Mizân Tefsiri, cilt:5 |
Mâide Sûresi 6-7 ....................................................... 373
6- Ey inananlar! Namaza durmak istediğiniz zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını meshedin. Eğer cünüp iseniz, temizlenin. Hasta veya yolculukta iseniz yahut sizden birisi çukur yerden (tuvaletten) gelirse yahut da kadınlara dokunursanız (onlarla cinsel ilişkide bulunursanız), (bu hâlde) su bulamadığınız takdirde, doğası üzere olan yeryüzüne yönelin. Ondan yüzleriniz ve ellerinizin bir kısmına meshedin (teyemmüm edin). Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor; fakat sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetini tamamlamak istiyor. Umulur ki şükredersiniz.
7- Allah'ın size olan nimetini ve sizi kendisiyle bağladığı sözünü hatırlayın. Hani bir zaman, "işittik ve itaat ettik" demiştiniz. Allah'tan korkun. Çünkü Allah kalplerin içindekini bilir.
374 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Ayetlerin ilki, üç temizliğin hükmünü kapsıyor. Abdest, gusül ve teyemmüm yani. İkinci ayetse, ilkinin bütünleyicisi ya da içerdiği hükmün pekiştiricisi konumundadır. Aslında üç temizlik konusuyla ilgili başka bir ayet daha var: "Ey inananlar! Ne söylediginizi bilmeniz için sarhoşken namaza yaklaşmayın; yoldan geçici olmanız dışında, cünüp iken de yıkanıncaya (gusledinceye) kadar, (mescide) yaklaşmayın. Eger hasta veya yolculukta iseniz yahut sizden biriniz tuvaletten gelirse yahut da kadınlara dokunmuşsanız (onlarla cinsel ilişkide bulunmuşsanız), su bulamadıgınız takdirde dogası üzere olan yeryüzüne yönelin ve onu yüzlerinize ve ellerinize sürün (teyemmüm edin). Allah şüphesiz, çok affedici ve bagışlayıcıdır." (Nisâ, 43)
Tefsirini sunduğumuz ayet ise, Nisâ suresinin konuyla ilgili ayetine oranla daha açık ve daha anlaşılırdır; hükmün yönlerini daha fazla kuşatıcıdır. Bu yüzden Nisâ suresinin ilgili ayetinin açıklamasını şu ana kadar erteledik ki, iki ayet arasında karşılaştırma yapınca anlaşılması kolay olsun.
"Ey inananlar! Namaza durmak istediğiniz zaman" Ayetin orijinalinde geçen "kumtum" fiilinin mastarı olan "kıyâm" kelimesi, "ilâ" harf-i cerriyle geçişli kılındığı zaman, bazı zamanlar sözü edilen şeyin istendiğinden kinaye olur. Çünkü bu ikisi birbirinden ayrılmazlar, birbirlerini gerektirirler. Bir şeyi istemekle, ona yönelik hareket sergilemek birbirinden ayrı düşünülemez. Örneğin bir insanın oturduğu varsayılsın. Bu normal olarak hareketsizliğinin hâli ve durgunluğunun gereğidir. Öte taraftan istenilen şeyin de normal olarak kendisine doğru hareket edilmeyi ve yinelenmeyi gerektiren bir eylem olduğu varsayılırsa, bu durumda onu gerçekleştirmek genel olarak ondan taraf bir kıyamı, bir kalkışı gerektirir. Dolayısıyla insanın hareketsizliği terk edip ameli algılamaya başlaması, fiili işlemeye kalkması demektir. Bu da istemenin ve iradenin ayrılmaz bir unsurudur. Şu ayet, bu ayetin bir örneği ko-
Mâide Sûresi 6-7 ......................................................... 375
numundadır: "Sen de içlerinde bulunup onlara namazı kıldırdıgın zaman." (Nisâ, 102) Yani, onlara namazı kıldırmak istediğin zaman. Bunun aksi örnekliğini de bir açıdan şu ayet oluşturmaktadır: "Eger bir eşinizi bırakıp yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan birine yüklü miktarda mal (mehir) vermiş olsanız bile ondan hiçbir şeyi geri almayın." (Nisâ, 20) Yani, bir eşi boşayıp, bir başkasıyla evlendiğiniz zaman. Burada bir fiili işleme isteği ve talebi, onu işlemenin yerinde kullanılmıştır.
Kİsacası, tefsirini sunduğumuz ayet, namaz kılmak için bazı organların yıkanmasının, bazılarının da meshedilmesinin, yani abdest alınmasının şart olduğunu vurguluyor. Şayet ayetin ifadesi her açıdan mutlak olsaydı, "Eger cünüp iseniz temizlenin (gusül edin)." ifadesini bir an için görmezlikten gelseydik, her namaz için bir abdest almanın şart olduğunu söyleyebilirdik. Ne var ki, yasa nitelikli hükümler içeren ayetlerin her açıdan mutlak olmaları pek az rastlanan bir durumdur.
Kaldı ki, "sizi tertemiz kılmak... istiyor" ifadesinin, ileride değineceğimiz gibi, bu şartın açıklayıcısı olması mümkündür [yani, amaç manevî temizliktir. Öyleyse alınan abdest bozulmadıkça, onunla namaz kılınabilir ve her namaz için bir abdest gerekemez]. Ayetin tefsiri bağlamında söyleyebileceklerimiz bundan ibarettir. Bundan ötesi, ki tefsir bilginleri uzun uzun söz etmişlerdir, fıkıh biliminin alanına girer; tefsirle ilgisi yoktur.
"Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın." Ayette geçen "igsilû" fiilinin mastarı olan "gasl=yıkamak", bir şeyin üzerine su dökmek, üstünden su akıtmak demektir. Genellikle temizleme, kir ve pasağı giderme amacına yönelik olur. Yüz, bir şeyin sana bakan tarafına denir. Daha çok, insan gibi bir canlının başının ön kısmı, yani üzerinde göz, burun ve ağız gibi organların bulunduğu taraf için kullanılır. Bunun sınırı ise, karşılıklı konuşmalarda taraflar için belirgin bir şekilde görünen miktarda belirlenir.
Ehlibeyt İmamlarından (a.s)gelen rivayetlerde yüzün miktarı şu şekilde belirlenmiştir: Uzunluğu alnın üzerindeki saçlardan başlayıp
376 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
çenenin alt kısmına kadar devam eder. Eni ise, baş parmak, orta parmak veya şehadet parmağının çevreleyebileceği kadardır. Tefsircilerin ve fıkıhçıların çizdikleri başka çerçeveler de vardır.
Ayetin orijinalinde geçen "el-eydî" "yed"in çoğuludur ve "el" demektir. Tutma, bırakma ve yakalama gibi fiiller bu organla gerçekleştirilir. Omuzla parmak uçları arasında kalan kısma denir. Organlar bağlamında daha çok insanın onunla ilintilendirdiği amaç esas alınır. Söz gelimi el organı denilince, tutma ve bırakma olguları akla gelir. Elin ilintili olduğu amaç, büyük ölçüde dirseklerden parmak uçlarına kadar olan kısmıyla gerçekleşir. Bu yüzden bu kısma da ayrıca el denir. Yine aynı gerekçeyle bilekten başlayıp parmak uçlarına kadar olan kısma da ayrıca el denir. Böylece el lafzı, organın bütünü ve parçaları arasında ortak veya buna benzer bir isim işlevini görmüş oluyor.
Bu ortaklık, anlamlardan sadece biri kastedildiğinde, buna ilişkin somut ve belirleyici bir karinenin zikredilmesini kaçınılmaz kılar. Bu yüzden yüce Allah, "ellerinizi" ifadesini "dirseklere kadar..." ifadesiyle kayıtlandırmıştır. Ki maksadın, dirseklerde son bulan elin yıkanması olduğu anlaşılsın. Sonra bu somut karine, bununla organın avucu da içeren kısmının kastedildiğini ortaya koyuyor. Nitekim hadisler de maksadın bu olduğunu göstermektedir. "Ila" harf-i cerrinin kullanıldığı yerlerde ifade ettiği anlam, hareketin sürekliliğini ifade eden bir fiilin sona erişidir. Fakat başına "ila" edatı gelen nesnenin öncesindeki ifadeye ilişkin hükmün kapsamına girip girmediği hususu edatın anlamının dışındadır. Dolayısıyla yıkama hükmünün dirsekleri de kapsaması "ila" edatına değil, hadislerin açıklamasına dayanır. Bazıları, "Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin." (Nisâ, 2) ayetini örnek göstererek "ila" edatının "beraber" (mea) anlamında kullanıldığını ileri sürmüşlerdir. Bunu söylerken de, Peygamberimizin (s.a.a) abdest alırken dirseklerini de yıkamış olmasını dayanak olarak göstermişlerdir. Ama bu, Allah'ın sözü-
Mâide Sûresi 6-7 ......................................................... 377
nün tefsiri açısından oldukça cüretkâr bir değerlendirmedir. Çünkü bu hususta nakledilen hadisler ya Peygamberin fiilini aktarır, ki fiiller çok yönlü ve müphem olurlar, herhangi bir lafzın anlamı onlar aracılığıyla belirlenemez; nerede kaldı ki lafzın anlamlarından biri sayılsın. Ya da bu husustaki hadisler bir hükmün açıklamasına ilişkin sözdür, ayetin tefsiri değildir.
Fakat dirseklerin yıkanmasının insanın fiili tam olarak yerine getirdiğinden emin olmasından dolayı gerekmiş olabildiği gibi, Peygamberimizin (s.a.a) de bir eklemesi olabilir. Nitekim Peygamber efendimizin (s.a.a) böyle bir yetkisi vardı ve sahih rivayetlerde belirtildiği gibi, günlük beş vakit namazla ilgili olarak bu yetkisini kullanmıştır. [Sahih rivayetlerde yer aldığına göre, namazlar iki rekât olarak farz kılınmıştır; ancak Peygamber (s.a.a) bazı eklemelerde bulunmuştur.] "Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin." (Nisâ, 2) ayetine gelince, ekl=yeme fiili "ila" edatıyla geçişli kılındığından, katma ve benzeri bir anlam içerir. Yoksa "ila" edatı "mea=beraber" anlamında kullanılmamıştır.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşılıyor ki: "dirseklere kadar" ifadesi, "ellerinizi..." ifadesine ilişkin bir kayıttır. Dolayısıyla dirseklerle ilintili yıkama mutlak olur, bir sınırla kayıtlı olmaz. Bu bakımdan yıkamaya dirseklerden başlayıp parmak uçlarına doğru devam etmek mümkündür. Nitekim abdest dışındaki hâllerde insanlar ellerini doğal olarak bu şekilde yıkarlar. Ya da parmaklardan başlanıp dirseklere kadar devam edilir. Fakat Ehlibeyt Imamlarından (hepsine selam olsun) nakledilen hadislerden, yıkamanın birinci şekilde olması gerektiği anlaşılıyor; ikinci şekilde olması değil.
Böylece ileri sürülebilecek, cümlenin "dirseklere kadar..." ifadesiyle kayıtlı olması gösteriyor ki, yıkamaya parmak uçlarından başlayıp, dirseklere doğru devam edip tamamlamak gerekir, şeklindeki değerlendirmeler de kendiliğinden çürümüş oluyor. Şöyle ki bu problem, "ilel merafik=dirseklere kadar..." sözünün "feğsilû=yıkayın..." sözüne [yani hükme] yönelik bir kayıt
378 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
"feğsilû=yıkayın..." sözüne [yani hükme] yönelik bir kayıt olarak algılanmasından ileri gelmektedir. Oysa, bu ifadenin "eydîkum=elleriniz..." ifadesine [yani hükmün konusuna] ilişkin bir kayıt olduğunu belirtmiştik. Bunun böyle olması kaçınılmazdır. Çünkü "el", belirleyici somut bir karineyi gerektiren ortak bir isimdir. Hem "eller", hem de "yıkayın"a yönelik bir kayıt olmasının da bir anlamı yoktur.
Kaldı ki, Mecma-ul Beyan tefsirinde belirtildiği gibi, İslâm ümmeti, abdest alırken ellerini yıkamaya dirseklerden başlayıp parmak uçlarına doğru devam eden kimsenin abdestinin sahih olduğu noktasında görüş birliği içindedir. Bunun nedeni ise ancak ayetin lafzı bu ihtimali içeriyor olmasıdır ve yine "dirseklere kadar" sözünün "yıkamaya" değil, "ellere" ilişkin bir kayıt oluşundan kaynaklanıyor.
"Başlarınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı meshedin." Meshetme, elin ya da dokunan herhangi bir organın bir şeye doğrudan dokundurularak üzerinden geçirilmesi demektir. Araplar bu anlamda, "Mesehtu'ş şey'e" ve "Mesehtu biş-şey'i" derler. Bu fiil, kendisiyle geçişli kılındığı zaman kapsama anlamını ifade eder [yani o şeyin hepsini meshettim]. "Ba" harf-i cerriyle geçişli kılındığında, kapsama ve kuşatma anlamını içermeden nesnenin bir kısmının meshedildiğine delâlet eder.
Bu bakımdan, "vemsehû biruûsikum=başlarınızı meshedin" ifadesi, cümle içinde başın bir kısmının meshedilmesini ifade eder. Kastedilen kısmın başın hangi tarafı olduğu hususu ise, ayetin anlamsal maksadının dışındadır. Bunun açıklaması sünnetin alanına girer. Sahih rivayete göre de başın alın tarafının, perçemin kastedildiği anlaşılıyor.
"ve... ayaklarınızı..." ifadesinin orijinali "ve erculikum" şeklinde okunmuştur. Dolayısıyla kaçınılmaz olarak "ruûsikum=başlarınız" ifadesine matuftur. Bazıları, mecrur oluşun, tıpkı "ve cealna minel mâi kulle şeyin hayyin=Her canlı şeyi sudan yarattık." (Enbiyâ, 30) ayetinde olduğu gibi tâbi oluştan kaynaklanan bir durum olduğunu
Mâide Sûresi 6-7 .......................................................... 379
söylemişlerdir. [Aslına bakılırsa "hayyen" denilmesi gerekirken, "hayyin" denilmesi, "şey'in" kelimesine tebaiyetten kaynaklanmıştır.] Bu yanlıştır. Çünkü tâbi kılma söz sanatı açısından itibar edilmeyen, seviyesiz bir uygulamadır. Allah'ın sözünün böyle bir kullanımla yorumlanması ihtimal dışıdır. "Her canlı şey" ifadesinin orijinalindeki "cealna" kelimesi, "kıldık" anlamında değildir, yaratma anlamına gelir. [Buna göre "hayyin" kelimesi, "şey'in" kelimesinin sıfatıdır.] Burada tâbi kılmaya ilişkin bir belirti söz konusu değildir. Kaldı ki, söylendiği gibi "tâbi kılma" ancak tâbi olanla tâbi olunanın bitişik oldukları durumlarda söz konusu olabilir. Örneğin, Araplar "Kertenkelenin harap yuvası" anlamında "hucru dabbin haribin" derler. Burada "haribin" kelimesi, öncekine tâbi oluşu itibariyle mecrur kılınmıştır [aslında "hucrun" kelimesinin vasfı olduğu için merfu, yani "ha-ribun" okunması gerekirdi]. Bu kural, üzerinde durduğumuz ayet hakkında geçerli değildir.
Ayetin orijinali "ve erculekum" şeklinde de okunmuştur. Şayet zihnini bütün ön yargılardan arındırıp cümleyi öyle okursan, hiç duraklamadan kesinlikle "erculekum=ayaklarınız" kelimesinin "ruûsikum =başınız" ifadesinin takdirî harekesine -ki nasbtır [çünkü gerçekte mes-hedin fiilinin mefulüdür]- matuf olup mansup olduğuna karar verirsin ve ifadenin akışından yüzün ve ellerin yıkanmasının, başın ve ayakların da meshedilmesinin gerektiğini anlarsın. "Erculekum=ayaklarınız" ifadesini, ayetin başındaki "vucûhekum=yüzünüz" ifadesine atfetmek aklına bile gelmez. Çünkü, ayetin girişindeki, "yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" hükmü başka bir hükmün, yani "başlarınızın bir kısmını... meshedin" hükmünün başlamasıyla bitmiş ve kesilmiştir. Sağlam fıtrat, belâgatlı bir ifadeyi böyle bir kullanıma yorumlamayı kabul etmez; yüce Allah'ın kelâmı açısından hiçbir şekilde düşünülmez. Beliğ bir konuşma yapan bir insan, ["Zeyd'in yüzünü, başını ve ellerini öptüm ve omuzlarına elimi çektim" ifadesini anlatmak isterken] nasıl "kabbeltu veche zeydin ve re'sehu ve mesahtu bi kitfihi ve yedehu" der yani "yedehu" ifadesini mensup okuyarak
380 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
"veche" ifadesine atfedebilir [yani şöyle diyebilir: Zeyd'in yüzünü ve başını öptüm ve omuzlarına elimi çektim ve ellerini öptüm]. Oysa, bir hüküm sona ermiş, diğer bir hüküm araya girmiştir ve "yedehu=elini" ifadesinin onun bitişinde olan mecrur ismin mahalline atfedilip mecrur kılınması câizdir. Özellikle üstelik Arapların konuşmalarında da bunun örnekleri çoktur. Durum böyleyken beliğ bir konuşmacının böyle yapması, edebî sanatlara aykırı basit bir konuşma olur.
Ehlibeyt İmamlarından (a.s) gelen rivayetler bu yöndedir. Ehlisünnet kanallarından gelen rivayetlerse, ayetin lafzını tefsir etme özelliğine sahip olmayıp, Peygamberimizin (s.a.a) fiilini ve bazı sahabelerin fetvasını anlatma esasına dayanmaktadırlar. Bu arada kendi aralarında da ihtilaf vardır. Bu rivayetlerin bir kısmı ayakların meshedilmesini zorunlu görürken, bir kısmı da yıkanmasını zorunlu görmektedir.
Ehlisünnet âlimlerinin çoğunluğu, ayakların yıkanmasına ilişkin rivayetleri, onların meshedilmesine ilişkin rivayetlere tercih etmişlerdir. Bu konuda onlarla tartışacak değiliz. Çünkü konu fıkıh bilimini ilgilendirir, tefsir biliminin ilgi alanının dışındadır. Bununla beraber, Ehlisünnet âlimleri ayeti fıkhî görüşlerine uyarlayan bir yaklaşım içindedirler ve bu konuda farklı yorumlar ileri sürmüşlerdir. Fakat bunların hiçbiri için ayetten kanıt edinmek mümkün değildir. Ancak ayetin ifadesinin belâgat sanatının doruklarından, sıradan zevksiz, karışık bir konuşmanın diplerine indirgeme başka.
Bazıları demişlerdir ki: Nasb kıraatine göre "erculekum=ayakları-nız..." kelimesi "vucûhekum=yüzleriniz" kelimesine matuftur. Cerr kıraatinde ise, tâbi oluşa yorumlanır. Ama biz daha önce, insan öz doğasıyla örtüşen bir beliğ konuşmanın böyle bir ihtimali içermediğini belirtmiştik.
Bazıları: Cerr kıraatini yorumlarken bunun anlamsal değil, lafzî bir atıf örneği olduğunu söylemişlerdir. "alleftuha tbnen ve mâen barî-den=deveyi samanla yemledim ve soğuk suyla" ifadesinde ol-
Mâide Sûresi 6-7 .............................................................. 381
duğu gibi. ["Mâen bariden=soğuk suyla" ifadesi, anlam açısından "tbnen=saman" ifadesine matuf değildir. Bundan bir fiil takdir edilir. Örneğin "sakey-tuha", yani suvardım soğuk suyla gibi. Ayet de bunun bir örneğidir. Yani "erculikum" şeklinde okunsa bile, bu meshin gerekliliğine kanıt oluşturmaz, lafzî açıdan "biruûsikum" yerine matuf olsa bile anlam açısından "erculekum" yerine matuftur ve yıkamanın zorunluluğunu ifade eder!!!]
Bu görüşle ilgili değerlendirmemiz şudur: Bu yaklaşımın dayanağı, atfın durumuna ilişkin iraba uygun bir amelde bulunan bir fiilin takdir edilmesidir. Buna örnek olarak sunulan şiir kanıt oluşturur. Ayetle ilgili olarak takdir edilen bu fiil ya "yıkayın" olacak ve o da harfi cerle değil, bizzat geçişli fiildir ya da başka bir fiil olacaktır. Bu ise ifadenin zahirine aykırıdır ve lafız açısından buna ilişkin hiçbir kanıt yoktur. Öte yandan örnek olarak sunulan şiir ise ya aklî mecaz dediğimiz türe girer ya da "alleftu" fiilinin "verdim", "doyurdum" vb. anlamları içermesi şeklinde gerçekleşen kullanımlardır. Kaldı ki, bu tür kullanımları içeren şiirler açısından normal bir fiilin takdiri şeklinde bir uygulamaya baş vurulmazsa, anlamı bozuk ve fasit kabul edilir. Şu hâlde, bu tür kullanımlar için düzeltici, normalleştirici ifadelerin takdir edilmesine ihtiyaç vardır. Fakat ayetin, lafzî açıdan zorunlu ve bilinen böyle bir takdire ihtiyacı yoktur. Ayakları yıkamanın zorunluluğu anlayışından hareketle, "erculi-kum=ayaklar" ifadesinin mecrur oluşuyla ilgili olarak şu iddiayı ileri sürenler de olmuştur: Evet atıf önceki kelimeyle ilintilidir, ancak meshetme yıkamanın hafif şeklidir. Yani meshetme de bir bakıma yıkamadır. Dolayısıyla ayakların meshedilmesi ifadesiyle onların yıkanmalarının kastedilmiş olmasını önleyecek hiçbir engel söz konusu değildir. Bunu destekleyen bir unsur da ifadede yer alan sınırlandırma ve vakitlendirmedir. Bu ise, yıkanan organ, yani yüz için söz konusudur. Meshedilen organ açısından böyle bir duruma rastlanmıyor. "Ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı..." ifadesiyle meshetmeyle ilgili sınırlandırma kalkınca, bunun da yıkama hükmüne tâbi olduğu anlaşılmış oluyor. Çünkü sınırlandır-
382 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ma açısından yıkama olgusuna daha uygundur.
Aslında bu, konuya ilişkin yorumların en seviyesizidir. Çünkü meshetme yıkamadan ayrıdır ve bu iki eylem arasında birbirini gerektirme gibi bir zorunluluk yoktur. Kaldı ki, başın değil de ayakların meshedilmesini yıkama şeklinde yorumlamak, dayanaksız bir tercihtir. Bu iddiayı ileri sürenlere sormak lazım: Kitap ve sünnette mutlak olarak meshetme şeklinde geçen bütün ifadeleri yıkama şeklinde, yıkama olarak geçen ifadeleri de meshetme şeklinde yorumlamanızı engelleyen nedir? Neden yıkamadan söz eden rivayetler meshetme ve meshetmeden söz eden rivayetler yıkama şeklinde algılanmıyor? Böylece bütün kanıtlar, açıklayıcıları olmaksızın mücmel kanıtlar olurlar.
İddia sahibinin görüşünü desteklemek için ortaya attığı şey, [bir lafzı diğer bir lafızla] kıyas yoluyla lafzı, bir anlama delâlet etmeye zorlamadır. Bu ise kıyasların en fasididir.
Bazıları da şöyle demişlerdir: "Yüce Allah, abdest bağlamında ayakların tamamının su ile meshedilmesini emretmiştir. Teyemmümde yüzün tamamının toprakla meshedilmesini emrettiği gibi... Abdest alan kişi bu iki organı ile ilgili emredilenleri yapınca mesheden-yıkayan adını hakkeder. Çünkü bu iki organın yıkanması, üzerlerinden suyun geçirilmesi veya onların suya değdirilmesi demektir. Meshedilmeleri ise, elin veya el işlevini görebilecek başka bir organın üzerlerinden geçirilmesi demektir. Bir kimse söz konusu organlar açısından bu fiili gerçekleştirince, o kimse yıkayan- meshedendir. Dolayısıyla, 'ercule-kum' şeklinde okunduğu zaman, bu iki organın yıkanmasının zorunluluğu esas alınmış olur. 'Erculikum' şeklinde okunduğu zaman da, kişinin su ile organlarını yıkamak suretiyle meshettiği anlamı esas alınmış olur." (Bu görüş özet olarak bundan ibaretti.)1 Anlamıyorum: Ayette başın meshedilmesi ile yıkanmadan meshedilmelerinin, buna karşın ayakların meshedilmesiyle, onla- ------- 1- [el-Menar Tefsiri, c.6, s.229]
Mâide Sûresi 6-7 ............................................................. 383
rın yıkanarak meshedilmelerinin kastedildiği sonucuna nasıl varılıyor? Bu da önceki iddia gibidir, hatta bozukluğu ondan daha fazladır! Dolayısıyla buna karşı söyleyeceklerimiz öncekinin aynısıdır. Bu görüşle ilgili olarak söylenebilecek önceki tutarsızlıklara, "Yüce Allah abdest bağlamında iki ayakların tamamının su ile meshedilmesini emretmiştir." diye tutarsız sözünü de eklemek gerekir. Bu söz onun aleyhine olmak üzere problemi daha da derinleştiriyor. Çünkü burada abdesti teyemmümle kıyaslamıştır. Eğer bununla bir hükmün başka bir hükme, yani kendince sabit olan rivayetlere kıyaslamayı amaçlıyorsa, ayetin bu hususa delâlet ettiğine kanıt oluşturacak hangi rivayet vardır acaba? Rivayetler nasıl bu hususa delâlet ediyorlar? Bilindiği gibi, rivayetlerin hedefi ayetin lafzını açıklamak değildir. Eğer abdestle ilgili, "Başınızı ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı meshedin." ifadesinin, teyemmümle ilgili, "Onunla yüzünüzü ve ellerinizi meshedin." ifadesiyle kıyaslamayı amaçlıyorsa, bu hem kıyaslanan, hem de kıyaslanılan şey açısından olumsuzdur. Yüce Allah, her iki konuyu da, "ba" harf-i cerriyle geçişli kılan meshetme fiiliyle ifade etmiştir. Daha önce "ba" harfiyle geçişli yapılan meshin, dil açısından meshedilen şeyin kapsanmasını ifade etmediğini belirtmiştik. Buna ancak kendiliğinden geçişli meshin delâlet ettiğini vurgulamıştık. Bu ve benzeri yorumlar, rivayetlerin korunması için ayeti zahirinin aksine yorumlama temelinden hareketle, kaçınılmaz olan kitaba muhalefet durumundan sıyırmak için baş vurulan zorlamalardan başka bir anlam ifade etmezler. Eğer ayetin zahirinin aksine yorumlamak suretiyle bir rivayetin anlamını ayete dayatmamız caiz olsaydı, Kur'ân'a muhalefetten hiçbir örnekten söz edilemezdi. Abdest bağlamında ayakların yıkanmasının zorunlu olduğuna inananların Enes ve Şa'bi gibi bazı selef kuşağı âlimleri gibi görüşler ileri sürmeleri daha uygun olurdu. Onlardan nakledilen görüş şudur: "Cebrail, ayakların meshedilmesine ilişkin hüküm indirdi. Ancak sünnet yıkanmasını öngördü." Bunun anlamı kitabın
384 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
(Kur'ân'ın) sünnet tarafından neshedilmesidir. Bu durumda mesele, tefsir biliminin sınırlarını aşıp, metodoloji biliminin kapsamına taşınmış olur: Sünnetin Kitabı neshetmesi caiz midir, değil midir? Bu konuda araştırma yapmak usulcünün görevidir, müfessirin değil. Müfessirin, "Falan rivayet kitaba muhaliftir" sözü müfessir olması açısından, ancak şunu açıklamak içindir ki bu haber, maksadın ortaya çıkarılmasında esas alınan kitabın zahirinin delâlet ettiği anlamla örtüşmüyor. Yoksa fıkıh bilgininin görevi olan şer'î bir hükme fetva vermek değildir.
"üzerindeki çıkıntıya kadar" ifadesinin orijinalinde geçen "kaab", ayağın arkasında bir çıkıntı biçiminde beliren kemiğe verilen addır. Bazılarına göre topuk, ayakla bacağı birbirinden ayıran eklem bölgesinde belirgin olarak fark edilen kemiğin adıdır ki her bir ayağın eklem bölgesinde iki çıkıntı olur.
"Eğer cünüp iseniz, temizlenin." Ayetin orijinalinde geçen "cünüb" kelimesi aslında mastardır, ancak daha çok ism-i fail anlamın- da kullanılır. Bu yüzden [mastar oluşundan dolayı] müzekker, müennes, müfret vs. açısından fark etmez. Araplar, "reculun cunub=cünüp erkek, imreetun cunub=cünüp kadın, reculani ev imreetani cunub=cü-nüp iki erkek veya kadın, ricalun ev nİsaun cunub=cünüp erkekler ve kadınlar" der ve hepsinde hep "cünüp" sözcüğünü kullanırlar. Mastar anlamını ifade etmek içinse, özel olarak "cenabet" kelimesi kullanılır. "Ve in kuntum cunuben fettehherû=Eğer cünüp iseniz, temizlenin." cümlesi, "feğsilû vucûhekum=yüzünüzü yıkayın" ifadesine matuftur. Çünkü ayet, namaz kılmak için temizlenmenin şart olduğunu açıklama amacına yöneliktir. Bu açıdan ayetin açılımı şöyledir: "Ve te-tahharû in kuntum cunuben=temizlenin eğer cünüpseniz." Böylece, ab-dest açısından karşıt şartın takdirine dönük olur. Yani: Şayet cünüp de-ğilseniz, yüzünüzü ve ellerinizi yıkayın. Başınızı ve ayaklarınızı meshedin. Eğer cünüpseniz, tam olarak temizlenin. Buradan şu sonucu çıkarıyoruz: Abdest alma, ancak cünüp olmama durumunda yasalaştırılmıştır. Cünüpken sadece
Mâide Sûresi 6-7 ............................................................ 385
gusül abdesti alınmalıdır. Nitekim rivayetler de buna delâlet etmektedir.
Bu hüküm aynen Nisâ suresinin ilgili ayetinde de açıklanmıştır: "Yoldan geçici olmanız dışında, cünüp iken de yıkanıncaya kadar..." (Nisâ, 43) Ancak tefsirini sunduğumuz ayet, Nisâ suresinin ilgili ayetinden farklı olarak "yıkanmayı" temizlenme olarak nitelendiriyor. Bununla, yıkama ile sağlanan temizlikten farklı bir temizlik kastediliyor. Çünkü bu, yani temizlik sonuçtur. Bu ise, fiilin yani yıkamanın kendisidir; "tatahhur=temizlenme" olarak isimlendirilmiştir. Bedenin kirlerinin su ile yıkanmasının "nezafet" olarak isimlendirildiği gibi.
Buradan hareketle, bazı rivayetlerde işaret edilen bir hususu algılıyoruz: "Üzerinden su akan şey temizdir." "Hasta veya yolculukta iseniz yahut sizden birisi çukur yerden gelirse yahut da kadınlara dokunursanız, su bulamadığınız takdirde... yönelin." Bu ifadeyle, organlarını yıkamak veya yıkanmak için su bulamayan kimseyle ilgili hükmün açıklamasına geçiliyor. Ayetin akışı içinde sayılan ve alternatif durumlar olarak işaret edilen hususlar, gerçek anlamda birbirlerinin alternatifi değildirler. Söz gelimi hastalık ve yolculuk bizzat gusül ve abdest yoluyla temizlenmeyi gerektiren bir kirliliğe, pislenmeye yol açmazlar. Tam tersine, bu gibi durumlarda kişi açısından küçük veya büyük hades hasıl olmuşsa, abdest ya da gusül yoluyla temizlenmeyi gerektirirler. Şu hâlde ayette sayılan şıkların son ikisi [tuvaletten gelmek ve kadınlarla cinsel ilişkide bulunmak], ilk ikisinin alternatifi değildir. Aksine ilk iki şıkkın her biri, son ikisine de bölünebilir gibidirler. Bu nedenle bazıları, "yahut sizden birisi çukur yerden gelirse" ifadesinin orijinalin başındaki "ev" edatını "vav" şeklinde algılamışlardır, ki biz buna ileride değineceğiz. Kaldı ki, mazeret sırf hastalık ve yolculukla sınırlı olmaz; başka durumlarda da söz konusu olabilir. Fakat yüce Allah, genellikle su bulmama durumuyla sıkça karşılaşılabilen hastalık ve yolculuktan söz etmiştir. Sonra tuvaletten
386 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
gelmekten ve kadınlara dokunmaktan bahsetmiştir. Bu ikisi açısından suyun bulunmayışı tesadüfîdir. Ilkinin aksi olabilecek diğer bir açıdan bakacak olursak, hastalık ve yolculuğa maruz kalmak, insanın doğal bünyesi açısından, tesadüfidir. Tuvaletten gelme ve kadınlara dokunma ise öyle değildirler. Bu ikisi de doğal ihtiyaçlardır. Biri abdest almakla giderilebilen küçük hadesi, diğeri de gusül almakla giderilebilen büyük hadesi gerektirir. Dolayısıyla ayette işaret edilen bu dört durumun bir kısmı tesadüfen, bir kısmı da doğası gereği insanın karşısına çıkarlar. Bunlarla ilgili olarak bazen genellikle su bulunmayabilir. Hastalık ve yolculukta örneğin. Bazen de tesadüfen su olmaz. Helâya gitme ya da cinsel birleşme durumlarında örneğin. Eğer böyle durumlarda su da bulunmuyorsa, teyemmüm hükmü devreye girer. Buna göre su bulamamak, suyu kullanma imkânından yoksun olmaktan kinayedir. Bu şekilde kinayeli bir ifadeye baş vurulmuştur. Çünkü kullanma imkânından yoksun bulunma, genellikle suyun bulunmamasına dayanır. Buna göre bulamamak, hastalık da dâhil olmak üzere sözü edilen bu dört hususun tümü için bir kayıt konumundadır.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan sırayla şu hususlar belirginleşiyor:
Birincisi: "Hasta... iseniz" ifadesinde işaret edilen hastalıktan maksat, insanın su kullanmakta zorlandığı ve suyun zarar verdiği hastalıktır. Bunu, "su bulamadıgınız takdirde" kaydından anlıyoruz. Ayetin akışından da bunu algılamak mümkündür.
