Mizân Tefsiri, Cilt:5 |
272 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Mâide Sûresi 1-3 ..............................................................
272 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
1- Ey inananlar! (Yaptığınız) akitleri yerine getirin. Ihramlı iken avı helâl saymamak üzere, size (haram oldukları) okunacaklar dışında kalan dört ayaklı hayvanlar size helâl kılındı. Allah şüphesiz, dilediği hükmü verir.
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 273
2- Ey inananlar! Ne Allah'ın işaretlerine (hac ibadetlerine), ne haram aya, ne (işaretsiz) kurbana, ne gerdanlıklı kurbanlara ve ne de Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak Beyt-i Hara-m'a yönelenlere saygısızlık etmeyin. Ihramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haram'dan alıkoyduklarından dolayı bir topluluğa olan kininiz, sizi haddi aşmaya sürüklemesin. Iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın; günah ve haddi aşma üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir.
3- Size (şunlar) haram kılındı: Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş olan hayvanlar -henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç-, dikili taşlar üzerine boğazlanan hayvanlar ve (hayvanın etini) fal oklarıyla bölmeniz. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum. O hâlde kim, (istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse, (bunlardan yiyebilir; çünkü) Allah hiç şüphesiz bağışlayan ve esirgeyendir.
Surenin girişi ve son bölümü, ayetlerinin geneli, bu ayetlerin kapsadığı hükümler, öğütler ve kıssalar üzerinde durup düşündüğümüz zaman, surenin kapsamlı hedefinin verilen sözlerin tutulmasına, ne şekilde olursa olsun hakkın gözetildiği antlaşmalara bağlı kalınmasına, bunları çiğnemekten, gereklerine aldırış etmemekten azami ölçüde kaçınılmasına ilişkin bir çağrı olduğunu görürüz. Bu çağrı bağlamında, ilâhî sünnetin sakınıp iman edenlerin, daha sonra Allah'tan korkup da ihsanda bulunanların rahmete kavuşmaları, işlerinin kolaylaştırılması ve yüklerinin hafifletilmesi, buna karşılık azgınlaşanların, antlaşmaları çiğneyenlerin, sözlerinin gereklerini yerine getirmeyip akitlerinin dışına çıkanların, din-
274 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
de sorumluluk gerektiren misakların sınırlarını çiğneyenlerin işlerinin zorlaştırılması ve yüklerinin ağırlaştırılması şeklinde cereyan ettiği ifade edilmektedir.
Bu yüzden surenin cezaî müeyyideler ve kısasla ilgili birçok hükmü, Mâide (Sofra) kıssası, Mesih'in dileği ve Âdem'in iki oğlunun kıssası gibi bölümler içerdiğini, İsrailoğullarınca işlenen birçok zulme, kendilerinden alınan sözlere ve pekiştirilmiş akitlere aykırı hareket edişlerine işaret edildiğini görüyoruz. Yine surenin, yüce Allah'ın birta-kım lütuflarla insanları minnet altında bıraktığını dile getiren ayetler içerdiğini görürüz. Örneğin: Dini kemale erdirmek, nimeti tamamlamak, iyi ve temiz şeyleri helâl kılmak, onlara güçlük ve zorluk çıkarmayı dilemeksizin insanları arındıracak yasalar koymak gibi.
İşte bu tür uyarılar, surenin iniş zamanının atmosferiyle uygun ve onunla örtüşmektedir. Çünkü nakil ehli, yani tarihçiler ve muhaddİsler arasında, bu surenin Resulullah'a (s.a.a), hayatının sonlarında inen en son uzun sure olduğu hususunda herhangi bir ihtilaf yoktur. Gerek Sünnî ve gerekse Şiî rivayetlerde bu surenin mensuh olmayıp nasih olduğu belirtilir. Dolayısıyla Allah'ın kullarından almış olduğu sözlere bağlılığın tavsiye edilmesi ve akitlerinin sağlam tutulmasının istenmesi, surenin bu özelliğine uygun düşmektedir.
"Ey inananlar! (Yaptığınız) akitleri yerine getirin." Ayetin orijinalinde geçen "ukûd" kelimesi, "akd" kelimesinin çoğuludur. Iki şeyden birini diğerine ayrılması zor olacak şekilde bağlama, düğümleme demektir. Bir ipi ya da bir halatı başka bir ipe veya halata bağlama gibi. Bu, iki şeyden birinin diğerinden ayrılmamasını, ondan kopmamasını gerektirir.
Bu ifade, Araplar arasında, önceleri somut olgularla ilgili olarak kullanılırdı. Daha sonra istiare yöntemiyle, soyut olguları da kapsayacak şekilde genelleştirildi. Söz gelimi alış veriş, kiralama vb. gibi günlük işlemlerle ilgili antlaşmalar ve yine her türlü antlaşma ve sözleşmeler de bu kavramla ifade edilir oldu. Bu kavra-
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 275
mın söz konusu soyut olgular için kullanılması, "düğümlemek ve bağlamak" anlamının gereği olan "ayrılmazlık ve kopmazlık" niteliğinin bu tür olgularda mevcut olmasından kaynaklanmıştır. Akit (sözleşme, ahitleşme), Allah'ın kullarından aldığı tüm dinsel misakları karşılayan bir ifadedir. Tevhit ve diğer temel öğretileri, kulluk kastıyla yapılması gereken amelleri, ilk defa konulan yasaları ya da sürdürülmesi öngörülen kuralları ve bu kapsamda insanlar arasında yapılan muamele ve diğer akitleri, kısacası dinde temel (rükün) olan ve temel olmayan bütün prensip ve parçaları bu kapsamda değerlendirmek mümkündür. Diğer taraftan ayette, "el-ukûd" kelimesi, yani başında "el" takısı bulunan çoğul bir kelime kullanılmıştır. Bundan dolayı, ayette geçen akitler ifadesinin akit denebilecek her şeyi kapsayacak genellikte algılanması daha uygundur. Dolayısıyla bazı tefsir bilginlerinin konuya ilişkin birtakım yorumları da dayanaksızdır. Bunlardan bazıları diyorlar ki: Ayette geçen "akitler"den maksat, insanların aralarında gerçekleştirdikleri alış veriş, nikâh ve ahitleşme gibi karşılıklı antlaşmalar ya da insanın kendi üzerinde taahhüt ettiği yemin gibi akitlerdir. Diğer bazıları da şu değerlendirmede bulunmuşlardır: Bundan maksat, cahiliye halkının kendilerine kötülük yapmak isteyenlere ya da saldırıda bulunanlara karşı birbirlerine yardım etmek, destek olmak üzere karşılıklı olarak verdikleri sözler ve ahitleşmelerdir. Bu, işte cahi-liye döneminde yaygın bir ittifak türü olan kabileler arasında yapılan "hilf" antlaşmasıdır. Diğer bazı müfessirlerin değerlendirmeleri ise şöyledir: Burada, Ehlikitap'tan Tevrat ve Incil'in içeriğine göre amel etmeleri hususunda alınan misaklar kastedilmiştir. Bu yorumların hiçbirini destekleyecek bir kanıtı, ifadenin lafzından algılamak mümkün değildir. Ayrıca başında "el" takısı bulunan çoğul kipinin ifade ettiği anlam [genellik] ve örf açısından "akit" kavramının her türlü akdi ve hükmü kapsaması, bu değerlendirmelerle uyuşmaz. Bu yüzden akdin anlamını yukarıdaki de-
276 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ğerlendirmelerle sınırlı tutmak yanlıştır. En doğru olanı, kavramın genel tutulmasıdır.
"Akitleri yerine getirin." ifadesinin zahirinden de anlaşılacağı gibi, Kur'ân akitlere uymayı emretmektedir. Ifade, zahiri itibariyle geneldir ve geleneksel olarak akit denilebilecek ve yerine getirilmesi söz konusu olabilecek her muameleyi kapsar. Akit, bu kavramın sözlük anlamını temsil eden her türlü eylem ve söze denir. Sözlükte, bir şeyin diğer bir şeye yapışıp ayrılmayacak şekilde bir çeşit bağlanması anlamına gelir. Satış muamelesini buna örnek gösterebiliriz. Çünkü bu akit satılan şeyi satın alana mülk olmak suretiyle bağlar. Artık satın alan satın alınan şey üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Satış işleminden sonra satıcının satılan şey üzerinde ne sahipliği, ne de tasarruf yetkisi söz konusudur. Kadını erkeğe bağlayan nikâh akdini de buna örnek gösterebiliriz. Bu akdin gerçekleşmesinden sonra erkek nikâh bağı uyarınca kadından yararlanır. Kadın bundan sonra, akit yaptığı kişiden başkasını kendinden yararlandıramaz. Ahd=söz verme de bunun gibidir. Söz veren kişi, üzerine aldığı sözle ilgili olarak söz verilen şahıs için kendi üzerinde bir hak doğurur ve üzerine aldığı sözü çiğneme hakkına sahip değildir.
