
in, kardeşi Habile karşı kalktı, ve onu öldürdü. (9) Ve Rab Kaine dedi: Kardeşin Habil nerede? Ve dedi: Bilmiyorum; kardeşimin bekçisi miyim ben? (10) Ve dedi: ne yaptın? Kardeşinin kanının sesi topraktan bana bağrıyor. (11) Ve şimdi sen toprak tarafından lânet edildin, o toprak ki kardeşinin kanını senin elinden almak için ağzını açtı; (12) toprağı işlediğin zaman, artık sana kuvvetini vermiyecektir; yeryüzünde kaçak ve serseri olacaksın. (13) Ve Kain Rabbe dedi: Cezam taşınamıyacak derecede büyüktür. (14) Işte, bugün toprağın yüzü üzerinden beni kovdun; ve senin yüzünden gizli kalacağım; ve yeryüzünden kaçak ve serseri olacağım; ve vaki olacak ki, her kim beni bulursa, beni öldürecektir. (15) Ve Rab ona dedi: Bunun için Kaini her kim öldürürse, ondan yedi kere öç alınacaktır. Ve Rab, her kim onu bulursa kendisini vurmasın diye, Kain üzerine bir nişane koydu. (16) Ve Kain Rabbin önünden çıktı, ve Adenin şarkında Nod diyarında oturdu." (Tevrat'tan alınan alıntı burada sona erdi.)1
Âdem'in iki oğlunun kıssasının Kur'ân'daki şekli ise şöyledir: (27) "Onlara Âdem'in iki oglunun gerçek haberini oku: Hani her biri, Allah'a yaklaşmak için (bir şey) sunmuşlardı da birisinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. (Ameli kabul edilmeyen, kabul edilene) 'Seni öldürecegim.' demişti. (O da,) 'Allah sadece takva sahiplerinden kabul eder.' dedi. (28) 'Andolsun ki, eger sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak degilim. Çünkü ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. (29) Ben isterim ki sen, benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip ateş ehlinden olasın! Zalimlerin cezası işte budur.' (30) Nefsi, kardeşini öldürme hususunda yavaş yavaş ona boyun egdi. (Nihayet) onu öldürdü ve ------ 1- [el-Mizan'ın Arapça orijinalinde, bu konuyla ilgili tüm alıntılar, Kitab-ı Mukaddes'in Miladî 1935 yılında Cambridge'de basılan Arapça çevrisinden yapılmıştır.
Ancak biz, bu alıntıları direkt olarak Kitab-ı Mukaddes'in Türkçe çevirisinden yapmayı daha uygun bulduk ve Kitab-ı Mukaddes Şirketi tarafından 1985 yılında İstanbul'da basılan Türkçe çevrisini esas aldık. -tatbik heyeti-]
Mâide Sûresi 27-32 ......................................................... 545
böylece ziyana ugrayanlardan oldu. Derken Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl gömecegini göstermesi için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Katil kardeş) 'Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim (ben)?' dedi ve böylece pişman olanlardan oldu." (Mâide, 27-31)1 Şimdi bize düşen, kıssanın Tevrat'taki anlatımıyla Kur'ân'daki anlatımı üzerinde düşünmek, sonra bunları karşılaştırmak ve bir yargıya varmaktır.
Tevrat'ın anlatımından ilk gözümüze ilişen şey, yüce Allah'ın yeryüzünde yaşayan bir varlık gibi tasvir edilmesidir. İnsan suretinde, insanlarla içli dışlı olan, aralarında yaşayan herhangi bir insan gibi insanlar lehinde ve aleyhinde hüküm veren birisi gibi gösterilmesidir. Kıssanın Tevrat'taki bu versiyonuna bakılırsa, yüce Allah'a herhangi bir insan gibi yaklaşılabilir, dokunulabilir, onunla konuşulabilir. Bir şey uzak veya kaybolmak suretiyle O'ndan gizlenebilir ve O yakını, görüneni görebildiği gibi uzağı ve görünmeyeni göremiyor. Kısacası, O, her haliyle yeryüzünde yaşayan bir insan gibidir. Bir farkla: O, irade ettiği zaman iradesini yürütebiliyor. Hükmettiği zaman hükmünü yürürlüğe koyabiliyor. Tevrat ve Incil- 'in yüce Allah'la ilgili tüm anlatımları bu esasa dayanıyor. Hiç kuşkusuz ulu Allah bu tür yakıştırmalardan münezzehtir, yücedir. Tevrat'ta anlatılan kıssaya bakılırsa, insanlar o zamanlar, yüce Allah'la beraber, yüz yüze yaşıyorlardı. Sonra Kain'den veya ondan ve onun benzerlerinden gizlendi. Diğer insanlar eski hâlleri üzere kaldılar. Oysa kesin kanıtlar şunu ortaya koyuyor ki, insan tek bir türdür. Bütün bireyleri insanlık bakımından denk ve benzerdirler. Yeryüzünde, dünyevî ve maddî bir hayat yaşamaktadırlar. Yüce Allah ise, maddî niteliklerle, bu hallerle nitelendirilmekten münezzehtir. Arazlarla ilintilen-dirilmekten, mümkünlükten, eksiklik ve ------- 1- Ayetleri burada yeniden vermemizin nedeni kıssanın Tevrat'taki versiyonu ile Kur'ân'daki anlatımı arasında kolay ve sağlıklı bir karşılaştırma yapabilmektir.
546 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
sonradan olmalık gibi durumlara maruz kalmaktan yücedir. Kur'ân'ın vurguladığı budur.
Kur'ân'da ise, kıssa bireylerin benzerliği esasına dayalı olarak anlatılır. Bunun yanında Kur'ân, kıssaya ek olarak karganın gönderilişi hikayesini de anlatır. Böylece insanın aşamalı olarak olgunluk düzeyine ulaştığı gerçeğini ortaya koyar. Yaşamsal olgunluk derecelerinde ilerleme kaydederken insanın duyu organları aracılığıyla algılama ve buna bağlı olarak düşünme yöntemine dayandığını anlatır.
Sonra iki kardeş arasındaki diyalogu aktarır. Maktulün insanîfıtrî bilgilerle, tevhit, peygamberlik ve ahiret inancı gibi dinî marifetlerle donanmış olduğunu ifade eder. Takva ve zulmü gündeme getirir ki, bu ikisi ilâhî yasalar ve şer'î hükümler bazında etkin rol oynayan faktörlerdir. Ardından kabul ve ret bazında, uhrevî ceza hususunda adl-i ilâhînin etkin olduğunu belirtir.
Bunun akabinde katilin, yaptığı işten pişman oluşunu, dünya ve ahirette hüsrana uğrayışını dile getirir. Bütün bunlardan sonra, adam öldürmenin ne denli ağır bir cürüm olduğunu vurgulayarak, bir kişiyi öldürmenin herkesi öldürmek gibi, bir kişiyi yaşatmanın da herkesi yaşatmak gibi olduğunu anlatır.