İkincisi: "veya yolculukta iseniz" ifadesi, başlı başına bir olgudur ve insan tesadüfen böyle bir durumla karşılaşır. Genellikle de su bulunmaz böyle durumlarda. "yahut sizden birisi... gelirse" ifadesiyle de kayıtlı değildir; "feğsilû=yıkayın..." ifadesine matuftur. Bu durumda ifadeyle ilgili olarak şöyle bir açılım elde ediyoruz: "Yolcu iseniz, namaza kalkmak istediğinizde, su bulamadıysanız teyemmüm edin." Şu hâlde bu varsayımın mutlaklığı ve iki hadesten birini gerektirmek gibi bir kayda bağlı olmayışı, atfedil-
Mâide Sûresi 6-7 ........................................................... 387
diği ifadeyi yani, "Namaza durmak istediginiz zaman... yıkayın..." ayetini çağrıştırmaktadır. Başta kayda gerek görülmediği gibi, atıf esnasında da kayda gerek görülmemiştir.
Üçüncüsü: "Yahut sizden birisi çukur yerden gelirse" ifadesi de bağımsız ayrı bir durum içermektedir. Ama bazılarının iddia ettiği gibi başındaki "ev" edatı "Onu yüz bin insana ya da daha fazla olanlara elçi gönderdik." (Sâffât, 147) ayetinde olduğu gibi "vav" anlamında değildir. Çünkü buna gerek olmadığını açıklamıştık. Kaldı ki, örnek olarak gösterilen ayette geçen "ev" edatı, ancak gerçek anlamında kullanılmıştır. Ifadedeki ihtimallilik, doğal olarak karşılaşılan bir durumdur. Konuşmacının bilmeyişinden kaynaklanan bir tereddüt söz konusu değildir. Nitekim bu yorum, Kur'ân-ı Kerim'de geçen dilek ve temenni gibi hususlarla ilgili olarak da söz konusudur. "Umulur ki, korunasınız..." (Bakara, 21) "Keşke bunu bilselerdi." (Bakara, 102) ayetlerinde olduğu gibi. Dolayısıyla bu cümlenin durumu, atıf açısından önceki cümleye benzer. Bu bakımdan cümlenin açılımı şöyledir: Namaza kalkmak istediğinizde, sizden biriniz tuvaletten gelir ve su da bulamamışsanız, teyemmüm edin.
Buradan şöyle bir sonuç çıkarmak pek de uzak bir ihtimal değildir: Kişi temiz olur ve küçük abdestsizliği gerektirici bir durum söz konusu değilse, teyemmüm veya abdesti yenilemesi bir zorunluluk değildir. Mefhum-i şartın bu anlamı ifade ettiğini kabullenirsek tabi.1 Temiz olan kimsenin temizlenmesinin bir zorunluluk olmadığına ilişkin rivayetler de bu çıkarsamayı destekler niteliktedir. "Yahut sizden birisi çukur yerden gelirse" ifadesinin orijinali, göz kamaştırıcı bir edep örneğini oluşturmaktadır. Ayet üzerinde ------- 1- [Fıkıh usûlü bilgisine göre, hükmü şart edatlarından biri ile belirli bir şarta bağlanmış nassın, bu şartın bulunmadığı durumlarda o hükmün geçerli olmadığına delâlet etmesine "mefhum-uş şart" denir. Mesela, "Sana karşı saygılı davranılırsa, sen de saygılı davran." cümlesinde saygılı davranma hükmü, şart kalkınca kalkar ve geçerli sayılmaz.]
388 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
düşünen herkes bunu belirgin bir şekilde fark eder. Çünkü maksat, "ğait"ten gelme şeklinde kinayeli olarak ifade edilmiştir. Ğait ise, basık ve çukur yer demektir. Araplar, ihtiyaçlarını gidermek için çukur yerlere giderlerdi. Böylece bir edep tavrı olarak ihtiyaçlarını giderirken başka insanların bu hâlde kendilerini de görmelerini engellemiş olurlardı. Günümüzde "ğait" kelimesinin bilinen anlamında kullanılması ayağa düşmüş, yaygınlık kazanmış kinayeli ifadelerin bir örneğini oluşturmaktadır. Aynı durum "azere" kelimesi için de geçerlidir. Bu kelimenin asıl anlamı, kapı eşiğidir.
Cevherî'nin "es-Sihah" adlı eserinde belirttiğine göre, Araplar evin içinde biriken şeyleri buradan boşalttıkları için bu ismi vermişlerdir. Dikkat edilirse ayette "çukur yerden geldiyseniz" denilmiyor. Çün-kü burada asıl olan nispet edilen şeyin belirginleştirilmesidir. Yine "Sizin biriniz tuvaletten gelirse" şeklinde bir ifade de kullanılmamıştır. Çünkü böyle bir izafede az da olsa belirginleştirme söz konusudur. Aksine iyice müphemleştiren bir ifade söz konusudur. "yahut sizden birisi çukur yerden gelirse" denilerek ifadenin edep yönü gözetilmiştir.
Dördüncüsü: "yahut da kadınlara dokunursanız" ifadesi, önceki ifade gibi varsayılan şıklardan bağımsız birini içermektedir. Atıf ve anlam açısından önceki ifadenin içeriğinin hükmüne tâbidir. Bu, cinsel birleşmeden kinayedir. Edebi gözetmek ve insan doğasının sarih bir dille ifade etmekten çekindiği olguları açık, müstehcen bir şekilde ifade etmekten kaçınma amaçlı kullanılmıştır. Eğer desen ki: Şayet söylediğiniz gibiyse, önceki ifadede olduğu gibi, "Eger cünüp iseniz..." şeklinde bir ifade kullanılsaydı, daha fazla titizlik gösterilmiş ve edep yönü gözetilmiş olurdu. Buna vereceğimiz cevap şudur: Evet ama, ifadede gözetilen bir nokta yok olurdu o zaman. O da ifadenin, söz konusu eylemin insan doğasının bir gereği olduğuna delâlet ediyor olmasıdır. Ki biz daha önce bu nokta üzerinde durduk. "Cenabet" kelimesi, bu ince-
Mâide Sûresi 6-7 ............................................................. 389
liği ifade etmekten yoksundur.
Böylece bazılarına nispet edilen, "Burada kastedilen, doğrudan doğruya kadınlara gerçekten dokunmadır. Yani cinsel birleşmeden kinaye değil de açık bir anlatım söz konusudur." şeklindeki yorumun yanlışlığı da ortaya çıkıyor. Bu yorumun yanlışlığı öncelikle şundan anlaşılıyor ki, ayetin akışıyla bağdaşmıyor. Ancak kinayeli bir anlatım olarak ele alındığında ayetle bağdaşması mümkün olabiliyor. Çünkü yüce Allah söze, normal hâllerde yani, suyun bulunduğu durumlarda küçük hadesin abdestle, büyük hadesin yani, cenabetin de gusülle giderilmesine ilişkin hükümle başlıyor. Sonra sözün akışı, normal olmayan duruma doğru yöneliyor. Suyun bulunmadığı durum yani. Bununla ilgili olarak da abdeste alternatif olan başka bir duruma, yani teyemmüme işaret ediliyor. Dolayısıyla gusle alternatif olan bir başka duruma da işaret edilmesi doğaldı, uygundu. Çünkü gusül abdestle bağlantılı bir eylemdir. Nitekim bu eylemle örtüşebilecek bir duruma da işaret edilmiştir. O da "yahut da kadınlara dokunursanız" ifadesidir; ama kinayeli olarak. Şu hâlde bununla kastedilen, kaçınılmaz olarak cinsel birleşmedir. Yoksa iki ayrılmaz durumlardan biri olan abdesti özel olarak ele alıp hükmünü açıklayıp diğerini yani guslü görmezlikten gelmenin anlamı yoktur.
Beşincisi: Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan, ayetin anlamı ile ilgili olarak üzerinde durulan aşağıdaki problemlerin yersizliği, dayanıksızlığı ortaya çıkıyor:
1- Ayette "hastalıktan" ve "yolculuktan" söz edilmesi söz gelişi ve gereksizdir. Çünkü bu ikisinin teyemmümü gerektirmeleri ancak son iki şıktan yani, tuvalete gitme ve cinsel ilişkide bulunma hâllerinden birinin meydana gelmiş olmasına bağlıdır. Kaldı ki tuvalete gitme ve cinsel ilişkide bulunma, hastalık veya yolculuk durumu söz konusu olmasa da teyemmümü gerektirirler. Dolayısıyla son iki şıkkın zikredilmesi, ilk ikisinin zikredilmesine ihtiyaç bırakmıyor.
Buna verilecek cevap şudur: Daha önce de işaret ettiğimiz gibi,
390 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ayette son iki şık, ilk iki şıktan biriyle ilintilendirilmek amacıyla zikredilmiş değildirler. Aksine dört şıktan her biri kendi başına ve kendine özgü bir amaçla ilintili olarak zikredilmiştir. Ayetin akışı içinde bunların herhangi birini hazfedecek olursak, söz konusu amaç da gerçekleşmemiş olur.
2- Bir diğer iddia da şudur: Ikinci şık, yani; "veya yolculukta iseniz" ifadesi fazlalıktan zikredilmiştir. Önceki problemle ilgili kanıt, bunun için de geçerlidir. Bir farkla, şöyle ki: Hastalık bir mazeretle olması hasebiyle alternatif çözümü gerektirir. Mazeret, var olan suyu kullanamamaktır, suyun bulunmaması değil. Dolayısıyla ayetin akışı içinde bu durumun değerlendirilmesi gerekirdi. Son iki şıkkın su bulamama durumuyla birlikte zikredilmiş olması, buna ilişkin açıklamaya olan ihtiyacı ortadan kaldırmıyor. Sonuç olarak sadece yolculuktan söz edilmiş olması, bir fazlalıktır; bir tekrardır. Bizim cevabımız şudur: Daha önce de belirttiğimiz gibi, ayette geçen su bulamama, suyu kullanamamaktan kinayedir ve bu durum, suyu bulmaktan veya bulamamaktan daha geneldir.
3- Bir iddiaya göre, "su bulamadıgınız takdirde" ifadesi, sayılan şıkların tümüne gerek bırakmayacak açıklığa sahiptir. Eğer "Hasta veya... iseniz..." ifadesi yerine, sadece "su bulamadığınız" ifadesi kullanılsaydı, daha kİsa ve daha vurgulayıcı olurdu. Bunu şu şekilde cevaplandırırız: Bu durumda, daha önce işaret ettiğimiz tüm noktalar göz ardı edilmiş olurdu.
4- Bazılarına göre, "Eğer suya güç yetiremiyorsanız." denilseydi veya aynı anlama gelebilecek başka bir ifade kullanılsaydı daha iyi olurdu. Çünkü böyle bir ifade, başka insanların mazeretini kapsadığı gibi hastaların da mazeretini kapsayıcı olurdu. Buna karşılık biz diyoruz ki: Bu söylediğiniz husus kinaye yoluyla ifade edilmiştir. Kinayeli ifadelerse daha etkili ve daha vurgulayıcı olur. "Doğası üzere olan yeryüzüne yönelin, ondan yüzlerinizin ve ellerinizin bir kısmına meshedin." Ayetin orijinalinde geçen "teyemmemû"
Mâide Sûresi 6-7 ................................................................ 391
fiilinin mastarı olan "teyemmüm" kelimesi, yönelmek demektir. Ayetin asıl metninde geçen "saîd" ise, yerin yüzeyi anlamına gelir. Bu yerin "tayyib" olarak nitelendirilmesi -bir şeyin tayyib olması da, doğasının gerektirdiği hâl üzere olması demektir- normal toprak ve taş gibi aslî durumu üzere olmasının şart olduğuna işaret etme amacına yöneliktir. Pişirme, olgunlaştırma veya başka bir dönüştürme yöntemiyle topraktan elde edilen kireç, pudra, kiremit ve madenlere dönüşen topraklar bu kapsamın dışındadır. Yüce Allah, bir ayette şöyle buyurmuştur: "Güzel (tayyib) olan ülkenin bitkisi, Rabbi-nin izniyle çıkar; kötü olandan ise yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz." (A'râf, 58) Teyemmümde kullanılan toprağın özellikleri olarak sünnetin öngördüğü hususların kaynağı işte budur. Bazı müfessirler, "Ayette geçen 'tayyib' kelimesinden maksat temizliktir. Dolayısıyla burada toprağın temiz olması şart koşulmuştur." demişlerdir.
"Ondan yüzlerinizin ve ellerinizin bir kısmına meshedin." Burada görüyoruz ki, teyemmüm açısından meshedilmesi öngörülen organlarla, abdest açısından yıkanması istenen organlar aynıdır. Tam bir örtüşme var. Çünkü teyemmüm; gerçekte baş ve ayak meshi düşürülmüş, yüz ve dirseklere kadar ellerin yıkanması da meshetmeye dönüştürülmüş, hafifletici bir uygulama olarak su da toprakla değiştirilmiş abdestten başka bir şey değildir.
Bundan şunu anlıyoruz: Teyemmümde meshedilen iki organ abdestte yıkanan organlardır. Yüce Allah "ba" harf-i cerriyle geçişli kılınan meshetme fiilini [femsehu bi vucûhikum...] kullandığı için bu, teyemmüm ederken abdestte yıkanan iki organın bir kısmının meshedilmesi gerektiğini gösterir. Yüzün bir kısmı ve dirseklere kadar olan elin bir kısmı yani... Bu da Ehlibeyt Imamlarından aktarılan rivayetlerde, yüzden mesh edilmesi gereken kısmın iki şakak arası, ellerin de bilekten aşağı kısmı olduğuna ilişkin açıklamalarla örtüşmektedir.
Böylece bazı müfessirlerin, kastedilen elin, koltuk altlarından başlayan kısım olduğuna ilişkin izahlarının yanlış olduğunu
392 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
anlıyoruz. Yine diğer bazılarına göre de, teyemmümde mesh edilmesi gereken kısım, tıpkı abdestte olduğu gibi dirseklerden aşağısıdır, görüşünün yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Bu ise, "ba" harf-i cerriyle geçişli kılınan "meshetme" fiilinin ifade ettiği anlamla örtüşmüyor. Çünkü "ba" ile geçişli kılınan fiil, meshedenin meshedilenin bir kısmını meshetmesini ifade eder.
Ayetin orijinalinde geçen "minhu=ondan" kelimesinin başındaki "min" edatı, başlangıç ifade eder gibidir. Bununla, yüzün ve ellerin meshedilmesine topraktan başlanması kastedilmiştir. Hadisler bunu, iki elin toprağa vurulup yüz ve ellerin bir kısmına sürülmesi şeklinde açıklamıştır.
Bazı müfessirler demişlerdir ki: "Buradaki 'min' edatı, kastedilen şeyin bir kısmını içermeği ifade eder. Buna göre, toprağa vurulmasından sonra ellerde toz ve benzeri bir şey kalmalıdır, ki onunla yüz ve eller meshedilsin. Buradan şu sonuç çıkıyor: Teyemmüm için el vurulan toprak tozlu olmalıdır ve bu tozla yüz ve eller meshedilmelidir. Dolayısıyla yassı ve üzeri toz tutmayan taşlarla teyemmüm etmek doğru değildir."1
Allah doğrusunu daha iyi bilir; ancak ayetten daha önce vurguladığımız anlam anlaşılmaktadır. Şunu da söyleyelim ki, kendi görüşünün sonucu olarak vardığı hüküm, adı geçen müfessirin ihtimal verdiği görüşle sınırlı değildir.
"Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor; fakat sizi tertemiz kılmak... istiyor." Ayetteki "ma yurîdu=istemi-yor" fiilinin mef'ulunun başına "min" edatının gelmiş olması, olumsuzluğu pekiştirmek içindir. Dolayısıyla dinî hükümler kapsamında olup da onunla güçlük çıkarılmak istenen herhangi bir hüküm yoktur. Bu yüzden cümle içinde olumsuzlama olgusu, güçlüğün kendisiyle değil de güçlük çıkarma isteğiyle ilintilendirilmiştir. Iki türlü güçlük vardır. Bunlardan biri, hükmün gerekçesi ve, onunla hedeflenen maslahatla ilgilidir. Böyle bir durumda ortaya ------ 1- [el-Menar, c.5, s.126]
Mâide Sûresi 6-7 ............................................................ 393
çıkan hüküm, gerekçesine tâbi olması hasebiyle bizzat güçlük çıkarıcı olur. Zühd karakterinin yerleşmesi amacıyla birine besin maddelerinden zevk almasının yasaklanmasını buna örnek gösterebiliriz. Böyle bir hüküm, ta baştan güçlük demektir. Bir diğer güçlük de rastlantİsal dış nedenler aracılığıyla herhangi hükümle ilintili olur. Böyle bir durumda hükmün bazı fertleri güçlük oluşturur. O zaman güçlük çıkan unsurlar açısından hüküm geçersiz olur, güçlük çıkmayan unsurlar açısından ise, geçerliliği devam eder. Kendisine zarar veren bir hastalığından dolayı, namazı ayakta kılmakta güçlük çeken bir insanı buna örnek gösterebiliriz. Bu durumda bu kimse için namazda kıyam hükmü düşer; buna güç yetirebilen başkaları için değil elbette.
Yüce Allah'ın, "Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor." ifadesinden sonra, "fakat sizi tertemiz kılmak... istiyor." ifadesine yer vermesi gösteriyor ki ayetin maksadı, gerçek ile ilintili güçlüğü olumsuzlamaktır. Yani Allah'ın sizin için koyduğu hükümler, güçlük çıkarmak amacıyla yasalaştırılan güçlük nitelikli hükümler değildir. Şöyle ki ayetten anlaşılan anlam şudur: Bu hükümleri koymada güttüğümüz amaç, sizi temizlemek ve nimeti tamamlamaktır. Bunlarsa gerçek ile ilintili olgulardır. Yoksa maksadımız sizi zorluğa koşmak, sizi sıkıntıya sokmak değildir. Bu nedenledir ki, suyun bulunamaması durumunda abdest ve guslün size ağır geleceğini gördüğümüz anda ab-dest ve gusül almanın zorunluluğu yerine, sizin yapabilirliğinizin kapsamında olan teyemmüm alma zorunluluğunu getirdik. Böylece belki şükredersiniz diye sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimeti tamamlamak için temizliğe ilişkin hüküm tümden kaldırılmadı.
"Fakat sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetini tamamlamak istiyor. Umulur ki şükredesiniz." Daha önce açıklanan güçlük çıkarma isteğinin olumsuzlanmasının anlamının gereği, "sizi tertemiz kılmak... istiyor." ifadesinden maksat şu olmalıdır ki abdestin, guslün ve teyemmümün hükme bağlanması, sizin temizlenmeniz içindir. Çünkü bunlar temizleyici etkenlerdir. Hangisi olursa olsun,
394 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
bu temizlik kirden pislikten arınma demek değildir. Bilâkis, bu üç eylemden biriyle gerçekleşebilen manevî temizlik kastedilmiştir. Gerçekte namaz için şart olan da bu manevî arınmadır. Buradan hareketle şöyle bir sonuca varmak mümkündür: Namaz kılan kişi, temizliğine halel getirecek bir davranışta bulunmamışsa, her namaz için ayrı olarak temizlenme ameliyesini gerçekleştirmekle [her namaz için ayrı bir abdest almakla] yükümlü değildir. Bu, ayetin giriş kısmındaki ifadenin mutlaklığıyla çelişmez. Çünkü yasa koyma, vacip olan bir uygulamadan çok daha geneldir [farzın yasalaştırılması gerektiği gibi müstehap bir amelin de yasalaştırılması gerekir]. "ve size olan nimetini tamamlamak istiyor." ifadesine gelince; daha önce "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." (Mâide, 3) ayetini incelerken nimetin ve tamamlanmasının ne anlama geldiğini açıkladık. Yine tefsirimizin dördüncü cildinde, "Şükredenleri ise Allah ödüllendirecektir." (Âl-i Imrân, 144) ayetini incelerken, "şükür" kavramının anlamını izah etmiştik. Şu hâlde tefsirini sunduğumuz bu ayette geçen nimet kavramı, din anlamında kullanılmıştır, ama bilgi ve hüküm nitelikli cüzleri olarak değil. Bilâkis bütün işlerde insanın kendini Allah'a teslim edişi anlamında kullanılmıştır. Bu da Allah'ın koyduğu hükümler aracılığıyla kulları üzerinde hükümran ve velayeti olması demektir. Bunun tamam-lanması, bütün dinî hükümlerin yasalaştırılması ile mümkündür. Üç temizlik eylemi (abdest, gusül ve teyemmüm) de bunlar arasına girer.
Dolayısıyla anlıyoruz ki: Amaç bildiren "Sizi tertemiz kılmak... istiyor." ve "size olan nimetini tamamlamak istiyor." ifadelerinin arasında fark vardır. Şöyle ki temizlik, üç temizlik eyleminin yasalaştırılmasının amacıdır. Ama nimetin tamamlanışı değil. O, bütün hükümlerin yasalaştırılmasının amacıdır. Üç temizlik eylemi sadece bu genel hedef içinde belli bir paya sahiptirler. Bu bakımdan amaçlardan biri özel, biri de geneldir.
Mâide Sûresi 6-7 ................................................... 395
Buna göre, ayetin anlamı şu şekilde belirginleşiyor: "Fakat biz, üç temizlik eylemini yasalaştırmakla, onlar aracılığıyla özel olarak sizi temiz kılmak istiyoruz. Çünkü bunlar dinin bir parçasıdır. Dinin bu tür parçalarının toplamının yasalaştırılmasıyla Allah'ın sizin üzerinizdeki nimeti tamamlanır. Belki nimetinden dolayı Allah'a şükredersiniz. O da sizi gözde kulları arasına katar." Okuyucunun bu hususa dikkatini çekmek isterim.
"Allah'ın size olan nimetini ve sizi kendisiyle bağladığı sözünü hatırlayın. Hani bir zaman, "Işittik ve itaat ettik" demiştiniz." Burada, İslâm üzere onlardan alınan söze işaret ediliyor. Yüce Allah'ın, "Hani bir zaman 'Işittik ve itaat ettik' demiştiniz." hatırlatması da bunu gösteriyor. Çünkü siz mutlak olarak işitme ve mutlak olarak itaat etmeyi söz vermiştiniz. Bu da Allah'a teslim olmak de-mektir. Buna göre, "Allah'ın size olan nimetini... hatırlayın." ifadesinde geçen "nimet"ten maksat, yüce Allah'ın Islâm'ın sayesinde onlara bahşettiği bütün güzel nimetlerdir. Bu da onların cahiliyedeki durumlarıyla Islâm'dan sonraki durumları arasındaki fark ve üstünlüktür. Islâm'dan sonra kavuştukları güvenliğe, esenliğe, zenginliğe, kalp temiz-liğine ve amellerin nezafetine dikkat çekiliyor. Nitekim yüce Allah, başka bir ayette de buna işaret etmiştir: "Allah'ın sizin üzerinizdeki olan nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz, O kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler oldunuz. Yine siz tam ateş çukurunun kıyısındayken oradan sizi kurtardı." (Âl-i Imrân, 103) Ya da nimetten maksat, tüm gerçeğiyle Islâm'dır. Çünkü Islâm, bütün nimetlerin beslendiği ana nimettir. Biz daha önce, meselenin bu boyutuna dikkat çekmiştik. Şurası açıktır ki, nimetten maksadın Islâm realitesi veya velayet olgusu olması, bunun nesnel karşılığının belirlenmesine dönük bir ifadedir, lafızdan anlaşılan şeyin somutlaştırılması değil. Çünkü lafızdan anlaşılan şeyi somut olarak belirlemek sözlük alanına girer. Bizim bu hususta söyleyecek sözümüz yoktur.
Ardından yüce Allah, muhataplara kendini hatırlatıyor; kalple-
396 ..............................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
rin gözeneklerinde gizli bulunan duyguları bildiğini anımsatıyor. Ardından kendisinden korkup sakınmalarını emrediyor: "Allah'tan korkun. Çünkü Allah kalplerin içindekini bilir."
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Imam Cafer Sadık'a (a.s) dayandırdığı bir hadiste, "Namaza durmak istediginiz zaman" ifadesiyle ilgili olarak Imamın şöyle buyurduğunu nakleder: "Yani, uykudan uyandığınız zaman." Ravi -bn-i Bukeyr- der ki: "Uyku, abdesti bozar mı?" diye sordum. "Evet", dedi. "Uyku insanın işitme duyusunu, bir şey duymayacak şekilde etkileyince abdest bozulur." [c.1, s.7, h:9]
Ben derim ki: Bu anlamı içeren başka rivayetler de aktarılmıştır. Suyuti ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Zeyd b. Eslem'den ve Nuhhas'tan rivayet etmiştir. Fakat bu rivayetle, bizim daha önce, kalkmaktan maksat istemektir, şeklindeki açıklamamız arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bizim söylediğimiz, "kıyam" fiilinin "ila" ile geçişli kılınması durumunda kazandığı anlamdır. Rivayetin vurguladığı ise, "min" edatı ile geçişli kılınması durumunda ifade ettiği anlamdır.
el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare'den şöyle rivayet eder: Imam Bâkır'a (a.s) sordum: "Meshin başın bir kısmına ve ayakların bir kısmına olmasını nereden bildin (çıkardın) ve söyledin?" İmam (a.s) güldü ve buyurdu: "Ey Zürare, bunu Resulullah (s.a.a) söyledi ve Allah katından gelen kitap da bu açıklamayı içermektedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Feğsilû vucûhekum =yüzlerinizi yıkayın.' Bu ifadeden anlıyoruz ki, yüzün tamamı yıkanmalıdır. Ardından 've dirseklere kadar ellerinizi' buyurmuştur. Dirseklere kadar elleri yüzlere atfedilmiş ve bitişik kılınmıştır. Dolayısıyla dirseklere kadar ellerin yıkanmasının gerektiğini öğrenmiş oluyoruz." "Sonra ayetin akışını bölerek 'Meshedin, başlarınızı.' buyurmuştur. Ayetin orijinalinde 'bi-ruûsikum' buyurduğu için 'ba'
Mâide Sûresi 6-7 .............................................................. 397
muştur. Ayetin orijinalinde 'bi-ruûsikum' buyurduğu için 'ba' harf-i cerrinin fonksiyonundan hareketle, başın bir kısmının meshedilmesi gerektiğini öğreniyoruz. Sonra elleri yüzle ilintilendirdiği gibi ayakları da başla ilintilendirerek, 've üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı' buyurmuştur. Ayakların başla ilintilendirildiğini görünce, ayakların bir kısmının yıkanması gerektiğini öğreniyoruz. Sonra Resulullah (s.a.a) bunu halka açıkladı; ama onlar bu açıklamaları yitirdiler."
"Ardından yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'su bulamadıgınız takdirde, dogası üzere olan yeryüzüne yönelin. Ondan yüzleriniz ve ellerinizin bir kısmına meshedin.' Suyun bulunamaması durumunda ab-destin askıya alınması öngörülünce, yıkanması gereken organların bir kısmı için meshetme öngörüldü. Çünkü yüce Allah, 'bi-vucûhikum' buyurmuştur. Sonra buna, 'eydîkum=elleriniz' ifadesini eklemiştir. Ardından 'ondan', yani bu teyemmümden buyurmuştur. Çünkü Allah, elin bütün yüze çekilmeyeceğini biliyor; çünkü teyemmüm esnasında elin ayasının bir kısmına toz bulaşmakta, bir kısmına da bulaşmamaktadır. Ardından şöyle buyurmuştur: 'Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor.' Güçlükten maksat sıkıntıya sokmaktır." [Füru-u Kâfi, c.3, s.30, h:4]
Ben derim ki: "Fe in lem tecidû mâen=eğer su bulamazsanız." ifadesinde Imam (a.s) ayetin lafzını değil, anlamını nakletmiştir. [Çünkü ayetin lafzı, "felem tecidû mâen"dir.]
Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare ve Bukeyr'den nakleder ki: Bu iki zat, Imam Bâkır'dan (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) nasıl abdest aldığını sorarlar. Bunun üzerine Imam içi su dolu bir leğen -veya küçük bir kap- ister. Sağ elini suya daldırır ve ondan bir avuç alarak yüzüne döker, onunla yüzünü yıkar. Sonra sol elini suya sokar, avucunu doldurur, sağ kolunun üzerine döker, onunla kolunu dirsekten avuca doğru yıkar, avuçtan dirseğe doğru yıkamaz. Sonra sağ avucunu doldurur, dirsekten başlayarak sol kolunun üzerine boşaltır. Sağ koluna uyguladığını sol koluna da uygular. Sonra başını ve iki ayağını avucunun ıslaklı-
398 ..............................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ğıyla mesheder. Bu esnada ellerini yeniden su ile ıslatmaz. Ravi sonra şöyle diyor: İmam parmaklarını papucunun tasmasının altına sokmazdı. Sonra şöyle derdi: "Allah buyurur ki: 'Namaza durmak istediginiz zaman, yüzlerinizi ve... ellerinizi yıkayın' Şu hâlde yüzde yıkanmamış bir yer bırakmamak gerekir. Ellerin de dirseklere kadar yıkanmasını emretmiştir. Dolayısıyla dirseklere kadar ellerin yıkanmamış bir yerinin bırakılmaması lazım gelir. Çünkü yüce Allah, 'yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın' buyurmuştur. Sonra, 'başınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını meshedin' buyurmuştur. Dolayısıyla bir insan başının bir kısmını ve ayağının kâabı ile parmakları arasında kalan kısmından bir yerini meshederse yükümlülüğünü yerine getirmiş olur."
Ravilerden biri der ki: Bunun üzerine ikimiz (Zürare ve Bukeyr) sorduk: "İki kâb nerededir?" Buyurdu ki: "Burası, bacak kemiğinin bitiş noktasındaki eklem bölgesinin aşağısında yer alırlar." Dedik ki: "Bu gösterdiğin [eklemin üstündeki kemiği kastederek] nedir?" Buyurdu ki: "Bu bacak kemiğidir. Kâab onun aşağısında olur." Dedik ki: "Allah işlerini düzeltsin, yüzün ve kolların yıkanması için birer avuç su yeter mi?" Buyurdu ki: Evet, ama suyun dikkatle tüm organa dökülmesi şarttır. İki avuç [biri yüz için, biri de bilek için] su bu hususta yeterli olabilir." [Füru-u Kâfi, c.3, s.25-26, h:4]
Ben derim ki: Bu rivayet meşhurdur. Ayyâşî, Bukeyr ve Zürare kanalıyla Imam Bâkır'dan (a.s), aynı şekilde Abdullah b. Süleyman kanalıyla da Imam Bâkır'dan (a.s) aynısını rivayet etmiştir.1 Bu ve bundan önceki rivayetin anlamını yansıtan başka rivayetler de vardır.
Tefsir-ul Burhan'da, Ayyâşî Zürare b. A'yen'den ve Ebu Hanife Ebu Bekir b. Hazm'dan şöyle rivayet eder: Adamın biri abdest aldı ve Mest üzerine meshetti. Sonra mescide girerek namaz kıldı. Bu sırada Hz. Ali (a.s) mescide girdi ve adamın boynuna ayağını bastı- ------- 1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.298-299, h:51 ve s.300, h:56]
Mâide Sûresi 6-7 ........................................................... 399
rarak, "Yazıklar olsun sana, abdestsiz mi namaz kılıyorsun?" buyurdu. Adam, "Böyle yapmamı Ömer b. Hattab emretti" dedi. Bunun üzerine Hz. Ali adamın elinden tutarak Ömer'in yanına götürdü ve "Bak, bu adam senin adına neler söylüyor?" dedi ve sesini de yükseltti. Ömer: "Evet, ben emrettim, çünkü Resulullah (s.a.a) mest üzerine meshetti" dedi. Ali, "Mâide suresinden önce mi, sonra mı?" diye sordu. Ömer, "Bilmiyorum" dedi. Ali, "Peki, bilmediğin bir şey hakkında nasıl fetva veriyorsun? Mest üzerine meshetmeyi, Mâide suresi geçersiz kılmıştır."
Ben derim ki: rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Ömer zamanında mest üzerine meshetme hususunda görüş ayrılıkları yaygınlaşmıştı ve yine rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Ali (a.s) bu uygulamanın Mâide suresinin ilgili ayetiyle neshedildiği görüşündeydi.
Bu nedenle bazıları Berâ Bilal ve Cerir b. Abdullah gibi bazı zatlardan, onların Resulullah'ın (s.a.a) Mâide suresinin inişinden sonra da mest üzerine meshettiği yönünde görüş belirttiklerini rivayet etmiştir.1 Fakat bu tür rivayetler problemlidir. Çünkü bu görüşte olan, iddia edilen neshin ayete dayanmadığını sanmıştır. Oysa onların sandığı gibi değil; çünkü ayet, kâaba kadar ayakların meshedilmesini öngörüyor. Mest ise ayağın bir parçası değildir. Aşağıdaki rivayetin anlamı da budur.
Ayyâşî kendi tefsirinde Muhammed b. Ahmed el-Horasanî'den aradaki ravilere yer vermeksizin şöyle rivayet eder: "Emir-ül Müminin (a.s) yanına bir adam geldi ve ona mest üzerine meshetmenin hükmünü sordu. Hz. Ali (a.s) bir süre başını eğerek yere baktı, sonra başını kaldırarak dedi ki: Yüce Allah kullarına temizliği emretti. Bunu organlar arasında bölüştürdü; bundan yüze bir, başa bir, ayaklara bir ve ellere bir pay ayırdı. Eğer senin mestlerin, bu saydığın organlardan birinin bir parçası ise onlara meshedebilirsin." [c.1, s.301, h:59]
Aynı eserde şöyle rivayet edilir: Hasan b. Zeyd Imam Muham- ------- 1- el-Menar tefsiri, c.6, s.237.