Kur'ân bütün anlamlarıyla bütün akitlerin ve sözlerin tutulmasını, her anlamıyla, her türüyle ve her objesiyle yerine getirilmesini vurgulamıştır; büyük önem vermiştir. Antlaşmalarını çiğneyenleri sert bir dille yermiş, onları sert bir şekilde tehdit etmiştir. Buna karşılık, burada sıralama gereğini duymadığımız birçok ayette, söz verdiklerinde ahitlerini yerine getirenleri ve ahitlerini tutanları övmüştür. Konuyla ilgili ayetlerin ifade tarzları ve konunun doğal bir akıcılıkla sunulması, insanların fıtrî akıllarıyla bunu kavrayabilecekleri-
Mâide Sûresi 1-3 .......................................................... 277
ni göstermektedir. Ki öyledir de. Bunun nedeni şudur: Söz verme ve sözünü tutma, insanın yaşamı boyunca onsuz edemeyeceği bir realitedir. Bu hususta birey ve toplum arasında herhangi bir fark yoktur. Insanın toplumsal hayatı üzerinde düşündüğümüz zaman, istifade ettiğimiz bütün meziyetlerin ve güvenip dayandığımız bütün toplumsal hakların genel toplumsal sözleşme, akitleşme esasına ve bu genel sözleşmeden kaynaklanan ayrıntı nitelikli sözleşmeler esasına dayandığını görürüz. Bizler topluma kendi üzerimizde bir hak verirsek veya kendimiz toplum üzerinde bir hakka sahip olursak, bu, ancak sözlü olmasa bile pratik bir akdin gereği olabilir. Sözlü ifade, açıklamaya gerek duyulan yerde devreye girer. Bir insanın güç veya otorite sahibi olması ya da zorbalık yapması yahut bir mazeretinin bulunması durumunda, kendi serbest iradesiyle gerçekleştirdiği bu akdi bozabilmesi ve çiğnemesi doğru olursa, onun akdini çiğnemesiyle birlikte ilk önce zarar gören şey, sosyal adalet olacaktır. Fakat sömürü ve emeğin çalınması karşısında insanın tek sığınağı da sosyal adalet ilkesidir.
Bundan dolayıdır ki, yüce Allah verilen sözlerin tutulmasını, yapılan akitlerin yerine getirilmesini ısrarla vurgulamıştır. Nitekim bir ayette şöyle buyurmuştur: "Ahdi yerine getirin, çünkü ahitten sorulacaktır." (Isrâ, 34) Bu ayet, ahde vefayı öven ve verilen sözden dönmeyi (ahde vefasızlık etmeyi) yeren ayetlerin genelinde olduğu gibi, bir bireyin diğer bir bireye verdiği sözü kapsadığı gibi, uluslar ve ümmetler arası sözleşmeleri de kapsar. Hatta dinsel açıdan toplumsal sözleşmelere uymak, bireysel sözleşmelere göre daha önemlidir. Çünkü toplumsal sözleşmenin yerine getirilmesi ile gerçekleşen adalet daha kuşatıcı ve eksiksiz, böyle bir sözleşmenin çiğnenmesinin doğurduğu felâket daha genel ve yıkıcı olur. Bu yüzden Kur'ân-ı Kerim, göze gelmeyen en ufak ve çiğnenmesi en kolay bir düzeyde olan ahitlerde bile son derece açık ve kesin bir ifadeyle ahitlerin çiğnenmemesini emretmiş, bu tarz tutumları yasaklamıştır:
278 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
"(Bu,) Allah ve Elçisinden, antlaşma yaptıgınız müşriklere uzaklaşma (ihtarı)dır. Dört ay daha yeryüzünde dolaşın, bilin ki siz, Allah'ı aciz bırakamazsınız ve Allah, kâfirleri rezil edecektir! En büyük hac günü, Allah ve Elçisinden insanlara bir duyurudur: Allah ve Elçisi puta tapanlardan uzaktır. Eger tövbe ederseniz bu sizin için daha iyidir. Ve eger dönerseniz bilin ki siz Allah'ı aciz bırakacak degilsiniz! Kâfirleri acı bir azap ile müjdele. Ancak antlaşma yaptıgınız müşriklerden, antlaşma şartlarından hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve size karşı hiç kimseye arka çıkmayanlar bu hükmün dışındadırlar. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayın. Çünkü Allah sakınanları sever. Haram aylar çıkınca, Allah'a ortak koşanları nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup onları bekleyin..." (Tevbe, 1-5) Bu ayetler, akışlarından da anlaşılacağı gibi Mekke'nin fethinden sonra inmişlerdir. Allah müşrikleri alçaltmış, güçlerini yok etmiş, otoritelerini ortadan kaldırmıştı. Bu arada Müslümanları egemen oldukları ve ele geçirdikleri toprakları şirk pİsliğinden temizlemeye teşvik ediyor. Iman etmeleri durumu dışında, hiçbir kayda ve şarta bağlı olmaksızın müşriklerin kanlarını dökebileceklerini dile getiriyor. Buna rağmen müşriklerden bir grubu bunun dışında tutuyor. Bunlar, Müslümanlarla aralarında antlaşma ve saldırmazlık sözleşmesi bulunan kimselerdir. Zayıf ve zelil düştüler diye Müslümanların bunlara kötülük et-melerine izin vermiyor. Onların caydırıcı ve savunucu bir güçleri yok-tur diye Müslümanlar onlara zarar verici davranışlar içine giremezler. Bütün bunlar, ahitlerin dokunulmazlığını koruma ve takvayı güçlendirme amaçlı önlemlerdir. Kuşkusuz, karşı taraf yaptığı akdi bozarsa, Müslümanlar da bu akitlerini bozar ve uğradıkları saldırıya mİsliyle karşılık verirler. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ortak koşanların, Allah'ın yanında ve elçisinin yanında nasıl antlaşması olabilir? Ancak Mescid-i Haram'da antlaştıklarınız
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................... 279
hariç. Onlar size dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranın. Çünkü Allah (ahdi bozmaktan) sakınanları sever... Bir mümine karşı ne and, ne de antlaşma gözetmezler. Işte saldırganlar onlardır. Eger tövbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse, dinde sizin kardeşlerinizdirler. Biz bilen bir kavme ayetleri böyle açıklıyoruz. Eger antlaşma yaptıktan sonra antlarını bozarlar ve dininize dil uzatırlarsa, o küfür önderleriyle savaşın. Çünkü onların antları yoktur, belki vazgeçerler." (Tevbe, 7-12) "Kim size saldırırsa, onun size saldırdıgı kadar siz de ona saldırın ve Allah'tan korkun..." (Bakara, 194) "Sizi Mescid-i Haram'- dan alıkoyduklarından dolayı bir topluma olan kininiz sizi haddi aşmaya sürüklemesin. Iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın; günah ve haddi aşma üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan korkun." (Mâide, 2) İşin özü şudur: İslâm'a göre ahdi gözetmek, gereğini yapmak her zaman için bir zorunluluktur. Karşılıklı sözler verildikten sonra bu ahdin taraflardan birine zarar veya yarar sağlıyor olması bir şey değiştirmez. Çünkü ilişkilerde sosyal adaleti gözetmek, özel ya da kişisel çıkarları gözetmekten daha geçerli ve daha zorunludur. Fakat ahitleşen taraflardan birinin tek taraflı olarak antlaşmayı bozması başka. Bu durumda diğer tarafın da antlaşmayı bozması, uğradığı saldırıya mİsliyle karşılık vermesi kaçınılmazdır. Böyle yapması zillete, tutsaklaştırılmaya ve yersiz büyüklenmeye karşı bir başkaldırıdır. Ki dinî hareketin hedefi, özgürlük hareketini destekleyip zorbalığı bertaraf etmektir.
Andolsun ki bu husus, İslâm dininin insanları öz yaratılışlarının gerektirdiği hükme uygun davranmaya yöneltme bağlamında ve yine toplumsal hayatın ancak onun uygulanışıyla düzene girdiği zulmün, sömürünün ve emek istismarının ortadan kaldırılmasının bağlı olduğu sosyal adaletin korunması bağlamında getirmiş olduğu yüce öğretilerden ve temel ilkelerden biridir. Kur'ân-ı Kerim, bu gereği açık bir dille vurgulamış ve Hz. Peygamber (s.a.a) de bunun kusursuz uygulayıcısı olmuştur. Konu Kur'ân eksenli olmasay-
280 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
dı, Peygamberimizin (ona en üstün salat ve selam olsun) hayatında yaşanan olayların bir kısmını örnek olarak sunacaktık. Okuyucuların siyer kitaplarına ve Peygamberimizin (s.a.a) hayatına ilişkin eserlere müracaat etmesini salık veririz. Antlaşmalara bağlılık hususunda İslâm'ın fiilî uygulaması ile uygar ya da geri kalmış ulusların uygulamalarını karşılaştırır, özellikle her gün tanık olduğumuz ve duyduğumuz güçlü uluslarla zayıf uluslar arasında gerçekleştirilen antlaşmaları, kurulan ilişkileri, güçlü ulusların kendi lehlerine, devletlerinin çıkarına uygun olanları korumada gösterdikleri duyarlılığı, buna karşın çıkarlarına uygun olmayan antlaşmaları da sudan bahanelerle tek taraflı olarak feshettiklerini göz önünde bulundurursak, bu iki uygulamanın hakkı gözetme, hakkın hizmetinde olma açısından taşıdıkları farkı iyice anlarız.