Mâide Sûresi 33-40 ...................................................... 547
33- Allah ve Elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri ya asılmaları ya elleri veya ayaklarının çapraz kesilmesi veya bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünyada çekecekleri rezilliktir. Ahirette ise onlara büyük bir azap vardır.
34- Ancak, sizin kendilerini ele geçirmenizden önce tövbe e-
548............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
denler başka; bilin ki Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
35- Ey inananlar! Allah'tan korkun, O'na yol arayın ve O'nun yolunda cihat edin ki, kurtuluşa eresiniz.
36- Şüphe yok ki inkâr edenler, eğer yeryüzünde olanların hepsi ve onun bir katı daha kendilerinin olsa da, kıyamet gününün azabından kurtulmak için onu fidye verseler, kendilerinden kabul edilmez. Onlar için acı bir azap vardır.
37- Ateşten çıkmak isterler, ama oradan çıkacak değillerdir. Onlar için sürekli bir azap vardır.
38- Hırsızlık eden erkek ve kadının, elde ettiklerine karşılık Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin. Allah üstündür, hikmet sahibidir.
39- Kim yaptığı haksızlıktan sonra tövbe eder ve durumunu düzeltirse, şüphesiz Allah rahmetiyle ona dönüp tövbesini kabul eder. Çünkü Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
40- Göklerin ve yerin egemenliğinin Allah'a ait olduğunu bilmedin mi? Dilediğine azap eder, dilediğini bağışlar. Allah'ın her şeye gücü yeter.
Bu ayetler grubunun önceki ayetlerle bütünüyle bağlantısız olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü bundan önce sunulan Âdem'in oğlunun kardeşini öldürmesi kıssası, bundan dolayı da yüce Allah'ın İsrailoğullarına bir hükmü yazması, her ne kadar İsrailoğullarına yönelik açıklamayı bütünleyici ve direkt olarak herhangi bir yaptırım veya hüküm içermeksizin onların durumlarını açıklayıcı mahiyette olsa da, içeriğinin bir gereği olarak, yeryüzünde bozgunculuk ve hırsızlık yapan kimselere uygulanacak cezayı işleyen bu ayetlerle bir şekilde ilintili olduğu açıktır.
"Allah ve Elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası" Ayetin orijinalinde geçen "fesad" keli-
Mâide Sûresi 33-40 ..................................................... 549
mesi, cümle içinde "hâl" yerine kullanılan bir mastardır. Allah ile savaşmak gerçek anlamı itibariyle imkânsızdır. Dolayısıyla bu kullanımda mecazî anlamda kullanıldığı açıktır. Bununla beraber, geniş bir anlama sahip bir kavram olarak, şeriatın öngördüğü herhangi bir hükme karşı çıkmayı, zulüm işlemeyi ve aşırı gitmeyi ifade eder. Fakat, Resulullah'ın da eklenmesi gösteriyor ki, burada, Resulullah'ın da etkinliğinin söz konusu olduğu bazı olaylar kastediliyor.
Dolayısıyla, bununla Resulullah'ın (s.a.a) yüce Allah tarafından ve-lâyet (yöneticilik) hakkına sahip kılındığı kimi etkinliklerin iptal edilişinin kastedildiği belirginlik kazanıyor. Kâfirlerin Peygambere (s.a.a) savaş açmaları ve Peygamberin egemenliğinin somut göstergesi olan genel güvenliğin kimi eşkiyalar tarafından ihlâl edilmesi gibi. ifadenin hemen ardında, "ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanlar" ifadesinin yer alması da, bu anlamın kastedildiğini pekiştiriyor. Bu da, yol kesmek suretiyle genel güvenliği bozarak yeryüzünde bozgunculuk yapmaktır.
Dolayısıyla mutlak olarak "Müslümanlarla savaşma" durumunun kastedildiğini söyleyemeyiz. Kaldı ki, ortada bizi böyle bir çıkarsamayı kabul etmeye zorlayan somut bir örnek vardır. Şöyle ki: Peygamberimiz (s.a.a) kendisiyle savaşan kâfirlere üstünlük sağlayıp onları yenilgiye uğrattıktan sonra, onlara karşı öldürme, asma, organlarını kesme veya sürgün etme gibi bir uygulamaya gitmemiştir.
Öte yandan, hemen sonrasındaki ayetin içerdiği istisna, bu savaşmaktan maksadın sözü edilen bozgunculuk olduğuna ilişkin somut bir karine konumundadır. Çünkü bu istisna açık bir şekilde, sözü edilen tövbenin savaşma durumuyla ilgili olduğunu gösteriyor, şirk veya benzeri bir günahla değil. Dolayısıyla ayetten anlaşıldığı kadarıyla savaşma ve bozgunculuk yapmaktan maksat, genel güvenliği, kamu güvenliğini bozmaktır. Genel güvenlik de, genel bir korku meydana getirip onu genel güvenliğin yerine etkin kılmak suretiyle bozulur. Genellikle
550 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ve doğal olarak böyle bir durum, ancak doğaları gereği ölüm tehdidini ifade eden silâhlar aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Nitekim, bundan dolayı hadislerde yeryüzünde bozgunculuk yapma "kılıç çekme" gibi nitelemelerle anılmıştır. Inşallah bundan sonraki hadisler bölümünde buna değineceğiz.
"ancak öldürülmeleri ya asılmaları..." "et-Taktil, et-taslib ve ettakti'" kelimeleri "el-katl, es-salb ve el-kat'" kelimelerinin tef'il kalıbına uyarlanmış şekilleridir. Bu kalıbın özelliği, kök anlamda şiddeti veya artışı ifade etmesidir. Ayetin orijinalinde "ya" anlamını verdiğimiz "ev" edatı, sayılan cezaların tümüne karşılık bunlardan sadece birinin uygulanacağını anlatmaya yöneliktir. Sıralama veya sayılan cezalardan birinin tercihi, tavır veya söylem nitelikli dışsal bir karineye göre belirlenir. Çünkü ayet, bu açıdan bir ölçüde mücmel bir anlatıma sahiptir ve ancak hadisler bu kapalılığı giderebilir. Ileride göreceğimiz gibi, Ehlibeytİmamlarından (a.s) aktarılan hadislerde ayette sayılan bu dört cezanın bozgunculuğun derecesine göre düzenlenmiş olduğu belirtilmiştir. Birinin kılıç çekerek, bir cana kıyıp bir malı gasp etmesi veya sadece bir adamı öldürmesi ya da sadece bir malı gasp etmesi yahut sadece kılıç çekmesi gibi. Inşallah gelecek ha-disler bölümünde bu ayrıntıları ele alacağız.