400 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
med Bâkır'dan (a.s) şöyle aktardı: Hz. Ali (a.s) Ömer zamanında, mest üzerine meshetme hususunda başkalarıyla ihtilafa düştü. Karşıt görüşü savunanlar: "Biz Resulullah'ın (s.a.a) mest üzerine meshettiğini gördük." diyorlardı. Ali (a.s) ise onlara soruyordu: "Mâide suresinin inişinden önce mi, sonra mı?" Onlar, "Bilmiyoruz" karşılığını verince, Ali (a.s) "Ama ben biliyorum ki, Mâide suresi inince Resulullah (s.a.a) mest üzerine meshetmeyi terk etti. Eşeğin sırtına meshetmek bana göre meste meshetmekten daha sevimlidir." dedi. Daha sonra Imam şu ayeti okudu: "Ey inananlar... dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını meshedin." [c.1, s.301-302, h:62]
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde deniyor ki: bn-i Cerir ve Nuhhas "en-Nasih" adlı eserinde şöyle rivayet ederler: Hz. Ali (a.s) her namazda abdest alırdı ve buna gerekçe olarak da şu ayeti gösterirdi: "Ey inananlar namaza durmak istediginiz zaman..." Buna ilişkin açıklamaya daha önce yer verdik.
el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Halebi'den, o da Imam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: Imama, "yahut da kadınlara dokunursanız" ifadesinin anlamını sordum. Buyurdu ki: "Bununla cinsel birleşme kastediliyor, fakat Allah [ayıpların üzerini] örten olduğu için örtülü anlatımı sever; dolayısıyla bu fiili, sizin yaptığınız gibi açık ismiyle zikretmemiştir." [Füru-u Kâfi, c.5, s.555, h:5]
Tefsir-ul Ayyâşî'de Zürare'den şöyle rivayet edilir: Imam Bâkır'a (a.s) teyemmümle ilgili bir soru sordum. Buyurdu ki: "Bir gün Ammar b. Yasir Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelip söyledi ki: 'Boy abdesti almam gerekti, fakat su bulamadım.' Resulullah, "Peki ne yaptın ey Ammar?" dedi. Ammar, 'Elbiselerimi çıkardım ve toprağın üzerinde yuvarlandım' cevabını verince, Resulullah ona şu karşılığı verdi: 'Eşekler böyle yapar. Allah böyle bir durumda nasıl davranılacağını, 'Ondan yüzleriniz ve ellerinizin bir kısmına meshedin.' ayetiyle açıklamıştır.' Ardından Resulullah (s.a.a) iki elini toprağın üzerine koydu, sonra ellerini birbirine sürdü ve daha son-
Mâide Sûresi 6-7 .................................................... 401
ra onunla kaşlarının altına kadar gözlerinin arasını meshetti. Ardından ellerinin her biriyle diğerinin arkasını meshetti. Önce sağdan başladı." [c.1, s.302, h:63]
Aynı eserde deniyor ki: Zürare Imam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet etti: "Allah yüzün ve iki kolun yıkanmasını, başın ve iki ayağın meshedilmesini farz kıldı. Yolculuk, hastalık ve zaruret gibi durumlar içinse, Allah yıkama şartını kaldırıp yerine meshetme yükümlülüğünü getirdi ve şöyle buyurdu: Hasta veya yolculukta iseniz yahut sizden birisi çukur yerden gelirse yahut da kadınlara dokunursanız... bir kısmına meshedin." [c.1, s.302, h:63 ve 64]
Aynı eserde, bu sefer Âl-i Sam'ın kölesi olan Abd-ül A'lâ'dan şöyle rivayet edilir: Imam Sadık'a (a.s) sordum: "Yere düştüm ve tırnağım düştü. Parmağımı yara bandıyla sardım. Şimdi abdesti nasıl almam gerekiyor?" Ravi der ki, Imam şöyle buyurdu: "Bu ve benzeri durumları Allah'ın kitabından öğrenmek mümkündür. Allah buyurmuştur ki: Allah dinde size bir güçlük kılmamıştır." [c.1, s.302-303, h:66]
Ben derim ki: Burada, dinde güçlüğü olumsuzlayan Hacc suresinin ilgili ayetine işaret ediliyor. Imamın (a.s) abdest ayetinin sonundaki benzeri bir ifade yerine, Hac suresinin ilgili ayetine geçen bu ifadeyi kullanması, bizim de işaret ettiğimiz güçlüğü olumsuzlama anlamına vurgu yapma amacına yöneliktir. Buraya kadar aktardığımız rivayetlerde önemli noktalara dikkat çekiliyor ve bizim ayetlere ilişkin yorumlarımız bunları açıklıyor. Dolayısıyla bunların rivayetlere ilişkin açıklamalar olarak algılanmaları yerinde olur.
402 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Mâide Sûresi 8-14 ........................................................... 403
8- Ey inananlar! Allah için kıyam eden ve adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya sürüklemesin. Adil davranın ki bu, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun; Allah, kuşkusuz yaptıklarınızı bilmektedir.
9- Allah, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir: Bağışlanma ve büyük mükâfat onlarındır.
10- Inkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar cehennem ehlidirler.
11- Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani bir topluluk size ellerini uzatmaya yeltenmişti de Allah onların ellerini sizden çekmişti. Allah'tan korkun ve müminler yalnızca Allah'a dayansınlar.
12- Allah, Israiloğullarından kesin söz almıştı ve içlerinden on iki gözetici başkan göndermiştik. Allah demişti ki: "Ben, şüphesiz sizinle beraberim; eğer namazı dosdoğru olarak kılar, zekâtı verir, elçilerime inanır, onlara saygı göstererek yardım ederseniz ve Allah'a güzel borç verirseniz, elbette sizin kötülüklerinizi örterim (affederim) ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra kim inkâr ederse, düz yoldan sapmış olur."
13- Sözlerini bozdukları için, onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimeleri yerlerinden kaydırdılar. Ken-disiyle uyarıldıkları şeyin bir bölümünü unuttular. Içlerinden pek azı hariç, daima onlardan hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme; çünkü Allah, iyilik edenleri sever.
14- "Biz Hıristiyanız" diyenlerden de kesin söz almıştık; ama onlar da kendisiyle uyarıldıkları şeyin bir bölümünü unuttular. Bu yüzden kıyamet gününe kadar aralarına kin ve düşmanlık saldık. Allah yakında onlara yapmakta olduklarını haber verecektir.
404..........................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Ayetlerin birbiriyle bağlantısı açıktır, bu noktada en ufak bir kapalılık söz konusu değildir. Çünkü müminlere yönelik bir hitaplar silsilesidir. Bu hitaplarda genel bir şekilde kendilerini ilgilendiren önemli dünyevî ve uhrevî, bireysel ve toplumsal sorunlar ele alınıyor. "Ey inananlar! Allah için kıyam eden ve adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya sürüklemesin." Bu ayet, Nisâ suresinde yer alan şu ayete benziyor: "Ey inananlar! Kendinizin, ana-babanızın ve yakınlarınızın aleyhinde olsa bile, adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler olun, (haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir olsalar da Allah onlara daha yakındır. Öyleyse dogruluktan sapmayasınız diye heveslerinize uymayın. Eger şahitlik ederken egriltirseniz yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız, bilin ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Nisâ, 135)
Sadece iki ayet arasındaki fark şudur: Nisâ suresinin ilgili ayeti; şahitlik edenin, hakkında şahitlikte bulunduğu kimsenin yakını olmasından dolayı ona eğilim göstererek, hakka, gerçeğe aykırı bir şekilde onun yararına olabilecek bir şahitlik etmek suretiyle şahitlik konusunda adaletten sapmasını yasaklama amacına yöneliktir. Tefsirini sunduğumuz Mâide suresinin ilgili ayeti ise, şahitlik edenin, hakkında şahitlikte bulunduğu kişiye karşı beslediği kin ve düşmanlıktan dolayı bir tür öç alma ve hıncını yatıştırma amacıyla kin ve düşmanlık beslediği kimse aleyhinde şahitlik etmek suretiyle şahitlik konusunda adaletten sapmasını önlemek ve yasaklamak amacına yöneliktir.
Iki ayetin açıklamalarının yönelik olduğu hususların farklılığı, ifadelerinin akışı içindeki kayıt cümlelerinin farklılığını gerektirmiştir. Örneğin Nisâ suresinin ilgili ayetinde, "Adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler olun." denilirken, Mâide suresinin ilgili ayetinde, "Allah için kıyam eden ve adaletle şahitlik
Mâide Sûresi 8-14 .......................................................... 405
eden kimseler olun." deniliyor.
Şöyle ki: Mâide suresinde yer alan ayetin hedefi, şahitlik edenin, hakkında şahitlikte bulunduğu kimseye karşı önceden beslediği kinin, şahitlik hususunda bir zulme neden oluşturmasını önlemek olduğu için şahitlik "adalet"le kayıtlandırılmıştır. Şahitlikte adalete uyulması, düş-man hakkında bile olsa, şahitliğin zulüm unsurunu içermemesi emredilmiştir. Bu, bir kimsenin önceden sevgi ve eğilim duyguları beslediği bir kimse için bu duyguları doğrultusunda şahitlik etmesinin tam aksidir.
Aslında sevgi ve eğilimin etkisiyle biri hakkında şahitlikte bulunmak, zulüm ve haksızlıktan büsbütün beri değilse de şahitlik açısından [sevgi beslediği kimseye karşı] zulüm ve adaletten sapma sayılmaz. Bu yüzden Mâide suresindeki ayette adaletle şahitlik etme emredilmiştir. Ve bu Allah için kıyam etmeye ilişkin bir emrin ayrıntısı olarak gündeme getiriliyor. Nisâ suresinde ise, Allah için şahitlik emrediliyor. Yani, şahitlik edilirken kişisel arzular doğrultusunda hareket edilmemesi isteniyor. Bu ise, adalete kıyam etmeye ilişkin emrin ayrıntısı olarak söz konusu ediliyor. Aynı gerekçeyle, Mâide suresinin adaletle şehadet yapılmasını emreden ifadesine, bir ayrıntı açıklamaya yer veriliyor: "Adil davranın ki bu, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun." Burada muhataplar, adil olmaya çağırılıyorlar. Adil olmanın da takvanın gerçekleşmesini sağlayan bir etken olduğu belirtiliyor. Nisâ suresinde ise, sıralama ve fonksiyonlar değişmiştir. Allah için şahitlik etme emrini şu ifadeyle ayrıntılandırıyor: "Öyleyse dogruluktan sapmayasınız diye heveslerinize uymayın." Dolayısıyla burada kişisel tutkulara uyup takvanın terk edilmesi yasaklanıyor. Bunun, adaleti terk etmeye yol açan kötü bir araç olduğu belirtiliyor. Sonra her iki ayette de, takvayı terk etme hususunda muhataplar uyarılıyor: Nisâ suresinde, "Eger şahitlik ederken egriltirseniz yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız, bilin ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır." buyruluyor. Mâide suresinde ise, "Allah'tan korkun, Allah kuşkusuz yaptıklarınızı bilmektedir." buyruluyor.
406 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Şahitliği adaletle ya-parak Allah için kıyam etmenin anlamını, önceki ayetlerin yorumu çerçevesinde açıkladık.
"Adil davranın ki bu, takvaya daha yakındır." Ayetinin orijinalinde geçen "huve" zamiri "i'dilû=adil davranın" ifadesiyle anlaşı-lan "adalet" e dönüktür. Ayetin anlamı ise açıktır.
"Allah, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir: Bağışlanma ve büyük mükâfat onlarındır." Ikinci cümle yani, "Bagışlanma ... onlarındır." ifadesi, "Allah vaat etmiştir." ifadesiyle haber verilen vaadin açılımı niteliğindedir. Bu başka müfessirlerin de söylediği gibi, açıklama açısından; "Allah anlardan inanıp iyi işler yapanlara magfiret ve büyük mükâfat vaat etmiştir." (Fetih, 29) ayetinden daha vurgulayıcıdır, bazılarının iddia ettiği gibi haberden sonra haber olduğu için değil elbette. Bu iddia yanlıştır. Aksine, Fetih suresindeki ilgili ayette olduğu gibi, zımnen işaret etmek gibi bir durum olmaksızın vaadin açıklanması içindir.
"İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar cehennem ehlidirler." Ragıp el-Isfahanî şöyle der: "el-Cahme-tu" ateşin şiddetle alevlenmesi demektir. "Cahîm" kelimesi de bu kökten gelir. Bu bakımdan ayet, tehdidin kendisini de içeriyor ve önceki ayette sözü edilen, "Bagışlanma ve büyük mükâfat onlarındır." ödül vaadine karşılık işlevini görüyor.
Küfrün, ayetleri yalanlama fiiliyle kayıtlandırılması, anlamı ve maksadı açık olan ayetlerin inkârı eylemine eşlik etmeyen hak olduğunu bilerek hakkı inkâr etmekten kaynaklanmayan mustazaflarınkine benzer pasif küfrü dışlama amacına yöneliktir. Pasif küfrün kapsamına giren insanların akıbeti, Allah'ın iradesine bağlıdır. Dilerse bağışlar, di-lerse onlara azap eder. Dolayısıyla bu iki ayet, inanıp iyi işler yapan müminlere yönelik güzel vaat ve inkâr edip Allah'ın ayetlerini yalanlayanlara yönelik şiddetli bir tehdit içermektedir. Bu iki aşama arasında orta merhaleler, ara menziller vardır; yüce Allah bunların niteliklerini ve akıbetlerini kapalı geçmiştir.
"Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani bir topluluk
Mâide Sûresi 8-14 ....................................................... 407
size ellerini uzatmaya yeltenmişti..." Bu ayetin içeriği, kâfirlerle Müslümanlar arasında yaşanan değişik olaylara ve gelişmelere uyarlanabilir. Bedir, Uhud, Hendek ve benzeri gibi. Ayetten anlaşıldığı kadarıyla, müşriklerin müminleri öldürme, Islâm'ın tevhit dininin izlerini yeryüzünden silme gibi yeltendikleri her türlü ey-lem kastediliyor. Bazı müfessirlerin, maksat (ileride değinileceği gibi) müşriklerin Peygamberi (s.a.a) öldürmeyi tasarlamaları veya Yahudilerin ona karşı bir suikast düzenlemeyi plânlamalarıdır, şeklindeki değerlendirmeleri ayetin lafzıyla ilgisi bulunmamaktadır. Ayete baktığımızda bunu açıkça görebiliriz.
"Allah'tan korkun ve müminler yalnızca Allah'a dayansınlar." Burada müminlerin Allah'tan korkup sakınmaları ve O'na güvenip dayanmaları emrediliyor. Gerçekte ise bu, takvayı ve Allah'a güvenip dayanmayı terk etmeye ilişkin sert bir uyarı ve yasaklamadır. Bunun kanıtı da yüce Allah'ın Israiloğullarından ve "Biz Hıristiyanız" diyenlerden alınan sözle ilgili olarak anlattıkları, sonra her iki grubun da ahdi bozmaları, yüce Allah'ın onları lânete ve kalplerin katılaşmasına, dinlerini unutmalarına, kıyamet gününe kadar kin ve düşmanlığın aralarında yaygınlaşmasına müptela etmesidir. Bu kıssanın anlatılmasının tek nedeni, müminlere bu hususta örnek sunmak ve geçmişte yaşanan bu örneği sürekli olarak göz önünde bulundurup gerekli ibret derslerini çıkarmalarıdır. Şuna dikkat etmeleri istenmektedir ki: Yahudi ve Hıristiyanların başına ne gelmişse, Allah'a verdikleri sözü unutmalarından dolayı gelmiştir. Allah'a teslim olacak-larına dair bir söz vermişlerdi. Dinleyip itaat edeceklerine ahd-ü pey-man etmişlerdi. Bu sözün, bu ahdin bir gereği Rablerine muhalefet etmekten sakınmaları, dinsel meselelerde O'na güvenip dayanmaları, yani O'nu din konusunda vekil edinmeleridir. Kendileri için tercih ettiğini tercih etmeleri, istemediğini de istememeleridir. Bunun yolu da, Allah'ın elçilerine inanıp itaat etmek, O'nun elçilerinin dışında Allah'ın kullarını kendi buyruklarına uymaya, itaat etmeye çağıran zorbalara, tağutlara ve hatta hahamlara ve papazlara itaat etmekten vazgeçmektir. Çün-
408 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
kü Allah'tan ve Allah'ın itaat edilmesini emrettiğinden başkasına itaat edilmez.
Ama Israiloğulları ve Hıristiyanlar verdikleri sözü kulaklarının ardına attılar, böylece Allah'ın rahmetinden uzak düştüler. Kelimeleri konuldukları anlamların dışına çektiler, maksatlarının dışında ilgisiz anlamlarla açıklamaya kalkıştılar. Bunun kaçınılmaz bir gereği olarak dinlerinin bir bölümünü unuttular. Ama bu öyle bir bölümdü ki, unutulmasıyla birlikte, bütün hayırlar ve mutluluklar onları terk etti. Bu, dinlerinin geri kalanını da ifsad etti. Çünkü din, birbiriyle bağlantılı bilgiler ve hükümler bütününden ibaret bir disiplindir. Bir kısmının ifsad olmasıyla bu disiplinin geri kalan kısmı da ifsad olur. Özellikle temel ilkeler ve rükünler bazında. Düşünün bir insanı ki, namaz kılıyor, ama Allah için değil; malını harcıyor, fakat Allah'ın rızasını elde etmek için değil; savaşıyor, ne var ki, hak mesajının yücelmesi, egemen olması için değil. Dolayısıyla dinlerinin bir kısmını unutan Yahudi ve Hıristiyanların elinde kalan öbür kısmı da kendilerine herhangi bir yarar sağlayamadı. Çünkü bu kısım da tahrif edilmiş, ifsada uğramıştı. Dinden unuttukları şeylerden müstağni olmaları da mümkün değildi. Dinden özellikle temel ilkelerinden müstağni olunmaz. Buradan hareketle anlıyoruz ki: Bu kıssanın anlatılması ve kıssadaki gelişmelerden ibret almaya ilişkin çağrı yapılmasıyla müminlerin takvaya aykırı hareket etmekten, Allah'a güvenip dayanmanın tersine bir tutum içinde olmaktan şiddetle sakındırmayı gerektiren bir durum söz konusudur.
Yine şu husus da belirginleşiyor: Tevekkülden, Allah'a güvenip dayanmaktan maksat, teşriî ve tekvinî (yasal ve varoluşsal) nitelikli ilkelerin tümü veya salt teşriî=yasal konuları ifade eden hususlardır. Yani, yüce Allah müminlere dinî hükümler hakkında Allah'a ve Resulüne itaat etmelerini, Resulün getirip kendilerine açıkladığı ilkeleri benimsemelerini, dinle ilgili işleri, dinsel yasaları belirlemeyi Rablerine bırakmalarını, bu hususta başına buyruk davranmaktan vazgeçmelerini ve yanlarında emanet olarak koyduğu ya-
Mâide Sûresi 8-14 ............................................................ 409
salar üzerinde tasarrufta bulunmamalarını emrediyor. Nitekim geçerli kıldığı evrensel nedensellik uyarınca hareket etmelerini, ama buna dayanıp güvenmeden, buna tanrİsal bir yetki ve yetenek atfetmemeleri, Allah'ın onlar için dilediklerini gözetmelerini, ezeli plânlamasıyla ve iradesiyle öngördüğü sonuçları beklemelerini emretmiştir.
"Allah, Israiloğullarından kesin söz almıştı ve içlerinden on iki başkan göndermiştik..." Ragıp el-Isfahanî der ki: "en-Nakb", duvar veya deri hakkında kullanıldığında, tahta hakkında kullanılan "sakb" kelimesi gibi "delik" demektir. en-Nakîb, "bir kavimden ve onların çeşitli durumları hakkında araştırma yapan kimse" demektir. Çoğulu "nukabâ"dır.
Yüce Allah bu ümmetin müminlerine, Israiloğullarının görüp geçirdiği, dinin sağlamlaştırılmasına dönük gelişmeleri, onlardan söz alınarak işlerinin tespit edilmesini, içlerinden temsilciler seçilip gönderilmesini, ilâhî mesajın eksiksiz olarak kendilerine sunulmasını, böylece tüm kanıtların ortaya konup bahanelerin ardının kesilmesini, buna karşın onların sözlerini tutmamalarını ve Allah'ın da lânetle ve kalplerini katılaştırmakla vs. şeylerle karşılık vermesini kıssanın akışı içinde anlatıyor. Bu bağlamda buyuruyor ki: "Allah, Israilogullarından kesin söz almıştı." Bu olay, Bakara suresinde ve başka surelerde sıkça gündeme getirilir. "Ve içlerinden on iki başkan göndermiştik." Öyle anlaşılıyor ki, burada on iki aşiretin başkanları kastediliyor. Bunlar birer yönetici gibi aşiretin işlerini düzenliyorlardı. Dolayısıyla onların aşiretlerine nispet edilişleri bir açıdan bu ümmet bağlamında ululemrin ümmetin bireylerine nispeti gibidir. Bunlar din ve dünya işlerinde başvuru merciidirler; ama vahiy almazlar, şeriat ve hüküm koymazlar. Çünkü şeriat ve hüküm koyma yetkisi Allah'a ve Resulüne aittir. "Allah demişti ki: Ben şüphesiz sizinle beraberim." Bu ifade, koruma ve denetimin ilânı konumundadır. Bunu biraz açacak olursak: Şayet O'na itaat ederlerse, Allah kendilerine yardım ede-
410 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
cektir. O'na isyan ederlerse, Allah onları yüz üstü bırakacaktır. Bu nedenledir ki, iki olguya birden dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur: "eger namazı dosdogru olarak kılar, zekâtı verir, elçilerime inanır, onlara saygı göstererek yardım ederseniz." Ayetin orijinalinde geçen "azzertumuhum" kelimesi, saygı göstermekle beraber yardım etmek anlamına gelir. Burada sözü edilen resullerden maksat, bisetini ve devletini görecekleri Hz. İsa (a.s), Hz. Muhammed (s.a.a) ve yüce Allah'ın Hz. Musa ile Hz. Muhammed arasında geçen dönemde onlara gönderdiği diğer peygamberlerdir (Allah'ın selâmı hepsine olsun).
"Ve Allah'a güzel borç verirseniz," Bununla zorunlu olan zekâtın dışındaki gönüllü infak kastediliyor. "elbette sizin günahlarınızı örterim ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokarım." Bu ifade yukarıda işaret edilen güzel vaade yöneliktir. Ardından şöyle buyrulu-yor: "Bundan sonra sizden kim inkâr ederse, düz yoldan sapmış olur."
"Sözlerini bozdukları için, onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık." Yüce Allah, sözünü tutmanın, mİsakı inkâr etmenin cezasını düz yoldan sapmak şeklinde açıklıyor. Aslında bu, icmalî ve genel bir anlatımdır. Ayrıntıları ise, bu ayette sıralanan azap şekilleriyle açıklanmaktadır. Bunların bir kısmını yüce Allah kendisine nispet ediyor. Lânete uğramaları ve kalplerinin katılaşması gibi. Ki bunların yüce Allah'a nispeti yerindedir. Bunların bir kısmını da bizzat kendilerine nispet ediyor, çünkü onların özgür tercihleri sonucu belirlenmişlerdir. Şu ifade bunlara yönelik bir işarettir: "Daima onlardan hainlik görürsün."
Bütün bunlar, başta kendilerinden alınan söz olmak üzere Allah'ın ayetlerini inkâr etmemelerinin cezasıdır. Ya da özellikle mİsakı inkâr etmelerinin karşılığıdır. Çünkü uzaklaştıkları düz yol, mutluluk yoluydu, hem dünyalarının, hem de ahiretlerinin imarı onunla mümkündü.
"Sözlerini bozdukları için" ifadesinden anlaşılıyor ki, bununla önceki ayette yüce Allah'ın azap tehdidini gerektiren küfür
Mâide Sûresi 8-14 .................................................... 411
kastediliyor. Ayetin orijinalinde geçen "febima" kelimesindeki "ma" edatı pekiştirme içindir. Önemseme ya da küçümseme yahut değişik bir gerekçeye yönelik olarak kapalılık ifade eder. Dolayısıyla kastedilen anlam şudur: Verdikleri sözlerini herhangi bir şekilde bozmalarından dolayı onları lânetledik. Lânet, rahmetten uzaklaştırmayı ifade eder.
"Kalplerini katılaştırdık." Kalplerin katılaşması deyimi, taşların katılığından alınmıştır; taşın katılığı onun sert olması demektir. Kalplerin katılığı ise, hak karşısında eğilmemelerini, rahmetten etkilenmemelerini ifade eder. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Müminler için hâlâ vakit gelmedi mi kalpleri Allah'ın zikrine ve inen hakka yu-muşasın ve bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmekle kalpleri katılaşmış, çogu da yoldan çıkmış kimseler gibi olmasınlar." (Hadîd, 16) Kİsacası kalpleri katılaşınca, "Onlar kelimeleri yerlerinden kaydırırlar." Allah'ın razı olmayacağı şekilde yorumladılar, bazı bölümlerini attılar, bazı anlamlar eklediler ya da bazı şeyleri değiştirdiler. Ki bütün bunlar kutsal kitabı tahrif etmek anlamına geliyordu. Onların bu tür davranışları, dinin kesin gerçeklerinin ellerinden çıkmasına sebep oldu. "Kendisiyle uyarıldıkları şeyin bir bölümünü unuttular." Unuttukları, mutluluğun kaynağı olan temel ilkeleri oluşturan kısımdı. Bunun yerini ancak kaçınılmaz bir bedbahtlığı gerektiren şeyler aldı. Örneğin, Allah'ı insanlara benzeten bir anlayış benimsediler. Musa'nın son peygamber, Tevrat'ın da sürekli şeriat olduğunu, neshin ve bedânın geçersiz olduğunu ve benzeri asılsız şeyleri iddia ettiler.
"Daima onlardan hainlik görürsün." Yani, onlardan hain bir grubu görürsün. Veya onlardan hainlik görürsün. "Içlerinden pek azı hariç... Yine de sen onları affet ve aldırış etme; çünkü Allah iyilik edenleri sever." Daha önce defalarca söyledik ki, azınlık bir grubun onlardan istisna edilmiş olması, halk ve ümmet demek o-
412 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
lan topluma ilişkin lânet ve azap hükmüyle çelişmez.1
"Biz Hıristiyanız, diyenlerden de kesin söz almıştık; ama onlar da kendisiyle uyarıldıkları şeyin bir bölümünü unuttular. Bu yüzden... saldık." Ayetin orijinalinde geçen ve "saldık" diye anlamlandırdığımız "ağreynâ" kelimesi hakkında, Ragıp el-Isfahanî der ki: "Gara bikeza" şeklinde bir ifade kullanıldı mı bu, ona düşkün olmak, ona yapışıp kalmak anlamını ifade eder. Kelimenin aslı "garâ"dır, bu ise (zamk, tutkal gibi) kendisiyle bir şey yapıştırılan anlamına gelir. "Ağraytu fulanen bi keza=falanı ona yapıştırdım" demektir. Meryem Oğlu İsa Mesih rahmet peygamberiydi. Insanları sulha, barışa çağırıyordu; onları ahiretle ilgilenmeye, dünyanın geçici zevklerinden, çekici süslerinden yüz çevirmeye teşvik ediyordu; bu tür basit amaçlar peşinde didişmemeye davet ediyordu.2 Ama onlar kendilerine yapılan uyarıları dinlemeyip onlardan ibret dersleri çıkarmayı unuttukları için, Allah onların kalplerine sulh ve barış yerine savaş duygusunu yerleştirdi. Teşvik edildikleri kardeşlik ve sevgiye karşılık düşmanlık ve nefret duygularını empoze etti. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Ama onlar da kendisiyle uyarıldıkları şeyin bir bölümünü unuttular. Bu yüzden kıyamet gününe kadar aralarına kin ve düşmanlık saldık." Yüce Allah'ın sözünü ettiği bu düşmanlık ve kin, Hıristiyan topluluklar arasında kökleşmiş derin bir karakteristik özellik hâline geldi. Ahiret ateşi gibi yakalarına yapışmış, ne yapsalar kurtulamıyorlar. Ondan, onun sıkıntısından kurtulmak istedikleri her seferinde tekrar alaşağı ediliyorlar. Çılgın alevli ateşin azabının ---------- 1- Bu ifadenin yorumu bağlamında ileri sürülen en ilginç tez, bazı tefsirlerde, "Içlerinden pek azı hariç" ifadesiyle Abdullah b. Selam ve arkadaşlarının kastedil- diğine ilişkin olarak yer alan açıklamalardır. Hâlbuki Abdullah b. Selam bu surenin inişinden bir süre önce Müslüman olmuştu. Ayetten anladığımız kadarıyla, bu ayetin indiği ana kadar Müslüman olmayan bir grup Yahudi istisna tutuluyor. 2- Bu hususta, dört Incil'in değişik yerlerinde Hz. Mesih'ten (a.s) naklen farklı konularda yapılan açıklamalara bakınız.
Mâide Sûresi 8-14 .................................................... 413
tadını yüreklerinde hissediyorlar.
Hz. İsa'nın (a.s) yeryüzünden kaldırılışından itibaren Havarileri, gezgin davetçileri ve talebeleri arasında ihtilaflar baş gösterdiği andan ve günden beri, Hıristiyanlar arasında da görüş ayrılıkları derinleşmiştir. Günbe gün artan ve gelişen ayrılıklar sonunda savaşlara, vuruşmalara, saldırılara, baskınlara, katliamlara dönüştü. Sonunda yeryüzünü harabeye döndüren, insanlığı yok oluş tehdidiyle yüz yüze getiren büyük dünya savaşları da Hıristiyanlar arasındaki kin ve düşmanlığın ulaştığı son noktayı teşkil eder. Bütün bunlar nimetin azaba dönüşmesinin, çabaların sapıklıkla sonuçlanmasının örnekleridir: "Allah yakında onlara yapmakta olduklarını haber verecektir."
414 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Mâide Sûresi 15-19 ......................................................
15- Ey Ehlikitap! Elçimiz size geldi. Kitaptan gizlediğiniz şeylerin çoğunu size açıklıyor, çoğundan da geçiyor. Gerçekten size Allah'tan bir nur ve açık bir kitap gelmiştir.
16- Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına iletir, onları kendi ilmiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve dosdoğru yola ile-
Mâide Sûresi 15-19 ...................................................... 415
tir.
17- "Allah, Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler küfre girmişlerdir. De ki: "Öyle ise Allah, Meryem oğlu Mesih'i, annesini ve yeryüzünde olanların hepsini helâk etmek isterse, Allah'a karşı kimin elinde bir şey var? Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan her şeyin egemenliği, yalnızca Allah'ındır. O, dilediğini yaratır ve Allah'ın her şeye gücü yeter."
18- Yahudiler ve Hıristiyanlar; "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler. De ki: "O hâlde niçin günahlarınızdan ötürü Allah sürekli size azap ediyor? Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız. O dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin egemenliği, yalnızca Allah'ındır. Dönüş de sadece O'nadır."
19- Ey Ehlikitap! Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi, demeyesiniz diye elçilerin arasının kesildiği, bir boşluk meydana geldiği sırada elçimiz size geldi ki (kitaptan gizlediğiniz şeylerin çoğunu) size açıklıyor. Işte size müjdeleyici ve uyarıcı geldi. Allah'ın her şeye gücü yeter.
Yüce Allah, bundan önceki ayetler grubunda, Ehlikitab'ın Allah- 'ın elçilerine yardımcı olacaklarına, onlara saygı göstereceklerine, kendilerine gönderilen kitapları koruyacaklarına ilişkin olarak verdikleri sözü, sonra Allah'ın, kendisiyle bunları bağladığı bu sözü bozuşlarını hatırlatınca, bu ayetler grubunda da onları, gönderdiği elçisine ve indirdiği kitabına inanmaya davet ediyor. Bu bağlamda yüce Allah, elçiyi ve kitabı onlara tanıtacak bir dil kullanıyor. Bunun yanı sıra rİsaletin doğruluğunu ve kitabın gerçekliğini kanıtlayacak belgeler ortaya koyarak, inanmamak için ileri sürebilecekleri her türlü bahanenin önünü tıkıp hücceti onlara tamamlıyor. Kitap ve elçinin tanıtımına yönelik ifadeler şunlardır: "Ey Ehlikitap! Elçimiz size geldi. Kitaptan gizlediginiz şeylerin çogunu
416 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
size açıklıyor...", "Ey Ehlikitap! ...elçilerin arasının kesildigi, bir boşluk meydana geldigi sırada elçimiz size geldi..." Buna ilişkin kanıtsal belgeyi de şu ifadede gözlemliyoruz: "Kitap- tan gizlediginiz şeylerin çogunu size açıklıyor..." Hiç kuşkusuz bu, risaletin doğruluğunun en güzel kanıtıdır: Okumasız-yazmasız bir adam, ancak ilâhiyatları alanında uzmanlaşmış birkaç bilginin bilebileceği olaylardan haber veriyor. Işte bu, doğruluğunun kanıtıdır. "Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına iletir..." ifadesi de öyledir. Çünkü gerçekliklerini perdeleyecek bir tek leke bulunmayan hakka yönelik ifadeler, rİsaletin doğruluğunun ve kitabın gerçekliğinin en güzel kanıtlarıdır. Bahanelerin önünün tıkanmasına gelince, bunu şu ifade içermiştir: "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi, demeyesiniz diye... Işte size müjdeleyici ve uyarıcı geldi. Allah'ın herşeye gücü yeter." Bu arada yüce Allah, ayetlerin akışı içinde bir grubun, "Allah, Meryem Oglu Mesih'tir." şeklindeki iddialarını ve Yahudilerle Hıristiyanların, "Biz Allah'ın ogulları ve sevgilileriyiz." şeklindeki sözlerini reddediyor.