İslâm'a bu, sözde uygar uluslara da o tavır yakışır. Çünkü ortada iki mantık vardır. Mantıklardan biri diyor ki: "Her ne şekilde olursa olsun, hakkı gözetmek gerekir. Hakkın gözetilmesi toplumun yararınadır." Diğer mantık ise diyor ki: "Hangi yöntemle olursa olsun, hakkın zedelenmesi pahasına bile olsa, ulusun çıkarlarını gözetmek gerekir." Bunların ilki dinin [İslâm'ın] mantığıdır. Ikincisi ise, diktatörlük, demokrasi, sosyalizm, komünizm gibi ilkel veya uygar toplumsal ideolojilerin mantığıdır. Şunu da biliyoruz ki, İslâm bu kararlılığı salt kavramsal olarak ahit sayılan muameleler için göstermez. Bilâkis bu hükmünü herhangi bir şeye dayanak oluşturan her olguyu kapsayacak şekilde genelleştirir ve gözetilmesini tavsiye eder. Bu konunun devamı sayılabilecek bazı açıklamaları, inşallah konunun akışı içinde sunacağız.
"İhramlı iken avı helâl saymamak üzere, size (haram oldukları) okunacaklar dışında kalan dört ayaklı hayvanlar size helâl kılındı..." Ayetin orijinalinde geçen "uhillet" fiilinin mas-tarı olan "el-ihlâl", bir şeyi helâl kılma, mubah ve serbest bırakma demektir. Ayetin oriji-
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 281
nalinde geçen "behîme" kelimesi de, Mecma-ul Beyan tefsirinde belirtildiği gibi, karada ve denizde yaşayan bütün dört ayaklı hayvanlar için kullanılan bir isimdir. Buna göre "behîme" kelimesinin "en'âm" kelimesine izafe edilişi, bir türün kendi cinsinden gruplara izafe edilişine benzer. [Yani izafe, "min" edatı anlamına gelir.] "Nev'ul insan=insan türü" ve "cins-ul hayvan=hayvan cinsi" deyişimiz gibi. Bir görüşe göre, "behîme" dört ayaklı hayvanın cenini için kullanılan bir kelimedir. Bu durumda [özgü olmayı ifade eden] "lam" anlamında bir izafe söz konusudur [yani, sadece dört ayaklı hayvanların cenini helâl kılınmıştır]. Her hâlükârda, "...hayvanlar size helâl kılındı." ifadesiyle sekiz çift hayvan türünün, yani etlerinin yenmesinin helâl kılındığı kastediliyor. "Size haram oldukları okunacaklar dışında" ifadesiyle de üçüncü ayetin, yani "Size şunlar haram kılındı: Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına bogazlanan..." ifadesinin içeriğine işaret ediliyor. "Ihramlı iken avı helâl saymamak üzere..." ifadesi, "size helâl kılındı." cümlesindeki ikinci çoğul şahıs zamirinden hâl konumundadır. Bundan çıkan sonuç; helâl olduğu belirtilen bu hayvanların, ihramlıyken avlanmalarının haram olduğudur. Geyik, yabanî sığır ve yaban eşeği gibi. Bazılarına göre, bu ifade "baglı kalın..." sözünden, diğer bazılarına göre de, "size okunacak..." ifadesindeki ikinci çoğul şahıstan hâldır. Ayetin orijinalinde geçen "sayd" kelimesi mef'ul anlamında ["avlanmış" anlamında] mastardır. "Hurum" kelimesi "haram"ın çoğuludur ve ism-i fail, yani "ihramlı" anlamına gelir.
"Ey inananlar! Ne Allah'ın işaretlerine [hac ibadetlerine], ne haram aya, ne kurbana, ne gerdanlıklı kurbanlara ve ne de Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak Beyt-i Haram'a yönelenlere saygısızlık etmeyin." Hitap yeniden müminlere yöneltiliyor ve yüce Allah'ın dokunulmazlığını belirttiği şiarlara ve hususlara azami özenin gösterilmesi, en üst düzeyde saygının sunulması isteniyor. İfadede geçen "la tuhillû=saygısızlık etmeyin" fiilinin mastarı
282 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
olan "ihlâl" sözcüğü, "mubah sayma" anlamına gelir. Bu ise, olduğu makamı ve saygın konumu dikkate almamayı gerektirir. Bu anlam, ifadenin izafe edildiği cümle ile birlikte değerlendirilmesi hâlinde belirginlik kazanır. Şu hâlde Allah'ın şiarlarını mubah saymak; onlara saygı göstermemek, onları terk etmek demektir. Haram ayı mubah saymaksa, dokunulmazlığına riayet etmemek ve onda savaşmak... anlamına gelir.
"Şeâir" sözcüğü "şeîre"nin çoğuludur ve işaret, alamet anlamına gelir. Bununla Hacca özgü sembol ve ibadetlerin kastedildiği söylenebilir. Haram aydan maksat ise, yüce Allah'ın, Kamerî yılından saygın kıldığı belirli aylardır. Onlar şu aylardır: Muharrem, recep, zilkade ve zilhicce. "el-Hedyu" hacda kurban edilmek üzere götürülen koyun, sığır ve deve demektir. "el-Kalâid" sözcüğü "kalade"nin çoğuludur. Bununla kurbanlık hayvanın boynuna takılan nal vb. gerdanlıklar kastedilmiştir ki, bu hayvanın hac için gönderilen bir kurban olduğu bilinsin ve ona zarar verilmesin. Ayette geçen "âmmîne" kelimesi, "âmm" kelimesinin çoğuludur. Bu da "emme / yeummu=yöneldi, kastetti" fiilinin ism-i failidir. Bu-nunla, Beyt-i Haram'ı ziyaret etmeye yönelenler kastediliyor. "lütuf ve rızasını arayarak..." ifadesi, "yönelenler"den hâldir. Lütuftan maksat ise, mal veya malî kazançtır. Nitekim şu ayette, kelime bu anlamda kullanılmıştır: "Bunun üzerine, kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan Allah'ın nimet ve keremiyle geri döndüler." (Âl-i Imrân, 174) [Bu ayette mealini "kerem" olarak aldığımız "fazl"dan maksat, mal veya malî kazançtır.] Buna benzer başka ayetler de vardır. Veya ahiret sevabı kastedilmiştir. Hem dünyevî malı, hem de uhrevî ecri kapsaması da mümkündür. Ayette geçen "şeâir" ve "kalâid" gibi kelimeler hakkında değişik yorumlar ileri sürülmüştür. Ancak bizim yaptığımız açıklama, ayetin akışına daha uygundur. Dolayısıyla değişik yorumların ayrıntılarına dalmanın bir faydası yoktur.
"İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz." Bu, yasaktan sonra gündeme gelen bir emirdir. Dolayısıyla, yasak sonrası serbestlik-
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 283
ten öte bir anlam ifade etmez. [Ayette geçen "haleltum", "hall" kökündendir.] Gerek "hall" ve gerekse [if'âl kalıbına uyarlanmış türevi olan] "ihlâl" (yani, mücerred ve mezid) aynı anlamı ifade ederler; ihramdan çıkışı yani.
"Sizi Mescid-i Haram'dan alıkoyduklarından dolayı bir topluluğa olan kininiz, sizi haddi aşmaya sürüklemesin." Araplar, "Ceremehu / yecrimuhu" derler ve bununla "ona yükledi." anla-mını kastederler. Günah işleyen insanın yüklendiği vebale de "cerîme" denilmesi bu yüzdendir. Malî ve benzeri cezalar da, suçluya yüklenmesi açısından "cerîme" olarak isimlendirilir. Ragıp el-Isfahanî, kelime-nin asıl anlamının "kesmek" olduğunu söylemiştir. Ayetin orijinalinde geçen "şeneân" ise, düşmanlık ve kin anlamına gelir. "Sizi engelledikleri için" anlamına gelen "en seddûkum" cümlesi, ayette geçen "şeneân=kin, düşmanlık" sözcüğünden bedel veya atf-ı beyandır. Ayetin anlamının özü şudur: Sizi Mescid-i Haram'ı ziyaret etmekten alıkoyan bir topluluğa karşı beslediğiniz kin, Allah'ın sizi onlara karşı üstün hâle getirmesinden sonra, sizi saldırganlığa sürüklemesin.
"İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın; günah ve haddi aşma üzerinde yardımlaşmayın." Bu ifadenin anlamı açıktır. Bu anlam, İslâm'ın insanlar arası ilişkiler için öngördüğü yasanın esasını oluşturur. Yüce Allah Kur'ân'da "birr=iyilik" kavramını ibadetlerde ve muamelelerde "iman ve ihsan" şeklinde açıklamıştır: "Asıl iyilik (birr) o kimsedir ki, Allah'a ve ahiret gününe... inandı." (Bakara, 177) Buna ilişkin değerlendirmelerimizi sunmuştuk. Takva ise, Allah'ın emir ve yasaklarını gözetmek demektir.
Dolayısıyla, iyilik ve takvada yardımlaşmak, Allah'tan korkma (takva) esasına dayalı olarak iman ve salih ameller üzerinde birleşmek demek olur. Sosyal İslah ve takva yani. Bunun karşıt tablosu ise, günah ve haddi aşma üzere yardımlaşmaktır. Günahtan kasıt, mutlu bir hayat açısından geriletici bir etken olan kötü ameldir. Haddi aşmaktan, gerçek insan haklarına saldırı kastediliyor. İnsanların can, ırz ve mal güvenliklerini ortadan kaldırmak ya-
284 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ni. Daha önce, "Ey inananlar! Sabredin; (düşman karşısında) topluca sebat gösterin; sürekli (ilişki içinde ve) hazırlıklı olun." (Âl-i Imrân, 200) ayetini kitabımızın 4. cildinde tefsir ederken konuya bir parça açıklık getirdik. Ardından yüce Allah günah ve haddi aşmakta yardımlaşmaya ilişkin yasağı şu ifadelerle pekiştiriyor: "Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir." Bu, gerçekte tekit üzerine tekit ve vurgu üzerine vurgudur.
"Size (şunlar) haram kılındı: Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan..." Bu dört madde, bu sureden önce inen En'âm ve Nahl gibi Mekke inişli surelerde ve Bakara suresi gibi Medine'- de inen ilk uzun surede zikredilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "De ki: Bana vahy olunanda, yiyen kimse için haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Ancak leş yahut akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pistir- ya da Allah'tan başkası adına bogazlanmış bir fısk olursa başka. Ama başkasına zarar vermeden ve sınırı aşmadan kim bunlardan yemek zorunda kalırsa, bilsin ki Rabbin bagışlayandır ve esirgeyendir." (En'âm, 145) "Allah size leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesileni kesin olarak haram kıldı. Ama kim zulmetmeden ve sınırı aşmadan mecbur kalırsa, ona bir günah yoktur. Çünkü Allah bagışlayandır, esirgeyendir." (Bakara, 173) [Aynı içerik az bir farkla Nahl suresinin 115. ayetinde de vurgulanmıştır.] Görüldüğü gibi ayetler, tefsirini sunduğumuz ayetin baş tarafında haram olduğu zikredilen dört maddenin haramlığını ortaya koymaktadır ve ayetin sonunda yer alan istisna cümlesi açısından da bu ayetle benzerlik oluşturmaktadır: "O hâlde kim, (istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse, (bunlardan yiyebilir; çünkü) hiç şüphesiz Allah bagışlayan ve esirgeyendir." Dolayısıyla Mâide suresinin bu ayeti, diğer ayetlerle ortak anlamları açısından söz konusu ayetleri destekleyici bir nitelik arz etmektir. Daha doğrusu bunlara, özellikle leş, kan ve domuz etine ilişkin yasak, Mekke inişli En'âm ve Nahl surelerinin inişinden daha önce
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 285
hükme bağlanmıştır, yasalaştırılmıştır. Çünkü En'âm suresindeki ilgili ayet, üç maddenin veya sadece domuz etinin yasaklanışını "rics" (pis-necis) oluşlarıyla gerekçelendiriyor. Bu da pis-necis (rics) şeyleri yemenin haram olduğuna delâlet eder. Oysa yüce Allah bisetin ilk dönemlerinde nazil olan "Müddessir" suresinde şöyle buyuruyor: "Pİslikten kaçın." (Müddessir, 5) Aynı şekilde ayette: "bogulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş olan hayvanlar." şeklinde sıralanan durumların tümü leş hükmündedir. Bunun kanıtı da, "kestikleriniz hariç" ifadesidir. Ayette bu şekilde özel olarak zikredilmeleri, leş kavramının kapsamına girmeyi gerektiren durumları açıklama amacına yöneliktir. Dolaysıyla, ayet yeni bir yasamaya gitmeden yenilmesi yasak olan şeylere daha fazla bir açılım getirmiştir. Yine ayette, "dikili taşlar üzerine bogazlanan hayvanlar ve fal oklarıyla bölmeniz. Bunlar yoldan çıkmaktır." şeklinde sıralanan hususlar, ilk kez bu surede zikredilmelerine karşın, yüce Allah bunların veya ikincisinin -en zayıf ihtimal olmasına rağmen- haram kılınışını, fısk (yoldan çıkma) olmalarıyla gerekçelendiriyor. Fısk ise En'âm suresindeki ilgili ayette haram kılınmıştır. Ayrıca, "(istekle) günaha yönelmeden" ifadesi ayette zikredilen hususların haram kılınışlarının dayanağının onların günah olmaları olduğuna delâlet etmektedir. Bakara suresinde ise günahın haram kılındığı belirtilmiştir. Ayrıca yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Günahın açıgını da gizlisini de bırakın!" (En'âm, 120) "De ki: Rabbim, ancak fuhuşları, gerek açıgını, gerek kapalısını ve [ismi yani] günahı... haram etmiştir." (A'râf, 33) Dolayısıyla açıkça anlaşılıyor ki, tefsirini sunduğumuz ayetin haram kılınan maddeler bağlamında saydığı şeyler, yeni bir eklemede bulunmuyor, sadece Mekke ve Medine inişli ayetlerde haram oldukları belirtilen etler ve yiyecekler sıralanıyor.
"Boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş olan hayvanlar -henüz canları
286 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
çıkmadan kestikleriniz hariç-." Ayetin Arapça metninde geçen "munhanika" kelimesi, boğularak ölen hayvan demektir. Hayvanın, kendiliğinden veya bir dış etken tarafından bilinçli olarak boğulması arasında fark yoktur. Aynı şekilde bunun hangi aletle yapılmış olması da durumu değiştirmez. Örneğin, nefes almasını önleyecek şekilde bir iple boynunun sıkılması ya da başının iki tahta arasında sıkıştırılması gibi. Nitekim bu ve benzeri uygulamalar cahiliye Arapları arasında oldukça yaygındı. "Mevkûze" kelimesi, 'ölünceye kadar dövülen hayvan' demektir. "Mutereddiye" ise, 'bir dağ uçurumu veya bir kuyu gibi yukarıdan düşerek ölen hayvan' anlamına gelir. "Natîha" da, 'bir başka hayvan tarafından boynuzlanarak öldürülen hayvan' için kullanılan bir ifadedir. "Mâ ekele's-sebuu=yırtıcı hayvanın yediği"nden maksat, yırtıcı bir hayvan tarafından eti yenen hayvandır. Çünkü "yeme" fiili tamamı yenilen şeyle ilintili olarak kullanıldığı gibi, bir kısmı yenilen şeyle ilintili olarak da kullanılır. Yırtıcı hayvan ifadesiyle de arslan, kurt ve kaplan gibi yırtıcı hayvanlar kastedilmiştir.
"Henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç" ifadesi, yukarıda sayılanlar içinde boğazlanacak durumda olanların istisna tutulması amacına yöneliktir. Bununla da boyundaki dört damarın kesilmesi kas-tedilmiştir. Ancak bunun için, söz konusu hayvanda kuyruğun hareket etmesi veya nefes alış verişi gibi canlılık belirtilerinin olması gerekir. Söylediğimiz gibi istisna, sayılan hayvanların içinde kesilmeye elverişli olanların tümüyle ilintilidir. Istisnayı sadece sonuncusuyla ilinti-lendirmenin kanıtı yoktur. Ayette "boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış, yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş" şeklinde sıralanan durumların tümü, "leş" kavramına giren hususlardır; onun nesnel karşılıklarıdır. Söz gelimi, yukarıdan düşmüş veya boynuzlanmış hayvanlar, düşmenin ve boynuzlanmanın sonucu ölmeleri durumunda haram olurlar. Bunun kanıtı da "kestikleriniz hariç." ifadesidir. Şurası bir gerçektir ki, adı geçen hayvanlar canlı olduk-
Mâide Sûresi 1-3 ......................................................... 287
ları sürece yenmezler. Ancak can verdikten sonra yenilirler. Bu da ya boğazlanma sonucu gerçekleşmiş bir ölümdür ya da değildir. Yüce Allah boğazlanma durumunu istisna ettiğine göre, haram olma durumu için, söz konusu hayvanların boğazlanmaksızın yukarıdan düşme veya boynuzlanma sonucu ölmeleri kalıyor. Örneğin bir koyun bir kuyuya düşse, sonra oradan sağ salim olarak çıkarılsa, koyun kısa bir süre yaşadıktan sonra kendiliğinden veya boğazlanma sonucu ölse, ona "yukarıdan düşmüş" denmez. Bunun kanıtı da ayetin akışıdır. Çünkü ayette sayılan hayvanların tümünün söz konusu durumlarda ölmüş olmaları esas alınmıştır. Ölümleri de boğulma, vurulma, yukarıdan düşme ve boynuzlanma gibi niteliklere isnat edilmiştir. Leş kavramının somut karşılıkları kapsamında özellikle bu hususların zikredilmesinin nedeni, bazı zihinlerde belirebilecek bir vehmi ortadan kaldırmaktır. Böyle bir vehim de bunların nadiren karşılaşılan durumlar olmalarından ötürü leş olmadıkları sanısına dayandırılır. Çünkü zihin, bir kavramın yaygın karşılığını esas almaya yatkındır. O da bir hastalıktan veya sürpriz olmayan bir başka nedenden hayvanın ölmesidir. Bu yüzden yüce Allah, karışıklığı ortadan kaldırmak ve haramlığa açıklık getirmek amacıyla leş kavramının bu az rastlanan karşılıklarını birer birer saymıştır. "Dikili taşlar üzerine boğazlanan" Ragıp el-Isfahanî, el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: Nasb, dik duracak şekilde koymak demektir. Mızrak, bina veya taş dikmek gibi. en-Nasib, bir şeyin üzerine konulan taş demektir. Çoğulu, "nasaib" ve "nusub"dur. Arapların, taptıkları ve üzerlerinde kurbanlarını kestikleri bu tür dikili taşları vardı. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onlar dikilenlere dogru koşar gibidirler." [Meâric, 43] Ve yine şöyle buyurmuştur: "Dikili taşlar üzerine bogazlanan..." [Mâide, 3] Bu kelimenin çoğulu olarak "elensab" kelimesi de kullanılır. Nitekim şu ayette bu anlam şu kelimeyle ifade edilmiştir: "...dikili taşlar, şans okları..." [Mâide, 90] "en-Nusb" ve "en-nasab" kelimeleri, yorgunluktan bitkin düşmek demektir..." [el-Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.]
288 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Şu hâlde dikili taşlar üzerinde kesilen hayvanların etlerinin haram kılınmasından maksat, bu hususla ilgili cahiliye geleneğinin sürdürülmesinin önlenmesidir. Çünkü cahiliye döneminde Araplar, Kâbe'nin etrafında birtakım taşlar dikmiş, bunları kutsuyor ve üzerlerinde hayvanlarını kesiyorlardı. Bu, bir putperestlik geleneği idi.
"Fal oklarıyla bölmeniz" Ayette geçen "el-ezlam" kelimesi, 'fal okları' demektir. Fal oklarıyla bölmek, devenin -veya başka bir hayvanın- ok çekimi sonucu paylaşılması, kimin pay alacağının ve kimin almayacağının ve aynı zamanda değişik payların oklarla belirlenmesi demektir ki bu, kumardır. Tefsirimizin ikinci cildinde, "Sana içkiyi ve kumarı sorarlar." (Bakara, 219) ayetini tefsir ederken konuya açıklık getirdik. Ragıp el-Isfahanî der ki: el-Kasm, pay belirleme, taksim etme demektir. "Kasemtu keza kasmen ve kısmeten=falan şeyi taksim ettim" derler. Miras ve ganimet taksimi, hak sahiplerine paylarının verilmesidir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Her kapıya onlardan bir bölüm ayrılmıştır." [Hicr, 44] "Onlara suyun aralarında paylaştırılacagını haber ver." [Kamer, 28] "Istaksamtuhu" yani taksim etmesini istedim. Ancak bu kalıp zamanla "kaseme=taksim etme" anlamında kullanılmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Fal oklarıyla bölmeniz..." [el-Müfredat'tan alınan alıntı burada sonra erdi.]
"İstakseme" kalıbının "kaseme" anlamında olması, nesnel karşılığın uyuşması açısından söz konusudur. Yoksa gerçekte bu kalıbın ifade ettiği anlam, bu tür bir fiilin aletleri olarak kabul edilen oklarla paylamak istemektir. Çünkü bu aleti kullanmak, o alete terettüp eden fiilin gerçekleşmesini istemek demektir. Böylece "istif'al" kalıbının anlamsal kapsamına girmiş olur. Şu hâlde, ayetin akışı içinde yasaklanan fal oklarıyla bölmekten maksat, deve ve benzeri bir hayvan üzerine ok çekerek etinden pay almaktır. Bazı tefsir bilginleri ise, "fal oklarıyla bölmeniz" ifadesinin, yapılmak istenen bir fiilin hayır mı, şer mi; yararlı mı, zararlı mı olduğunun fal oklarını çekmek suretiyle belirlemeye işaret ettiğini
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 289
ğunun fal oklarını çekmek suretiyle belirlemeye işaret ettiğini söylemişlerdir. Yolculuğa çıkmak isteyen, evlenmek isteyen veya bir iş yapmak isteyen bir kimsenin bu tür bir yönteme baş vurması gibi... Bunlar söz konusu fiillere başlamadan ok çekerek hayırlı olanı hayırlı olmayandan ayırmak isterlerdi. Derler ki: Bu gelenek, cahiliye Arapları arasında yaygındı. Bu, bir tür fal bakmaydı. Ileride ayetleri hadİslerle açıklama bölümünde konuyu daha etraflıca ele alacağız. Ne var ki ayetin akışı, "istiksam" kalıbının bu anlama alınmasına elverişli değildir. Çünkü ayet, "size okunacak olanlar" ifadesiyle işaret edilen haram yiyeceklerin belirtildiği bu akışın içinde, yenmesi haram olan on kısımdan söz ediyor. Bunlar; leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış, yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış, dikili taşlar üzerine boğazlanmış hayvanlardır. Sonra fal oklarıyla bölmeden söz ediliyor. Ki bunun bir anlamı kumar şeklinde etlerin taksim edilmesidir. Bir diğer anlamı da kimi işlerle ilgili hayır ve şer tarafların belirlenmesidir. Ayetin bu apaçık akışından ve peş peşe sıralanan karinelerden sonra, kumar yöntemiyle etlerin taksim edilmesinin kastedildiğinden kuşku duyulabilir mi? Konuşma sanatının inceliklerini bilen biri bundan kuşku duyar mı? Bunu bir örnekle şöyle izah edebiliriz: "Umre" kelimesi "imaret" (yapı) anlamında bir mastardır. Ama bu kelimenin diğer bir anlamı daha vardır: Beyt-i Haram'ı ziyaret etmek. Bu kelime, "ev"e izafe edildiğinde her iki anlamı da ifade etmiş olabilir. Fakat, "Haccı ve Umreyi Allah için tamamlayın." (Bakara, 119) ayeti söz konusu olduğunda ancak "ziyaret etme" anlamı esas alınabilir. Bu tür örnekler çoktur.
"Bunlar yoldan çıkmaktır." Bu ifadeyle yukarıda sayılmış olanların tümüne işaret edilmiş olabilir. Aynı şekilde, araya istisna girdiği için "kestikleriniz hariç" ifadesinden sonra zikredilen iki duruma da işaret edilmiş olabilir. Yine, en sonuncusuna da işaret edilmiş olması ihtimal dâhilindedir. Fakat üç ihtimal içinde ortadaki daha
290 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
güçlüdür.
"Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun." Bu ayet, bulunduğu yer ve içerdiği anlama açıklık getirme açısından ilginçtir. Çünkü ayetin baş tarafını yani, "Size (şunlar) haram kılındı: Leş, kan, domuz eti... Bunlar yoldan çıkmaktır." kısmını incelediğin ve buna son kısmını, yani "O hâlde kim (istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse, (bunlardan yiyebilir; çünkü) hiç şüphesiz Allah, bagışlayan ve esirgeyendir." ifadesini eklediğin zaman, bunun eksiksiz bir ifade olduğunu görürsün; anlamının tamamlığının ve maksadının anlaşılırlığının, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir..." ifadesine bağlı olmadığını gözlemlersin ve bu ifadenin tam bir ayet olduğunu, daha önce nazil olan En'âm, Nahl ve Bakara surelerinde haram yiyecekleri açıklayan ayetlere benzediğini görürsün. Örneğin, Bakara suresindeki ilgili ayette şöyle buyruluyor: "Allah size leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesileni kesin olarak haram kıldı. Ama kim zulmetmeden ve sınırı aşmadan mecbur kalırsa, ona bir günah yoktur. Çünkü, Allah bagışlayandır, esirgeyendir." (Bakara, 173) En'âm ve Nahl surelerindeki ilgili ayetler de bunun benzeridir.