"Ya elleri ve ayaklarının çapraz kesilmesi" Çapraz kesmekten maksat, ellerden kesilenin ayaklardan kesilenin karşıtı olmasıdır. Sağ el ve sol ayak gibi. Bu da gösteriyor ki, ellerin ve ayakların kesilmesinden maksat, tümünün değil, bir kısmının kesilmesidir. Çapraz olmaları gözetilerek bir elin ve bir ayağın kesilmesi yani. "Veya bulundukları yerden sürülmeleridir." Sürmek, kovmak ve gözden kaybolmasını sağlamaktır. Hadislerde, bir beldeden başka bir beldeye kovmak şeklinde açıklanmıştır. Ayetle ilgili olarak başka fıkhî meseleler de ele alınmıştır. Fıkıh kitaplarında bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgiler edinilebilir.
"Bu, onların dünyada çekecekleri rezilliktir. Ahirette ise, onlara bü-
Mâide Sûresi 33-40 ........................................... 551
yük bir azap vardır." Rezillik, utanç verici, yüz kızartıcı bir duruma düşmektir. Dolayısıyla kastedilen anlam açıktır. Bu ayetten hareketle, suçlu bir kimseye ceza uygulamanın, ahiret azabının ortadan kalkmasını gerektirmediği çıkarsamasında bulunulmuştur. Ki bir yere kadar doğru bir çıkarsamadır bu. "Ancak sizin kendilerini ele geçirmenizden önce tövbe edenler başka..." Bu gibi suçlular yakalanıp suçu işlediklerine dair kesin kanıtlar ortaya konduktan sonra, cezanın düşmesi söz konusu olmaz. "Bilin ki Allah, bagışlayandır, esirgeyendir." ifadesi, onlara yönelik cezanın kaldırılmasına ilişkin bir kinayedir. Dolayısıyla bu ayet, uhrevî olmayan hususlarla ilgili olarak bağışlamayı ele alan açıklamaların bir örneğidir.
"Ey inananlar! Allah'tan korkun, O'na yol arayın..." Ragıp elIsfahanî "el-Müfredat" adlı eserinde der ki: "Vesîle, bir şeye istekle ulaşma demektir. Istek anlamını da içermesinden dolayı "vasîle"den daha özel bir anlamsal alanı kapsamaktadır. Yüce Allah: "Ona yol (vesile) arayın." buyurmuştur. Allah'a yol aramak, gerçek anlamıyla, bilgi ve ibadet aracılığıyla O'nun yolunu gözetmek, şeriatın değerleriyle bezenmektir. Dolayısıyla O'na yol (vesile) aramak, O'na yaklaşmak gibi bir anlam ifade etmektedir". Buna göre "vesile" bir tür ulaşma anlamına gelir. Ki kastedilen, Rab ile kulu birbirine bağlayan manevî bir ulaşma ve kavuşmadır. Kul-luk kastı taşıyan boyun eğmeden başka kulu Rabbine bağlayan her-hangi bir bağ söz konusu olmadığına göre de vesile, kulluk gerçeğini yerine getirmek, zayıflık ve fakirlik nitelikleriyle ulu Allah'a yönelmek demektir. Kulu Rabbine bağlayan rabıta anlamındaki vesile budur. Ilim ve amele gelince, bunlar vesilenin gerekleri ve araçlarıdır. Ki bu husus gayet açıktır. Ancak ilim ve amel bu durumu ifade etmek için kullanılırsa başka.
Buradan hareketle anlıyoruz ki: "O'nun yolunda cihat edin..." ifadesiyle, hem nefse karşı, hem de kâfirlere karşı verilen mücadeleyi kapsayan genel cihat kastedilmiştir. Cümle kendisinden ön-
552 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ceki vesile arama meselesiyle bağlantılı olduğundan, "vesile arama" nın da ne anlama geldiğini öğrenmiş bulunduktan sonra onu sırf kâfirlere karşı verilen cihatla sınırlandırmak dayanaksız, kanıtsız bir yorum olur. Kaldı ki, bundan sonraki iki ayetin içerdiği gerekçe, ancak "O'nun yolunda cihat edin" ifadesiyle mutlak cihadın kastedilmesi durumunda amacına ulaşmış olabilir. Bununla beraber, ayette geçen "cihat" ile kâfirlerle savaşmanın kastedilmiş olması ihtimalini de büsbütün göz ardı edemeyiz. Çünkü "cihad"ın "Allah yolunda..." nitelemesiyle kayıtlandırılması, özellikle savaş anlamında "cihad"ı emreden ayetlerde rastlanan bir olgudur. Genel kullanımlarda ise, böyle bir kayıtlamaya rastlanmıyor. "Ama bizim ugrumuzda cihat edenleri, biz, elbette yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah, iyilik edenlerle beraberdir." (Ankebût, 69) ayetinde olduğu gibi. Bu bakımdan "Allah'a yaklaşmaya yol arama"ya ilişkin emirden sonra "Allah yolunda cihad"ın emredilmesi, önemine binaen, daha özel olanın daha genel olandan sonra zikredilmesine ilişkin bir örnek konumundadır. Büyük bir ihtimalle, "takvanın, Allah'tan korkmanın" emredilmesinden sonra "vesile aramanın" emredilmesi de böyle bir amaca yöneliktir.
"Şüphe yok ki inkâr edenler, eğer yeryüzünde olanların hepsi... Onlar için sürekli bir azap vardır." Bu ifade yukarıda da işaret edildiği gibi, önceki ayetin içerdiği açıklamanın gerekçesi konumundadır. Özetle verilen mesaj şudur: Allah'tan korkmanız, O'na yaklaşmaya yol aramanız ve O'nun yolunda cihat etmeniz gerekir. Bu, sizi elem verici ve kalıcı bir azaptan koruyacak önemli bir husustur. Bunun yerine sarılacağınız başka bir vesile de yoktur. Çünkü Allah'tan korkmayan, O'na yaklaşmaya yol aramayan ve O'nun yolunda cihat etmeyen kâfirler, yeryüzünde bulunan her şeye sahip olsalar, ki Âdemoğlunun dünyada isteyebileceği en son şey budur, sonra buna bir kat fazlası eklense ve yeryüzündeki her şeyin bir katı daha kendilerine verilse de bunların tümünü verip kıyamet gününün o korkunç azabından kurtulmak isteseler, yine de kabul edilmeye-
Mâide Sûresi 33-40 ............................................................553
cektir ve onlar için acı veren bir azap vardır. Ateşten, yani azaptan çıkmak isterler, ama çıkamazlar. Çünkü bu, sonsuz bir azaptır, ebediyen onlardan ayrılmayacak kalıcı bir işkencedir. Ayetten, öncelikle azabın özü itibariyle insana yakın olduğunu ve ancak iman ve takvanın onu insandan uzaklaştırdığını anlıyoruz. Nitekim şu ayetlerden de bu yönde bir mesaj algılıyoruz: "İçinizden oraya (cehenneme) girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin üzerine aldıgı kesin borçtur. Sonra korunanları kurtarırız ve zalimleri orada öyle diz üstü çökmüş olarak bırakırız." (Meryem, 72), "İnsan kesinlikle ziyandadır; ancak inanıp iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler hariç." (Asr, 2-3) İkinci olarak da ayetten, insanın temel fıtratı ve öz doğasının değişmeyeceğini, geçersiz olmayacağını ve olumsuzlanmayacağını anlı-yoruz. Aksi takdirde onlar acı duymaz, azabı hissetmez ve oradan çıkmayı istemezlerdi.