"Ey Ehlikitap! Elçimiz size geldi. Kitaptan gizlediğiniz şeylerin çoğunu size açıklıyor, çoğundan da geçiyor." Elçinin kitaptan gizledikleri çok şeyi açıklamasından maksat, onun peygamberlik ayetlerini, buna ilişkin müjdeleri açıklamasıdır. Nitekim yüce Allah buna birçok ayette işaret etmiştir: "Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve Incil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî peygambere uyarlar..." (A'râf, 157), "Onu ogullarını tanıdıkları gibi tanırlar..." (Bakara, 146), "Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı katı, birbirlerine karşı merhametlidirler... Onların Tevrat'taki vasıfları ve Incil'deki vasıfları da böyledir..." (Fetih, 29) Aynı şekilde Hz. Peygamberin (s.a.a), onlar tarafından gizlenen ve gerçeği söylememe hususunda büyüklendikleri recm [zina suçunu işleyenleri taşlayarak öldürme] cezasını açıklamasını da buna örnek gösterebiliriz. Nitekim ileride üzerinde duracağımız şu ayette buna işaret edilmiştir: "Küfürde yarış edenler seni üzme-
Mâide Sûresi 15-19 .............................................................. 417
sin..." (Mâide, 41) Recm hükmü, bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ın Tesniye Kitabı, Bab 22'de yer almaktadır. Birçoğundan vazgeçmesiyle de, kitaptan gizledikleri birçok şeyi de terk etmesi kastediliyor. Bunun göstergesi de Tevrat ve Incil arasında varolan ihtilaflardır. Örneğin Tevrat, tevhid ve peygamberlikle ilgili öyle şeyler kapsıyor ki, bunları yüce Allah'a isnat etmek hiçbir şekilde doğru değildir. Yüce Allah için cisim var saymak, bir mekana hülul et-tiğini ileri sürmek ve benzeri şeyler, çeşitli küfür, günah ve sürçmeler gibi peygamberlere nispet edilmesi aklen tasavvur edilmeyen şeyler de Tevrat'ta yer alır. Ayrıca Tevrat, hiçbir şekilde ahiretten söz etmez. Oysa bir din, ahiret inancı olmaksızın ayakta duramaz. Bir de ellerindeki Inciller, özellikle Yuhanna Incili'nin putperest inançlarını içermesini de buna örnek gösterebiliriz. "Gerçekten size Allah'tan bir nur ve açık bir kitap gelmiştir." "Size Allah'tan... gelmiştir." ifadesi, gelen şeyin bir şekilde Allah ile kaim olduğunu vurgulamaya yöneliktir. Açıklama veya konuşmanın açıklayan ve konuşanla kaim olması gibi. Bu, nur ile Kur'ân-'ın kastedildiği ihtimalini güçlendiriyor. Bu durumda, "açık bir kitap" ifadesi, açıklama nitelikli bir atıf olarak öncekine matuftur. Yani, hem nur ifadesiyle, hem de açık kitap nitelemesiyle Kur'ân kastedilmiştir. Yüce Allah, kitabının değişik yerlerinde Kur'ân'ı nur olarak adlandırmıştır: "Onunla beraber indirilen nura uyanlar." (A'râf, 157), "Artık Allah'a, elçisine ve indirdigimiz nura inanın." (Teğabun, 8), "Size apaçık bir nur indirdik." (Nisâ, 174) Ayetin giriş kısmındaki ifadeden hareketle nur kavramıyla Hz. Peygamberin (s.a.a) kastedilmiş olması da muhtemeldir. Yüce Allah, Peygamberi nur olarak tanımlamıştır: "Ve aydınlatıcı bir ışık olarak... gönderdik." (Ahzâb, 46)
"Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına iletir." "Bihi=onunla" ifadesindeki "ba" alet içindir. Zamir ise kitaba veya ister Peygamber (s.a.a) kastedilsin, ister Kur'ân kastedilsin nura dönüktür. Dolayısıyla her ikisi de aynı kapıya çıkıyor. Çünkü Pey-
418 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
gamber hidayet aşamasının zahirî sebeplerinden biridir. Kur'ân da öyle. Gerçek hidayet O'nunla kaimdir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sen, sevdigini dogru yola iletemezsin, fakat Allah diledigini dogru yola iletir." (Kasas, 56) "Işte sana da böyle emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan diledigimizi dogru yola ilettigimiz bir nur yaptık. Şüphesiz sen, dogru yola götürüyorsun. Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi Allah'ın yoluna. Iyi bilin ki, bütün işler sonunda Allah'a varır." (Şûrâ, 52-53)
Bu ayetler, görüldüğü gibi doğru yola iletme misyonunu, hem Kur'ân'a, hem de Peygambere (s.a.a) nispet ediyor. Ama aynı zamanda, onu menşe itibariyle Allah'a döndürüyor. Gerçek yol gösterici O'dur. Gerisi zahirî sebeptir, hidayeti canlandırmak için işe koşulmuştur. Allah, "Allah onunla iletir." ifadesini, "rızasına uyanları" ifadesiyle kayıtlandırmıştır. Bu demektir ki, ilâhî yol göstericiliğin aktif hâ-le gelmesi, O'nun rızasına tâbi olmaya bağlıdır. Hidayetten maksat, arzulanan şeye ulaştırmadır [sırf yol göstericilikten ibaret değildir]. Yüce Allah'ın insanı esenlik yollarından birine veya hepsine yahut da peş peşe sıralanan bu yolların çoğuna yöneltip sokması yani.
Ayetin akışı içinde yüce Allah "selam" (esenlik) kavramını mutlak tutmuştur. Bununla dünya veya ahiret hayatının mutluluğunu bozan her türlü bedbahtlıktan kurtuluş ve selamette oluş kastedilir. Bu açıdan Kur'ân'ın, Allah'a teslim oluşu, imanı ve takvayı kurtuluş, başarı, güvenlik vb. şeylerle nitelendirmesiyle örtüşen bir ifadedir.
Tefsirimizin birinci cildinde, "Bizi dosdogru yola ilet." (Fatiha, 6) ayetini incelerken şöyle demiştik: Yüce Allah'ın, kullarının farklı durumlarına cevap verebilecek birçok yolu vardır ve bunlar sonunda gelip bir ana yolda birleşirler. Yüce Allah bu ana yolu kendine nispet eder ve adına da, kendi kitabında "dosdoğru yol" (sırat-ı müstakîm) der. Nitekim O şöyle buyurmuştur: "Bizim ugrumuzda
Mâide Sûresi 15-19 ..............................................................419
cihat edenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah, iyilik edenlerle beraberdir." (Ankebût, 69), "Işte benim dogru yolum budur, ona uyun; başka yollara uymayın ki, sizi onun yolundan ayırmasın." (En'âm, 153)
Bu da gösteriyor ki, Allah'ın birçok (yan) yolu vardır; ama bunların tümü bir noktada birleşirler. Tümü, izleyicisini Allah'ın kerametine ulaştırır ve onu Allah'ın dosdoğru yolundan ayırmaz. Ve yine her yol, kendi yolcusunu başka yolların yolcusundan da ayırmaz. Ama Allah'ın dosdoğru yolu dışındaki diğer sapkın yolların durumu böyle değildir.
Buna göre ayetin anlamı -Allah daha iyi bilir- şudur: Yüce Allah kitabı ve peygamberi aracılığıyla, rızasına tâbi olanı bazı yollara iletir. Bu yolların temel özellikleri, yolcularının dünya ve ahiret hayatının mutsuzluğundan korunmaları, mutlu hayatı kederli bir yaşama dönüştürecek olumsuzluklardan muhafaza olmalarıdır. Şu hâlde esenlik ve mutluluğa ulaşma, Allah'ın rızasına tâbi olmaya bağlıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kulları için küfre razı olmaz." (Zümer, 7), "Allah, yoldan çıkan topluluktan razı olmaz." (Tevbe, 96) Sonuç itibariyle esenlik ve mutluluk elde etmek, zulüm yolundan kaçınmaya, zalimlerle içli dışlı olmaktan uzak durmaya gelip dayanır. Allah, zalimler için hidayetinin söz konusu olmayacağını vurgulayarak, bu ilâhî saygınlığa erişmekten yana onların umutlarını boşa çıkarmıştır: "Allah, zalimler toplulugunu dogru yola iletmez." (Cum'a, 5)
O hâlde, "Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına iletir." ayeti, bir yönüyle "Inananlar ve imanlarını bir zulümle bulamayanlar, işte güven onlarındır ve dogru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm, 82) ayetini çağrıştırmakta ve onun konumuna sahiptir. "Onları kendi ilmiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır." İfadenin akışı içinde "karanlıklar"ın çoğul, buna karşılık "aydınlık"ın tekil tutulması, batıl yolun aksine konum ve duruşlar itibariyle çokluk arzetse de, hak yolda farklılığın ve dağınıklığın olmayacağına yönelik bir işarettir.
420 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Karanlıklardan aydınlığa çıkarma eylemi, peygamber veya kitap gibi Allah'tan başkasına nispet edilince, "O'nun izni" bu bağlamda, müsaadesini ve hoşnutluğunu ifade eder. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur: "Bu, Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlıga çıkarman için sana indirdigimiz kitaptır." (İbrâhim, 1) Burada Hz. Peygamberin (s.a.a) insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarması "Rablerinin izni" ile kayıtlandırılmıştır. Bununla güdülen amaç, hidayet olgusunun nedenselliğinin bağımsızlığı şeklindeki bir vehimden kurtarmaktır. Çünkü bunun gerçek sebebi yüce Allah'tır. Bir diğer ayette ise, şöyle buyruluyor: "Andolsun biz Musa'yı da kavmini karanlıklardan aydınlıga çıkar, diye ayetlerimizle birlikte gönderdik." (Ibrâhim, 5) Burada "izin" kaydı düşülmemiş, çünkü ifadede geçen emir sıygası ("çıkar"), bu anlamı da içerir. Bunun Allah'a nispet edildiği durumlarda, onları izniyle çıkarmasının anlamı, ilmiyle çıkarmasıdır. Izin bilgi anlamına da gelir. Araplar, "ezine bihi" yani onu bildi, derler. Şu ayetler de buna örnek oluşturmaktadır: "Allah ve Elçisinden insanlara bildiridir." (Tevbe, 3), "De ki, ben sizin hepinize eşit biçimde bildirdim." (Enbiyâ, 109), "İnsanlar içinde haccı ilân et." (Hac, 27) [Bu ayetlerin orijinalindeki "ezân, âzen-tu ve ezzin" ifadeleri kullanılmıştır.] Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.
"ve dosdoğru bir yola iletir." Burada bir kez daha "hidayet" sözcüğünün tekrarlanması "yuhricuhum=çıkarır" ifadesinin, "yehdî bihillahu= Allah onunla iletir" ifadesiyle bu cümlenin arasına girmesinden dolayıdır. Ve çünkü, Fatiha suresini tefsir ederken de vurguladığımız gibi "sırat-ı müstakîm" bütün yollara, ona yönelik hidayet de, diğer tali yollara yönelik diğer hidayet kısımlarına egemendir. "dosdogru bir yol" ifadesinin belirsiz (nekre) olması, maksadın yüce Allah'ın Kur'ân'da kendisine nispet ettiği tek sırat-ı mustakîm olmasıyla bir çelişki oluşturmaz. (Fatiha suresindeki kullanımı bu genellemenin dışında tutuyoruz.) Çünkü ifadenin kullanıldığı yerin özelliği böyle bir çıkarsamayı gerektirmektedir. Dolayısıyla burada ifadenin belirsiz bırakılmış olması, konumunu mühimsemek ve iş-
Mâide Sûresi 15-19 ............................................................. 421
levini yüceltmek içindir.
"Allah, Meryem Oğlu Mesih'tir, diyenler küfre girmişlerdir." Bunlar, Âl-i İmrân suresinin akışı içinde görüşlerine yer verdiğimiz üç gruptan biridir. Onlara göre yüce Allah, Mesih'le bir olmuştur. Dolayısıyla Mesih insan-tanrıdır. "Allah, Meryem Oglu Mesih'tir." sözünü, o Allah'ın oğludur, iddiasına ve "O, üçün üçüncüsüdür." iddiasına da uyarlayabiliriz. Ancak ifadeden anlaşılan, bir olma şeklindeki ayniliğin kastedildiğini göstermektedir.
"De ki: Öyle ise Allah, Meryem Oğlu Mesih'i, annesini ve yeryüzünde olanların hepsini helâk etmek isterse, Allah'a karşı kimin elinde bir şey var?..." Bu ifade, yukarıda işaret ettiğimiz iddialarının geçersizliğinin, çürüklüğünün kanıtıdır. Çünkü iddiaları birbiriyle çelişmektedir. Bir yandan Mesih'in insan-tanrı olduğunu ileri sürüyorlar, bir yandan da onu Meryem Oğlu olarak nitelendiriyorlar. Böylece, yeryüzünün sakini herhangi bir insan açısından normal karşıladıkları bir şeyi, onun açısından da normal karşılıyorlar. Bu demektir ki insanların tümü, göklerde, yerde ve ikisinin arasında yer alan her şey gibi Allah'ın mülküdürler, O'nun egemenliği ve saltanatı altındadırlar. Dolayısıyla yüce Allah, onlar üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Istediği gibi lehlerinde ve aleyhlerinde hük-meder. Dolayısıyla Mesih'in annesini ve yeryüzünde bulunan herkesi helâk etme yetkisine ve gücüne sahip olduğu gibi, Mesih'i de helâk edebilir. Mesih'in diğerlerine göre bir ayrıcalığı yoktur. Peki Allah'ın helâk olması düşünülebilir mi?! Şu hâlde, Hıristiyanların "İsa insandır" demeleri, "O, Allah'tır" demelerini çürütmektedir. Çünkü bu iki önerme arasında çelişki vardır. Buna göre, "Allah'a karşı kimin elinde bir şey var?" ifadesi, mutlak olarak her türlü engeli olumsuzlamaya yönelik bir kinayedir. Bir kimsenin Allah'a karşı elinde bir şey olması, O'na dönük olan bazı şeyde Allah'a karşı bir egemenliğe sahip olması demektir. Bunun kaçınılmaz sonucu, Allah'ın egemenliğinin adı geçen şey üzerinde kesintiye uğramasıdır. Söz gelimi herhangi bir sebebin, bir şey üzerinde kendisinden kaynaklanan bağımsız bir etkinliğe
422............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
sahip olması ve bununla Allah'ın o şey üzerindeki etkinliğine engel olması veya Allah'a üstün gelmesi yani. Oysa egemenlik sadece Allah'ındır. O, egemenliği itibariyle de tektir. Ortağı yoktur. O'nun başkasının kullanımına sunduğu bazı şeyler, O'nun mutlak egemenliğini ve saltanatını geçersiz kılmaz.
"Meryem Oglu Mesih'i, annesini ve yeryüzünde olanların hepsini helâk etmek isterse" ifadesinde Mesih (a.s), "Meryem Oglu" nitelemesiyle birlikte zikredilmiştir. Bunun amacı onun tam bir insan olduğuna delâlet etmektir. Diğer insanlar gibi, o da ilâhî etkinin kontrolü altındadır. Yine aynı amaçla "annesi" ifadesi de ona atfedilmiştir. Çünkü annesinin de onun gibi bir insan olduğunda kuşku yoktur. Yine, "yeryüzünde olanların hepsi" ifadesi de ona atfedilmiştir. Çünkü, tümü eşit oranda aynı hükmü taşıyorlar. Buradan hareketle anlıyoruz ki, bu kayıt ve bu atıfta "imkân kanıtı"na yönelik bir işaret söz konusudur. Özetle demek isteniyor ki: İsa da annesi gibi diğer insanlara benzer. Yeryüzündeki diğer canlılar gibidir. Onlar için geçerli olan, onun için de geçerlidir. Çünkü birbirine benzeyen şeyler, bir şeyin caiz olup olmaması hususunda aynı hükme tâbidirler. İsa'dan başkasının helâk kapsamına girmesi normal olduğuna göre, o da bu kapsama girer. Buna engel olacak hiçbir güç yoktur. Eğer İsa, (hâşâ) Allah olsaydı, böyle bir durum onun hakkında geçerli olmazdı.
"Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan her şeyin egemenligi yalnızca Allah'ındır." ifadesi, önceki cümleyi gerekçelendirmeye yöneliktir. Kur'ân'ın genellikle varlıklar âlemini "gökler ve yer" tabi-riyle ifade etmesine karşın, burada bir de "ikisinin arasında bulunan her şey" ifadesine yer verilmiş olması, açıklamanın biraz daha net, biraz daha kuruntu ve kuşkulardan beri olması içindir. Ki bir kimse çıkıp da, konu göklerle yer arasındaki varlıkları ilgilendirdiği hâlde, sadece göklerle yerden söz edilmiş, ikisinin arasında yer alanlardan söz edilmemiştir; dolayısıyla onlar bu kapsama girmezler, şeklinde bir kuruntuya kapılmasın. Cümlenin orijinali içinde "haber"in yani "lillâhi=Allah'ındır." sö-
Mâide Sûresi 15-19 ............................................................ 423
zünün öne alınması, sınırlandırmaya, münhasır kılmaya delâlet etmesi içindir. Zaten ancak bu durumda açıklama tamamlanmış olabiliyor. Dolayısıyla kastedilen anlamı şudur: Hiç mümkün müdür ki bir engelleyici, Allah'ın İsa'yı ve başkasını helâk etmek istemesine ve bu husustaki isteğinin gerçekleşmesine engel olsun? Değil mi ki göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan canlı, cansız tüm varlıkların üzerindeki mutlak egemenlik ve saltanat başkasının değil, sadece Allah'ındır? Kimse O'nun hükmünün geçerliliğini, emrinin yerine gelmesini engelleyemez. "O, diledigini yaratır ve Allah'ın herşeye gücü yeter." cümlesi, bundan önceki, "Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan her şeyin egemenligi yalnızca Allah'ındır." cümlesinin gerekçesi konumundadır. Mülkiyet, bir tür iktidar anlamına gelir. Insanlara ve onların sahip olduklarına egemen olma yetkisine sahip olma anlamına gelen Arapça kullanımıyla mülk, ancak kudretin kapsamlılığı ve iradenin geçerliliği ile mümkün olabilir. Yüce Allah, göklerde, yerde ve ikisinin arasındaki tüm varlıklar bazında bu yetkiye, bu egemenliğe sahiptir. Dolayısıyla o her şeye güç yetirendir ve dilediği her şeyi yaratır. Buna göre göklerde, yerde ve ikisinin arasındaki şeylerde sadece O'nun mut-lak hükümranlığı söz konusudur. Dolayısıyla, O'nun dilediğini yaratması, her şeyi yapabilmesi, sahipliğinin, egemenliğinin, egemenliği de bunların tümünü helâk etmeyi dileyebileceğinin, dilemesi durumunda kimsenin buna engel olamayacağının, bunun da hiç kimsenin uluhiyet-te, egemenlikte O'na ortak olmadığının kanıtıdır. Iradesinin geçerliliğinin ve kudretinin kapsamlılığının kanıtı ise, O'nun Allah oluşudur. Ulu Allah, belki de bunu vurgulamak için "Allah" lafzını ayette birkaç kez tekrarlamıştır. Sonuç itibariyle, Allah için ilâhlık makamı kabul edilince bu, beraberinde hiç kimsenin ilâhlıkta O'na ortak olmadığı anlamını da getirir.
"Yahudiler ve Hıristiyanlar; 'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler." Hiç kuşkusuz, onlar Hıristiyanların önemli bir kısmının İsa (a.s) açısından iddia ettikleri gibi, gerçek anlamda Allah'ın oğulları
424 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
olduklarını iddia etmiyorlardı. Ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar gerçek anlamda böyle bir iddiayı seslendiriyordu. Ama bir tür mecazi ifadeyle, bunu kendilerine yönelik bir onurlandırma niteliği olarak kullanıyorlardı. Nitekim bu tür bir niteleme kutsal kitaplarında çokça kullanılmaktadır. Örneğin Hz. Âdem1, Hz. Yakup2, Hz. Davud3, Hz. Akram4, Hz. İsa5 hakkında ve salih müminler hakkında6 böyle bir nitelemeye yer verilmiştir.
Her hâlükârda, onların "Allah'ın oğullarıyız" derken kastettikleri şudur: "Biz Allah'a, oğlun babasına yakın olduğu kadar yakınızdır." Demek istiyorlardı ki, bizler kralın çocukları gibiyiz, geri kalan teba- dan farklıyız. Kralın yakını olmaktan dolayı bir ayrıcalığımız vardır. Bu ayrıcalığımız tebanın tâbi olduğu muameleye tâbi olmamamızı gerektirir. Bir bakıma kendilerini, insanlara uygulanan yasaların üstünde görüyorlardı. Çünkü kralın tahtına yakın oluşları, başkalarının tâbi olduğu yasalarla yargılanmalarını önleyici bir ayrıcalıktır. Diğer tebayla aynı statüde olamazlar. Başkalarının aşağılandığı gibi onlar da aşağılanamazlar. Çünkü soylular, saltanata yakınlıkları oranında sevgi ve saygınlık görürler. Dolayısıyla ayette sözü edilen "oğul"luktan maksat, has adamı ve yakını olmaktır. Bu açıdan "sevgilileriyiz" ifadesinin "Allah'ın ogullarıyız" ifadesine atfedilmiş olması, açıklama amaçlı bir atıftır. Yoksa bir gerçekliği söz konusu değildir. Onların bu soyluluk ve sevgililik iddialarının gerisinde şu kaçınılmaz niyet yatıyordu: Biz azaba uğratılmayacağız, cezalandırılmayacağız. Bizim akıbetimiz nimet ve saygınlıktan başka bir şey değildir. Güya Allah'ın onları azaplandırması, soyluluk ayrıcalıklarıyla bahşettiği sevgi ve saygın- ------ 1- Luka Incili, Bap 3 : 38. 2- Tevrat, Çıkış Kitabı, Bap 4: 22. 3- Zebur, Mezmurlar, Bap : 7. 4- Irmiya'nın gaybten verdiği haberler, Bap 31: 9. 5- Incil ve eklerinin birçok yerinde bu nitelemeye rastlanır. 6- Diğer Incillerle beraber, Matta Incili, Bap: 5. 9.
Mâide Sûresi 15-19 ................................................. 425
lıkla bağdaşmaz.
Bunun kanıtı ise, onların sözleri reddedilirken kullanılan şu ifadelerdir: "O diledigini bagışlar, diledigine azap eder." Çünkü eğer onlar, "Biz Allah'ın ogulları ve sevgilileriyiz." sözüyle, hak mesajına ilişkin çağrıyı kabul etmeseler bile, azaba uğratılmayacaklarını kastetmiş ol-masalardı, "bagışlar..." ifadesinin onlara yönelik ret cevab olarak sunulmasının bir anlamı olmadığı gibi, "Hayır, siz de O'nun yaratıkların-dan birer insansınız." cümlesini de gerektirecek iyi bir neden de olmazdı. Şu hâlde onların, "Biz Allah'ın ogulları ve sevgilileri-yiz." şek-lindeki sözleri, "Biz Allah'ın has adamlarıyız, O'nun sevilenleriyiz, istediğimizi yapsak, O'nun istemediğini yapmasak bile O, bize azap etmeyecektir." anlamına gelir. Azaba uğramama ve her türlü kötülük ve yasak karşısında dokunulmaz olma, ancak yüksek otoritenin has adamı ve sevgilisi olmakla mümkün olabilen ayrıcalıklı bir statüdür.
"De ki: O hâlde niçin günahlarınızdan ötürü Allah sürekli size azap ediyor?" Burada yüce Allah Peygamberine, onlara karşı bir kanıt ileri sürmesini ve iddialarını kanıtla çürütmesini emrediyor. Bu bağlamda iki kanıt belirginlik kazanıyor: Birincisi, azaba uğratılmalarını öne sürerek iddialarını çürütmek. İkincisi, onların sunduğu kanıtın tersini sonuç verecek bir kanıtla iddialarını çürütmek. "O hâlde niçin günahlarınızdan ötürü Allah sürekli size azap ediyor?" ifadesinin kapsadığı birinci kanıtın özeti şudur: Eğer sizin, Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduğunuz, ilâhî azaptan yana güven içinde bulunduğunuz, dolayısıyla dünyevî veya uhrevî her türlü azaptan yana güvende olduğunuz şeklindeki iddianız doğruysa, şu günahlarınızdan dolayı sizi sürekli olarak çepeçevre saran bu pratik azap nedir?
Nitekim Yahudiler, sürekli olarak günah işlemektedirler; kendi halkları arasından çıkan peygamberleri ve salihleri öldürmekte, yüce Allah'a verdikleri sözü çiğnemek suretiyle günah işlemekte, kutsal kitaplarındaki ifadeleri çarpıtarak asıl maksatlarının dışına taşımakta, Allah'ın ayetlerini gizlemekte, inkâr etmekte, her türlü
426 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
azgınlığı, taşkınlığı ve sınır tanımaz saldırganlığı işlemektedirler. Bu yaptıklarının vebalini de tepelenerek görmektedirler. Bunların bir kısmı hayvanlara dönüştürülmüş, insan şeklinde kalan diğer kısmının üzerine de alçaklık ve pespayelik damgası vurulmuştur. Üzerlerine acımasız zalimler musallat edilmiştir. Bunlar onları soy kırımdan geçirmiş, namuslarına tecavüz etmiş, ülkelerini harap etmiştir. Tarih boyunca düşük bir hayat yaşamışlardır, ne ümit veren bir dirilik, ne de unutulup gitmelerini sağlayacak bir ölüm görebilmişlerdir. Hıristiyanlara gelince, onların çeşitli toplulukları arasında yaygın olan günahlar ve bozgunculukların Yahudilerinkinden geri kalır tarafı yoktur. Peygamberin (s.a.a) gönderildiği dönemde, ondan sonra ve günümüze kadar tepelerine inen azaplar ve felâketler, Yahudilerinkini aratmayacak yoğunluk ve sürekliliktedir. Tarih bunların tümünün ya da büyük bir kısmının tanığıdır. Kur'ân buna ilişkin birçok kıssayı anlatır. Bakara, Âl-i Imrân, Nisâ, Mâide, A'râf ve diğer başka sureleri buna örnek gösterebiliriz.
Bunlar diyemezler ki: Üzerimize yağan musibetler, tepemize binen belâlar, yakamıza yapışan fitneler, "belâ sevgiden dolayıdır" türünden şeylerdir. Bunların, ilâhî gazabın sonucu duçar olunan tepelenme ve cezalandırılma olduğuna ilişkin bir kanıt yoktur. Aynı şeyler Ibrahim, Yakup, Yûsuf, Zekeriya ve Yahya gibi Allah'ın salih kulları olan nebi ve resullerin başına da gelmiştir. Siz Müslümanlar da Uhud ve Mute gibi savaşlarda benzeri musibetlerle yüz yüze geldiniz. Bu tür olumsuzluklarla biz karşılaşınca adı ilâhî azap, siz karşılaşınca da nimet ve onurlandırma mı oluyor?
Şöyle ki: Hiç kimse kuşku duymaz ki fizikî olumsuzluklar, dünyevî musibet ve belâlar, kâfirlerin başına geldiği gibi müminlerin de başına gelir, salih insanları yakaladığı gibi, yıkıcıbozguncu insanları da yakalar. Bu, yüce Allah'ın öteden beri kulların hayatına egemen kıldığı bir yasadır. Ancak bunların nitelikleri ve etkileri insanın yapıcı veya bozguncu oluşuna, kulun Rabbinin nezdindeki konumuna göre farklılık arz eder.
Mâide Sûresi 15-19 ...................................................... 427
Hiç kuşkusuz peygamberler ve erdem bakımından onlardan sonra sıra alan salih kullar gibi nefsinde yapıcılık kök salmış, erdem ve fazilet özünün, cevherinin ayrılmaz parçası hâline gelmiş insanlar, dünyevî musibetlerle, sıkıntılarla, mihnetlerle karşılaştıklarında, bunlar onların nefislerinin derinliklerindeki gizli erdemlerin, gün yüzüne çıkmasına, pasif faziletlerin aktif hâle gelmesine neden olurlar. Dolayısıyla o erdemlerden ve güzel sonuçlarından hem kendileri, hem de başkaları yararlanırlar. Bundan da anlaşılıyor ki, insan doğasının ilk etapta tepki gösterdiği bu tür musibetler, ilâhî eğitimin araçlarından başka bir şey değildirler. Dilersen buna, "terfi ettirme" de diyebilirsin.
Hayatı mutluluk veya mutsuzluk üzere istikrar kazanmamış, izlen- mesi gereken mutluluk yolunu henüz bulamamış kimselerin başına bir felâket geldiğinde, bir musibetle burun buruna kaldığında, hemen akabinde izleyeceği yol belirginlik kazanır, küfür veya iman, yapıcılık veya bozgunculuk karşısındaki konumu netleşir. Bu tür musibet veya felâketler ancak sınama amaçlı belâlar olarak nitelendirilebilir. Allah'ın gönderdiği bu felâketler, kişinin cennetten ya da cehennemden yana bir çizgi tutturmasına ön ayak olur.
Bazı kimseler de hayatlarını nefsin azgın hevasına uydururlar. Yıkıcılıktan, bozgunculuktan, şehvet ve şiddetin girdabında debelenmekten başka bir şey bilmezler. Bunlar her zaman alçaklığı erdeme tercih ederler. Allah'a kafa tutarlar, hakka uyma önerilerine küstahça burun kıvırırlar. Kur'ân-ı Kerim bu tür zalim toplumların akıbetlerinden çarpıcı tablolar sunar. Nuh, Âd ve Semud kavimlerini, Firavun Oğullarını, Medyen halkını ve Lut kavmini buna örnek gösterebiliriz. Bunlar, Allah'ın uyarılarını dikkate almamakta ayak diretip azgınlık nitelikli yaşamlarında ısrar edince, ibreti âlem akıbetlere maruz kalmışlardır. Üzerlerine yağan felâketler ölüm kusmuştu, köklerini kurutup tarih sahnesinden silip atmıştı. Işte bunlara ilâhî azap, rabbani tepeleme ve vebal denir, başka değil. Yüce Allah, bir ayette bu anlamların tümünü içeren bir ifade
428 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
kullanmıştır: "Biz günleri insanlar arasında dolaştırırız. Bu, Allah- 'ın kimlerin mümin oldugunu belirlemesi ve aranızda şahitlik edinmesi içindir. Allah, zalimleri sevmez. Bir de böylece Allah, müminleri arındırmak ve kâfirleri yok etmek ister." (Âl-i Imrân, 140- 141) Hz. Musa'nın (a.s) gönderilişinden Hz. Muhammed'in (s.a.a) gönderilişine kadar -iki bin yıldan fazla- geçen Yahudi tarihi, yine Hz. İsa'nın (a.s) yeryüzünden kaldırılışından, İsa'nın doğuşuna kadar -denil-diğine göre yaklaşık altı yüz yıl- geçen Hıristiyanların tarihi, işledikleri günahlarla ve yaptıkları cürümlerle doludur. Bu alanda akla gelebilecek her türlü günahı işlemekle kalmayıp, ısrar da ettiler ve pişmanlık duymaya kesinlikle yanaşmadılar. Bu nedenle onların tepelerine binen musibetler, ilâhî azap ve tepelendirmeden başka bir ismi hak etmiyor.
Kuşkusuz, Müslümanlar da bu toplumların uğradıkları musibetlerin aynısına uğradılar. Söz konusu musibetlere doğanın sistemi perspektifinden baktığımız zaman, ilâhî plânlama elinin sevk ve idare ettiği olaylardan başka bir şey değildirler. Bu, öteden beri yürürlükte olan ilâhî bir yasa, evrensel bir sünnettir. Allah'ın yasasında değişiklik olmaz.
Buna karşılık, musibetlere duçar olan Müslümanların durumları perspektifinden baktığımız zaman, hak yol üzere bulundukları sürece bu musibetler, ilâhî sınamalar olarak belirginleşir; hak yoldan uzaklaştıklarında ise, ilâhî azap ve cezalandırma amaçlı tepeleme olarak ön plâna çıkar. Kimsenin Allah katında ayrıcalığı yoktur. Kendi isteği üzere hükmedenin Allah üzerinde hiçbir hakkı olmaz. Kur'ân'da Müslümanların Allah katında ayrıcalıklı olduklarına ilişkin bir ifadeye rastlanmaz. Müslümanlar Allah'ın oğulları veya sevgilileri olarak nitelendirilmezler. Kimsenin ismine veya lakabına itibar edilmez.
Yüce Allah, bir ayette Müslümanlara hitaben şöyle buyuruyor: "Yoksa siz, Allah içinizdeki cihat edenleri ayırt etmeden ve sabırlıları belirlemeden cennete girebileceginizi mi sandınız?... Mu-
Mâide Sûresi 15-19 ................................................ 429
hammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi eger o ölür ya da öldürülürse, topuklarınız üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topugu üzerinde geri dönerse, Allah'a hiçbir zarar vermeyecektir. Şükredenleri ise Allah ödüllendirecektir." (Âl-i Imrân, 142-144) Diğer bir ayette de şöyle buyuruyor: "Iş ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur." (Nisâ, 123) "De ki: O hâlde niçin günahlarınızdan ötürü Allah sürekli size azap ediyor?" ifadesinde, başka bir ihtimal de söz konusu olabilir. Yani, kastedilen azabın uhrevî azap olması da muhtemeldir. Dolayısıyla "yuazzibukum=azap ediyor" şeklindeki şimdiki zaman kipi, önceki ihtimalin esası olan süreklilikten çok gelecek zamanı ifade etmiş olabilir. Çünkü Ehlikitap genel olarak işledikleri günahın karşılığı bir azabın olduğunu kabul ediyorlar. Kur'ân'da Yahudilerin bu itirafı şu şekilde ifade edilir: "Sayılı birkaç gün dışında bize ateş dokunmayacaktır." (Bakara, 80)
Hıristiyanlara gelince; gerçi onlar, İsa'nın kendini kurban edişiyle günahlarının bağışlandığını ileri sürüyorlar; ancak bu bile bizzat günahı ve çarmıha gerilme suretiyle İsa'nın gördüğü eziyetlerin azap olduğunu kabul etme anlamına gelir. Incillerde zina gibi günahlardan söz edilir. Kilise, günahlardan bağışlanma belgeleri dağıtmakla fiilen azabın varlığını itiraf ediyor. Bu da bir ihtimaldir; ancak birinci ihtimal iyi ve uygundur.
"Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız. O dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin egemenliği yalnızca Allah'ındır. Dönüş de sadece O'nadır." Bu ifade onların iddialarına karşı itiraz mahiyetinde sunulan ikinci kanıttır. Kanıtın özeti şudur: Sizin gerçekliğinize yönelik bir gözlem, Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduğunuza ilişkin iddianızı çürütmek için yeterlidir. Çünkü siz de Yüce Allah'ın yarattığı insanlar veya diğer canlı türleri gibi yaratılmışsınız. Allah'ın ya-
430 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
rattığı diğer varlıklara karşı herhangi bir ayrıcalığınız yoktur. Göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan herhangi bir varlık, Allah tarafından yaratılmış olmaktan öte bir şey değildir. Allah, onun ve başka varlıkların sahibidir, tek egemenidir; dilediği gibi, dilediği şekilde onlar üzerinde tasarrufta bulunur. O da herkes gibi, hem kendisinin, hem de başkalarının üzerinde tek egemen olan Rabbinin yanına dönecektir.
Durum böyle olduğuna göre, yüce Allah, içlerinde dilediğini bağışlama ve dilediğine azap etme yetkisine ve gücüne sahiptir ve hiçbir ayrıcalık ve saygınlık ya da başka bir şey, O'nun bir kimse hakkında bağışlama ya da azap şeklinde bir hüküm vermesine engel olamaz. Kimse yolunu kesemez, iradesini yürütmesini, hükmünü etkin kılmasını engelleyecek şekilde önüne perde geremez.
Bu açıdan, "Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız." ifadesi, kanıtın öncüllerinden biri konumundadır. "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin egemenligi, yalnızca Allah'ındır." ifadesi de bir başka öncül olarak anlam kazanıyor. "Dönüş de sadece O'nadır." cümlesi, üçüncü öncül konumundadır. "O, diledigini bagışlar, diledigine azap eder." ifadesi de mantıksal önermenin sonuç kısmını oluşturmaktadır ki bu mantıksal açıklama, hiçbir şekilde azaba uğratılmayacaklarına ilişkin iddialarıyla çelişmektedir.
"Ey Ehlikitap! ...elçilerin arasının kesildiği, bir boşluk meydana geldiği sırada elçimiz size geldi ki size açıklıyor." Ragıp el-Isfahanî der ki: "el-Futûr, öfke sonrası yatışma, sertlik sonrası yumuşama ve güç sonrası zayıflık anlamına gelir. Yüce Allah, 'Ey Ehlikitap! ...elçilerin arasının kesildigi, bir boşluk meydana geldigi sırada elçimiz size geldi ki size açıklıyor.' buyurmuştur. Yani, Allah'ın elçisinin gelişinden yoksun, sessizlik, boşluk dönemi."
Ayet, Ehlikitab'a yönelik ikinci bir hitaptır. Önceki hitabın içeriğini de tamamlayıcı bir fonksiyon üstlenmektedir. Çünkü ilk ayette onlara açıklamıştı ki: Allah size bir elçi gönderdi, onu apaçık bir kitapla destekledi; elçi (veya kitap) Allah'ın izniyle
Mâide Sûresi 15-19 .................................................. 431
tapla destekledi; elçi (veya kitap) Allah'ın izniyle insanları salt hayra ve mutluluğa iletir. Bu ayet ise, onlara şu mesajı veriyor: Bu ilâhî açıklama, "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi." demek suretiyle bahaneler ileri sürmelerini önleme amacına ve onlara hücceti tamamlamaya yöneliktir.
Bu açıklama ile, tefsirini sunduğumuz ayette yer alan "size açıklıyor." ifadesinin ilintili olduğu konunun, önceki ayetin içeriği olması ihtimali güçleniyor. Buna göre, ayetin açılımı şöyledir: Kitaptan olduğu hâlde sizin gizlediğiniz birçok şeyi size açıklıyor. Yani, sizin şu anda davet edildiğiniz din, sizin bizzat benimsediğiniz dindir, sizin elinizdeki dini doğrulamaktadır. Iki din arasında farklılık gibi görünen unsurlar ise, ilâhî kitapların içerdiği ama sizlerin gizlediği bilgilerin açıklanmasından kaynaklanmaktadır. Bu durumda, "Ey Ehlikitap! ...elçimiz size geldi ki size açıklıyor." ifadesinin, önceki ifadenin aynen tekrarı olduğu söylenebilir. Amaç, önceki hitapla ilintili olduğu hâlde, ondan ayrı duran bazı sözleri ulamaktır. Bununla da, "Bize... gelmedi, demeyesiniz." ifadesini kastedi-yoruz. Ilintilenenle, ilintilendirilen arasına uzun bir fasıla girdiği için, böyle bir tekrara cevaz verilmiştir ve bunun örnekleri Arapça da yaygındır. Şair der ki: "Deve kuşlarının bakım yerlerini bana verin / Ki Vail Harbi ateşi yeniden zihnimde alevlendi. Deve kuşlarının bakım yerlerini bana verin / Çünkü soylu biri değerli bir şeyi bir ayakkabı bağına satarsa, yine de pahalıdır." Ayetteki hitabın, yeni bir başlangıç olması da mümkündür. Bu durumda "size açıklıyor" fiilinin ilintili olduğu ifade, hazf edilmiş kabul edilir. Ki ifade genel niteliğini kazanabilsin. Yani, açıklanması gereken her şeyi size açıklıyor. Ya da böyle bir kullanımın önemini vurgulamaya yöneliktir. Yani, açıklanmasına gerek duyduğunuz önemli bir şeyi size açıklıyor. "elçilerin arasının kesildigi" ifadesi böyle bir ihtiyaca yönelik bir işaret ya da kanıt içermiyor da değil. Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz: Açıklanmasına şiddetle ihtiyacınız olduğu bir şeyi elçilerin ardının kesildiği ve size
432 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
bir şey açıklayamadıkları bir dönemde size açıklıyor. "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi, demeyesiniz." ifadesi, "size geldi" ifadesiyle ilintilidir. Takdirî açılımı da şudur: Söylersiniz endişesiyle veya söylemeyesiniz diye.
"Allah'ın her şeye gücü yeter." Bu ifade, konuyla ilgili yanlış bir zihniyeti bertaraf etmeye yönelik gibidir. Çünkü Yahudiler, Tevrat- 'ın içerdiği şeriattan sonra başka bir şeriatın hükme bağlanmış olmasını kabul etmiyorlardı. Bunun nedeni, onların neshi ve bedâyı kabul etme-meye ilişkin anlayışlarıydı. Yüce Allah, onların bu asılsız sanılarını, sı-nırsız kudretiyle çelişiyor diye reddetti. Daha önce, tefsirimizin 1. cildinde Bakara 106. ayeti tefsir ederken 'nesh' kavramı üzerinde durduk.
KUR'ÂN'IN GÖSTERDIĞI DÜŞÜNCE YÖNTEMI Kur'ânî, Felsefî ve Rivayet Esaslı Araştırma
Şundan kuşku duymuyoruz: İnsan hayatı, düşünsel bir hayattır; düşünce ve fikir dediğimiz bu olgu olmadıkça, insan hayatı tamamlanmış olmaz. Düşünceye dayalı bir hayatın kaçınılmaz bir gereği de şudur ki: Hayatın dayandığı düşünce doğru ve eksiksiz olduğu oranda hayat da sağlam ve eksiksiz olarak seyrine devam eder. Sağlam hayat -hangi yasalar esas alınırsa alınsın, önceden izlenilen veya izlenilmeyen hangi yol izlenirse izlensin- kesinlikle sağlam bir düşünceyle ilintili ve ona dayanıyordur. Hayat, düşünceye dayalı olduğu oranda, sağlam ve doğru olur.
Ulu Allah, kitabının değişik yerlerinde farklı ifade tarzlarıyla bu gerçeği açıklamıştır. "Ölü iken kendisini dirilttigimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebilecegi bir ışık verdigimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 122), "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 9), "Allah sizden inananları bir derece ve kendilerine ilim verilenleri ise derecelerle yükseltir." (Mücâdele, 11), "Müjdele kullarımı: Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. Işte onlar Allah'ın
Mâide Sûresi 15-19 ........................................................... 433
kendilerini dogru yola ilettigi kimselerdir ve onlar gerçek akıl sahipleridir." (Zümer, 17-18) Bunun gibi, tek tek zikretme gereğini duymadığımız daha birçok ayet vardır. Dolayısıyla Kur'ân'ın insanları sahih bir düşünce sistemine davet ettiği, düşünce yönteminin esas alınmasını teşvik ettiği kuşku götürmez bir gerçektir. Bunun yanı sıra, Kur'ân-ı Kerim, insanları kendisine yönelttiği yo-lun, fikirsel yollardan biri olduğunu hatırlatıyor ve şöyle buyuruyor: "Gerçekten bu Kur'ân en dogruya iletir." (Isrâ, 9) Yani, Kur'ân en doğru hayat sistemine, en doğru yasal sisteme veya en doğru yönteme yöneltir. Her hâlukârda Kur'ân'ın öngördüğü yol, dinamik bir yoldur; bunun en doğru olması, izlenilen düşünce yönteminin en doğru olmasına bağlıdır.
Bir diğer ayette de şöyle buyruluyor: "Gerçekten size Allah'tan bir nur ve açık bir kitap gelmiştir. Allah onunla, rızasına uyanları esenlik yollarına iletir, onları kendi ilmiyle karanlıklardan aydınlıga çıkarır ve dosdogru yola iletir." (Mâide, 15-16) Ayette geçen "dosdoğru yol"dan maksat, kendisinde ihtilaf olmayan, istenilen gerçekle çelişmeyen ve kendi içinde tutarlı olup bazı parçaları diğeriyle çelişki içinde olmayan açık, amaca ulaştırıcı yoldur. Kur'ân-ı Kerim'de, insanların davet edildiği bu dosdoğru, bu sahih ve sağlam düşünce belirgin olarak zikredilmiyor; bunun tanınması insanların fıtrî akıllarına, öz doğalarının odağını oluşturan kavrama yeteneklerine bırakılıyor. Ilâhî kitabı bir bütün olarak ele alıp ayetlerini incelemeye tâbi tutacak olursak, üç yüzü aşkın ayette insanların düşünmeye, öğüt almaya, akletmeye davet edildiklerini görürüz. Hakkı kanıtlamak ya da batılı çürütmek için Hz. Peygambere (s.a.a) çeşitli delillerin empoze edildiğini gözlemleriz: "De ki: Öyle ise Allah, Meryem Oglu Mesih'i ve annesini... helâk etmek isterse, Allah'a karşı kimin elinde bir şey var?..." Ya da yüce Allah Nuh, Ibrahim, Musa ve diğer büyük peygamberlerin, Lokman, Firavun hanedanına mensup mümin kişi gibi velilerden (hepsine selam olsun) kanıt nitelikli kesitler sunar: "Elçileri, 'Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe edilir mi?' dediler." (Ibrâhim, 10), "Lokman ogluna ögüt vererek demişti ki:
434 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ler." (Ibrâhim, 10), "Lokman ogluna ögüt vererek demişti ki: Yavrum, Allah'a ortak koşma; çünkü ortak koşmak, büyük bir zulümdür." (Lokmân, 13), Firavun ailesinden imanını gizleyen mümin bir adam şöyle dedi: Rabbim Allah'tır, dedigi için bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o size Rabbinizden kanıtlar getirmiştir..." (Mü'min, 28) Firavunun büyücülerinden aktarılan şu ifadeler de buna örnek oluşturmaktadır: "Dediler ki: Biz, seni bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Yapacagını yap, sen ancak bu dünya hayatında istedigini yapabilirsin..." (Tâhâ, 72) Yüce Allah, kitabında, indirdiği hiçbir ayette, insanların kendisine veya katındaki herhangi bir şeye körü körüne, bilinçsizce inanmalarını, düşünmeden herhangi bir yolu izlemelerini emretmiş değildir. Hatta yüce Allah, kulları için aklın ölçütlerini ayrıntılı olarak kavramaktan aciz kaldığı bazı yasalar ve farzlar koyarken bile, onların özünü kanıt yerine geçebilecek çeşitli olgularla ayrıntılı biçimde izah eder. Söz gelimi namaz ibadetiyle ilgili olarak şöyle der: "Namaz, kötü ve igrenç şeylerden alıkor. Elbette Allah'ı anmak daha büyüktür." (Ankebût, 45) Oruç ibadetine ilişkin olarak da şu açıklamaya yer verilir: "Sizden öncekilere yazıldıgı gibi korunmanız için sizin üzerinize de oruç yazıldı." (Bakara, 183) Abdest ayetinde de şöyle buyruluyor: "Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetini tamamlamak istiyor. Umulur ki şükredersiniz." (Mâide, 6) Bu konuda örnek verilebilecek birçok ayet vardır.
Sözünü ettiğimiz bu aklî kavrayışı, yani Kur'ân'ın teşvik ettiği, hakka, hayra ve yarara ilişkin çağrısının doğruluğunun kanıtı olarak gösterdiği; batılı, kötülüğü ve zararı eleştirirken dayandığı sahih düşünme metodunu öz yaratılışın ve fıtratımız aracılığı ile biliriz, tanırız. Bu fıtrat ki insandan insana değişkenlik, farklılık, başkalık göstermez. Iki insanın farklı fıtratlara sahip olması düşünülemez. Bir ayrılık veya çatışma varsayılsa bile bu, apaçık gerçekler üzerinde çekişme şeklinde olur. Ki taraflardan birinin veya her ikisinin sahih bir anlayıştan yoksun oldukları için hedef-
Mâide Sûresi 15-19 .................................................... 435
lenen gerçeği olduğu gibi tasavvur edememelerinden kaynaklanır. Şimdi, beşerî öz doğamızın yol göstericiliğiyle bilip algıladığımız bu yolun ne olduğuna gelelim. Her şeyden şüphe edebiliriz ama dünya ve ahiret olguları gibi bizim eylemlerimizden ayrı, bağımsız, pratik, objeler dünyasında yer alan birtakım gerçeklerin olduğundan kuşku duymayız. Matematiksel veya doğal olguları da bu kapsama alabiliriz. Bunlara ilişkin kesin bir sonuca ulaşmak istediğimiz zaman, öncelikle kuşkuya yer bırakmayan apaçık öncelikli önermelere ve ikinci merhalede bu önermelerin aynı kesinlikle gerektirdiği başka önermelere yöneliriz. Bunları kendine özgü düşünsel bir tertibe tâbi tutarız ve buradan hareketle istediğimiz sonuca varırız: A, B'dir. Her B, C'dir. Şu hâl-de A, C'dir, gibi. Ya da: A, B ise, C de D'dir. Şayet C, D ise, H de Z'dir. Bu durumda A, B ise, H de Z dir, gibi. Veya: Eğer A, B ise, C, D'dir. C, D olduğuna göre H, Z'dir. Fakat A, B değildir. Buna göre H de Z değildir.
Sözünü ettiğimiz bu şekiller ve işaret ettiğimiz bu tartışılmaz olgular hakkında fıtratı bozulmamış normal bir insanın kuşku duyması mümkün değildir. Akıl açısından bir musibete uğramış olması ya da bu bedihî olguları düşünmesini engelleyecek bir zihinsel karışıklığın mey-dana gelmiş olması başka. Çünkü kafası karışık insanlar bedihî tartışılmaz tasavvurun ve tasdîkin yerine başka bir tasavvur ve tasdîki can-landırırlar zihinlerinde. Bedihî gerçeklerde kuşku duyan insanların büyük çoğunluğu için aynı durum geçerlidir.
Sözünü ettiğimiz bu mantıksal yönteme ilişkin olarak ileri sürülen kuşkuları gözden geçirdiğimizde, bu kuşkuları dile getirenlerin bu iddialarını ve amaçlarını kanıtlamak için heyet ve maddeye ilişkin mantıkta belirlenen kanunlara dayandıklarını görürüz. Öyle ki bu sözlerini, bu hususta benimsenen öncelikli önermeler ışığında analiz edersek, mantıksal biçimlere ve maddelere dönmüş olurlar. Şayet bu öncüllerin veya formların bazısını mantığın sonuçsuzluğunu öngördüğü önermelere değiştirirsek, artık bunların sözlerini sonuç vermez ve bunların bu işe razı olmadığını görürsün.
436 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Bu durum, bizzat onların insanî fıtratları aracılığı ile bu mantıksal ilkelerin doğruluğunu itiraf ettiklerinin, bu ilkeleri kullandıklarının en açık tanığıdır. Nefisleri doğruluğunu onaylıyor, ama kendileri karşı çıkıyorlar. Örneğin:
1- Bazı kelâmcılar diyorlar ki: "Mantık amaca ulaştırıcı bir yol olsaydı, mantıkçılar arasında ihtilaf olmazdı. Fakat mantıkçıların değişik görüşler ileri sürdüklerini görüyoruz." Bunlar, farkında olmadan istisnaî kıyas yöntemine baş vuruyorlar. Bunlar şunu bilmiyorlar: Mantığın koruyucu bir alet olmasının anlamı, gereği gibi kullanılması durumunda insanı hataya düşmekten korur olmasıdır. Her mantığı kullananın onu doğru kullandığını kimse iddia edemez. Nitekim kılıç kesici bir alettir, fakat doğru kullanılmadıkça bir şeyi kesmez.
2- Diğer bazısının görüşü de şöyledir. "Bu kanunlar önce düzenlendi, sonra tedricî olarak olgunlaştırıldı. Sabit pratik gerçeklerin sabit olması bunlara dayandırılır mı? Realiteyi bilmeyen ya da onu kullanmayan kimsenin onu bulması beklenebilir mi? Bu değerlendirme de önceki gibi istisnaî bir kıyastır. Hem de çok seviyesiz bir mugalâta örneğidir. Her şeyden önce, bu iddianın sahibi kanunların belirlenmesine ilişkin yorumunda yanılmıştır. Çünkü bu tür kanunların belirlenmesi, fıtrat tarafından icmalen bilinen temel prensiplerin ayrıntılı şekilde ortaya çıkarılmasıdır. Yoksa belirlemenin anlamı, ilk defa icat etmek değildir.
3- Bazısının da iddiası şöyledir: Bu tür mantıksal prensipler, Ehli-beyt'in yolunu kapatmak veya insanları kitap [Kur'ân-ı Kerim] ve sünnetten [hadislerden] alıkoymak için yaygınlaştırılmıştır. Dolayısıyla Müslümanların bunlardan kaçınması gerekir."
Bu tür sözler, birtakım kesin [koşulsuz] ve istisnaî [koşuklu] tasımlara analiz edilir. Bu mantıksal önermeden hareket eden şahıssa gerçeği göz ardı etmiştir ki, doğru düzgün bir yolun bozguncu bir amaç için kullanılması veya yerilmeyi hakkeden bir amaç için izlenmesi, yolun özü itibariyle düz oluşuna zarar vermez. Örneğin kılıçla bazen mazlum insanlar da öldürülür. Din de Allah'ın rızası
Mâide Sûresi 15-19 ............................................................. 437
doğrultusunda ol-mayan amaçlar için kullanılır.
4- Bir diğer grubun görüşü de şöyledir: "Aklî bir yol izlemek, çoğu zaman insanı kitap ve sünnetin açık hükümleriyle çelişen sonuçlara gö-türür. Nitekim felsefeci görünenlerin çoğu görüşleri bu yönde tezahür etmiştir."
Bu da düzenlemiş bir koşuklu tasımdır. Kendisinde yanılgı barındırmaktadır. Şöyle ki insanı kitap ve sünnetle çekişen sonuçlara götüren şey, kıyasın şekli ve bedihî-tartışılmaz bir madde değil, sahih maddelerin arasına sızmış yabancı ve bozguncu bir unsurdur.
5- Bir de şöyle diyenler vardır: "Mantık, burhanla ilgili olarak sonuç veren şeklin ve formun, bozguncu formdan ayırt edilmesini garanti eder; ancak maddelere gelince, bu konuda mantıkta insanı hatadan koruyacak kanunların varlığından söz edilemez. Dolayısıyla masum olmayan insanlara baş vurmamız durumunda, bizi yanılgıya düşürmeyeceklerinden emin olamayız. Şu hâlde asıl olan, bu bağlamda masum insanlara baş vurmaktır."
Bu değerlendirme açısından da bir tür mugalâta söz konusudur. Çünkü bu iddia, tek kanallı haberlerin ya da tek kanallı rivayetlerin tümünün veya kitabın zahiri olduğu sanılan algılamaların kanıtsallığı amacıyla ileri sürülmüştür. Bilindiği gibi, masumların (onlara selâm olsun) masum oluşunu kanıt edinip delil göstermemiz, onlardan sâdır olduğuna kesin olarak kani olduğumuz ve anlamını pürüzsüz bir şekilde anladığımız, doğruluğundan kuşku duymadığımız açıklamaları için geçerlidir. Onlar tarafından söylendikleri ve delâletleri zannî olan tek kanallı (âhâd) haberler için bunu söyleyebilir miyiz? Aynı durum delâ-leti zannî olan her şey için geçerlidir. Masumların (onlara selâm olsun) masum oluşunu kanıt edinip delil göstermemiz bağlamında asıl olan yakinî madde olduğuna göre, masumların sözlerinden algılanan yakinî madde ile aklî önermelerle çıkarsanan yakinî madde arasında ne fark var? Bununla beraber formun doğru alması da geçerliliğini sürdürür.
438 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
"Bunca yanlışlıktan sonra, aklî maddelere yakin edemeyiz." sözlerine gelince; bu her şeyden önce, delilsiz bir iddiadır. Ikincisi: Bu söz de aklî bir önermedir ve kesin bir realite olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla bu söz de bir sûret içermektedir.
6- Bir diğer grubun yaklaşımı şudur: "Insan ruhunun ihtiyaç duyduğu her şey Kur'ân-ı Kerim'de gizlidir. Masumların (a.s) sözlerinin derinliklerine serpiştirilmiştir. Dolayısıyla kâfirlerin ve dinsizlerin artıklarına ihtiyaç yoktur."
Buna cevabımız şudur: Buna yönelik ihtiyaç tıpkı bu değerlendirmede gözlemlenen ihtiyaç gibidir. Çünkü bu değerlendirme mantıksal bir koşulsuz tasımın ürünüdür. Burada kesin maddelere baş vurulmuştur, fakat mugalâta yapılarak. Her şeyden önce, bu mantıksal prensipler kitap ve sünnette gizli olan ve derinliklerine serpiştirilmiş olan ilimlerden biridir ki, bunları elde etmek için bağımsız bir araştırma kaçınılmaz olur.
Ikincisi: Kitap ve sünnetin kendilerini tamamlayacak eklentilere muhtaç olmaması, onlardan müstağni olması, kitap ve sünnete bağlı kimselerin bu tür ek bilgilere muhtaç olmamasından, onlardan müstağni olmasından farklı bir şeydir. Dolayısıyla bu iddia da bir tür mugalâta olmaktan öte bir şey değildir. Bunlar, insan bedenini incelediği hâlde, insanla ilintili olan doğal, sosyal ve edebi bilimleri öğrenmeye gerek olmadığını iddia eden bir doktora benzerler. Ya da bütün bilimler insan fıtratında mevcuttur, bahanesiyle ilim öğrenmekten kaçınan cahil bir insanın tavrını andırmaktadırlar. Üçüncüsü: Kitap ve sünnet, sahih aklî yöntemin daha geniş boyut-larda kullanılmasına ilişkin çağrılarla doludur. (Bunlar da ya tartışılmaz-bedihî öncüller ya da onlara dayanmaktadır.) "Müjdele kullarımı: Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. Işte onlar Allah'ın kendilerini dogru yola ilettigi kimselerdir ve onlar gerçek akıl sahipleridir." (Zümer, 18) Bunun gibi daha birçok ayet ve rivayet vardır.
Kur'ân ve sünnetin, kendilerine kesin ve açık olarak muhalif
Mâide Sûresi 15-19 ...................................................... 439
olan şeylere uyulmasını yasakladıkları doğrudur. Çünkü kitap ve sünnet kesin, kat'i, aklın kesin olarak hak ve doğru olduğunu onayladığı şeylerdendirler. Aklın başta hak olduğunu kanıtladığı bir şeyi, ikinci kez dönüp çürütmesi imkânsızdır. Bu bakımdan tıpkı aklın doğru öncülleriyle batıl öncüllerini de birbirinden ayırıp daha sonra doğru öncülleri esas alma gerekliliği, muhkem ve müteşabih ayetleri birbirinden ayırıp değerlendirmelerde muhkem ayetleri esas alma gerekliliği gibidir ve yine doğru rivayetleri, epey bir yekûnu tutan uydurma ve yalan rivayetlerden ayırmaya ihtiyaç olmasına benzer.
Dördüncüsü: Nasıl olursa olsun, nerede karşılaşılırsa karşılaşılsın ve nereden alınırsa alınsın, hak haktır. Taşıyıcısının imanına ve küfrüne bakılmaz. Muttakiliği veya fasıklığı göz önünde bulundurulmaz. Taşıyıcısına kızıp haktan yüz çevirmek, cahiliye bağnazlığından başka bir şey değildir. Ki yüce Allah kitabında ve elçilerinin dilinde cahiliye taassubunu ve fanatik taraftarlarını yermiştir.
7- Bazıları da şu şekilde görüşlerini dile getirmişlerdir: "Üzerinde kitap ve sünnette teşvik edilen dinde ihtiyatlı bir tavır takınmak, kitap ve sünnetin zahiriyle yetinmek, mantıksal ve aklî prensipleri esas alan bir tutumdan da kaçınmakla olur. Çünkü bu noktada daimi helâkle, ebedi mutsuzlukla burun buruna kalma tehlikesi söz konusudur."
Bir kere, bu değerlendirmenin kendisi de mantıksal ve rasyonel ilkeleri esas almaktadır. Istisnaî kıyas yöntemini içermektedir, ki kitap ve sünnet olmasa bile, akıl bağlamında açıklanan aklî önermeler kullanılmıştır. Kaldı ki, açıklamanın esasını oluşturan endişe, ince aklî sorunları algılayamayan kimseler için geçerlidir. Buna güç yetiren yetenekli kimseler açısından kitap ve sünnetten karşıt bir kanıt bulmak mümkün değildir. Akıl da böyle bir kimsenin gerçek bilgilere ulaşma şansından yoksun bırakılmasını onaylamaz. Çünkü insanlığın onur ve saygınlığı bu tür bilgilerin elde edilmesine bağlıdır. Buna hem kitap, hem sünnet, hem de akıl
440 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
delâlet eder.
8- Bir başkası da görüşünü açıklarken şu sözleri de ileri sürmüştür: "Salih ilk kuşak Müslümanların yöntemi, felsefe ve irfan (mistisizm) yöntemlerinden farklıydı. Onlar kitap ve sünnetle yetiniyorlardı ve filozoflarınki gibi mantıksal ve aklî (rasyonel) ilkelere ihtiyaç duymuyorlardı. Ârifler (mistikler) gibi riyazet yöntemlerine başvurmazlardı." "Sonra halifeler çağında Grek [Yunan] felsefesi Arapça'ya aktarıldı, Kur'ân'ın izleyicilerinden olan Müslüman kelâmcılar felsefî konuları Kur'ânî bilgilere uyarlamaya kalktılar. Bu yüzden Eş'arî ve Mu'tezilî gibi gruplara bölündüler. Sonra halifeler döneminde bir diğer grup ortaya çıkarak kendilerini sufîler ve irfan ehli olarak adlandırdılar. Sırları keşfettiklerini, Kur'ânî hakikatleri kendi yöntemleriyle ortaya çıkardıklarını iddia ettiler. Masumlara ve pak Ehlibeyt'e ihtiyaçlarının olmadığını sandılar. Bu şekilde fakihler ve Şiîler -onlar hiçbir zaman Ehlibeyt'i (a.s) izlemekten vazgeçmediler- diğer gruplardan ayrıldılar.
Bu durum yaklaşık olarak hicrî on üçüncü yüz yılın ortalarına kadar (yaklaşık olarak yüz yıl önce) devam etti. Bu süreçte filozoflar ve arifler hileye ve zihinleri bulandırmaya başladılar. Kur'ân ve hadisin öngördüğü hedefleri felsefî ve irfanî hedeflere uyarlanacak şekilde yorumladılar. Neticede birçok insanın zihni bulandı." Bu görüşü savunan bu sözlerden şu sonucu çıkarıyor: "Söz konusu ilkeler, Kur'ân ve sünnetin gösterdiği hak metotla çelişmektedir." Sonra, daha önce işaret ettiğimiz, mantıkla ilgili bazı problemlere yer veriyor. Mantıkçıların görüş birliği içinde olmamaları, mantığın kullanılmasıyla birlikte yanılgıya düşülmesi, gerçek olgulara ilişkin yeterli oranda bedihî ve yakinî [açık ve tartışılmaz] önermelerin mevcut olmaması gibi. Peşi sıra felsefenin ele aldığı birçok konulara dikkat çekiyor ve bunların Kur'ân ve sünnetten algılanan apaçık gerçeklerle çeliştiğini ifade ediyor. Bu iddia sahibinin sözünün özü bundan ibaretti; biz bu görüşü bu şekilde özetledik.
Mâide Sûresi 15-19 ....................................................... 441
Bu uzun değerlendirmenin neresini düzelteceğimi bilemiyorum. Hastalık tedavi kabul edecek gibi değil. Kelâmcıların tarihi, Ehlibeyt Imamlarının çizgisinden sapmaları, Kur'ân'ı felsefeye uyarlamaya yeltenmeleri sonucu Eş'arîlik ve Mutezilîlik şeklinde iki gruba ayrılmaları, bu esnada sufîlerin ortaya çıkıp Kur'ân ve sünnete uymaya gerek duymadıklarını iddia etmeleri, bu durumun uzun süre devam edip sonra hicrî on üçüncü asırda irfanî felsefenin ortaya çıkması gibi sıralanan hususların hiçbiri kesin tarihsel ger-çeklerle uyuşmamaktadır. Bunların tümüne ileride kisaca değineceğiz.
Kaldı ki, kelâm ve felsefe birbirine karıştırılmak suretiyle fahiş bir hata işleniyor. Çünkü felsefe, gerçek bir araştırma yapar, kesin ve yakinî öncüller aracılığıyla tartışılmaz meselelere ilişkin kanıtlar ileri sürer. Kelâm ise, gerçek ve itibarî yani göreceliden daha genel bir araştırmayı konu edinir, kesin ve tartışılmaz öncüllerden daha genel öncüllerle tartışılmaz meselelere ilişkin kanıtlar bulmanın peşindedir. Dolayısıyla bu iki ilim dalı arasında gökle yer arası kadar fark vardır.
Hâl böyleyken kelâmcıların, kendi disiplinleri çerçevesinde zihinsel faaliyetlerde bulunurlarken felsefî konuları Kur'ânî hedeflere uyarladıkları nasıl söylenebilir? Kaldı ki, kelâmcılar ilk kez ortaya çıktıkları günden zamanımıza kadar felsefecilerle ve ariflerle mücadele etmişlerdir. Kitaplarında ve rİsalelerinde yazılanlar, aralarındaki tartışmalara ilişkin olarak nakledilen olaylar bunun en somut kanıtıdır.
Aslında bu değerlendirmenin dayanağı, bazı oryantalistlerin; "Felsefenin Islâm dünyasına tercüme edilmesi, Müslümanlar arasında kelâm biliminin doğmasına yol açtı." şeklindeki savlarıdır. Bunu söyleyen kişi kelâmın ve felsefenin anlamını, iki bilim dalının amacını, kelâm biliminin ortaya çıkışını gerektiren objektif koşulları bilmeden konuşmaktadır. Bu, karanlığa taş atmaktır. Bütün bunlardan daha tuhaf olanı, bunları söyledikten sonra şunları söylemesidir: "Kelâm ve felsefe arasında temel fark şudur:
442 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Kelâmî araştırma, dinsel yönü de gözeterek Allah ve meatla ilgili meseleleri kanıtlamayı amaçlayan bir araştırma türüdür. Buna karşılık felsefî araştırmalar, dinsel boyuta önem vermeksizin bu tür bir hedefe yöneliktir." Iddia sahibi, bunu bir kanıt gibi ele alarak mantıksal ve akılsal ilkelerin esas alındığı bir zihinsel eylemin dinsel eylemle, dinin onayladığı meşru yöntemle bağdaşmadığını söylemektedir.
Bu şahıs, böylece gittikçe bozuk anlayışlarına derinlik kazandırmıştır. Çünkü bu alanda bilgi sahibi olan herkes bilir ki, iki bilim dalı arasında bu tür farktan söz eden kimse, şu hakikata işaret etme amacındadır ki, kelâmî araştırmalarda esas alınan kıyaslar, cedel amaçlıdır. Kabul edilen öncüllerden (meşhur ve muhatap yanında varlığı kabul edilen öncüllerden) uluşur. Çünkü kelâm bilgisinde bu tür önermelerin amacı, tartışılmaz ve kesin gözüyle bakılan meselelere ilişkin kanıtlar sunmaktır. Ama felsefî araştırmalarda esas alınan kıyaslar, burhan amaçlıdır ve bunlarla güdülen amaç hak olanı kanıtlamaktır, varlığı kabul edilen bir tasımı ispatlamak değil. Bu ise, iki yöntemden biri (kelâm yöntemi) dinsel bir yöntemdir; diğeri ise (felsefe), dinsel yöntemle çelişki içindedir; hak bile olsa dine itibar etmez, demekten ayrıdır. Mantık, felsefe ve irfan bağlamında sözünü ettiği problemlere gelince; daha önce mantık bilimine yöneltilen eleştiriler üzerinde durduk. Felsefe ve irfanın konusu ile ilgili olarak söylenenler, eğer onlarda mevcut olan, yapılan açıklama ve bu şahsın anlayışı tarzında bir şeyse ve bunların hak dinle açıkça çeliştiğini ortaya koymuşsa, bunların batıl olduğundan kimse kuşku duymaz. Bunlar felsefî araştırma yapanların ve irfan mesleğini izleyenlerin hezeyanları ve yanılgılarıdır. Ancak bir disiplinin izleyicilerinin hezeyanları, sürçmeleri ve doğru yoldan sapmaları, o disipline fatura edilmez. Bir kusur varsa, araştırmayı yapan kimselerindir. Bunu söyleyenin kelâmcılar arasında yaşanan ihtilaflara bakması gerekir. Eş'arîsi, Mutezilîsi ve Imamiyesiyle her biri farklı bir görüşü savunmaktadır. Bu ihtilaflar tek kelime olan Islâm dininin
Mâide Sûresi 15-19 ............................................................. 443
çeşitli bölümlere bölünmesine yol açmıştır. Daha ilk dönemlerden itibaren yetmiş üç fırka ortaya çıkardı. Sonra her fırka kendi içinde bölündü. Belki de her bir temelin ayrıntıları sayı bakımından temellerden eksik değildir.