Buradan şu sonuç çıkıyor: "Bugün inkâr edenler... umudu kesmişlerdir..." ifadesi, bir ara söz niteliğindedir ve ayetin ortasına yerleştirilmiştir. Ayetin kanıtsallık ve açıklık bakımından bu ara söze bağlılığı yoktur. Artık bundan sonra dilersek şunu söyleyebiliriz: Bu ara söz, ilk baştan bu ayetin ortasında nazil olmuştur ve indiği andan itibaren bu ayetle birlikte inmiştir. Ya da şöyle diyebiliriz: Bunlar iki ayrı ayettiler ve farklı zamanlarda nazil olmuşlardı. Birini diğerinin ortasına yerleştirmeyi Hz. Peygamber (s.a.a) vahiy katiplerine emretti. Ya da şöyle deriz: Bu ifade, ayetin geneliyle aynı zamanda inmediği hâlde, Mushaf'ın cemi esnasında ayetin bir parçası olarak yazıldı. Bu ihtimallerin hangisi doğru olursa olsun, "ayetin başı ile son kısmını birlikte mütalâa ettiğimiz zaman,
Mâide Sûresi 1-3 ....................................................... 291
ifade bir ara söz gibi belirginleşiyor" şeklindeki değerlendirmemiz üzerinde bir etkisi söz konusu olmaz. Bu çıkarsamamızı destekleyen bir diğer husus da, -büyük bir yekûn tutan rivayetlerin tamamı olmasa bile- nüzul sebebine ilişkin rivayetlerin büyük bir kısmının özel olarak, "Bugün inkâr edenler..." ifadesini esas almaları ve ayetin aslını yani, "Size (şunlar) haram kılındı..." diye başlayan kısmını esas almamalarıdır. Buradan şu sonuç çıkıyor: "Bugün... umudu kesmişlerdir..." kısmı, ayetin başından ve sonundan ayrı ve bağımsız olarak nazil olmuştur. Bu ifadenin, ayetin ortasında yer alması ya Peygamberimizin (s.a.a) direktifleriyle ya da Mushaf'ın cemi esnasında gerçekleşmiştir. ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Abd b. Hamid kanalıyla Şa'bi'den aktarılan rivayet de bu yaklaşımı destekler mahiyettedir: "Peygamberimiz (s.a.a) Arefe'de bulunduğu sırada ona şu ayet indi:
'Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım.' Bazı ayetler Peygamberin (s.a.a) ilgisini çektiğinde onu surenin baş tarafında koyardı." Daha sonra Şa'bî şöyle ekledi: "Ona hac ibadetlerini nasıl yapacağını Cebrail öğretiyordu."
Öte yandan, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir." cümlesi ile, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." cümlesi, içerik bakımından birbirine yakındır ve anlam itibariyle birbiriyle irtibatlı oldukları da kuşku götürmez. Çünkü kâfirlerin Müslümanların dinlerinden umudu kesmiş olmaları ile Müslümanların dinlerinin olgunlaştırılmış, kemale erdirilmiş olması arasındaki bağıntı açıktır. Ayrıca her iki cümlenin içerikleri iç içe geçebilir ve parçaları birbiriyle ilintili, birbiriyle bütünleşmiş tek bir içerik hâline gelebilir. Kaldı ki, iki cümle arasında belirgin bir akış birliği de göze çarpmaktadır.
Bunu destekleyen bir diğer unsur da sahabe ve tâbiin kuşaklarının ilk ve son dönem müfessirleri ile sonradan gelen tefsir bilginlerinden günümüze kadar ortaya çıkan tefsir âlimlerinin bu iki cümleyi birbirini bütünleyen bitişik iki cümle olarak ele almaları-
292 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
dır. Bunun tek nedeni, söz konusu iki cümleden bizim anladığımız şeyi anlamış olmaları, iki cümlenin birlikte indiğini ve aynı anlama delâlet etme noktasında birleşmelerini esas almış olmalarıdır. Bundan da şu sonuç çıkar: Ayetin akışı içinde bir ara söz olarak yer alan, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir... din olarak İslâm'a razı oldum." ifadesi, parçaları birbiriyle bütünlük arz eden tek bir sözdür ve tek bir hedefi vurgulamaya yöneliktir. Arada bir farklılık olmaksızın iki cümle bütünlük içinde bu hedefe işaret etmektedir. Bu açıdan, bu iki cümleyi de içeren ayetle irtibatlı olduğunu söyleyip söylememiz arasında herhangi bir fark yoktur. Çünkü bu, söz konusu ifadenin bir söz oluşunu olumsuz yönde etkilemez. Bu bir ara sözdür. Iki ayrı hedefe yönelik iki ayrı söz değil. Yine, "Bugün inkâr edenler..." ve "Bugün sizin dininizi..." ifadelerinde tekrarlanan "gün"le, kâfirlerin umut kestikleri ve dinin olgunlaştığı bir tek gün kastediliyor. Acaba, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın." ifadesinde geçen "gün"le ne kastediliyor? Peygamberin (s.a.a) gönderilişi ve davete başlaması ile birlikte İslâm'ın ortaya çıkış zamanı mı? Bu durumda şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: "Allah size İslâm'ı gönderdi. Böylece dininizi olgunlaştırdı, üzerinizdeki nimeti tamamladı ve kâfirleri sizin dininizden umutsuz kıldı."
Fakat böyle bir sonuç elde etmenin imkânı yoktur. Çünkü ayetin zahirî akışı gösteriyor ki, onların bir dinleri vardı ve kâfirler bu dini yok etmeyi veya değiştirmeyi umuyorlardı. Müslümanlar da dinlerinden dolayı onlardan korkuyorlardı. Ancak şimdi yüce Allah, kâfirleri beklentileri noktasında umutsuzluğa düşürdü ve Müslümanlara bu açıdan güvence verdi. Yine anlaşılıyor ki, bu güne kadar din eksikti, Allah onu kemale erdirdi ve üzerinizdeki nimetini tamamladı. Oysa, onların İslâm'dan önce bir dinleri yoktu ki, kâfirler onu yok etmeyi kursunlar ya da yüce Allah onu kemale erdirsin, böylece üzerlerindeki nimetini tamamlasın. Kaldı ki, yukarı da ileri sürülen bir anlam elde etmek için, ifa-
Mâide Sûresi 1-3 ........................................................ 293
denin akışında bir değişikliğin yapılması ve "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." ifadesinin, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir." ifadesinden önce yer alması gerekir ki, söz dizimi böyle bir anlama uygun hâle gelsin.
Acaba "gün"den maksat, Mekke fethinden sonraki dönem midir? Ki yüce Allah o gün Kureyş müşriklerinin plânlarını boşa çıkarmış, tuzaklarını başlarına geçirmiştir; müşriklerin etkinliklerini yok etmiştir. O gün dinlerinin temeli yıkılmış, putları parçalanmış, artık dizlerinin üstüne dikilmekten umutlarını kesmişlerdir. İslâm'a karşı koyacak, egemenliğini ve yayılmasını önleyecek güçleri kalmamıştır. Acaba bu mudur kastedilen?
Ayetten hareketle böyle bir sonuca varmak da mümkün değildir. Çünkü ayette dinin kemale erdirilmesinden ve nimetin tamamlanmasından söz ediliyor. Oysa, hicretin sekizinci yılında gerçekleşen Mekke fethiyle din kemale erdirilmiş değildir. Bundan sonra nice farzlar nazil olmuştur. Bugünden Peygamberin (s.a.a) vefatına kadar geçen süre içinde nice helâller ve haramlar hükme bağlanmıştır. Kaldı ki, "İnkâr edenler..." (kâfirler) ifadesi geneldir; bütün Arap müşriklerini kapsar, ki müşriklerin tümü Müslümanların dinini yok etmekten ümitlerini kesmiş değillerdi. Bunun bir kanıtı da müşriklerin İslâm'a karşı saldırgan tutumlarını sürdürmeleri ve kimi taraflar arası saldırmazlık anlaşmalarının yürürlükte kalmalarıdır. Müşrikler, müşrik geleneklere uygun olarak hac ziyaretinde bulunuyor, müşrik kadınlar çıplak hâlde tavaf yapabiliyorlardı. Bu durum, Resulullah Efendimizin (s.a.a) Hz. Ali'yi (a.s) Tevbe suresindeki ilgili ayetleri okumak üzere gönderip cahiliye geleneklerinin kalıntılarını geçersiz kılıncaya kadar sürdü.