"Hırsızlık eden erkek ve kadının... ellerini kesin..." Ayetin orijinalinin başındaki "vav" harfi, yeni bir cümleye başlanıldığını gösteren başlangıç edatıdır ve ifade ayrıntılandırma amacına yöneliktir. Bu bakımdan ifade: "Hırsızlık eden erkek ve kadına gelince..." anlamındadır. Haber cümlesinin, yani "ellerini kesin" ifadesinin orijinalinin başında "fa" harfinin yer alması da bu yüzdendir. Çünkü cümle, ayrıntılandırma amacına yönelik "emma" edatının cevabı konumundadır. Nitekim başka müfessirler de buna işaret etmişlerdir. Maksat, iki el olduğu hâlde ayette "ellerini" şeklinde çoğul bir ifadenin kullanılmış olmasına gelince, bazılarına göre, bu Araplar arasında yaygın olan bir kullanımdır. Şöyle ki: İnsan bedeninde bulunan organların bir kısmı ya da çoğu çifttir. İki şakak, iki göz, iki kulak, iki el, iki bacak ve iki ayak gibi. Bunlar iki kişiye izafe edildikleri zaman sayı dörde çıkar, dolayısıyla çoğul ifadenin kullanılması zorunlu olur. O ikisinin gözleri, elleri ve ayakları gibi. Sonra, çift olmayan bir organ da iki kişiye izafe edildiğinde,
554 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
çoğul ifadeyle kullanılır oldu. Araplar, "O ikisinin sırtlarını ve karınlarını dayakla doldurdum." derler. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulur: "Eger ikiniz de kalplerinizin sapmış olmasından dolayı Allah'a tövbe ederseniz..." (Tahrîm, 4) "Yed=el"den maksat, omuzdan başlayıp parmak uçlarında son bulan organdır. Sünnetten algıladığımız kadarıyla, kastedilen sağ eldir. Elin kesilmesi, elin bir kısmının veya tümünün kesici bir aletle bedenden ayrılmasıyla gerçekleşmiş olur.
"Elde ettiklerine karşılık Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak." Öyle anlaşılıyor ki, bu ifade, "ellerini kesin" emrinden anlaşılan kesme eyleminden hâl konumundadır. Yani bu el kesme, onların yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak uygulanmaktadır. Ayette geçen "nekal", suçlunun suçundan vazgeçmesi ve diğer insanların da ibret almaları için uygulanan ceza demektir. El kesmenin suçlunun suçundan vazgeçmesi ve diğer insanların da ibret almaları için bir ceza oluşu, şu tür bir değerlendirme yapmaya anlam kazandırmaktadır: "Kim yaptıgı haksızlıktan sonra tövbe eder, durumunu düzeltirse, şüphesiz Allah rahmetiyle ona dönüp tövbesini kabul eder." Demek isteniyor ki: El kesme, cezaya uğrayanın günahından dönmesi için uygulanan caydırıcı ve ibret verici bir ceza olduğuna göre, kim işlediği zulümden sonra tövbe ederse ve tövbe ettiğinin belirtisi olarak ardından durumunu düzeltip hırsızlıkla ilgisini keserse, hiç kuşkusuz yüce Allah, onun tövbesini kabul eder, bağışlaması ve esirgemesiyle ona döner. Çünkü Allah bağışlayandır, esirgeyendir: "Eger şükreder ve inanırsanız, Allah size niçin azap etsin? Allah şükrün karşılıgını veren ve (her şeyi) bilendir." (Nisâ, 147)
Bu ayetle ilgili olarak, fıkıh biliminin kapsamında olmak üzere çeşitli meseleler üzerinde durulmuştur. Daha detaylı bilgi için fıkıh kitaplarına baş vurulabilir.
"Göklerin ve yerin egemenliğinin Allah'a ait olduğunu bilmedin mi?..." Bu ifade, önceki ayette işaret edilen tövbe etmeleri ve işledikleri zulmün ardından durumlarını düzeltmeleri durumunda hır-
Mâide Sûresi 33-40 ........................................................ 555
sızlık eden erkek ve kadının tövbesinin kabul edileceğine ilişkin hükmün gerekçesini bildirme amacına yöneliktir. Buna göre, göklerin ve yerin egemenliği yüce Allah'a aittir. Bir hakimiyet sahibi de mülkü üzerinde ve tâbileri arasında dilediği gibi hükmetme hakkına sahiptir. İsterse azap eder isterse merhamet eder. Dolayısıyla ulu Allah da hikmet ve maslahat uyarınca dilediğine azap etme, dilediğini bağışlama yetkisine sahiptir. Tövbe etmezlerse hırsızlık eden erkek ve kadınlara azap edebilir. Tövbe ederlerse de bağışlayabilir. "Allah'ın her şeye gücü yeter." ifadesi, "Göklerin ve yerin egemenligi Allah'a aittir." ifadesinin gerekçesi konumundadır. Çünkü egemenlik, gücün, kudretin belirtisidir. Nitekim mülkiyet de yaratmanın ve var etmenin detayıdır. Her şeyin O'na dayanır olması ve O'nun her şeyi ayakta tutuyor ve koruyor olması yani. Açıklayacak olursak: Yüce Allah, varlıkların yaratıcısı ve var edicisidir. Hiçbir şey yoktur ki, hem kendisi, hem de etkinlikleri Allah'ın mülkü olmasın. Bahşettiğinin bahşedicisi, vermediğinin alıkoyucusu O'dur. O, her şey üzerinde tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir. Işte mülkiyet sahibi olmak budur: "De ki: Her şeyin yaratıcısı Allah'tır; O tektir, kahredendir." (Ra'd, 16) "Allah ki, O'ndan başka tanrı yoktur, daima diri ve yaratıklarını koruyup yöneticidir. Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutmaz. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'-nundur." (Bakara, 255) Bunun yanında yüce Allah, dilediği her tasarrufta bulunma gücüne sahiptir. Çünkü varsayılan her şey O'ndandır. Dolayısıyla hükmünü yürütmek ve iradesini etkin kılmak O'nun yetkisi dâhilindedir. Işte her şey üzerinde egemenlik ve saltanatın sahibi olmak da budur. Böylece ulu Allah hem maliktir, çünkü her şey üzerinde sınırsız tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir; hem de meliktir, hükümrandır, çünkü güçlüdür, âciz değildir, iradesini, dileğini etkin kılmasına engel olunamaz.