Şimdi bunu göz önünde tutarak söyleyin bakalım; bu ihtilafları, din yolundan ayrı bir yol mu meydana getirmiştir? Bir araştırmacı buna dayanarak dinin ve yönteminin batıl olduğunu söyleyebilir mi?
Ya da öbürleri (mantık vs.) açısından geçerli olmayan, ama berikiler (kelâmcı gruplar) için geçerli olan bir mazeretten ya da öbürlerin aşağılık oluşlarını gerektiren, ama berikiler için böyle bir nitelemeyi gerektirmeyen bir gerekçeden mi söz edilecektir? [Kelâmcılarla ilgili ileri sürülen cevaplar, aynen mantık ve felsefe için de geçerlidir.] Bu bağlamda kelâm bilimi fıkıh bilimine benzer. O da çeşitli gruplara ve taifelere bölünmüştür. Sonra her grup bizzat kendi içinde bölünmeler yaşamıştır. Birçok bilim ve disiplini buna örnek gösterebiliriz.
Yukarıdaki iddiayı seslendiren şahsın bütün sözlerinin sonucu olarak ortaya koyduğu "kullanıla gelen tüm yöntemler batıldır. Yalnızca kitap ve sünnet esaslı yöntem doğrudur. Dolayısıyla bu, dinî yöntemdir" gibi sözlerine gelince; bunu savunan kişinin anımsama, tezekkür yöntemini benimsemekten başka seçeneği kalmıyor. Bu da Yunan filozofu Platon'un [Islâm felsefesinde Eflâtun diye anılır] felsefesidir. Bu anlayışın özü şudur: Insan eğer nefsanî tutkulardan soyutladıktan, takva süsünü takıp ruhsal erdemlerle bezendikten sonra bir hususla ilgili olarak nefsine müracaat ettiğinde, o hususla ilgili gerçekliği bütün çıplaklığıyla görür. Tezekkür yöntemiyle ilgili olarak söylenen budur. Yunan'da ve başka yerlerde önceki kuşak filozoflardan bu kanaatte olanlar vardı. Bazı Müslümanlar ve batılı kimi filozoflar da bu görüş etrafında birleşmişlerdir. Ne var ki, bu düşünceyi savunanların farklı açıklamaları olmuştur.
Bazılarına göre açıklaması şudur: Insanî bilgiler fıtrîdir. Insan
444 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
için bu ilimler hazır hâldedir. Fiilen onunla beraberdir ve bu durum ilk varoluş anından itibaren böyledir. Dolayısıyla insan için yeni bir bilginin meydana gelmesi, insanın onu anması anlamına gelir. Bu felsefî düşünceyi benimseyenlerden bazıları bunu şu şekilde yorumlamışlardır: Maddî uğraşılardan sıyrılarak nefsin özüne yönelmek, gerçeklerin gün yüzüne çıkmasına yol açar; ama bu, bilginin bundan önce fiilen edimsel olarak insanla beraber var olduğu anlamına gelmez. Aksine bilgi, güç ve bilkuvve olarak mevcuttu. Bu bilginin edimsel hâle gelişi durumu, gaflet hâlinde insandan ayrılan, anımsama anında insanla bütünleşen, insan nefsinin derinliklerinde ve batınındadır. Irfan ve işrak ehli dediğimiz grupların ve çeşitli dinlerden olup da onların görüşlerini paylaşan toplulukların görüşleri bundan ibarettir.
Diğer bir grubun bu anlayışa getirdiği yorum ise, irfan ehli dediğimiz akımın yaklaşımını andırmaktadır; ancak bunlarda takva duygusuna sahip olmak ve teoride ve pratikte şeriata uymak şarttır. Önceki dönemlerde ve günümüzde yaşayan bazı Islâmî grupları buna örnek gösterebiliriz. Bunlara göre şeriata tâbi olmayı şart koşmuş olmaları, kendilerini âriflerden ve tasavvufçulardan ayıran bir kriterdir. Ama bu şartı koşma noktasında âriflerin kendilerinden çok önce olduklarının farkında değildirler. Bu gün elde bulunan ve itibar edilen kitapları bunun tanığıdır.
Şu hâlde bunların söylediği tasavvufçuların söylediklerinin aynısıdır. Aradaki tek fark, şeriata tâbi oluşun niceliği ve tâbi olmanın anlamının somut ifadesi üzerinde odaklaşmaktadır. Söz gelişi bunlar, şeriata tâbi oluş bağlamında salt nassın zahirini esas alan bir aşamayı öngörürler. Bu da gösteriyor ki yöntemleri, tasavvuf yöntemi ile ahba-rîlik yönteminin izdivacının ürünüdür. Tezekkür yöntemine ilişkin yorumlar bu söylediklerimizle sınırlı değildir. Tezekkür=anma teorisi, eğer mantıksal ve aklî ilkelere dönüşü geçersiz kılma eğilimine dönüşmüyorsa, genel olarak doğru bir teori değildir diyemeyiz. Çünkü insan kimliğiyle var edildiğinde kendi zatının, güçlerinin ve illetlerinin bilincinde olarak var edilir. Bunlara
Mâide Sûresi 15-19 ....................................................... 445
ilişkin ilmi, ilm-i huzurî [sezgisel bilgi]dir. Bununla beraber, insan sezgisel bilgiyi husulî bilgiye [duyularla elde edilen bilgiye] dönüştürme gücüne de sahiptir. Fiilin kaynağı olan hiçbir güç yoktur ki, fonksiyonunu icra etmesin. Bu bakımdan insan, varlığının ilk evrelerinde birtakım bilgiler barındırır özünde. Bunlar zât açısından ondan geri olmakla beraber, zaman açısından onunla beraberdir. Bunu iyice kavramalısın. Aynı şekilde bir insanın maddî ilgilerden bir parça soyutlandığı zaman birtakım bilgiler elde edeceğini de kimse inkâr edemez.
Şayet tezekkür=anma teorisi ile, mantıksal ve aklî ilkelere dönüşün beraberinde taşıdığı sonuç geçersiz kılınmak isteniyorsa; şöyle ki, birbirleriyle uyumlu açık seçik öncüllerin bunların sonucu sayılan şeye bilgi açısından insanı, güç ve bilkuvve durumundan bilfiil ve edimsel düzeyine çıkarması olumsuzlanıyorsa veyahut maddî uğraşılardan sıyrılarak nefse dönüş anlamına gelen tezekkür= anma birtakım sonuçlar elde etmek için bilimsel öncüllere ihtiyaç gerektirmeyen bir durumdur, şeklindeki bir çıkarsama kastediliyorsa, bu, hiçbir makul anlamı olmayan bayağı bir görüştür. Mantıksal ve aklî ilkelere başvurmayı iptal etme anlamında tezekkür= anma teorisi birçok açıdan yanlıştır:
Birincisi: İlimler ve beşerî bilimler üzerinde yapılacak derin bir etüt, şu sonucu ortaya çıkarmıştır ki, beşerî bilimlerin tasdikî [yargı nitelikli, yani herhangi bir şeyi olumlayan ya da yadsıyan düşünsel edim] olanları, tasavvurî [tasarım nitelikli] olan bilgilere dayanır. Tasarım nitelikli bilgilerse, ya duyulara dayalı bilimlere münhasırdırlar ya da bir şekilde duyulardan soyutlanmışlardır.1 Öte yandan tasım ve deney şunu kesin olarak ortaya koymuştur ki, bir duyudan yoksun olan kimse, ister yargı nitelikli, ister tasarım nitelikli, ister bedihî [açık], ister nazarî olsun bu duyuya dayanan bütün bilimlerden yoksun olur. Şayet bilimler bilfiil olarak insan kimliği ile varolmuş olsa idi, varsayılan yoksunluğun bunun ------- 1- Usûl-i Felsefe, 5. makale.
446................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
üzerinde bir etkinliği olmaması gerekirdi. Kuşkusuz, körlük ve sağırlık gibi durumlar anmaya engel olgulardır, demek de, bu görüşten yani, maddî ilgilerden sıyrılmak suretiyle nefse başvurmak, unutmanın bertaraf edilmesi suretiyle anmanın gerçekleşeceği yönündeki söylemden dönmenin değişik bir ifadesidir. Ikincisi: Tezekkür=anma teorisini ancak bu türün bazı bireyleri başarabilirler. Geride kalanları ise, yaşamsal amaçları bazında bileşim ve buna bağlı sonuçlandırma yasasına göre hareket ediyorlar. Bu yasayı izleyerek binlerce doğru sonuçlara varırlar. Bütün bilim ve sanat dallarında süreç bu şekilde işler. Bu realiteyi inkâr etmek, tek kelimeyle büyüklenmedir. Bu realiteyi rastlantıyla yorumlamak ölçüsüzlüğün ta kendisidir. Dolayısıyla bu kurala göre hareket etmek, insanın fıtratının bir buyruğudur, insan buna bigane kalamaz. Canlı türlerinden herhangi birinin bir fitrî ve tekvinî= varoluşsal özellikle donatılması, sonra da bunun gereği olan eylemlerinde sonuçsuz kalması ve bu yöndeki çalışmalarında başarısızlığa uğraması imkânsızdır.
Üçüncüsü: Bunların anma adı altında ulaştıkları her bilginin, analize tâbi tutulması durumunda, mantıksal bir sıralamayla işlevsel olan öncüllere dayanmakta olduğu görülecektir. Öyle ki, biçim veya maddesi için öngörülen ilkelerden biri ihlal edilecek olursa, sonuç da kaçınılmaz olarak bozulur. Şu hâlde onlar, farkında olmadan mantıksal prensipleri kullanıyorlar. Sürekli tesadüf ve beraberlik iddialarıyla bir yere varılmaz. Dolayısıyla bu görüşü savunanların mantıksal prensiplere uymayan doğru ve anmasal bir bilimsel formül bulmaları gerekir.
Anma yöntemini, mantıksal ilkelere başvurmayı gerektirmeme an-lamında algılamaya gelince, -ki bunun özü şudur: Ortada iki yol vardır. Biri mantık yolu, biri de örneğin şeriata tâbi olma şeklinde belirginleşen anma yolu. Her iki yol da doğruya ulaştırma açısından eşittir. Ya da anma yolu daha iyi ve daha üstündür. Çünkü bu yol Masum'un sözlerine uygundur. Akıl ve mantık yolu açısından ise durum farklıdır- bu yolda her zaman veya çoğu zaman yan-
Mâide Sûresi 15-19 ........................................................ 447
lışa düşme tehlikesi söz konusudur.
Bundan önceki yaklaşıma ilişkin ikinci problem, bunun için de geçerlidir. Çünkü kitap ve sünneti, geniş ve olağanüstü boyutlarıyla tüm amaçlarını, sembollerini ve sırlarını kuşatıp özümsemek çok az insana bahşedilmiş bir derecedir. Bunlar da aralarında ilginç irtibatlar bulunan, temel ilkesi ve ayrıntı nitelikli prensibi, inançla, bireysel ve sosyal eylemle ilgili prensipleri girift bir şekilde iç içe girmiş dinsel bilgiler üzerinde derin ve kapsamlı araştırmalar yapabilen az sayıda şahsiyetler-dir. Bir insanın varoluşu itibariyle, varoluşsal donanım aracılığıyla gücünün ve yapabilirliğinin ötesinde bir yükümlülükle sorumlu tutulması veya yasal olarak böyle bir şeyden sorumlu kılınması mümkün değildir.
O hâlde insanlar, dinî maksatları sadece bireysel ve toplumsal hayatlarına ilişkin aktivitelerde alışık oldukları bir yöntemle akletmekle yükümlüdürler. Bilinmeyenleri ortaya çıkarmak için bilinenleri mantıksal bir sıralamaya tâbi tutmak yani. Nitekim doğruluğu burhan aracı-lığıyla ispatlanan bilgiler, şeriatla ilgili sadece bazı hükümlerdir [böylece şeriatın kesin olarak bilinen hükümleri, bilinmeyenlerin belirlenip doğrulanmasına yönelik kanıt ve öncüller olarak değerlendirilirler].
Bundan daha da ilginç olanı, bazılarının bizim anma teorisi aleyhine kullandığımız bu kanıtı, anma teorisi lehine ve mantığın aleyhine kullanmalarıdır. Diyorlar ki: Eğer pratik gerçeklere ulaşmak mantık ve felsefe yöntemiyle mümkün olsa -ki mümkün değildir- bu, ancak Aristo ve bn-i Sina gibi felsefenin sembol isimleri için geçerli olabilir, insanların geneli için değil. Yasa koyucunun pratik gerçeklere ulaşmak için mantık ve felsefî yöntemleri bir yol olarak emretmesi, bu durumda mümkün olabilir mi? Ama bunu diyenler, aynı problemin aleyhlerine döndüğünün farkında değildirler. Bunlar deseler ki: "Anma yöntemi herkes açısından kolayca kullanılabilir bir yöntemdir. Herkes, kapasitesi ve bu yönteme uyması oranında bu yöntemden yararlanabilir." Buna cevaben deriz ki: Az veya çok herkes de kendi kapasitesi oranında,
448 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
gerçeklere ulaşmak için mantıksal kurallardan yararlanma imkânına sahiptir. Herkes gerçekleri bütünüyle kavramak ve kapasitesinin üstünde bir yükün altına girmek zorunda değildir ki! Bunlara yönelik ikinci bir cevap da, yukarıda işaret edilen üçüncü problemde belirginleşmektedir. Şöyle ki: Bunlar, daha önce de vurguladığımız gibi, anma teorisi adına açıkladıkları bütün amaçları çerçevesinde mantık yöntemini kullanıyorlar. Hatta bunu, mantık yöntemini çürütmek ve anma yöntemini kanıtlamak için serdettikleri açıklamalarında bile uygulamaktan geri kalmıyorlar. Bu bile, yaklaşımlarının yanlışlığını kanıtlamak bakımından yeterli bir veridir.
Üçüncü bir karşı cevap da şudur: Sözünü ettikleri anma yöntemi bazında yanılgıya düşmek normalde karşılaşılan, hatta çoğu zaman karşılaşılan bir olgudur. Çünkü anma yöntemi, onların iddia ettikleri gibi, selef kuşağının mantık yöntemi dışında izledikleri bir yoldur. Buna karşın onlarla ilintili olarak hiç de azımsanmayacak ihtilaflar ve yanılgılar nakledilmiştir. Bunların çoğu da, Müslümanların ilim sahibi, kitap ve sünnete tâbi kimseler oldukları hususunda ittifak ettiği sahabe şahsiyetlerdir.
Bir kısmı da, ümmetin çoğunluğunun fıkhında ve adalet sahibi olduklarında birleştikleri kimselerdir. Ebu Hamza, Zürare, Eban, Ebu Halid, iki Hişam [Hişam b. Hekem ve Hişam b. Salim], Mümini Tak ve Iki Safvan [Safvan b. Ya'la ve Safvan-i Cemmal] gibi bu niteliklere sahip Ehlibeyt Imamlarının ashabını buna örnek gösterebiliriz. Bunlar arasındaki temel ihtilaflar herkesçe bilinen ünlü ihtilâflardır. Şurası açıktır ki, ihtilaf eden iki kişiden sadece biri hak üzere olur. Yine Kü-leynî, Şeyh Saduk, Şeyh-ut Taife (Şeyh Tûsî), Şeyh Müfid ve Seyit Murtaza (Allah'ın rahmeti onlara olsun) gibi ilk kuşak fıkıhçı ve hadisçiler de ihtilaf etmişlerdir.
Şu hâlde anma yönteminin mantıksal yönteme karşı ayrıcalığı nerede kaldı? Dolayısıyla anma teorisinden başka, hak ile batılı birbirinden ayıracak başka bir kıstas bulmak gerekir. Bu da mantıksal düşünce yönteminden başkası değildir. Başvuru mercii ve
Mâide Sûresi 15-19 ...................................................... 449
temel dayanak bu olmalıdır.
Dördüncü karşı cevap: Yaklaşımın özü şu nokta üzerinde yoğunlaşmaktadır: İnsan ismet ve temizlik ehlinin (masumların) peşinden gitti mi, hataya düşmez. Ancak daha önce de dikkat çekildiği gibi, bunun bir şartı vardır. Eğer masumdan aktarılan söz kesin olarak işitilmiş ve maksadı doğru biçimde algılanmışsa, hataya düşürmez. Buna hiç kimsenin bir diyeceği yoktur. Gerçekte, masum zattan işitilen veya ondan algılanan şey bir maddedir. O, anmanın ve mantıksal düşünmenin aynısı değildir. Böyle bir söz işitildiğinde de şöyle bir yargı onu izler: Bu, masum zatın görüşüdür. Onun her görüşü haktır. Şu hâlde bu görüşü de haktır. Bu, sonucu kesin bir kanıttır. Bunun dışında tek kanallı (âhâd) haberlerin çıkarsamalarından ibaret olan hususlarda veya sadece insanda zannı gerçekleştiren buna benzer hususlarda bu kanıt bir şey ifade etmez. Tek kanallı haberlerin, ahkâm dışında hüccet olduğuna dair herhangi bir kanıt yoktur. Kitapla uyuşursa o başka. Aynı şekilde, zannın karşıtı yönde bilimsel bir kanıta dayalı bilginin olduğu yerde o şeye ilişkin bir zan düşünülemez.
9- Bazıları da diyorlar ki: "Yüce Allah bize, aramızda kullanageldiğimiz ve alışık olduğumuz ifade biçimiyle hitap etmiştir. Dil ehlinin bildikleri düzen ve telif esas alınmıştır bu hitapta. Bize emir, yasak, ödül vaadi, azap tehdidi, kıssalar, hikmet, öğüt ve en güzel şekilde tartışma gibi hususları içeren açıklamalarla hitap etmiştir. Bunları anlayıp yorumlamak için de mantık, felsefe; kâfir ve müşriklerin mirası ve zalimlerin yolu olan disiplinleri öğrenmeye gerek yoktur. Onları dost edinmek, onlara eğilim göstermek, tarzlarını benimsemek, yollarını izlemek bize yasaklanmıştır. Dolayısıyla Allah'a ve Resulüne iman eden bir kimse, ancak dinsel açıklamaların zahirlerini ve normal bir zihnin bu metinlerden algıladığını esas almalıdır. Bunları yorumlamaya ya da bu çizilen çerçeveyi aşmaya yeltenmemelidir."
Haşviye ve müşebbihe denen grupların yaklaşımı böyledir. Hadis ehli dediğimiz bazı kimseler de bu tarz bir yaklaşımı benimse-
450 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
mişlerdir.
Bu görüş, öncelikle biçim açısından yanlıştır. Çünkü kullanılmaması için serdedilen bir açıklamada bizzat mantıksal yöntem esas alınmıştır. Kur'ân mantık kurallarını kullanmaya yöneltiyor insanı, diyen kimse, "Her Müslüman mantık öğrenmek zorundadır." demiyor. Ancak mantık kurallarını kullanmak da kaçınılmazdır. Bu bakımdan, yukarıdaki savı seslendirenler şu örnekteki kadar tuhaf bir tutum içindedirler. Söz gelimi biri desin ki: "Kur'ân bizi dinî hedeflere yöneltmeyi istiyor. Dolayısıyla cahiliye ehlinin kültürü olan dili öğrenmemize gerek yoktur."
Dil, doğal olarak insanlar arası karşılıklı konuşma sürecinin bir aşaması olarak kaçınılmaz bir gereksinim olduktan ve Allah kendi kitabında, Peygamber (s.a.a) de sünnetinde bu doğal aracı kullandıktan sonra, böyle bir açıklamanın değerden yoksun olduğu gibi insanın doğası gereği akletme aşamasında gereksinim duyduğu bir manevî araç olan ve Allah'ın kitabında, Peygamber'in (s.a.a) de sünnetinde bir araç olarak kullanılan mantığa karşı çıkmanın bir anlamı yoktur.
Madde [öz ve içerik] açısından ise, aklî materyaller esas alınmış olmakla beraber, safsata yapılmıştır. Çünkü sözün zahirî anlamı ile anlam ve algılayışların örtüştüğü objektif karşılıkları eşit ve bir görülmüştür. Söz gelimi Allah'ın kitabına inanan bir Müslüman'ın, Allah'ın sıfatları olarak "ilim, kudret, hayat, işitme, görme, konuşma, dileme ve ifade" gibi kavramlardan anlaması gereken şey, "bilgisizlik, acizlik, ö-lüm, sağırlık, körlük" gibi anlamların zıddıdır. Ama yüce Allah için bizim ilmimiz gibi bir ilim, bizim gücümüz gibi bir kudret, bizim hayatımız gibi bir hayat, bizim işitmemiz, görmemiz, konuşmamız, dilememiz ve irademiz gibi bir işitme, bir görme, bir konuşma, bir dileme ve bir irade öngörmek, ne kitap, ne sünnet ve ne de akıl açısından doğrudur. Tefsirimizin 3. cildinde muhkem ve müteşabih meselesini irdelerken, bu konuya ilişkin bazı açıklamalarda bulunduk.
Mâide Sûresi 15-19 ...................................................... 451
10- Diğer bir grubun değerlendirmesi ise şöyledir: "Aklî kanıtlarla kanıtsallığı ispatlanmak istenen öncüllerin hüccet olmasının tek delili, aklın yargısına tâbi olmanın zorunlu olduğunu öngören aklî öncüldür. Diğer bir ifadeyle: Aklın yargısının kanıtı, aklın kendisinden başka bir şey değildir. Bu, açık bir döngüdür, bu bakımdan ihtilaflı meselelerde taklit etme yerine peygamber veya imam olarak bir masumun sözüne başvurmaktan başka seçenek yoktur." Bu konuda ileri sürülen en düzeysiz değerlendirmedir bu. Bununla binanın sağlamlaşması isteniyor, ama yıkılışına yol açıyor. Çünkü bu iddiayı ileri sürenler, açık döngü ifadesiyle aklın yargısını geçersiz kılıyorlar. Şeriatın hükmüne gelince, ya aklın yargısıyla -ki bir döngüdür- kanıtsamada bulunacaklar ya da kendisinde bir döngü olan şeriatın kendi hükmüyle. Iki döngü arasındaki şaşkınlar gibidirler. Ya da taklit etmek durumunda kalacaklar. Bu da ikinci bir şaşkınlık.
Aslında bu değerlendirmeyi yapanlar, "aklın hükmüne tâbi olmanın zorunluluğu"nun anlamını algılamada bir yanılgı içine düşmüşlerdir. Şayet "aklın hükmüne tâbi olma zorunluluğu" ile sakınca ve mubah akışa tekabül eden ve şefkatli bir öğütçüye veya adil bir hükme uymanın zorunluluğu gibi uyulmaması durumunda yerilmeyi veya cezayı gerektiren bir durum kastediliyorsa, bu, pratik aklın hükmüdür ve bu konu, bahsimizin dışındadır. Şayet uyma [aklın hükmüne tâbi olma] zorunluluğuyla "insan, önermenin tüm yönleri iyice gözden geçirilerek, sahih bilimsel bir biçim içinde, bilimsel öncüllerle kanıtlanan sonuçları benimsemek zorundadır." demek isteniyorsa, bu, insanın vicdanıyla algıladığı bir olgudur; böyle bir durumda aklın kanıt istemesinin anlamı yoktur. Çünkü böyle bir olgunun kanıtı kendi kanıtsallığı ve kanıtsallığının apaçıklığıdır. Tıpkı diğer apaçık, kanıt gerektirmeyen olgular gibi. Çünkü apaçık olguların kanıtı, bizzat kendileridir. Yani, kanıta ihtiyaçları yoktur.
11- Bir diğer grup da diyor ki: "Mantığın amacı, eşyanın değişmeyen mahiyetlerini, belirlemek, sürekli, değişmez ve
452 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ğişmeyen mahiyetlerini, belirlemek, sürekli, değişmez ve bütünsel öncüller aracılığıyla sonuçlara ulaşmaktır. Günümüz bilimsel araştırmaları şunu kesin olarak ortaya koymuştur ki, ne objeler dünyasında, ne de zihin içi tasavvur âleminde tümel, sürekli ve değişmez bir şey yoktur. Olan şudur: Varlıklar evrensel dönüşüm yasasının egemenliği altındadırlar. Bir şeyin değişmez, sürekli veya tümel bir hâl üzere olması söz konusu değildir."
Bu görüş, üzerinde düşünen herkesin rahatlıkla fark edebileceği gibi, biçim ve içerik olarak mantıksal prensipleri kullanması açısından çelişki arz etmektedir. Kaldı ki, bu itirazda bulunan kişiler, bununla eski mantığın kesinlikle doğru olmadığını kanatılamaya çalışıyorlar. Oysa bu, değişmez kavramları kapsayan değişmez, sürekli, tümel bir sonuçtur. Aksi takdirde bu itiraz bir anlam ifade etmeyecektir. Dolayısıyla itiraz, kendi kendisini çürütmektedir. Bu uzun açıklamalarla, kitabımız için öngördüğümüz, elden geldiğince özetleme ilkesini aştığımızı düşünüyoruz. Dolayısıyla yeniden baştaki konumuza dönüyoruz ve diyoruz ki: Kur'ân-ı Kerim, aklı öz doğası gereği kullanımına sunulan olguları kullanmaya, doğası gereği alıştığı ve tanıdığı yöntemleri izlemeye yöneltir. Bilinmeyen sonuçlara ulaşmak için bilinen olguları belli bir düzen içinde veri olarak kullanmak yani. Aklın öz doğası, gerçek yargı nitelikli bilgiler çıkarsamak için gerçek ve yakinî öncülleri kullanmayı öngörür. Ki biz buna burhan, yani kanıt diyoruz. Mutluluk, mutsuzluk, hayır, şer, yarar ve zarar, seçilmesi ve tercih edilmesi gereken ya da gerekmeyen itibarî=göreceli olgular gibi eylemle ilintili olgular bağlamında ise, ünlü veya karşı tarafa göre tartışılmaz öncülleri esas almayı öngörür. Ki buna cedel deniyor. Yine sanıya dayanan hayır ve şer noktasında sanının ürünü öncülleri esas alarak sanılan hayra iletilmeyi, yöneltilmeyi ya da sanılan şerden korunmayı öngörür. Ki biz buna öğüt diyoruz. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Hikmetle ve güzel ögütle Rabbinin yoluna çagır ve onlarla en güzel biçimde mücadele et."
Mâide Sûresi 15-19 ...................................................... 453
(Nahl, 125) Öyle anlaşılıyor ki, bu ayette geçen "hikmet"ten maksat, kanıttır. Buna tekabül eden ikinci safhada güzel öğüt ve tartışmadan söz edilmiş olmasından da bunu anlıyoruz.
Bu noktada okuyucunun aklına şöyle bir soru gelebilir: Mantıksal düşünce yöntemi, hem kâfirin, hem de müminin dayandığı bir olgu ise, hem fasık, hem de muttaki bir insan tarafından sergilenebiliyorsa, yüce Allah'ın takva ehli olmayan, takvaya göre hareket etmeyen insanlar açısından hoşnut olunan bilgiyi ve sahih düşünmeyi olumsuzlamasının anlamı nedir? Nitekim yüce Allah söyle buyurmuştur: "Ancak O'na yönelen (tezekküre ulaşır) ögüt alır." (Mü'min, 13) "Kim Allah'tan sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu yaratır." (Talâk, 2) "Bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden yüz çevir. Işte onların erişebilecekleri bilgi budur. Şüphesiz Rabbin, yolundan sapanı da iyi bilir ve O, yola geleni de iyi bilir." (Necm, 29-30) Yararlı bilginin ancak sahih amelle elde edileceğini ifade eden rivayetlerin sayısı ise oldukça fazladır.
Buna şu cevabı veririz: Kitap ve sünnetin bilginin yanı sıra takvayı da göz önünde bulundurdukları kuşku götürmeyen bir gerçektir; ancak bu demek değildir ki takva veya takva destekli öğüt alma, insanın öz doğası gereği kaçınılmaz olarak icra ettiği fıtrî düşünce yönteminden öte, gerçeklere ulaşma hususunda bağımsız olarak izlenebilecek bir yöntemdir. Eğer durum böyle olsaydı, Kur'ân'da hakka uymayan, takva nedir, tezekkür nedir bilmeyen kâfirlerin, müşriklerin, fasık-ların ve günahkârların aleyhine sunulan tüm kanıtlar geçersiz olurdu. Çünkü durum bu merkezde olursa, kastedilen grupların istenen kavrayış düzeyine erişmeleri beklenemez. Kaldı ki, durumun değişmesinin varsayılmasıyla onlarla girişilen tartışmanın da bir anlamı kalmaz. Aynı durum, hadisler çerçevesinde çeşitli sapık gruplar ve fırkalarla girişilen tartışmalar için de geçerlidir.
Oysa takvanın göz önünde bulundurulmuş olması, kavrama yeteneğine sahip insan nefsini fıtrî doğrultusuna döndürme ama-
454 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
cına yöneliktir. Biraz daha açacak olursak: Insan, fizyolojik yapısı itibariyle birbirine karşıt hayvansal ve yırtıcı güçlerden meydana gelir ve bunlar maddî elementlerden meydana gelen bedence kuşatılmışlardır. Her güç kendine özgü bir bilinçle işlerini görür. Bu arada diğer güçlerle aralarında, işlevini görürken onların konumunu gözetecek bir bağlantı söz konusu değildir. Yalnızca zıtlaşma, birbirini itme şeklindeki bir ilişkiden söz edilebilir. Örneğin, beslenme arzusu insanı yemeye ve içmeye yöneltir. Bu yönelişte, beslenme gücünün kendisinden kaynaklanan herhangi bir sınır ya da bir ölçü yoktur; ancak sınırlı bir kapasiteye sahip olan midenin engellemesi başka. Ya da çok çiğnemekten, çok yemekten dolayı ağzın yorulmuş olması da bir engel olabilir. Bu olguları her zaman için kendimizde gözlemleyebiliriz. Durum böyle olunca, insanın bu güçlerden birine büsbütün eğilim göstermesi, her istediğini yerine getirmesi ve her etkisine tepki vermesi, her dediği yapılan bu gücün azmasına, karşıt gücün de bütünüyle geçersiz kılınacak ya da en azından pasivize edilecek şekilde baskı altına alınmasına neden olur. Söz gelimi yemek ve çiftleşme arzusunun hiçbir sınır tanımayacak şekilde, tüm gerekleri yerine getirilerek serbest bırakılması insanı çalışmak, toplumsal fonksiyonlar icra etmek, ev işlerini düzenlemek ve çocuk yetiştirmek gibi yerine getirilmesi zorunlu bireysel ve toplumsal görevlerin şahsında somutlaşan hayatî görevleri ihmal etmek durumunda bırakır. Şehevî (çekici) ve öfkesel (itici) diğer güçlerin kontrolsüz bir şekilde işlevselleştirilmesi için de aynı durum geçerlidir. Yaşadığımız sürece, bunun da çeşitli örneklerini hem kendimizde, hem de başkalarında gözlemleyebiliriz.
Hiç kuşkusuz bu ifrat ve tefrit insanlığın helâki demektir. Çünkü insan, bu farklı güçleri kendi sultası altında bulunduran nefisten başka bir şey değildir. Insanın, bu güçleri kendi amelleriyle dünya ve ahiret mutluluğu yolunda yönlendirmekten başka bir işlevi yoktur. Mutluluk yolu ise, tekâmüle doğru bilgisel bir hayattan başka bir şey değildir. Bu yüzden her güce, diğer güçlerle çatışma-
Mâide Sûresi 15-19 ................................................. 455
yacak veya onları baştan geçersiz kılmayacak bir pay ve bir etkinlik alanı ayırması, insan için kaçınılmazdır.
Bu demektir ki, insanın insanlık anlamını kendi şahsında somut olarak gerçekleştirmesi, bütün güçleri arasında denge oluşturmasına ve her birinin orta yolda, kendisi için öngörülen çizgide etkinlik göstermesini sağlamasına bağlıdır. Insanın varoluşsal olarak sahip olduğu bu güçler arasında olması öngörülen denge olgusunu hikmet, cesaret ve iffet gibi üstün ahlâkı temsil eden niteliklerle isimlendiririz. Adalet ise, bunların tümünü içeren bir kavramdır. Hiç kuşkusuz insanın varoluşsal olarak bünyesinde barındırdığı bu düşünceleri algılaması, insanî bilgi ve ilim noktasında derinlik kazanması, adı geçen bu şuursal güçlerin etkinliklerini ve gereksinimlerini sergilemeye başlamaları ile birlikte gündeme gelir. Bu demektir ki insan, oluşunun ilk demlerinde bu derin bilgiler ve geniş kavrayışlar açısından eli boş durumdadır. Bu durum içsel güçlerin ihtiyaçlarını algılayıp, isteklerini ve arzularını kendilerince önermeye başlamalarına kadar devam eder. Işte bu basit, ilkel algılayışlar insan bilgilerinin kay-nağını oluşturmaktadır. Daha sonra insan, bunları yerine göre genelleştirir, yerine göre özelleştirir; kimileri arasında bileşimler yapar, kimilerini ayırır ve sonuçta insanî düşünceler tamamlanmış olur.