Acaba, ayette geçen "gün"den maksat, Tevbe suresinin inişinden sonraki bir dönem midir? Çünkü Tevbe suresinin inişinin ardından İslâm, yaklaşık olarak bütün Arap yarımadasına yayılmıştı. Şirkin izleri silinmiş, cahiliye gelenekleri ölmüştü. Müslümanlar dinî ayinlerde ve hac ibadetinde bir tek müşrike rastlamaz olmuş-
294 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
lardı. İş Müslümanlar için netlik kazanmıştı. Allah, korkularını güvene dönüştürmüştü. O'na kulluk ediyor ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmuyorlardı. Acaba bu dönem midir kastedilen? Ayetten böyle bir sonuç çıkarmanın imkânı yoktur. Çünkü Arap müşrikleri, Tevbe suresindeki ilgili ayetlerin inişi, şirkin yarımadadan silinişi ve cahilî geleneklerin ortadan kalkışı karşısında Müslümanların dinlerini yok etmekten umut kesmişlerdi; ancak din henüz kemale erdirilmemişti. Çünkü bundan sonra da çeşitli farzlar ve hükümler içeren ayetler inmişti. Bunlardan biri de Mâide suresinde yer alan kimi ayetlerdir. Mâide suresinin Peygamberimizin (s.a.a) son dönemlerinde indiği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Bu surede helâl, haram, hadler ve kısas gibi meselelere ilişkin birçok hüküm vardır.
Bundan şu sonuç çıkıyor: Ayette geçen "gün" kelimesiyle ilk bakışta ayetin anlamıyla uyum sağlayacak örneğin, İslâm davetinin ortaya çıktığı zaman veya Mekke fethinden sonraki zaman ya da Tevbe suresindeki ilgili ayetlerin indiği dönemden sonraki günler gibi günün geniş anlamının [dönem] kastedilmiş olmasına imkân yoktur. Dolayısıyla şunu söylemekten başka seçeneğimiz yoktur: Ayette geçen "gün"den maksat, ayetin indiği gündür. Bu da bizzat surenin indiği gündür de. Bunun için de, "Bugün inkâr edenler... umudu kesmişlerdir." ifadesinin anlam itibariyle kendisini kuşatan ayetle irtibatlı bir ara cümle olarak algılanması gerekir. Ya da Peygamber efendimizin (s.a.a) son zamanlarında ve Mâide suresinden sonra inmiş olması lazım gelir. "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." ifadesi bunu gerektirmektedir. Acaba belirli günlerle, bizzat Mekke'nin fethedildiği gün mü kastedilmiştir? Yoksa Tevbe suresinin ilgili ayetlerinin indiği gün mü? Bu yaklaşımın yanlışlığını göstermek bakımından, önceki ikinci ve üçüncü ihtimale ilişkin olarak gündeme getirdiğimiz müşküller yeterlidir.
Bazı müfessirlerin savunduğu ve çeşitli rivayetlerde işaret edildiği gibi, kastedilen gün, veda haccındaki Arefe günü müdür?
Mâide Sûresi 1-3 .......................................................... 295
Şu hâlde, o gün Müslümanların dinlerini yok etmekten umudu kesenlerden kimler ve ne kastedilmiştir? Şayet umutsuzluktan maksat, Kureyş müşriklerinin, Müslümanların dinlerine üstünlük sağlamaktan ümit kesmeleriyse, bu, hicretin sekizinci yılında gerçekleşen Mekke'nin fethedildiği gün ortaya çıkan bir durumdur, onuncu yılın Arafe günü değil. Eğer kastedilen tüm Arap müşriklerinin bu konuda ümitsizliğe düşmeleriyse, bu da Tevbe suresinin inişinden sonraki dönemde, yani hicretin dokuzuncu yılında ortaya çıkan bir durumdur. Eğer maksat, Yahudi'si, Hıristiyan'ı ve Mecusî'siyle bütün kâfirlerse -ki "Inkâr edenler..." şeklindeki mutlak ifade bunu gerektirir- bunlar henüz İslâm'ı yenilgiye uğratmaktan umutlarını kesmemişlerdi ve henüz İslâm, Arap yarımadasının dışında üstünlük, egemenlik, güç ve caydırıcılık kazanmamıştı. Öte yandan -Hicretin onuncu yılının zilhicce ayının dokuzuna denk düşen- bu günün, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." ifadesine uygun düşecek özelliğini, ayrıcalığını düşünüp üzerinde durmamız gerekir.
Denebilir ki: Bununla, Peygamber efendimizin (s.a.a) bizzat katılarak hac merasimini kemale erdirmesi sözlü öğreticiliğinin yanı sıra, fiilî olarak da insanlara hac ibadetinin nasıl yerine getirileceğini öğretmesi kastedilmiştir.
Ne var ki: Sırf Peygamberimizin (s.a.a) hac merasimini öğretmesinin -insanlara temettü haccını öğrettiği hâlde, kulak ardı edilişi somut bir örnek olarak ortadayken ve ondan önce de namaz, oruç, hac, zekât ve cihat gibi dinî farzlar hükme bağlanmışken- dinin kemale erdirilmesi olarak isimlendirilmesi doğru olmaz. Dinin gereklerinden bir vacibin öğretilmesi, o vacibin tamamlanması ve kemale erdirilmesi olarak isimlendirilebilir mi? Bu bile olmazken, dinin bir vacibinin öğretilmesi dinin tümünün kemale erdirilmesi olarak nasıl kabul edilebilir?
Kaldı ki bu ihtimal, "Bugün inkâr edenler... umudu kesmişlerdir." cümlesi ile, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." cümlesi arasındaki bağıntının kesilmesini gerektirir. Resulullah'ın (s.a.a) in-
296 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
sanlara temettü haccını öğretmesi ile kâfirlerin dinden ümitlerini kesmeleri arasında ne gibi bir bağlantı vardır? Bazılarının şöyle demeleri de mümkündür: Bundan maksat, söz konusu günde, Mâide suresinde yer alan diğer helâl ve haramlara ilişkin hükümlerin indirilerek dinin kemale erdirilmesidir. Çünkü bundan öte helâl ve haram yoktur. Dinin bu şekilde kemale erdirilmesiyle kâfirlerin kalplerini ümitsizlik kaplamıştır. Bu ümitsizliğin ve karamsarlılığın belirtileri yüzlerine yansımıştır. Fakat, bu takdirde ayette "inkâr edenler" şeklinde ifade edilen bu kâfirleri belirlemede titiz davranmamız gerekir. Kim bunlar? Eğer Arap kâfirler kastediliyorsa, o gün İslâm onları kaplamıştır, hiç kimse İslâm'dan başka bir görünümle ortaya çıkamıyordu, ki bu da gerçek İslâm'ın aynısıydı. [Çünkü gerçek İslâm, zahirî teslimden başka bir şey değildir.] Şu hâlde ümitleri kırılan kâfirler kimlerdir?
Eğer bunların dışında, Arap olmayan diğer kâfir topluluklar ve kuşaklar kastedilmişse, az önce işaret ettiğimiz gibi, onlar henüz Müslümanlara üstünlük kurmaktan ümitlerini kesmemişlerdi. Sonra, Mâide suresinin inişi ve Arefe gününün sona erişiyle birlikte hüküm koyma işleminin sona erdiği meselesini irdeliyoruz ve görüyoruz ki, elde birçok rivayet vardır ve azımsanmayacak bir yekûn tutan bu rivayetlerde, bu günden sonra da birçok hüküm ve farzın indirildiğine işaret ediliyor. "Sayf Ayeti" [=Yaz Ayeti] diye adlandırılan ayeti1 ve faiz ayetlerini buna örnek gösterebiliriz. Nitekim Ömer'in yaptığı bir konuşmada şöyle dediği rivayet edilir: "Kur'ân'ın en son inen ayeti faiz ayetidir. Resulullah (s.a.a) bu ayeti bize açıklamadan vefat etti. Dolayısıyla bu hususta kuşku duyduğunuz şeylerden kaçının ve kuşku duymadıklarınızı uygulayın..." Buharî, Sahih'inde İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Resulullah'a (s.a.a) inen en son ayet faiz ayetidir." Bunun gibi da- ------ 1- Nisâ suresinin sonunda yer alan kelâle yani, geride mirasçı olarak anababa ve çocuk bırakmadan ölen kimsenin durumuna ilişkin ayet.
Mâide Sûresi 1-3 ........................................................ 297
ha birçok rivayet örnek gösterilebilir.