556 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Salih'ten, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Dabbeoğullarından bir hastalığa yakalanmış bir topluluk Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelir. Resulullah onlara, 'Yanımda kalın. İyileştiğinizde sizi bir müfrezeyle birlikte devriye görevine gönderirim.' dedi. Onlar: 'Bizi Medine'den çıkar.' dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) onları zekât develerinin bulunduğu bölgeye gönderdi, orada develerin sidiklerini (ilaç niyetine) içiyor, sütleriyle besleniyorlardı. İyileşip güçlerini toparlayınca, çobanlardan üçünü öldürdüler." "Peygamberimiz (s.a.a) bu gelişmeyi haber alınca, Hz. Ali'yi (a.s) onları yakalamak üzere görevlendirdi. Hz. Ali, onları bir vadide yollarını şaşırmış bir hâlde yakaladı. Yemen sınırına yakın bu vadiden yollarını bulup çıkamıyorlardı. Hz. Ali (a.s) onları tutsak aldı ve Resulullah'ın (s.a.a) yanına getirdi. Bunun üzerine, 'Allah ve Elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası an-cak, öldürülmeleri ya asılmaları ya elleri ve ayaklarının çapraz kesilmesidir.' ayeti indi." [Füru-u Kâfi, c.7, s.245, h:1]
Ben derim ki: Bu hadisi "et-Tehzib" adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Salih'ten, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) bazı küçük değişikliklerle rivayet eder.1 Ayyâşî de, kendi tefsirinde İmam Cafer Sadık'tan rivayet eder. Sonuna da şu eklemede bulunur: "Resulullah (s.a.a), onların ellerini ve ayaklarını çapraz kesmeyi tercih etti."2 Bu olay, başta Kütüb-i Sitte olmak üzere Ehlisünnet kaynaklarında, çeşitli kanallardan rivayet edilmiştir. Fakat bunlar arasında özellik farklılıkları vardır. Bunların bazısına göre, Resulullah (s.a.a) onları ele geçirdikten sonra ellerini ve ayaklarını çapraz kesmiş, sonra da gözlerini oymuştur. Bazısında şöyle deniyor: "Resulullah (s.a.a) onların bir kısmını öldürdü, bir kısmını ------ 1- [et-Tehzib, c.10, s.134, h:150.] 2- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.314, h:90.]
Mâide Sûresi 33-40 ......................................................... 557
(s.a.a) onların bir kısmını öldürdü, bir kısmını astı, bir kısmının ellerini ve ayaklarını çapraz kesti ve gözlerini oydu." Bazısında da şöyle deniyor: "Resulullah (s.a.a) onların gözlerini oydu, çünkü onlar da çobanların gözlerini oymuşlardı." Diğer bazısında şöyle deniyor: "Yüce Allah, gözleri oymasını yasakladı. Ayet de bu tarz bir işkence uygulayan Peygamberi azarlamak için inmiştir." Bazısında deniyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.a) onların gözlerini oymak istedi, fakat yapmadı." Ehlisünnet kaynaklarında konuya ilişkin bunlar gibi farklı değerlendirmeler içeren rivayetler vardır. Ehlibeytİmamlarından (a.s) aktarılan konuya ilişkin rivayetlerde, gözlerin oyulmasından söz edilmiyor.
el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Amr b. Osman b. Abdullah el-Medainî'den, o daİmam Ebu-l Hasan er-Rıza'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "İmama, 'Allah ve Elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası ancak, öldürülmeleri...' ayetiyle ilgili olarak şöyle soruldu: 'Hangi suçu işlemek, ayette işaret edilen dört cezadan birinin uygulanmasını gerektirir?' Buyurdu ki: Bir kimse Allah'a ve Elçisine (s.a.a) savaş açar ve yeryüzünde bozgunculuk yapar da adam öldürürse, öldürülür. Eğer adam öldürür ve mal gasp ederse, asılarak öldürülür. Eğer mal gasp eder, ama kimseyi öldürmezse, elleri ve ayakları çapraz kesilir. Eğer kılıcını çeker, Allah'a ve Elçisine savaş açar ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışır da kimseyi öldürmezse ve herhangi bir malı gasp etmezse, bulunduğu yerden sürgün edilir." "Dedim ki: 'Nasıl sürgün edilir, sürgün edilişinin süresi ne kadardır?' Buyurdu ki: 'Suçu işlediği yerleşim biriminden başka bir yerleşim birimine sürgün edilir ve yerleşim biriminin halkına, bu adam sürgündür, onunla oturmayın, ona bir şey satmayın, kadınlarınızı onunla evlendirmeyin, onunla birlikte bir şey yemeyin, bir şey içmeyin, ona ortak olmayın, diye bildirimde bulunulur. Bir yıl boyunca bu muamele devam eder. Şayet o beldeden çıkıp başka bir yere giderse, o beldenin halkına da benzeri bir yazıyla bildirimde
558 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
bulunulur. Ta ki bir yıl doluncaya kadar.' Dedim ki: 'Şirk yurduna gitmek isterse ne yapılır?' Buyurdu ki: Şirk yurduna gitse oranın halkına savaş açılır." [Füru-u Kâfi, c.7, s.246-247]
Ben derim ki: Şeyh Tusî, "et-Tehzib" adlı eserinde1, Ayyâşî de kendi tefsirinde2 Ebu Ishak el-Medainî'den, o da Resulullah'tan (s.a.a) aynı hadisi rivayet etmişlerdir. Bu anlamda Ehlibeyt İmamlarından aktarılan hadislerin sayısı oldukça fazladır. Aynı şekilde, bazı Ehlisün- net kanallarında da bu tür rivayetler aktarılmıştır. Bazı Ehlisünnet rivayetlerinde, imamın serbest olduğu, dilerse öldüreceği, dilerse asacağı, dilerse elleri ve ayakları çapraz keseceği ya da dilerse sürgün edeceği belirtilir.
Şiî kanallarda da imamın bu hususta serbest olduğuna ilişkin bazı rivayetlere rastlanmaktadır. Söz gelimi el-Kâfi'de Cemil b. Derrac'dan o daİmam Sadık'tan (a.s) ayetle ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Dedim ki: 'Yüce Allah'ın teker teker saydığı bu cezaların hangisi onlara uygulanır?' Buyurdu ki: 'Bu tercihi yapmak imama kalmıştır. Dilerse elleri ve ayakları çapraz keser, dilerse sürgün eder, dilerse asar, dilerse öldürür.' Dedim ki: 'Nereye sürer?' Buyurdu ki: 'Bir yerleşim biriminden başkasına.' Sonra şunu ekledi: Hz. Ali (a.s) iki kişiyi Kufe'den Basra'ya sürmüştür." [Füru-u Kâfi, c.7, s.245-246, h:3]
Bu konunun devamı, fıkıh bilimini ilgilendirir. Şu kadarı var ki, ayetten bozgunculukların derecesine göre, cezaların sıralandığını algılamak mümkündür. Çünkü, birbirleriyle denk ve eşit olmayan, bilâkis şiddet ve zayıflık bakımından farklılık arz eden öldürme, asma, kesme, ve sürme cezaları arasında tercihli bir üslûp kullanılması aklen, buna ilişkin somut bir karine olarak algılanabilir. Nitekim ayet, bunların Allah ve elçisine karşı savaşmanın ve yeryüzünde bozgunculuk yapmanın cezaları olduklarını vurgulayıcı bir ifade tarzına sahiptir. Dolayısıyla bir kimse kılıcını çekip yeryü- ------- 1- [et-Tehzib, c.10, s.132-133, h:143] 2- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.317]
Mâide Sûresi 33-40 ....................................................... 559
zünde bozgunculuk yapsa veya bir kimseyi öldürse, onu öldürmek gerekir. Çünkü o bu tavrıyla savaş açan ve bozgunculuk yapan bir kimse konumundadır. Bu ceza, saygın olan bir cana kıymasına karşılık olarak kısas uygulanması şeklinde algılanamaz. Dolayısıyla maktulün yakınları diyete razı olsalar da böyle bir kimse için öngörülen öldürme cezası düşmez.