Bu noktada basiret sahibi insan, karşıt güçler arasında birine aşırı derecede uymanın, bu gücün taleplerini karşılama noktasında savurganca davranmanın düşünce ve bilgi açısından bir sapıklığa yol açacağını tahmin eder. Çünkü bu durumda boyunduruğu altına girilen gücün onayladıkları, diğer güçlerin onayladıkları olguları ve düşünceleri boğacaktır. Diğer güçlerin gerekleri görmezlikten gelinecektir.
Deneyimler bu gerçeği somut bir şekilde gözler önüne sermektedir. Çünkü şehvet düşkünü, varlık içinde şımaran aşırı bireylerin ve beşerî toplumların sosyal hayatlarını ifsat eden zalim, azgın tağutların tavırlarında gözlemlediğimiz şey, işte bu sapıklıktır. Böyle insanlar şehvetin girdabına girmişlerdir; içki,
456 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
le insanlar şehvetin girdabına girmişlerdir; içki, müzik ve kadın motifleriyle süslü, zevkten akılları buğulanmış bu insanlar, insanî yükümlülükleri ve önemli işleri düşünecek durumda değildirler. Insanî değerler noktasında ancak yiğit insanlar yarışırlar. Zevk içinde yüzen insanlarınsa oturuşlarına, kalkışlarına, toplanışlarına ve dağılışlarına şehvet ruhu egemen olur.
Aynı şekilde, Allah'ın kulları üzerinde egemenlik kuran müstekbir tağutlar taş yürekli olurlar; yumuşaklığı, şefkati, tevazuyu ve alçak gönüllülüğü, zorunlu olan hâllerde bile akıllarına getirmeleri tasavvur edilemez. Bunların hayatları, iğrenç hâllerinin somut bir göstergesidir. Bu hâllerini konuşmalarından, susuşlarından, bakışlarından, gözlerini kibirle kapayışlarından, bir şeye yönelmelerinden ya da bir şeye sırtlarını çevirişlerinden gözlemlemek mümkündür. Bunların tümü, bilgilenme bağlamında yanlış bir yol tutmuşlardır; bunların her bir grubu sapık, muharref ve subjektif bilgilerinin üzerine kapanır, bundan ötesini asla görmez. Yararlı bilgileri ve gerçek insanî değerleri görmezlikten gelir. Çünkü bir insanın gerçek değerlere ve yararlı bilgilere sahip olması, güzel bir ahlâka sahip olmasına; insanî faziletlerle bezenmiş olmasına, diğer bir ifadeyle takva sahibi olmasına bağlıdır. Değerlendirmelerimiz sonucu gördük ki, salih ameller güzel ahlâ-kı, güzel ahlâk gerçek bilgileri, yararlı ilimleri ve doğru düşünceleri korur. Amelini beraberinde taşımayan ilimde hayır yoktur. Bu konuyu, açıklamayı gerektirdiği için ilmi ve ahlâkı bir perspek- tiften ele aldık. Fakat yüce Allah, bu meseleyi son derece çarpıcı bir şekilde bir tek cümlede ifade etmiştir: "Yürüyüşünde tutumlu ol." (Lokmân, 19) Bu ifade, hayat yolculuğunda mutedil, dengeli olmaktan, orta bir yol izlemekten kinayedir. Başka ayetlerde de şöyle buyrulmuştur: "Allah'tan korkarsanız, O size iyi ile kötüyü ayırt edici bir anlayış verir." (Enfâl, 29), "Kendinize azık alın, çünkü azıgın en iyisi takvadır. Ey akıl sahipleri! Benden korkup-sakının." (Bakara, 197) Demek isteniyor ki siz, basiretli, akıl sahipleri, aklınızı kullanabilmeniz için takvaya muh-
Mâide Sûresi 15-19 ....................................................... 457
taçsınız. Yine de neyi kastettiğini Allah herkesten daha iyi bilir. Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Nefse ve onu şekillendirene, ona bozuklugunu ve korunmasını ilham edene andolsun ki, nefsini temizleyen iflâh olmuş, onu kirletip örten, ziyana ugramıştır." (Şems, 7-10), "Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz." (Âl-i İmrân, 130)
Bir de ters açıdan meseleye yaklaşalım: Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı zayi ettiler, şehvetlerine uydular. Bunlar da azgınlıklarının cezasına ugrayacaklardır. Ancak tövbe eden, inanan ve iyi işler yapan-lar başka." (Meryem, 59-60) Burada, şehvete uymanın insanı azgınlığa yönelteceği vurgulanıyor. Diğer bir ayette ise şöyle buyruluyor: "Yeryüzünde haksız yere büyüklenenleri ayetlerimden uzaklaştıracagım. Onlar her ayeti görseler de yine ona inanmazlar. Dogru yolu görseler, onu yol edinmezler; ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Çünkü onlar, ayetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular." (A'râf, 146) Bu ayette, gazap (öfke) gücünün tutsaklarının hak-ka tâbi olmaktan alıkondukları, azgınlık yoluna itildikleri vurgulanıyor. Sonra bunun nedeninin hakkı umursamamaları olduğu belirtiliyor.
Bir diğer ayette şöyle buyruluyor: "Andolsun, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık ki, kalpleri var, fakat onlarla anlamazlar; gözleri var, fakat onlarla görmezler; kulakları var, fakat onlarla işitmezler. Işte onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapık. Işte onlar gafillerdir." (A'râf, 179) Bu ayette, adı geçen umursamazların, insana özgü gerçek bilgileri umursamadıkları belirtiliyor. Kalpleri, gözleri ve kulakları mutlu insanın insanî erdemler bağlamında ulaştığı sonuçları algılamaktan alıkonmuşlardır. Onlar yalnızca hayvanların aldıkları hazzı alırlar ya da onlardan bile daha sapık bir durumla karşı karşıya olurlar. Yani evcil hayvanların, yırtıcı hayvanların eğilimlerine, alışkanlıklarına benzer düşüncelere sahip olurlar. Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan şu husus belirginleşi-
458 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
yor: Kur'ân-ı Kerim'in düşünme, tezekkür ve akletme eylemleri bağlamında takva sıfatına sahip olmayı şart koşması ve ilmi amelle birlikte zikretmesi, düşüncenin doğrulması, ilmin doğru olması, hayvanî vehimlerden ve şeytanî empozelerden arınması amacına yöneliktir.
Bir de inkârı mümkün olmayan Kur'ânî bir gerçek var bu hususta. Şöyle ki: Insan ilâhî velayet sahasına girip kutsal ve kibriyaî huzura yaklaşınca, göklerin ve yerin melekûtunu gösteren bir kapı açılır önünde. Bu kapıdan bakınca başkalarının göremediği Allah- 'ın büyük ayetlerini, karşı konulmaz azametinin, üstünlüğünün ve egemenliğinin sönmez nurlarını gözlemler. Imam Sadık (a.s) şöyle der: "Eğer Âdem Oğullarının kalplerinin etrafında şeytanlar dönüp dolaşmasalardı, göklerin ve yerin melekûtunu görürlerdi."1
Ehlisünnet'in rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Eğer çok konuşmanız ve kalplerinizin bozulması olmasaydı, benim gördüklerimi görür, işittiklerimi işitirdiniz."
Bir ayette şöyle buyrulmuştur: "Bizim ugrumuzda cihat edenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz. Allah iyilik edenlerle beraberdir." (Ankebût, 69) Şu ayet de, belirgin bir şekilde bu hususa işaret etmektedir: "Ve sana yakin gelinceye kadar Rabbine kulluk et." (Hicr, 99) Dikkat edilirse bu ayette yakin (kesin bilgi) ibadetin bir sonucu olarak gösterilmektedir. Şu ayette de aynı hususa yönelik bir işaret vardır: "Böylece biz Ibrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki... kesin inananlardan olsun." (En'âm, 75) Burada da kesin inanç (yakin) niteliği melekûtun gözlemlenmesiyle irtibatlandırılmıştır.
Aşağıdaki ayetlerde de aynı noktaya temas edilmiştir: "Hayır, kesin bilgi ile bilseydiniz, elbette cehennemi görürdünüz. Sonra onu yakin gözlerinizle göreceksiniz." (Tekasür, 5-7), "Muhakkak ki, iyilerin yazısı Illiyyin'dedir. Illiyyin'in ne oldugunu sen nereden bileceksin? Yazılmış bir kitaptır. Yaklaştırılmış olanlar onu görür- ------- 1- [Mahaccet-ül Beyza, c.3, s.18]
Mâide Sûresi 15-19 ......................................................... 459
ler." (Mutaffifîn, 18-21) Konuyla ilgili daha doyurucu açıklamalar, "Sizin dostunuz ancak Allah ve O'nun elçisidir..." (Mâide, 55) ayeti ve "Ey inananlar, siz kendinize bakın..." (Mâide, 105) ayeti incelenirken yapılacaktır.
Şimdi bu gerçeğin tartışılmazlığı ile, bizim yukarıda vurguladığımız, "Kur'ân insanın yaratılışına esas oluşturan ve insan hayatının temel dayanağı konumundaki fıtratın öngördüğü düşünce yöntemini destekler" gerçeği arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bu husus düşünsel yöntemden ayrıdır, ilâhî bir bağıştır. Allah bunu kullarından dilediği kimselere özgü kılar. Sonuç muttakilerindir.
Bu incelemede genel bir yaklaşımla, Islâmî düşünce tarihi ve bu hususta farklı mezheplere ve akımlara mensup Islâm ümmetinin izlediği yöntem üzerinde duracağız. Bunu yaparken mezheplerden birini haklı çıkarmak ya da çürütmek gibi bir amaç gütmeyeceğiz. Olayları Kur'ân mantığı doğrultusunda sunacak, bu bağlamda Kur'ân'a uyanı ve uymayanı tespit etmeye çalışacağız. Bu arada muvafıkların övündükleri ve muhalif olanların mazeret olarak sundukları şeylerin ne köklerine, ne de dallarına inmeyeceğiz. Bu bizim işimiz değil. Mezhebî olsun olmasın, bu farklı bir araştırma yöntemidir.
Kur'ân-ı Kerim, yasal sisteminin mantığı çerçevesinde insan hayatının tüm alanlarıyla ilgilidir. Bu bağlamda hiçbir kayıt ya da şartla sınırlı değildir. Bireyiyle, toplumuyla; küçüğüyle, büyüğüyle; erkeğiyle, dişisiyle; beyazıyla, siyahıyla; Arabıyla, Acemiyle; kentlisiyle, köylüsüyle; âlimiyle, cahiliyle; hazır olanıyla, hazır olmayanıyla her zaman ve her mekandaki insan türüne hükmeder. Insanın inanç, ahlâk ve pratik hayatla ilgili her meselesine müdahale eder. Kur'ân, insan hayatının her alanında belirginleşen tüm bilimlerle ve sanatlarla ilgilidir. Derin düşünmeyi, tefekkür etmeyi, öğüt almayı ve akletmeyi teşvik eden ayetleri üzerinde düşünüldüğü
460................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
zaman, Kur'â-n'ın göksel, yersel, bitkisel, hayvansal ve insanî meseleler gibi evrenimizin unsurları, aynı şekilde fizik âleminin ötesindeki melekler, şeytanlar, levh ve kalem gibi konular hakkında bilgi edinmeyi, cehaleti or-tadan kaldırmayı istediği görülecektir. Kur'ân'ın bu teşviklerinin amacı, bu alandaki bilgiyi, Allah'ı tanıma ve yine herhangi bir biçimde insanın sosyal mutluluğuyla ilintili olan ahlâk kurallarını, yasaları, hakları ve sosyal hükümleri tanımaya ulaştıran bir araç hâline getirmektir.
Artık biliyoruz ki Kur'ân, fıtratın kaçınılmaz olarak öngördüğü fıtrî düşünce yöntemini destekler. Ki insanın, mantıksal bir süreçle fıtratın öngördüğünü göz önünde bulundurarak bu çağrıdan kaçışı mümkün değildir.
Bizzat Kur'ân kanıt, cedel (tartışma) ve öğüt gibi mantıksal teknikleri kullanır. Yol göstericiliğini yaptığı ümmeti bu konuda kendisine uymaya çağırır, amel kapsamına girmeyen gerçekler bazında [nazarî konularda] kanıta dayanarak hareket etmelerini; bunun dışındaki hususlarda [amelî konularda] ise, genel kabulleri, tartışılmaz önermeleri veya ibret verici olguları esas almalarını ister. Kur'ân-ı Kerim, amaçlarının açıklanması açısından Hz. Peygamber efendimizin (s.a.a) sünnetini dikkate alır ve muhataplarına Allah Elçi-sinin (s.a.a) bir model olduğunu belirtir. Nitekim bu mesajı algılayan ilk Müslümanlar Peygamberin söz ve davranışlarını özenle takip ederek ezberliyorlardı. Hz. Peygamberin (s.a.a) ilmî yöntemini bir talebenin öğretmenini taklit etmesi gibi taklit ediyorlardı.
Halk, Peygamber zamanında (Medine'ye yerleştiği dönemi kastedi-yoruz) Islâmî eğitim açısından henüz yolun başındaydı. Durumları, ilim ve sanatın sistematize edilişi açısından, ilk insanların durumunu andırıyordu. Ilmî araştırmaları önemsemelerine rağmen buna ilişkin faaliyetleri basitti ve teknik bir çalışmadan söz edilemezdi. Öncelikle Kur'ân'ı ezberlemeye ve okumaya gayret gösterdiler. Yazıya geçirmeksizin Hz. Peygamberin (s.a.a) hadisle-
Mâide Sûresi 15-19 ...................................................... 461
rini ezberleyip başkalarına naklediyorlardı.
Zaman zaman kendi aralarında kelâmî konular üzerinde tartışmalara girdikleri de oluyordu. Diğer dinlerin mensuplarıyla, özellikle Yahudi ve Hıristiyanlarla tartışırlardı. Çünkü Arap yarımadasında, Habeşistan ve Şam civarında Yahudi ve Hıristiyan topluluklar bulunuyordu. Bu realite, kelâm ilminin ortaya çıkışını hazırladı. Bu arada cahiliye şiirini rivayet etmekle de meşgul oluyorlardı. Şiir rivayeti, Arap ulusuna özgü bir gelenekti. Islâm, bu konuyla ilgilenmemiştir. Kitapta bir kelimeyle bile olsa şiirin ve şairlerin övüldüğüne, sünnette fazla bir övgüyle söz edildiğine rastlanmaz. Sonra Resulullah'ın (s.a.a) vefat etmesinin ardından bilinen hilafet olayı ortaya çıktı. Hilafetle ilgili olarak ortaya çıkan ihtilaf, mevcut ihtilaf kapılarına bir kapı daha ekledi. Birinci halifenin döneminde, Yemame Savaşında çok sayıda Kur'-ân hafızının şehit olması üzerine Kur'ân bir mushaf hâline getirildi. Onun halifeliği zamanından sonra -ki yaklaşık iki yıl sürdü- ikinci halife döneminde durum bu minval üzere devam etti. Ikinci halife zamanında, Müslümanların elde ettikleri büyük fetihler sayesinde Islâm'ın sesi yayıldı, etkinlik alanı genişledi. Fakat bu alana yönelik ilgi, Müslümanları ilmî bağlantılar bazında derinlik kazanmaktan, ilim alanında ilerleme kaydetmekten alıkoyuyordu. Ya da Müslümanlar sahip oldukları ilmî düzey açısından genişleme ve yayıl-ma gereğini duymuyorlardı. İlim ve onunla elde edilen erdem, somut bir olgu değildir ki, bir millet onu bir başkasında tanısın. Tersine ilmi elde etmenin yolu, bir sanatla bağlantı içinde olmasıdır. Bunu izleyen aşamada ilmin etkileri somut olgulara yansır ve herkes bunu somut olarak gözlemler. Peş peşe gelen bu fetihler bir karakteri de depreştirdi. Nebevî terbiye sonucu bastırılan Arap cahiliye karakterini, yani gurur ve büyüklük kompleksini. Artık Araplarda da zorba ve egemen ulus-
462............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
larda rastlanan ceberut ruh dolaşmaya başladı. Yavaş yavaş onların karakteristik özelliği hâline geldi. Bunun en somut kanıtı, o günkü İslâm ümmetini Araplar ve Mevalîler=köleler şeklinde ikiye bölmenin yaygınlaşmasıdır.
Dönemin Şam valisi Muaviye, Müslümanlar arasında Kayser kralı ve bir imparator gibi davranıyordu. Bunun gibi, tarihin İslâm ordularıyla ilgili olarak anlattığı daha birçok yozlaşmaların somut örnekleri gösterilebilir. Kuşkusuz bu tutkulara dalınarak yapılan hareketlerin, ilmî çalışmalar ve özellikle Kur'ân eğitimi üzerinde etkisi vardı. İlim olarak yaptıkları şey Kur'ân okumaktan ibaretti. Kur'ân üzerinde çalışmalar ilerleme kaydetmeden olduğu yerde sayıyordu. Ortada Zeyd, Ubeyy ve bn-i Mesud gibi sahabelere nispet edilen Mushaflar vardı.
Hadis ise, belirgin bir yaygınlık kazanmıştı. Hadis nakletme ve ezberleme işi birçok kişinin uğraşı hâline gelmişti. Öyle ki Ömer, çok hadis rivayet eden bazı sahabeleri bu işten men etmişti. Ehlikitab'a mensup bazı kimseler de İslâm'a girmişlerdi. Hadisçiler, kitaplarında geçen birçok haberi, peygamberleri ve ümmetleriyle ilgili kıssaları onlardan öğrenmişlerdi. Bunları, ezberledikleri Peygamber (s.a.a) hadisleriyle karıştırdıkları oluyordu. Bu sırada hadis uydurma, rivayetleri tahrif etme işi de yoğun bir etkinlik gösteriyordu. Bugün elimizde bulunan, Islâm'ın ilk döneminde sahabeden ve onların ravilerinden nakledilen birçok kesin hadisler içinde, açıkça Kur'ân'la çelişen hadislere çok rastlanabilir.
Bunun nedenlerinin başlıcalarını, üç başlık hâlinde değerlendirme- miz mümkün olabilir:
1- Halkın Peygamberin (s.a.a) ashabına ve ondan hadis aktarmaya verdikleri yüksek değer, sahabeye ve sahabeden nakilde bulunanlara gösterilen saygı ve yücelik, ashaptan hadis almaya yöneltti. Bu konuda o denli aşırı gittiler ki, Ehlikitap'tan Müslüman olanların eski dinlerinin kaynaklarından aktardıkları hikayeleri de alıp naklettiler. Bu arada hadis nakledicileri arasında şiddetli bir rekabet ortamı oluştu. Öne geçme ve övünme hususunda birbirle-
Mâide Sûresi 15-19 .......................................................... 463
riyle yarış hâlindeydiler.
2- Hadis ezberleme ve nakletme hususunda aşırı bir hırs içinde olmaları, hadisleri ayıklamalarını, anlamları üzerinde düşünmelerini, özellikle onları Kur'ân'la test etmelerini engelliyordu. Oysa Kur'ân, dinin dayandığı temeldir, ayrıntıların doğduğu köktür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.a) de sahih bir rivayette belirtildiği gibi onlara bunu tavsiye etmişti: "Yakın bir zamanda benim adıma konuşanlar çoğalacaktır..." vs.
Böylece Müslümanlar arasında Allah'ın sıfatları, isimleri ve fiilleriyle ilgili uydurma hadislerin yayılmasına fırsat doğdu. Peygamberlere küçük düşürücü sürçmeler nispet edildi. Yaratılış ve varoluşla ilgili asılsız hurafeler uyduruldu. Geçmiş milletlere ilişkin kıssalar her yerde aktarılır oldu. Kur'ân'ın tahrif olmasına ilişkin hadisler uyduruldu. Bu bakımdan Tevrat ve İncil'in içeriklerinin neredeyse benzerlerine Kur'ân maruz kaldı.
Bu süreçte, öncelik ve uygulanabilirlik bakımından Kur'ân ve sünnet arasında bir ayırıma gidildi. Şeklî öncelik Kur'ân'a verilirken, amelde hadis esas alındı. Çok geçmeden Kur'ân, amel bazında terkedilmiş oldu. Hadisin Kur'ân'la test edilmemesi tavrı, sözlü olarak reddedilse bile, bugün hâlâ devam eden bir uygulamadır. Kur'ân bu olguyu şöyle dile getirir: "Elçi der ki: Ya Rabbi! Kavmim, bu Kur'ân'ı terk edilmiş bıraktılar." (Furkân, 30) Yalnızca nebevî mirası birbirlerinden devralan bireyleri bu genellemenin dışında tutabiliriz. Bu gösterilen müsamaha ve ihmalkârlıktan dolayıdır ki, Islâm- 'a giren birçok ulus, eski dinlerinden kaynaklanan hurafeleri Islâm- 'a girdikten sonra muhafaza edebilmişlerdir. "Hastalık, hastalık doğurur."
3- Resulullah'tan (s.a.a) sonra hilafetle ilgili olarak yaşanan gelişmeler, Müslümanların genelinin Peygamberin Ehlibeyti hakkında farklı görüşlere sahip olmalarına yol açtı. Bir kısım Müslüman onlara sıkı sıkıya sarıldı, onlara yöneldiler. Diğer bir kısım, Ehlibeyt'i görmezlikten geldi, onları ve Kur'ânî bilgiler bazındaki seç-
464........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
kin konumlarını önemsemez bir tutum sergiledi. Bazıları onlara öfke duydu, onlara sövmeyi şiar edindi. Oysa Hz. Peygamber (s.a.a), hiçbir Müslüman'ın sıhhatinden ve kanıtsallığından kuşku duymayacağı bir hadiste, Ehlibeyti'ni tavsiye etmişti, onlardan öğrenmelerini, onlara bir şey öğretmeye kalkışmamalarını, onların Allah'ın kitabını başkalarından daha iyi bildiklerini vurgulamıştı.
Hz. Peygamber, Ehlibeyt'in kitabı tefsir ederken yanlış yapmadığını, onu anlamada yanılmadığını da dile getirmiştir. Mütevatir düzeyindeki Sekaleyn hadisinde şöyle buyuruyor: "Sizin içinizde iki değerli şey bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve Ehlibeyt'im. Bunlar havuz başında benimle buluşuncaya kadar birbirlerinden ayrılmazlar." Bu hadisin diğer bazı kanallardan aktarılan bir versiyonunda ise, şu ifadeye yer verilir: "Onlara öğretmeye kalkışmayın, çünkü onlar sizden daha iyi bilirler."
Peygamberimizin (s.a.a) birçok kanaldan rivayet edilen bir hadisi de şöyledir: "Kur'ân'ı kişisel görüşü doğrultusunda tefsir eden kimse, ateşteki oturağına şimdiden hazırlansın." Tefsirimizin 3. cildinde muh-kem ve müteşabih konusunu işlerken bu hadis üzerinde durduk.
İşte Kur'ân bilimleri ve teşvik edilen düşünce yöntemi bazında meydana gelen en büyük felâket ve gedikti bu. Ehlibeyt'i görmezlikten gelmenin en somut tanığı, onlardan (Allah'ın selâmı onlara olsun) rivayet edilen hadislerin azlığıdır. Halifeler zamanında hadis ilminin gördüğü itibarı, saygınlığı, popülariteyi, bunun yanında halkın hadis öğrenme hususundaki hırsını, istekliliğini, bir de Ali'den, Hasan'dan ve Hüseyin'den, özellikle tefsir alanında yapılan rivayetleri göz önünde bulundurduğunuz zaman şaşırmamanız mümkün değildir.
Örneğin, sahabeler Hz. Ali'den (a.s) kayda değer bir rivayet etmemişlerdir. Tâbiîlerinse, Kur'ân'ın tümüyle ilgili olarak ondan aktardıkları rivayetlerin sayısı -bir sayıma tâbi tutulursa- yüzü bulmaz. Hz. Hasan'dan (a.s) nakledilen rivayetlerin sayısı on bile
Mâide Sûresi 15-19 ................................................... 465
değildir. Hz. Hüseyin'den (a.s) aktarılan rivayetlerse, o kadar az ki, burada sözünü etmeye bile değmez. Hâlbuki bazıları sırf Sünnî kanallardan aktarılan tefsirle ilgili rivayetlerin sayısının yetmiş bin olduğunu belirtir.1 Aynı oran fıkıhla ilgili rivayetler için de geçerlidir.2 Bu, onların Ehlibeyt'i (a.s) terk ettiklerini ve hadislerini görmezlikten geldiklerini mi, yoksa onlardan hadis aldıklarını, hem de çok rivayet edindiklerini; ancak Emevî devleti zamanında, Emevîlerin Ehlibeyt'e karşı tavır almalarından dolayı bunları gizlemek, dolayısıyla unutmak zorunda kaldıklarını mı gösterir? Bilemiyoruz! Ne var ki, birinci ve ikinci Kur'ân'ı toplama, Mushaf hâline getirme girişimlerinde Hz. Ali'nin (a.s) bir kenarda tutulması, bu girişime katılmasının önlenmesi, ayrıca Hasan ve Hüseyin'in (a.s) yaşam hikayeleri birinci ihtimali güçlendirmektedir.
Hz. Ali'nin sözlerini görmezlikten gelme, hadislerini inkâr etme eğilimi o düzeye varmıştı ki, çarpıcı açıklamalar içeren göz kamaştırıcı hutbelerinden ve derin etkiye sahip olağan üstün sözlerinden oluşan Nehc-ül Belâğa'nın onun sözü olmasını dahi inkâr ettiler. Buna karşın Ziyad b. Ebih'in "el-Hutbet-ul Betra"sını ve Yezid'in şaraba övgüler düzdüğü şiirlerini tereddütsüz, tartışmasız alıp rivayet ettiler. İki kişinin bu konuda ihtilaf ettiklerini göremezsiniz! Ehlibeyt bu şekilde baskı altında tutuldu ve hadisleri, sözleri, açıklamaları görmezlikten gelindi. Ta ki, Imam Muhammed Bâkır (a.s) ve İmam Cafer Sadık (a.s) Emevî devletiyle Abbasî devleti arasındaki rekabetin sağladığı bir sükûnet ve barış ortamında ortaya çıkıp, atalarının yitik hadislerini yeniden gün yüzüne çıkardırlar; ----- 1- Suyutî "el-Itkan" adlı eserinde bu rakamı verir. Bunun, "Tercüman-ul Kur'ân" ve onun özeti dediği "ed-Dürr-ül Mensûr" adlı tefsirinde yer alan rivayetlerin sayısı olduğunu belirtir. 2- Bazı araştırmacılar Hz. Hüseyin'den (a.s) rivayet edilen fıkıhla ilgili iki hadis gördüklerini söylerler.
466 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
unutulmaya terk edilen, silinen izlerini yeniden canlandırdılar. Ne yazık ki onların, atalarının ve oğullarının ve sair Ehlibeyt Imamlarının (a.s) hadisleri de dış müdahalelerden kurtulamadı; tıpkı Resulullah'ın (s.a.a) hadisleri gibi onların sözlerinin arasına uydurma sözler, art niyetli katkılar serpiştirildi. Adı geçen her iki Imam (a.s) bu girişimlere açıkça dikkat çekmişler ve Muğire b. Said, bn-i Ebi'l Hat-tab vb. birtakım uydurmacıların adlarını vermişlerdir. Ehlibeyt Imamları (a.s) hem kendilerinden, hem de Resulullah'tan (s.a.a) rivayet edilen birçok hadisi reddetmişlerdir ve ashabına, taraftarlarına (Şiîlerine) kendilerinden aktarılan rivayetleri Kur'ân'la test etmelerini, Kur'ân'a uyanı alıp, Kur'ân'la bağdaşmayanı terk etmelerini emretmişlerdir.
Ne var ki, -çok azı müstesna- Şiîler bu uyarıları dikkate almamış, özellikle fıkıh alanının dışındaki hususlarda bu doğrultuda bir pratik geliştirmemişlerdir. Sünnîler Peygamberin (s.a.a) hadisleri konusunda nasıl duyarsız ve özensiz davranmışlarsa, onlar da Ehlibeyt hadisleri hususunda benzeri bir duyarsızlık, özensizlik içinde olmuşlardır.
Bu konuda öyle bir aşırılık içinde olmuşlardır ki bir grup, "Kitabın zahiri kanıt olmaz, buna karşılık 'Misbah-uş Şeria', 'Fıkh-ur Rızâ' ve 'Cami-ul Ahbar' kanıt olur" demişlerdir. Bu aşırılığın, bu ölçüsüzlüğün bir diğer örneği de bazı Şiî grupların, "Kur'ân'ın açık anlamına muhalif olsa bile hadis Kur'ân'ı tefsir eder" demeleridir. Bu, bazı Sünnî grupların, "Hadis kitabı nesheder" demelerinin Şiî dünyadaki yansımasından başka bir şey değildir.
Bu nedenledir ki, ümmetin manzarasını dışarıdan gözlemleyen biri şunu söylemekten kendini alamaz: "Sünniler kitabı aldılar, Ehlibeyt'i terk ettiler." Bu, sonuçta kitabı da terk etmeleri anlamına geliyordu. Çünkü Hz. Peygamber, "O ikisi birbirinden ayrılmazlar." buyurmuştur. Şiîler de Ehlibeyt'i alıp kitabı terk ettiler. Bu, Ehlibeyt'i de terk etmeleri anlamına geliyordu. Çünkü Hz. Peygamber
Mâide Sûresi 15-19 ........................................................ 467
(s.a.a.): "O ikisi birbirlerinden ayrılmazlar." buyurmuştur. Bu da, bütün ümmetin hem kitabı, hem de Ehlibeyt'i (kitabı ve sünneti) birlikte terk ettiklerini gösterir.
Hadis alanında izlenen bu yöntem, Islâmî bilimler genel başlığı altında incelediğimiz dinî ve edebi bilimlerin Kur'ân'la bağlantılarının kesilmesine neden olan faktörlerden biridir. Oysa bu bilimlerin tümü kökü sağlam, dalları göğe doğru yükselmiş ve Rabbinin izniyle her an meyvelerini sunan bu temiz ve güzel ağacın dalları ve meyveleri konumundadır. Buna karşın pratik durumu gözlemlediğimizde, bu bilim-lerin tümünün Kur'ân'a hiçbir şekilde ihtiyaç duymayacak tarzda siste-matize edildiklerini görürüz. Söz gelimi bir öğrenci bunların tamamını, sarf, nahiv, beyan, gramer, hadis, rical, dirayet, fıkıh ve usul bilimlerini sonuna kadar öğrendiği, iyice pekiştiği, sonra içtihat düzeyine ulaştığı, bu bilimlerin uzmanı hâline geldiği hâlde Kur'ân'ı okumamış, Mustafa hiç el sürmemiş olabiliyor. Kur'ân'a ait bir fonksiyon olarak, sevap kazanmak ve çocukları kötülüklerden koruması için muska yazmaktan başka bir şey kalmıyor! Eğer bu tip insanlardan isen, ibret almalısın. Şimdi asıl konumuza dönelim:
Kur'ân ve hadisle ilgili araştırmaların Ömer zamanındaki durumunu açıkladık. Bu dönemde daha çok kelâmî araştırmaların alanı genişliyordu. Bunun gerisindeki faktörde, geniş toprak parçalarının fethedilmesiyle birlikte, Müslümanların doğal olarak başka uluslarla, dinlerle ve mezheplerle karşılaşıp karışmalarıydı. Bunların içinde de dinler ve mezhepler alanında araştırmalarıyla bilinen bilginler, hahamlar, papazlar ve patrikler vardı. Bunun sonucu, kelâmın meşalesi yükseldi; ancak bu bilim henüz kendine özgü bir sistematiğe kavuşmamıştı. Çünkü kelâmla ilgili eserler, daha çok bu dönemden sonraki kuşaklar tarafından kaleme alınmışlardır. Osman zamanında da durum bu minval üzere devam etti. Ayrıca hilafete karşı bir halk ayaklanması meydana da geldi. Bu sırada sadece Kur'ân'ın cemi ve bir mushaf üzerinde görüş birliği sağlanabilmişti.
468 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Ali'nin (a.s) halifeliği döneminde de aynı süreç işledi. O daha çok iç çalkantılar sonucu bozulan Islâm toplumunu yeniden ıslah etmekle ve buna bağlı olarak patlak veren savaşlarla uğraştı. Bununla beraber, Hz. Ali (a.s) nahiv ilminin temellerini attı, ashabından biri olan Ebu'l Esved ed-Dueli'ye nahiv ilminin kurallarını dikte ettirdi. Bu kuralların parçalarını, ayrıntılarını bu sistem ışığında bir araya getirmesini emretti. Bundan başka birtakım açıklamalar yaptı, hutbeler okudu, hadisler irat etti. Bunlar da dinî bilgilerin özünü, göz alıcı Kur'ân sırlarını içeriyorlardı. Ayrıca Hz. Ali'nin kelâmî meselelere ilişkin birtakım açıklamalarının hadis kaynaklarında kayda geçirildiğini biliyoruz. Kur'ân ve hadis özelinde aynı hâl Muaviye zamanında, ondan sonra yönetime gelen Emevî ve Abbasî halifeleri döneminde takriben hicrî dördüncü yüz yılın başlarına kadar sürdü. Bu tarih, Şiîlerin on ikinci imamlarının son dönemlerine tekabül ediyordu. Bu süre içerisinde Kur'ân ve hadis araştırmaları yöntemiyle ilgili önemli bir çalışma gerçekleştirilemedi. Yalnızca Muaviye döneminde Ehlibeyt'in unutturulması, izlerinin silinmesi ve hadis uydurulması yönünde yoğun bir faaliyet içerisine girildi. Dinî yönetim biçimi, diktatör bir saltanata dönüşmüştü. Islâmî gelenek, yerini egemenlik peşinde koşan bir imparatorluğa bırakmıştı. Bir de Ömer b. Abdulaziz zamanında hadislerin yazıya geçirilmesi emredildi. O güne kadar hadisçiler, hadisleri dilden dile naklederek, ezberleyerek ve yazıya geçirmeksizin bu alandaki faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Bu dönemde Arap edebiyatı yaygınlık bakımından en doruk noktasına ulaştı. Bu yönelişe ilişkin ilk adımlar Muaviye zamanında atıldı. Şiirin yaygınlık kazanması için özel bir çaba harcıyordu. Ondan sonra başa geçen Emevî ve Abbasî halifeleri de bu politikayı izlediler. Bir şiir beyti için veya bir edebî nükte için yüzlerce, binlerce dinar bahşiş verildiği olurdu. Halifelerin bu cömertçe bahşişlerinin teşvikiyle insanlar, deyim yerindeyse şiire, şiir rivayetlerine, Arap kavimlerin haberlerine, "Eyyam-ul Arab"a (Arap Günleri=Arap
Mâide Sûresi 15-19 ........................................................ 469
Tarihi) çullandılar. Bu yolla çok servetler kazanmaları mümkündü. Bu eğilimin yaygınlaşması Emevîlerin işine geliyordu. Bu yüzden kesenin ağzını açmış, cömertçe harcıyorlardı. Böylece Haşim Oğullarına karşı konumlarını pekiştirmiş oluyorlardı. Sonra Abbasîler Fatıma Oğullarına üstünlük sağlamak amacıyla aynı yöntemi benimsediler. Bu arada halka karşı gösteriş için âlimlere de saygı gösteriliyordu. Böylece âlimleri diledikleri gibi yönlendiriyor, hükümlerini yürütüyorlardı.