Nitekim bu yönde bir açıklamayı Ayyâşî tefsirinde Muhammed b. Müslim'den, o daİmam Bâkır'dan (a.s) rivayet etmiştir. Bu rivayetin kapsamında deniliyor ki: "Ebu Ubeyde şöyle dedi: 'Allah senin işlerini yoluna koysun! Maktulün yakınları katili affetseler, ne olacak?' İmam Bâkır (a.s) buyurdu ki: 'Maktulün yakınları, onu affetseler de, imamın onu öldürmesi gerekir. Çünkü o, savaş açmış, adam öldürmüş ve hırsızlık yapmıştır.' Ebu Ubeyde şöyle dedi: 'Maktulün yakınları ondan diyet almak isteyip serbest bıraksalar, bunu yapmaya hakları var mıdır?' İmam, hayır dedi. Onun öldürülmesi gerekir." [c.1, s.314, h:89]
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Ebi Şeybe, Abd b. Hamîd, İbn-i Ebi Dünya -Kitab-ul Eşraf'ta-, İbn-i Cerir ve İbn-i Ebi Hatem Şa'- bi'den şöyle rivayet ederler: "Basralı Harise b. Bedr et-Temimî, yeryüzünde bozgunculuk yapmış, genel güvenliğe karşı savaş açmıştı. [Sonra pişman olmuş] ve Kureyş'ten bazı adamlarla konuşarak onun için Ali'den güvence almalarını istemişti. Ama onlar, bu işi üstlenmeyi kabul etmemişlerdi. Bunun üzerine Said b. Kays el-Hemedanî'ye gidip onu Ali'nin yanına gönderdi. Said b. Kays şöyle dedi: 'Ey Müminlerin emiri, Allah'a ve Elçisine savaş açan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerin cezası nedir?' Dedi ki: 'Öldürülmeleri veya asılmaları ya da elleri ve ayaklarının çapraz kesilmesi yahut bulundukları yerden sürülmeleridir.' Sonra şöyle dedi: Ancak sizin kendilerini ele geçirmenizden önce tövbe edenler başka." "Bunun üzerine Said şöyle dedi: 'Bu, Harise b. Bedr de olsa!' Sonra Said şöyle dedi: 'Harise b. Bedr, tövbe edip gelmiştir, acaba ona güvence var mıdır?' Hz. Ali: 'Evet.' dedi. Bunun üzerine Said,
560 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Harise'yi getirdi. O da Ali'ye biat etti. Hz. Ali de biatini kabul etti ve canının bağışlandığına dair kendisine bir yazı verdi."
Ben derim ki: Rivayetin akışı içinde Said'in: 'Bu, Harise b. Bedr de olsa!' şeklindeki sözü, ayetin akışının oluşturduğu havaya uygun olarak söylenmiştir. Çünkü ayetin mutlak ifadesi, savaşma ve bozgunculuk yapmaktan sonra tövbe eden herkesi kapsayacak niteliktedir. Normal konuşmalarda da bunun örnekleri çoktur.
el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Sevre b. Küleyb'den şöyle rivayet eder: "İmam Cafer Sadık'a (a.s) sordum: 'Bir adam evinden çıkıp mescide gitmek ister ya da bir ihtiyacını gidermeyi amaçlar. Bu sırada bir adam karşısına çıkıp onu durdurur, döver ve elbiselerini gasp eder. Bunun için ne lâzım gelir?'İmam buyurdu ki: 'Sizin yanındakiler (Sünni âlimler) bu konuda ne diyorlar?' Dedim ki: 'Onlar diyorlar ki 'Bu, korku ve dehşet salmadır. Savaş açan ise, ancak müşriklerin beldelerinde olur.' Buyurdu ki: 'Hangisinin saygınlığı daha büyüktür: İslâm yurdunun mu, şirk yurdunun mu?' Dedim ki: 'İslâm yurdunun.' Bunun üzerine şöyle dedi: Bu gibi adamlar, 'Allah ve Elçisiyle savaşanlar...' ayetinin kapsamındaki kimselerdendirler." [Füru-u Kâfi, c.7, s.245, h:2]
Ben derim ki: Ravinin sözünü ettiği görüş, Ehlisünnet kanallarında yer alan rivayetlerin bir kısmında dile getirilmiştir. Nitekim, ayetin iniş sebebiyle ilgili olarak Dahhak'tan şöyle rivayet edilir: "Bu ayet, müşrikler hakkında inmiştir." Taberî tefsirinde şöyle bir olay anlatılır: "Abdulmelik b. Mervan, Enes'e bir mektup yazarak bu ayetle ilgili fikrini sordu. Enes ona ayetin iniş nedenini içeren bir yazı gönderdi: 'Bu ayet, Becile soyundan gelen Uranîler grubu hakkında inmiştir. Bunlar Islâm'dan döndüler, çobanı öldürdüler, develeri önlerine katıp götürdüler, yollara korku saldılar ve haram olan ırza tecavüz ettiler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) Cebrail'den bu şekilde kamu düzenine savaş açanların hükmünü sordu. O da dedi ki: 'Hırsızlık yapıp yollara korku salanları, haram olan ırza tecavüz edenleri as.'" Bunun gibi daha birçok rivayet örnek gösterilebilir. Ayet, mutlak ifadesi itibariyle el-Kâfi'deki rivayeti destekler
Mâide Sûresi 33-40 .................................................... 561
mahiyettedir. Bilindiği gibi, bir ayetin iniş sebebi, o ayetten anlaşılan anlamı kayıtlandırma, sınırlandırma sebebi olmaz. Tefsir-ul Kummî'de, "Ey İnananlar! Allah'tan korkun. O'na yol arayın." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Demek isteniyor ki: İmam aracılığıyla Allah'a yaklaşın." [c.1, s.168]
Ben derim ki: Yani, imama itaat ederek Allah'a yaklaşın. Rivayetteki bu yaklaşım, genel bir anlamın somut bir örneğe uyarlanması kabilindendir.
Bunun bir benzerini de İbn-i Şehraşub rivayet eder: "Emir-ül Müminin, 'O'na yol arayın' ayeti hakkında dedi ki: Ben Allah'a yaklaştıran yolum." [Menakıb, c.3, s.75]
Buna yakın bir rivayet de "Besair-ud Derecat" adlı eserde yer alır. Müellif kendi rivayet zinciriyle Selman'dan, o da Ali'den (a.s) rivayet eder.1 Bu iki rivayetin, tevil olmaları da muhtemeldir. Rivayetleri bir de bu gözle incelemek gerekir.
Mecma-ul Beyan tefsirinde, Peygamber efendimizden (s.a.a) şöyle rivayet edilir: "Allah'tan benim için vesile isteyin. Çünkü vesile cennette bir derecedir ve oraya sadece bir kul ulaşacaktır. Ben o kul olmayı ümit ediyorum."
el-Maani'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Said el- Hudrî'den şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) efendimiz buyurdu ki: 'Allah'a dua edip bir şeyler istediğiniz zaman, benim için de vesile isteyin.' Bunun üzerine Resulullah'a "vesile"nin ne olduğunu sorduk. Buyurdu ki: O, cennette bir derecedir..."2 Bu, "vesile hadisi" adıyla bilinen uzun bir hadistir.
Hadis üzerinde düşünüp ayetin anlamıyla karşılaştırdığımız zaman "vesile"nin, yüce Allah tarafından Peygamberine (s.a.a) bahşedilen bir makam olduğunu görürüz. Peygamberimiz (s.a.a) bunu Allah'a yaklaşmak için bir yol olarak kullanır. Tertemiz Ehlibeyti, ardından ümmetinden salih olanlar da onu izlerler. Ehlibeytİmamlarından (a.s) şöyle rivayet edilir: "Resulullah (s.a.a) ------ 1- [Besair-ud Derecat, s.216, h:21] 2- [el-Maâni, s.116]
562 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Rabbinin eteğine, biz onun eteğine, siz de bizim eteğimize yapışırsınız." [el-Mehasin, c.1, s.182-183, h:179-180-181]
Kummî ve İbn-i Şehraşub'un rivayetleriyle ilgili olarak, bunların te'vil olmaları muhtemeldir, derken maksadımız bu noktaya işaret etmekti. Inşallah ileriki bölümlerde bu anlamı açıklama fırsatını buluruz.
Ayyâşî'nin Ebu Basir'den aktardığı rivayeti de bu kategoride incelemek gerekir. Diyor ki:İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediğini duydum: "Ali'nin düşmanları, ateşte sonsuza dek kalacaklardır. Allah buyuruyor ki: Onlar oradan çıkacak degillerdir." [c.1, s.317, h:100] el-Burhan tefsirinde, "Hırsızlık eden erkek ve kadının... ellerini kesin." ayetiyle ilgili olarak et-Tezhib adlı eserden naklenİmam Musa Kâzım'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Hırsızın eli kesilir, fakat baş parmağı ve avucu bırakılır. Ayağı kesilir, ama yürüyebilmesi için topuğu bırakılır." [c.1, s.470, h:2]
Yine et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Muhammed b. Müslüm'den şöyle rivayet eder: "İmam Cafer Sadık'a (a.s) sordum: 'Hırsızın elinin kesilmesi için çalınan malın miktarı en az ne kadar olmalıdır?' Buyurdu ki: 'Çeyrek dinar.' 'Ya iki dirhem çalarsa?' diye sordum. Buyurdu ki: 'Çeyrek dinarın kaç dirhem ettiğine bakılır.' Dedim ki: 'Çeyrek dinar etmeyen bir şey çalan insana hırsız denir mi? O, bu durumda Allah katında hırsız mıdır?' Buyurdu ki: Bir Müslümanın koruyup sakladığı bir şeyi çalan herkes için hırsız adı geçerlidir. O, Allah katında hırsızdır. Fakat bir hırsızın eli ancak çeyrek dinar ve daha fazla bir değere haiz bir şey çalması durumunda kesilir. Eğer çeyrek dinardan daha az bir şeye karşılık hırsızın eli kesilecek olsaydı, insanların çoğunun eli kesilmiş olacaktı." [c.10, s.99, h:2]
Ben derim ki:İmam (a.s), "Eğer... hırsızın eli kesilecek olsaydı..." sözüyle şunu demek istiyor: El kesme hükmünde bir hafifletme söz konusudur. Bu, yüce Allah'ın kullarına yönelik rahmetinin göstergesidir. Bu anlam, yani hırsızın elinin çaldığı malın değerinin çeyrek dinar ve daha fazla tutması durumunda kesilmesi
Mâide Sûresi 33-40 ........................................................ 563
gerektiği hususu, Ehlisünnet kanallarında da aktarılmıştır. Örneğin, Buharî ve Müslim Sahihlerinde Aişe'den şöyle rivayet edilir: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Hırsızın eli ancak çeyrek dinar ve daha yukarısı için kesilir." [Sahih-i Buharî, c.8, s.199. Sahih-i Müslim, c.5, s.112]
Tefsir-ul Ayyâşî'de Sümaa'dan, o daİmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Hırsız yakalandığında avucunun ortasından eli kesilir, tekrar çalarsa tabanının ortasından ayağı kesilir, tekrar çalarsa hapse atılır. Hapiste de hırsızlık yaparsa öldürülür." [c.1, s.318, h:105]
Aynı eserde, Züurare'den şöyle rivayet edilir:İmam Bâkır'a (a.s) hırsızlık yapan, bu yüzden sağ eli kesilen, sonra tekrar hırsızlık yapan ve bundan dolayı sol ayağı kesilen, ardından üçüncü kez hırsızlık yapan adam için hangi hükmün uygulanacağı soruldu. Buyurdu ki: "Emir-ül Müminin (a.s) böyle kimseleri müebbet hapse mahkûm ederdi ve şöyle derdi: Temizlenmek için kullanılacak eli ve ihtiyacını gidermek amacıyla yürümek için ayağı olmadan onu dışarı salmak hususunda Rabbimden utanırım."
İmam devamla şunları söyledi: "Hz. Ali (a.s) hırsızın elini kestiği zaman mafsalın aşağısından keserdi. Ayakları kestiğinde de iki topu-ğun aşağısından keserdi. Şeriatın öngördüğü cezalardan gafil olunmasını da hoş karşılamazdı." [c.1, s.318, h:104]
Aynı eserde, İbn-i Ebu Davud'un arkadaşı ve yakın dostu Zurkan'dan şöyle rivayet edilir: "Bir gün İbn-i Ebu Davud halife Mu'tasım'ın yanından canı sıkkın bir hâlde döndü. Bunun sebebini sordum. Dedi ki: 'Bugün, bundan yirmi yıl önce ölmüş olmayı istedim.' 'Niçin?' diye sordum. Dedi ki: 'Ebu Cafer Muhammed b. Ali b. Musa [İmam Muhammed Taki] denen şu siyah adamın Emir-ül Müminin Mu'tasım'ın yanında olduğu sırada meydana gelen bir olaydan dolayı.' 'Nasıl oldu?' diye sordum. Dedi ki: 'Bir hırsız birinin malını çaldığını itiraf etti ve Halife'den hakkında şer'î hükmü uygulamak suretiyle kendisini arındırmasını istedi. Bunun üzerine halife fıkıh bilginlerini meclisinde topladı. Muhammed b. Ali'yi de çağırmıştı. Halife bizden elin nereden kesilmesi gerektiğini sordu.