Şiir ve edebiyat, ilmî mahfillerde o denli etkin olmuştu ki birçok âlim, aklî meselelerde veya ilmî araştırmalarda bir şairin şiirini veya örneğini kanıt gösteriyor, sonra da buna dayanarak hüküm veriyordu. Âlimler tartışma konusu olan birçok meseleyi gramer meseleleriyle ilintili olarak açıklamaya çalışırlardı. En azından konuyla ilgili grama-tik incelemeden sonra ilmî araştırmaya geçilirdi. Bütün bunlar araştırmacıların mantıkları ve bilimsel tarzları üzerinde derin etkiler bırakan olgulardır.
Bu dönemde kelâmî araştırmalar da yaygınlık kazandı. Kelâm üzerine kitaplar ve risaleler yazıldı. Çok geçmeden Eş'arî ve Mu'tezile adında iki büyük kelâm ekolü belirdi. Iki ekolün temel görüşleri halifeler zamanına, hatta Resulullah efendimizin(s.a.a) zamanına dayanıyordu. Cebir=zorlama, tefviz=sınırsız özgürlük, kader ve yapabilirlikle ilgili olarak Ali'den (a.s) rivayet edilen tartışmalar ve Peygamberimizden (s.a.a) aktarılan hadisler bunun kanıtıdır.1
Adı geçen iki ekol, farklı araştırma yöntemlerini benimsemeleriyle belirginleştiler. Mutezile, dinsel olgular karşısında aklın bağımsızlığını savunuyor, aklın kendi başına bir şeyin güzel veya çirkin oluşuna hük-medebileceğini öngörüyordu. Onlara göre, tercihe sebep olacak bir etken olmaksızın tercih çirkin olabilir. Yine güç ----- 1- Peygamberimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Ne cebir (zorlama) var ve ne de tefviz=tam serbestlik. Bu ikisinin ortası bir yol söz konusudur." Yine şöyle buyurmuştur: "Kaderiye, bu ümmetin Mecusîleridir."
470 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
yetirilemeyen bir yükümlülük (teklif-u ma la yutak) getirmek de çirkindir. Onlara göre insan, yapabilirlik gücüne sahiptir, fiillerinde tam serbestlik sahibidir vs.
Eş'arîler ise, dinsel metinleri aklın yargısının üstünde tuttular. Aklın kendi başına bir şeyin güzelliğine veya çirkinliğine hükmetmesini olumsuzladılar. Tercihe sebep olacak bir etken olmaksızın tercihin olabileceğini savundular. Insanın yapabilirliğini olumsuzladılar. Cebir düşüncesini savundular. Allah'ın kelâmının kadim olduğunu ileri sürdüler. Kitaplarında yer alan daha birçok konuyla temayüz ettiler.
Bunu izleyen süreçte kelâm disiplinine özgü bir terminoloji geliştirildi, ilgi alanına giren meselelerde bir artış gözlendi. Umur-i âmme=genel olgular diye tanımlanan hususlarla ilgili görüşler serdederek filozoflara alternatif değerlendirmelerde bulundular. Özellikle felsefeyle ilgili kitapların Arapça'ya tercüme edilmesinden ve felsefe eğitiminin Müslümanlar arasında yaygınlaşmasından sonra bu eğilim belirginlik kazandı.
Bazılarının ileri sürdüğü, "Kelâm ilmi, felsefî eserlerin Arapça'- ya tercüme edilmesinden sonra Mutezilîlik ve Eş'arîlik diye iki ayrı ekol şeklinde Müslümanlar arasında yayıldı" şeklindeki görüş doğru değildir. Bunun doğru olmadığının kanıtı, felsefî eserlerin tercüme edilmesinden çok önceleri, kelâmî meselelere ilişkin görüş ve rivayetlerin önemli bir kısmının gerek Eş'arîlerin, gerekse Mutezilenin eserlerinde yer almış olmasıdır.
Ortaya çıktığı günden Abbasî döneminin (Hicrî üçüncü asrın) başlarına kadar Mutezile ekolünün taraftarlarının sayısı, sosyal etkinlikleri ve egemenlikleri sürekli arttı. Sonra çöküş ve gerileme sürecine girdiler. Nihayet Eyyübîler bu mezhebin kökünü kuruttular. Bunun sonucunda mezhep bütünüyle çöktü. Eyyübîler zamanında ve onlardan sonraki dönemlerde Mutezile olmak suçundan o kadar çok insan öldürüldü ki, sayısını ancak Allah bilir. Bu sayede meydan Eş'arîlere kaldı. Karşılarına çıkacak bir rakip yoktu. Artık Eş'arîler bu alanda aşırılık denebilecek bir tutum sergilediler.
Mâide Sûresi 15-19 ..................................................... 471
Daha önce bu ekolün fıkıhçılarının günah saydığı meseleler üzerinde yoğunlaşmaktan kaçınmadılar. Ki bugüne dek Eş'arîliğe bağlılıklarını sürdürmektedirler.
Kelâm ilmiyle uğraşmak hususunda diğer ekollere oranla Şia'nın bir önceliği vardır. Şiîlerin kelâmî konularda ilk kez kendilerini göstermeleri Resulullah'ın (s.a.a) vefatının hemen sonrasında olmuştur. Büyük kısmı Selman, Ebuzer, Mikdat, Ammar, Amr b. Hamik gibi sahabelerden ve Reşid, Kumeyl, Meysem ve başka aleviler gibi tâbiînden oluşuyordu ki, bunlar Emevîler tarafından katliama uğratıldı.
Sonra Imam Bâkır ve Imam Sadık (a.s) zamanında ikinci kez bu alanda kök salıp güçlendiler. Araştırmalara, kitap ve risaleler yazmaya başladılar. Ancak hâlâ iktidarların yoğun baskısına maruz kalıyorlardı. Bu durum Büveyh Oğulları devleti zamanında1 bir parça can güvenliğine kavuşuncaya kadar devam etti. Sonra ikinci kez sesleri bastırıldı. Nihayet İran'da Safevî devletinin kurulmasıyla birlikte2 rahat ve güvenli bir atmosfere kavuştular. O gün bugündür aynı minval üzere devam ediyorlar.
Şiîlerin kelâm alanındaki çalışma tarzları, Eş'arîlerden çok Mutezilîyi andırıyor. Bu nedenledir ki, bazı görüşler birbirine karışmıştır. Aklen güzel ve çirkin şeylerin olabileceğini savunmak, tercih etmeyi gerektiren bir faktör olmaksızın tercih etme meselesi, kader ve tam serbestlik gibi.
Bu durum, bazılarının iki ekolü değerlendirirken yanılgıya düşmelerine neden olmuştur. Şia ve Mutezilenin kelâmî araştırmalar bazında aynı yöntemi esas aldıklarını, iki yarış atı gibi omuz omuza koştuklarını sanmışlardır. Ve bu sanılarında yanılmışlardır. Çünkü Şiîlerce kesinliği kabul edilen ve Ehlibeyt Imamlarından (hepsine selâm olsun) rivayet edilen temel prensipler hiçbir hususta Mutezilenin eğilimiyle örtüşmemektedir. ------- 1- Yaklaşık olarak Hicrî dördüncü asır. 2- Hicrî onuncu yüzyılın başları.
472 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Genel olarak kelâm ilmi, değerli bir disiplindir; dinin gerçek nitelikli bilgilerini, ilkelerini savunmaya yöneliktir. Ne yazık ki Müslüman kelâmcılar, araştırma yöntemi açısından yanılmışlardır. Aklî yargıları, bu bağlamda ayırt etme becerisini gösterememişlerdir. İleride bir parça açıklayacağımız gibi, hak olan ile kendi katlarında makbul olanı birbirine karıştırmışlardır.
Bu dönemde mantık, riyaziyat (matematik), pozitif bilimler, ilâhiyat (teoloji), tıp, pratik hikmet gibi kadim bilimler Arapça'ya tercüme edildi. Bu bilimlere ilişkin eserlerin bir bölümü Emevîler zamanında tercüme edildi, bu süreç Abbasîlerin ilk dönemlerinde zirveye ulaştı. Yunanca'dan, Rumca'dan, Hintçe'den, Farsça'dan ve Süryanice'den yüzlerce kitap Arapça'ya çevrildi. Insanlar değişik bilimleri öğrenmeye başladılar. Çok geçmeden kendi görüşlerini geliştirdiler. Bu alanda kitaplar, rİsaleler kaleme aldılar. Bu durum dönemin klasik ulemasının tepkisini çekiyordu. Özellikle dinin kesin prensipleriyle ilgili olarak Dehrîler, Natüralistler, Ma-niciler gibi inkârcılara özgü tavırları gözlemledikçe ulemanın öfkesi bir kat daha artıyordu. Bunun yanında filozof görünümündeki bazı Müslüman kökenli kişilerin dinin ve dindarların aleyhine yönelik sözleri de tepki çekiciydi. Bu filozof kılıklı insanlar Islâm'ın temel prensiplerini, şeriatın pak sembollerini küçümsüyor, ayıplıyorlardı. (Cehalet gibi hastalık yoktur.) Ulemanın en sert tepkisini çeken husus ise, bu sözde filozofların Astroloji ve Natüralizmden aşırma ve henüz ispatlanmamış ilkelere dayalı meselelere ilişkin ipe sapa gelmez sözler sarf etmeleriydi. Örneğin, Batlamyus feleklerinin durumu. Buna beşinci tabiat adını veriyorlardı. Bu tabiatın yırtılmaz ve kaynamaz olduğunu iddia ediyorlardı. Onlara göre felekler ve göksel varlıklar şahsen, unsurlar da tür olarak kadimdir. Aynı şekilde türlerin de öncesiz (kadim) olduklarına inanıyorlardı. Bunun gibi, ispatlanmamış temellere dayalı birçok fikir beyan ediyorlardı ki, felsefede bunların varlığına ilişkin en ufak bir kanıt yoktu. Fakat filozof kılıklı cahiller, bunları kanıtlanmış meseleler kalıbında sunarlardı.
Mâide Sûresi 15-19 .............................................................. 473
O dönemde sözde filozofların mensubu oldukları Dehrîler ve benzeri gruplar, bu asılsız görüşlerine başka mesnetsiz fikirler de ekliyorlardı. Örneğin, tenasuh (reenkarnasyon) düşüncesini savunuyorlardı. Ahiretin olmadığına, özellikle bedensel bir dirilişin olmayacağına inanırlardı. Bütün bunları, dinin açık prensiplerini eleştirme çabasının malzemeleri olarak kullanıyorlardı.
Söz gelimi içlerinden birisi çıkıp şöyle diyebiliyordu: Din, taklidî yükümlülükler sisteminden ibarettir. Peygamberler sade ve basit akılları eğitip olgunlaştırmak için bu sistemi geliştirmişlerdir. Gerçek bilim-lerle uğraşan filozoflarınsa, peygamberlere ve onların geliştirdiği sisteme ihtiyacı yoktur. Çünkü filozoflar olguları kanıtlama açısından önemli ve etkin bir konuma sahiptirler.
Bu tavır fıkıh bilginlerinin ve kelâmcıların tepkisini çekti. Karşılarında bir cephe oluşturarak düşüncelerini reddetmek ve mümkün olan her yolu kullanarak köklerini kurutmak için yoğun bir çaba içine girdiler. Karşı kanıtlar sundular, aleyhlerinde propaganda yaptılar, onlarla sosyal ilişkilerini keserek onları tekfir ettiler. Nihayet halife Mütevekkil zamanında birlik görüntülerini parçaladılar, topluluklarını dağıttılar, kitaplarını yok ettiler. Fıkıhçıların ve kelâmcıların bu atağı karşısında felsefe Islâm diyarından sökülüp atılacaktı ki, Muallim-i sani (ikinci öğretmen) Ebu Nasr Farabî (öl. H. 339) , ardından Şeyh Reis Ebu Ali Hüseyin b. Abdullah bn-i Sina (öl. H. 428) ikinci kez felsefeyi canlandırdılar. Daha sonra bn-i Miskeveyh ve Endülüslü bn-i Rüşd gibi tanınmış filozoflar ortaya çıkıp felsefî akımı güçlendirdiler. Felsefe, az sayıdaki bağlıları arasında hep yaşadı; kimi zaman güçlü, kimi zamanda zayıf bir görüntü sergiledi.
Gerçi felsefî eserler başlangıçta Arapça'ya tercüme edildi ve Araplar arasında yayıldı, ancak el-Kindi ve bn-i Rüşd dışında filozoflar çıkmadı Araplar arasında. Son zamanlarda felsefe Iran'da yerleşti. Müslüman kelâmcılar felsefeye karşı çıkıp felsefeyle uğraşanlara sert tepki gösterdilerse de, çoğunluğu mantık bilimini olumlu karşıladı. Bu bilimle ilgili olarak rİsaleler ve kitaplar kale-
474.........................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
me aldılar. Çünkü Müslüman kelâmcılar mantığı, fıtrî kanıtsama yöntemiyle örtüşen bir disiplin olarak algılıyorlardı. Ne var ki, -önceden açıkladığımız gibi- mantık bilimini yanlış kul-landılar. Gerçek tanımların ve bu tanımların parçalarının sınırlarına ilişkin yargıları rölatif (nispî) kavramlarla ilintili olarak da kullanmaya başladılar. Kıyasın cedel tekniğinden başka bir şeyin geçerli olmadığı nispî önermeler bazında burhan tekniğini esas alan bir tavır içinde oldular. Bir de bakarsın ki, kelâmcılar güzellik, çirkinlik, sevap, azap, a-mellerin boşa gitmesi ve fazilet gibi kelâmî objelerin cinslerinden, fasıllarından ve arazlarından söz ediyorlar! Oysa bu nere, gerçek tanım nere?
Bir bakarsın Füru-ü Dinden metodolojik ve kelâmî meseleler bağlamında zorunluluk ve imkânsızlık gibi şeyler kanıt olarak ileri sürülür. Kuşkusuz bunun adı, nispî olgular bazında gerçek olguları kullanmaktır. Yine, varlığı zorunlu zât (yüce Allah) ile ilgili olarak bazı olguları kanıtlamaya çalışırlarken, "Onun için şöyle yapmak zorunlu, şunu yapmak da çirkindir" gibi değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Böylece göreceli olgulara ilişkin yargıları gerçeklere uyarlamak durumunda kalmışlardır. Buna da burhan demişlerdir. Oysa, gerçekte kıyasın şiir tekniğinden başka bir şey değildir. Bu konuda aşırılıklar o düzeye vardı ki birileri çıkıp: "Yüce Allah, hükmünde ve fiilinde vehimden başka bir şey olmayan göreceliğin etkin olmasından münezzehtir. Dolayısıyla O'nun bir şekilde var ettiği veya yasalaştırdığı şeyler pratik gerçeklerdir" diyebilmiştir. Bir başkası da, "Yüce Allah, bir hüküm koyup da, ona ilişkin kanıt göstermeyecek durumda değildir. O her şeye güç yetirir. Dolayısıyla burhan=somut kanıt hem tekvinî, hem de teşriî şeyleri kapsar" deme cür'etini göstermiştir. Bunun gibi daha birçok söylenceyi gösterebiliriz. Ömrüme and olsun ki bu, bilimin ve bilim ehlinin uğrayabileceği musibetlerden biridir. Sonra böyle şeyler uydurup bilimsel kitaplarda bunları yazıp söz konusu etmek zorunda kalmak en büyük musibettir.
Bu dönemde Müslümanlar arasında tasavvuf ekolü ortaya çık-
Mâide Sûresi 15-19 ........................................................ 475
tı. Aslında bunun temelleri tâ halifeler dönemine dayanıyordu. O zamanlar züht adı altında kendini gösteriyordu daha çok. Sonra Abbasîlerin ilk dönemlerinde tasavvuf bir disiplin olarak belirginlik kazandı. Bayezid, Cüneyd, Şiblî ve Maruf gibi sembol mutasavvıflar ortaya çıktı.
Bunlara göre, insanın gerçek anlamda kemale ermesinin, gerçek bilgilere ulaşmasının yolu yalnız tarikata girmektir. Buna, "Gerçeğe ulaşmak için şeriat aracılığıyla bir tür riyazet yapma" da diyebiliriz. Bu anlayışa sahip Şiî ve Sünnî mutasavvıfların büyük çoğunluğu kendilerini Hz. Ali'ye (a.s) nispet ediyorlar. Sonra mutasavvıflar, keramet kabilinden birtakım iddialarda bulundular, dinin zahiri ve aklın hükmüyle çelişen birtakım görüşler savundular. Dinsel nasların dış görünüşü esas alan zahir ehlinin anlayamadığı gerçek anlamlarının bulunduğunu ileri sürdüler. Bu tür sözler fıkıh bilginlerine ve Müslümanların geneline ağır geldi. Dolayısıyla buna tepki gösterdiler. Iddiaları reddederek bunların kabul edilemeyeceğini söyleyip, kendilerini iddia sahiplerinden ayıkladılar. Bu tür ipe sapa gelmez iddialarla ortaya çıkanları tekfir ettiler. Sonuçta tasavvuf ekolüne mensup kimileri zindana atıldı, kimileri dövüldü, kimileri ölüm cezasına çarptırıldı, kimisi asıldı, kovuldu veya sürgün edildi.
Bütün bunların nedeni, ölçüsüzlükleri ve şeriatın sırları diye adlandırdıkları yorumları dile getirmeleriydi. Eğer mesele iddia ettikleri gibi olsaydı, bu söyledikleri hakikatin özü ve dinsel görüntü de bir tür kabuk konumunda olsaydı, bunların ortaya konulması ve açıkça ifade edilmesi gerekli olsaydı, hiç kuşkusuz kendilerinin de vurguladıkları gibi, şeriatı bir yasa olarak indiren Allah, bunu gözetmek ve özünü insanlara ilân etmek hususunda herkesten daha çok hak sahibidir. Eğer bu iş hak değilse, haktan sonra sapıklıktan başka ne vardır?
Bunlar başlangıçta tarikatla ilgili görüşlerini sözlü olarak ifade ediyorlardı. İnsanların gönüllerinde peyderpey yer edindikten sonra, daha da ileri giderek hicrî üçüncü asırdan sonra görüşlerini içe-
476 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ren kitaplar ve risaleler kaleme aldılar. Gitgide hakikat ve tarikat kavramlarına ilişkin tüm görüşlerini açıkça ifade edecek bir konuma geldiler. Şiir ve nesir türünde ortaya koydukları eserler dünyanın dört bir yanına yayılmaya başladı.
Sayı ve nicelik olarak gün geçtikçe çoğalıyorlardı. Halkın nezdinde etkin ve saygın bir konuma geldiler. Altıncı ve yedinci yüzyıllarda etkinliklerinin doruklarına ulaştılar. Sonra süreç tersine işlemeye başladı; zayıfladılar, halkın geneli onlara sırt çevirdi. Tasavvufun gerilemesinin birinci nedeni şuydu: İnsan hayatının te-mel özelliklerinden ve halkın genel eğilimiyle doğrudan ilintili hususlardan biri şudur ki, bir şeye halkın çoğu yönelir ve kalplerde ona yönelik güçlü bir eğilim oluşursa, kişisel çıkarlarını önceleyen kimi grup-lar bu eğilimlerden yararlanmaya çalışırlar. Bu amaçla birtakım insanlar tasavvufçuların kılığına bürünerek onlardan göründüler, özel mutasavvıflardan olma görünümüne büründüler ve tasavvuf disiplinini içerden ifsat ederek halkın ondan kaçmasına neden oldular.
Ikincisi: Tasavvuf şeyhlerinden bir grubun iddiasına göre, nefsi tanıma yolu, sonradan icat edilmiş bidat nitelikli bir tarikattır. Şeriat koyucu, yasa sisteminde bundan söz etmemiştir. Ancak yine de tarikat Allah'ın razı olduğu bir şeydir. Tıpkı, Hıristiyanlar arasında icat edilen ruhbanlıktan razı olduğu gibi: "İcat ettikleri ruhbanlıgı, biz onlara yazmamıştık; yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için kendilerinden uyguladılar; ama ona geregi gibi uymadılar." (Hadîd, 27)
Tasavvufçuların büyük çoğunluğu sonradan icat edilen bu bidati kabul etti. Bu durum, tarikat yolculuğunda şeriatın öngörmediği ayinler ve davranışlar oluşturmanın yolunu açtı. Her gün yeni bir kural geliştiriliyor, şeriatın öngördüğü sünnetler bir kenara bırakılıyordu. Gün geldi şeriat bir tarafa, tarikat da bir tarafa bırakıldı. Doğal olarak haramların işlenmesinde, dinin şiarları konumundaki ibadetlerin terk edilmesinde, kulluk yükümlülüğünün kaldırılmasında bir sakınca görülmedi. Bu sürecin doğal bir sonucu ola-
Mâide Sûresi 15-19 ......................................................... 477
rak Kalenderîlik gibi gruplar oluştu. Tasavvuf denince de akla dilencilik, afyon çekmek, ban otu içmek gelmeye başladı. Bunun adı da fenafillah, yani kendinden geçip tanrının varlığında yok olmaydı.(!) Bu konuda -neticede evrensel aklın hükmüyle örtüşen- kitap ve sünnet, "Şeriatın dış görünüşünün altında birtakım hakikatler var ve bunlar şeriatın batınını oluşturur." değerlendirmesinin hak oluşuna hükmeder. Yine, bu batinî gerçeklere ulaşmanın bir yolunun da olduğu gerçektir. Ancak bu yol, dinin zahirî hükümlerini, gerektiği gibi pratik hayatta uygulamaktır, başka değil. Haşa şeriatın zahiri aracılığıyla ulaşılamayan bir batından söz edilemez. Şeriatın zahiri, batınının adresi ve yoludur.
Şeriatı bir hayat sistemi olarak indiren zatın gösterdiğinden daha çok hakka yakın bir yolun bir başkası tarafından gösterilmiş olması, şeriatı koyan zatın bundan habersiz olması, işini gevşek tutmuş olması ya da hangi yolun hakka yakın olduğunu göstermeyi ihmal etmiş olması düşünülemez. Allah bundan münezzehtir. O şöyle buyurmuştur: "Sana bu kitabı, her şeyi açıklayan olarak indirdik." (Nahl, 89)
Kısacası, hakikatleri araştırmaya ve gün yüzüne çıkarmaya ilişkin bu üç yolun, yani dinin zahiri, aklî araştırma yöntemi ve nefsi arındırma metodundan her birini Müslüman gruplardan biri izlemiş ve bunlar arasında sürekli bir sürtüşme ve tartışma olmuştur. Bu grupların üçü bir arada düşünüldüğünde bir üçgenin üç açısını andırırlar. Açılardan birinin alanı genişledikçe diğer ikisinin alanında daralma kaçınılmaz olur. Tersi de öyledir; yani iki açının alanı ne kadar genişlerse, diğerinin alanında bir o kadar daralma olur. Dolayısıyla tefsir alanında ileri sürülen görüşler arasında, müfessirlerin mensup oldukları ekollerin anlayışlarının farklılığı oranında korkunç farklılıklar olmuştur. Şunu demek istiyoruz: Her müfessir kendi ilmî perspektifini Kur'ân'a dayatmıştır. Bunun tersini gösteren örneklerin sayısı o kadar az ki!
478 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Şunu biliyoruz ki, Kur'ân bu yolların her birinin hak olan yönlerini onaylar. Batıni bir hak olup da Kur'ân'ın zahirinin onunla bağdaşmaması düşünülemez. Zahir ya da batın bir hak olup da hak kanıtın bunu reddetmesi veya çelişmesi mümkün değildir. Kur'ân'ı böyle bir kusurdan tenzih ederiz.
Nitekim bu açmazı aşmak için bazı âlimler ilmî birikimleri ve mensup oldukları ilmî disiplinin farklılığı oranında dinî metinlerin zahirleri ile irfan arasında bir uzlaşma, bir uyuşma sağlamaya çalışmışlardır. bn-i Arabi, Abdurrezzak Kaşanî, bn-i Fehd, Şehid-i Sanî ve Feyz Kaşanî gibi. Bir diğer grup da, felsefe ile irfanı bağdaştırma yönünde bir çaba içinde olmuştur. Ebu Nasr Farabî, Işrak felsefesinin kurucusu Şeyh Sühreverdî ve Şeyh Sainuddin Muhammed Türke'yi buna örnek gösterebiliriz.
Kadı Said vb. gibi bazı âlimler de, dinin zahirî uygulamalarıyla felsefeyi bir noktada buluşturmaya çalışmışlardır. Bir grup da bunların tümünü buluşturmak istemiştir. bn-i Sina yorumlarında ve kitaplarında bunu yapmaya çalışmıştır. Sadr-ül Müteallihin Şirazî'nin kitapları ve risaleleri de bu çabanın bir örneğidir. Sonraki kuşaklar arasında da bu tür bir çaba içine girenler olmuştur.
Buna rağmen, onca çaba bu derin ihtilafı daha da derinleştirmekten, ateşini söndürmek şöyle dursun, daha da alevlendirmekten başka bir işe yaramamıştır: "Bütün muskaları işe yaramaz buldum!"
Yukarıda sözü edilen bu disiplinlerin her birine mensup olanların bir diğerinin mensuplarını cahillikle, zındıklıkla ya da düşüncesizlikle suçladığını, halkın da tümüne sırt çevirdiğini görürsünüz. Bütün bunların nedeni, ümmetin daha ilk günden itibaren, Kur'ân'-ın "Topluca Allah'ın ipine sarılın, ayrılıga düşmeyin." şeklindeki toplumsal tefekküre ilişkin çağrısını kulak ardı etmesidir.
Bu konu, oldukça sarmaşık dallıdır.
Mâide Sûresi 15-19 ........................................................ 479
Allah'ım! Bizi seni hoşnut edecek amellere yönelt. Hak üzere söz birliği etmemizi sağla. Bize katından bir veli bahşet. Bize katından bir yardımcı bahşet.
AYETLERIN HADISLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, "Ey Ehlikitap! Elçimiz size geldi. Kitaptan gizlediginiz şeylerin çogunu size açıklıyor." ayetiyle ilgili olarak bn-i Durays, Nesaî, bn-i Cerir, bn-i Ebi Hatem ve Hakim - sahih olduğunu belirterek- bn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Zina edenlerin recm edilmesine (taşlanarak öldürülmesine) ilişkin hükmü inkâr eden kimse, farkında olmadan Kur'ân'ı inkâr etmiş olur. Çünkü yüce Allah, 'Ey Ehlikitap! Elçimiz size geldi. Kitaptan gizlediginiz şeylerin çogunu size açıklıyor.' buyurmuştur. Recm cezası da onların gizlediği bir hükümdü."
Ben derim ki: Burada, "Ey Elçi... seni üzmesin..." (Mâide, 41) ayetini tefsir ederken üzerinde duracağımız, Yahudilerin Peygamberimiz (s.a.a) zamanında recm hükmünü gizlemeleri ve Peygamberimizin (s.a.a) bunu açığa çıkarması olayına işaret ediliyor.
Tefsir-ul Kummî'de, "elçilerin arasının kesildigi, bir boşluk meydana geldigi sırada... size açıklıyor." ayetiyle ilgili olarak Imam Bâ-kır'ın (a.s) şöyle buyurduğu yer alıyor: "Burada, elçi gönderilişinin kesintiye uğramış olması kastediliyor."
el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Hamza Sabit b. Dinar es-Sumalî ve Ebu Rabi'den şöyle rivayet eder: Halife Hişam b. Abdulmelik'in de hacca gittiği bir yılda Imam Bâkır (a.s) ile birlikte hacca gitmiştik. Hişam b. Abdulmelik'in beraberinde Ömer b. Hattab'ın azatlı kölesi Nafi' de bulunuyordu. Kâbe'nin bir rüknünde (köşesinde) oturmuş ve etrafında halkın kümelendiği Imam Bâkır'a baktı. Nafi' dedi ki: "Ey müminlerin emiri! İnsanların etrafında kümelendikleri bu adam da kimdir?" Halife şu cevabı verdi: "Bu adam Kufelilerin peygamberidir(!) [Halife bunu suçlamak için söylüyor, yoksa Şiîler onun peygamber olduğuna inanıyor değildi-
480 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5 ler.] Bu, Muhammed b. Ali'dir." Nafi' şöyle dedi: "Seyret, bak ona gideceğim ve ona ancak bir peygamberin veya peygamber vasisinin cevap vereceği bazı sorular soracağım." Halife dedi ki: "Git sor, belki utandırırsın." Nafi' insanların arasına dalarak Imam Bâkır'ın (a.s) yanına kadar yaklaştı ve şöyle dedi: "Ey Muhammed b. Ali, ben Tevrat'ı, Incil- 'i, Zebur'u ve Kur'ân'ı okudum. Bunların helâl gördüklerini ve haram saydıklarını öğrendim. Geldim ki, sana ancak bir peygamberin veya bir peygamber vasisinin cevap vereceği sorular sorayım." Imam Bâkır başını kaldırdı ve ona şöyle dedi: "İstediğini sor." Nafi' dedi ki: "Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında kaç yıl geçti?" Imam dedi ki: "Kendi görüşümü mü söyleyeyim, yoksa senin görüşünü mü?" Dedi ki: "İkisini de söyle." Imam şu karşılığı verdi: "Bana göre aradan beş yüz yıl geçti, sana göre ise altı yüz yıl." [Ravzat-ul Kâfi, c.8, s.120-121, h:93]
Ben derim ki: Ayetlerin iniş sebebiyle ilgili olarak farklı rivayetler aktarılmıştır. Örneğin Taberî, Ikrime'den şöyle rivayet eder: Yahudiler, Hz. Resulullah'tan (s.a.a) recmin hükmünü sordular. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) en bilginlerinin kim olduğunu sordu. bn-i Suriya'yı gösterdiler. Resulullah (s.a.a) onu Allah adına yemine verdi ki: "Kitabınızda recm hükmü var mı, yok mu?" bn-i Suriya dedi ki: "Aramızda zina olayları çoğaldığı zaman suçlulara yüz sopa vurup başlarını tıraş ettik." Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) onlar hakkında recm hükmünü öngördü. Ardından şu ayet indi: "Ey Ehlikitap... dosdogru yola iletir."
Yine Taberî bn-i Abbas'tan şöyle rivayet eder: "bn-i Ubeyy, Bahri b. Amr ve Şas b. Adiy Resulullah'ın (s.a.a) yanına geldiler. Karşılıklı olarak konuştular. Resulullah onları Allah'ın birliğine inanmaya davet etti, Allah'ın azabından sakındırdı. Dediler ki: 'Bizi neyle korkutuyorsun ey Muhammed? Allah'a and olsun ki, bizler Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz.' -Hıristiyanlar da benzeri şeyler söylemişlerdir.- Bunun üzerine yüce Allah, 'Yahudiler ve Hıristiyanlar dediler ki...' ayetini indirdi."
Mâide Sûresi 15-19 ................................................... 481
Taberî yine İbn-i Abbas'tan şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) Yahudileri İslâm'a davet etti, onları buna teşvik edip kaçınmanın sakıncalarına karşı uyardı. Ama onlar bütün bunlara rağmen burun kıvırdılar. Bunun üzerine Muaz b. Cebel, Sa'd b. Ubbade ve Ukba b. Vehb onlara şöyle seslendiler: 'Ey Yahudiler, Allah'tan korkun, Allah'a and-olsun ki, siz onun Allah'ın elçisi olduğunu biliyorsunuz. Siz, onun gönderilişinden önce, bize ondan söz ediyor, niteliklerini sayıp duruyordunuz.' Rafi' b. Huraymala ve Vehb b. Yehuda kalkıp şöyle dediler: 'Size böyle bir şey söylemedik. Allah Musa'dan sonra bir kitap indirmemiştir. Ondan sonra bir müjdeleyici ve uyarıcı da göndermemiştir.' Bunun üzerine yüce Allah: 'Ey Ehlikitap!... elçilerin arasının kesildigi, bir boşluk meydana geldigi sırada elçimiz size geldi, size... açıklıyor.' ayetini indirdi." Aynı hadis ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde hem bn-i Abbas'tan, hem de başkalarından rivayet edilir. Aynı eserde, konuya ilişkin başka rivayetler de vardır.
Rivayetlerin içeriği, nüzul sebebine ilişkin rivayetlerin genelinde olduğu gibi teoriktirler; hadislerin ayetlerin içeriklerine uyarılması yani... Sonra bu olayların bizzat iniş sebepleri olduğuna hükmetmişlerdir. Şu hâlde bunlara teorik sebepler diyebiliriz. Dolayısıyla ayetler, herhangi bir somut nedene bağlı olmaksızın nazil olmuş gibidirler.
|