564 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
çağırmıştı. Halife bizden elin nereden kesilmesi gerektiğini sordu. Ben dedim ki: 'Bilekten kesilmesi gerekir. Çünkü yüce Allah, teyemmümle ilgili olarak, 'Yüzlerinizin ve ellerinizin bir kısmını meshedin.' buyurmuştur.' Orada bulunanlardan bazıları da benim görüşümü benimsediler." "Başkaları da dediler ki: 'Bilâkis, elin dirsekten kesilmesi gerekir.' Halife 'Buna ilişkin kanıtınız nedir?' diye sordu. Dediler ki: Çünkü yüce Allah abdestle ilgili olarak, "...ve ellerinizi dirseklere kadar" buyurmuştur. Bu da, elin sınırının dirseklere kadar olduğunu gösterir." "Sonra halife, Muhammed b. Ali'ye döndü ve şöyle dedi: 'Bu konuda sen ne dersin, ey Ebu Cafer?' Dedi ki: 'Bu zatlar, konu hakkında konuştular, ey Emir-ül Müminin.' Halife, 'Onların dediklerini bırak, sen ne diyorsun?' dedi. O, 'Beni bu hususta muaf tut, ey Emir-ül Mü-minin.' dedi. Halife, 'Görüşünü belirtmen için seni Allah adına yemine veriyorum.' diye diretince, o şöyle dedi: Madem ki, beni Allah adına yemine veriyorsun, ben de görüşümü açıklayacağım. Ben diyorum ki: Bu zatlar, sünnete aykırı görüşler ortaya koydular. Çünkü elin parmakların mafsallarından kesilmesi ve avucun bırakılması gerekir." "Halife, 'Buna ilişkin kanıtın nedir?' diye sordu. Dedi ki: 'Resulullah'ın (s.a.a) şu sözü, 'Secde yedi organla yapılır: Yüz, iki el, iki diz ve iki ayak.' Eğer adamın elini bilekten veya dirsekten kesersen secde edeceği bir eli olmaz. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Secde yerleri Allah'ındır.' Burada secde edilirken yere konulan bu yedi organ kastedilmiştir. 'O hâlde Allah'la beraber, bir başkasını çagırmayın.' Dolayısıyla Allah'ın olan bir şey kesilmez. Mu'tasım bu cevabı çok beğendi ve hırsızın elinin parmak mafsallarından kesilmesini ve avucun bırakılmasını emretti. İbn-i Ebu Davud dedi ki: Işte o zaman benim için kıyamet koptu ve keşke yaşıyor olmasaydım, diye temenni ettim."
İbn-i Ebu Zurkan devamla şunları söyledi: İbn-i Ebu Davud dedi ki: 'Üç gün sonra kalktım, Mu'tasım'ın yanına gittim ve dedim ki:
Mâide Sûresi 33-40 ............................................................. 565
'Emir-ül Müminin'e öğüt vermek benim için vaciptir. Bundan dolayı cehenneme gireceğimi bilmeme rağmen kendisine bir şey söyleyeceğim.' Mu'tasım, 'Nedir o?' diye sordu. Dedim ki: 'Emir-ül Müminin, meclisine tebasının fukahasını ve ulemasını dinî bir meseleden dolayı toplayıp, buna ilişkin hükmü onlara soruyor. Onlar da konuya ilişkin görüşlerini belirtiyorlar. Mecliste Emir-ül Mümininin oğulları, komutanları, vezirleri ve kâtipleri de hazır. Diğer insanlar da kapı arkasından konuşulanları dinliyorlar. Sonra Emir-ül Müminin kalkıp onca fukaha ve ulemanın sözünü bir yana bırakarak, ümmetin bir kısmının imam olduğunu ve hilâfet makamına daha lâyık olduğunu savunduğu bir adamın görüşünü benimsiyor, diğerlerinin görüşlerini dikkate almıyor!' İbn-i Davud dedi ki: 'Benim bu sözlerim üzerine Mu'tasım'ın yüzünün rengi değişti. Yaptığım uyarının önemini kavradı ve bana, 'Allah, bu hayırlı uyarından dolayı seni hayırla ödüllendirsin.' dedi." "Sonra dördüncü gün, vezirlerinin kâtiplerinden birini, onu (Muhammed b. Ali'yi) evine davet etmek üzere görevlendirdi. Adam onu davet etti, fakat o daveti kabul etmedi ve: 'Biliyorsun ki, ben sizin toplantılarınıza katılmam.' dedi. Adam: 'Ben seni yemeğe davet ediyorum. Sergilerime ayak basmanı ve evime girmeni, böylece evimi bereketlendirmeni istiyorum. Ayrıca Halifenin vezirlerinden falan oğlu falan da seninle karşılaşmak istiyor.' dedi. Ebu Cafer adamın evine gitti. Yemeği yiyince, zehirin acısını hissetti. Binek hayvanının getirilmesini istedi. Ev sahibi kalmasını isteyince: Gitmem, senin için evinde kalmamdan daha iyidir.' dedi. Ve üzerinden o gün ve o gece geçmeden vefat etti." [c.1, s.319-320, h:109]
Ben derim ki: Bu olay başka kanallardan da aktarılmıştır. Daha önce tekrarlanan bazı rivayetler gibi bu rivayeti uzun olmasına rağmen aktarmamızın sebebi, bazı Kur'ânî incelikleri içermesidir. Ki ayetlerin anlaşılmasında bunlardan yararlanılabilir.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Ahmed, İbn-i Cerir ve İbn-i Ebu Hatem, Abdullah b. Ömer'den şöyle rivayet ederler: "Resulullah
566 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
(s.a.a) zamanında bir kadın hırsızlık yaptı. Kadının sağ eli kesildi. Ardından kadın: 'Ya Resulullah, benim tövbem kabul olur mu?' diye sordu. Resulullah (s.a.a)buyurdu ki: 'Evet, sen bu gün, annenden doğduğun günkü gibi, günahından berisin.' Bunun üzerine Mâide suresindeki şu ayet indi: Kim yaptıgı haksızlıktan sonra tövbe eder ve durumunu düzeltirse, şüphesiz Allah rahmetiyle ona dönüp tövbesini kabul eder. Çünkü Allah bagışlayandır, esirgeyendir."
Ben derim ki: Bu rivayet, bir tür uyarlamadır. Çünkü ayetin önceki ayetle bağlantılı olduğu ve her iki ayetinde birlikte indiği apaçık ortadadır.
|