O hâlde hiç bir araştırmacı, bu rivayetleri zayıf kabul ederek, ayete öncelik tanıyamaz. Çünkü ayet söz konusu günle, falan günün kastedildiği hususunda kesin ve açık bir ifadeye sahip değildir. Bilâkis bu, verilen ihtimallerden sadece biridir. Bunun kesinlik kazanması için bununla bağdaşmayan ihtimallerin olumsuzlanması gerekir. Bu rivayetlerinse, hiçbir dayanağı olmayan diğer ihtimallerden eksik bir yanı yoktur.
Ayetle ilgili olarak şöyle de denebilir: Dinin kemale erdirilmesinden maksat, Kâbe'nin kâfirlerden temizlenmesi, müşriklerin oradan uzaklaştırılmasıdır. Böylece Müslümanlar, aralarına müşrikler karışmadan haccettiler.
Bu ihtimale karşı şunu diyebiliriz: Söz konusu iş bundan bir yıl önce Müslümanlar için netlik kazanmıştı ve sadece Müslümanlar haccediyorlardı. Dolayısıyla bunu, "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım." ifadesinde geçen "bugün" sözcüğüyle sınırlandırmanın anlamı nedir acaba?
Kaldı ki, Beytullah'ın sadece Müslümanlara has kılınışı ve müşriklerden arınması, nimetin tamamlanması olarak değerlendirilse bile, dinin kemale erdirilmesi olarak değerlendirilmesi kabul edilmez. Kâbe'nin şirk kalıntılarından ayıklanmasının, dinin kemale erdirilmesi olarak nitelendirilmesi ne anlam ifade ediyor? Değil mi ki din, inançlar ve hükümler toplamıdır. Dolayısıyla dinin kemale erdirilmesi, parçalarının ve kısımlarının sayısına başka sayıların eklenmesi anlamını ifade eder. Ortamın dinin uygulanmasına uygun hâle getirilmesi, dinî pratiğin önündeki engellerin ve barikatların kaldırılması ise, kesinlikle dinin kemale erdirilmesi olarak isimlendirilmez. Kaldı ki, kâfirlerin dini yok etmekten yana umutsuzluğa düşmeleri problemi de olduğu gibi duruyor.
Ayetle ilgili olarak şöyle bir değerlendirmenin söylenmesi de mümkündür: Dinin kemale erdirilmesinden maksat, söz konusu haramların ayrıntılı bir şekilde açıklanmasıdır. Bundan maksat da Müslümanların açıklamaları dikkate alıp haramlardan kaçınmaları
298 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ve bu konuda kâfirlerden korkmamalarıdır. Çünkü kâfirler, Müslümanların dinlerini yok etmekten ümit kesmiş bulunuyorlardı. Bu, Allah'ın Müslümanları desteklemesi, dinlerini üstün kılması ve onları kâfirler karşısında galip getirmesi sayesinde gerçekleşmiştir. Konuyu biraz daha açacak olursak: Ilâhî hikmet, İslâm'ın ilk dönemlerinde dört temel haramdan, yani leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adına kesilenlerden bazı Mekke inişli surelerde genel olarak söz edilmesini yeterli görmüştür. Bu surelerde ayrıntıya baş vurulmamıştır. İslâm'ın Müslümanlar açısından uygun görmediği daha başka detaylar bu ayrıntıların kapsamında peyderpey açıklanmak üzere terk edilmiştir. Mekke'nin fethinden sonra, tefsiri sunulan ayetin kapsamında ayrıntıya baş vurulmuştur. Bu, söz konusu pİsliklerin haramlılığına yönelik aşamalı bir yasaklama ve zorlaştırmadır.
Nitekim aynı yöntem, şarabın haram kılınışında da uygulanmıştır. Bununla güdülen amaç, Arapların İslâm'dan kaçmamalarıdır. İslâm'da zorluk görüp de inanan yoksulların geri döneceği ümidine kapılmamalarıdır. Ki ilk Müslümanların büyük çoğunluğunu yoksullar oluşturuyordu.
Fakat İslâm güçlendikten sonra, bu haramların ayrıntılı açıklamasına baş vuruldu. Artık Allah Müslümanlara bolluk bahşetmişti, onları güçlendirmişti. Müşrikler de Müslümanların dinlerinden kaçıp uzaklaşmalarından ümitlerini kesmişlerdi. Müslümanları yenilgiye uğratacaklarına ve caydırıcı, ezici bir güç toplayıp İslâm'ı ortadan kaldırmalarına dair bir duygu taşımaz olmuşlardı. Dolayısıyla artık müminlere onları dikkate almaları, dinlerinden ve canlarından yana onlardan korku duymaları yakışırdı. Şu hâlde ayette geçen "gün"den maksat, Veda Haccı yılının Arefe günüdür. Geri kalan hükümleri açıklayan bu ayet o günde inmiştir. Bu hükümlerle yüce Allah cahiliyenin basit anlayışlarının, pİsliklerinin ve asılsız kuruntularının kalıntılarını da geçersiz kılıp ortadan kaldırdı. Bu ayet, Müslümanların müşriklere tam anlamıyla üstünlük sağlamalarının müjdesiydi. Artık müşrikler İslâm'ın
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................... 299
yok olacağını umacak durumda değildiler. Bundan sonra onlarla hoş geçinmeye bakmanın, onlardan korkmanın, sonuçtan endişe etmenin gereği yoktu.
Dolayısıyla yüce Allah, bu ayette Müslümanlara, kâfirlerin onların dinlerini yok etmekten umut kestiklerini haber vermektedir. Şu hâlde -zayıflıkları güce, korkuları güvene ve yoksullukları zenginliğe dönüştüğü bu süreçte- Allah'tan başkasından korkmamaları gerekmektedir. Ayette ayrıntılı biçimde açıklanan haramlardan uzak durmaları lazım gelir. Bu, dinlerinin kemale ermesi anlamını ifade eder. İşte bazıları özet olarak sunulan bu alıntı şeklinde, ayet hakkında bir görüş ileri sürmüşlerdir.
Yukarıdaki yoruma ilişkin açıklamamız şudur: Bu değerlendirmeyi yapan kişi, sözü edilen ihtimallerden birkaçını birleştirmek, böylece her ihtimal ile bir başka ihtimalin karşılaştığı problemi savmak amacındadır. Bunu yaparken bütünüyle bir çıkmaza girmekte ve hem ayetin anlamını, hem de lafzını bozmaktadır. Şunun farkında değildir: Eğer umutsuzluğa düşmekten maksat, Mekke'nin fethiyle veya Tevbe suresindeki ilgili ayetlerin inmesiyle birlikte İslâm'ın üstünlük sağlaması ve güçlenmesi, dolayısıyla kâfirlerin içine düştükleri karamsarlıksa, bunun hicretin onuncu yılının Arefe gününde gerçekleştiğini söylemek doğru olmaz. "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir." Oysa kâfirler, bu bağlamda bundan bir veya iki yıl önce ümitlerini kesmişlerdi zaten. Bu konuda adı geçen zatın da ayetle ilgili değerlendirme yaparken belirttiği gibi, zamanını belirten "ümitsizliğe düşmüşlerdi" veyahut [zamanı belirtmeyecek örneğin] "onlar şüphesiz ümitsiz olanlardırlar" şeklinde tabirler kullanılması gerekirdi. Yine, bazı yiyeceklerin haram kılınışının aşamalı olduğunu söyleyip içkinin haram kılınışıyla mukayese ederken de yanılmaktadır. Eğer aşamalılıktan kastı, bazı maddelerin bazı maddelerden sonra haram kılınmış olması ise, bilindiği gibi ayet, kendinden önce inen Bakara, En'âm ve Nahl surelerindeki ilgili ayetlerin içerdikleri maddelerden fazlasını içermiyor ve bu ayette söz konusu edilen boğulmuş, vurulmuş... gibi maddeler, bu
300 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
len boğulmuş, vurulmuş... gibi maddeler, bu surelerde zikredilen kavramlara giren hususlardır.
Şayet aşamalılıktan kastı, insanların kabul etmekten kaçınacakları korkusuyla baş vurulan icmalî, sonra ayrıntılı açıklama ise, bu, yersiz bir değerlendirmedir. Çünkü Mâide suresinin inişinden önce, haram oldukları açıkça belirtilen leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adına kesilen hayvanlar nesnel karşılıkları itibariyle daha belirgin, daha ağır gelen ve boğulmuş ya da vurulmuş hayvanlara göre daha etkileyicidir. Bunlarsa az rastlanan ve nadiren yaşanan olgulardır. Şu hâlde, nasıl oluyor da daha önemli ve daha etkileyici olan bu dört maddenin haram olduğu, en ufak bir korku duyulmadan açıklanıyor da, bunlara göre pek önemli olmayan bu maddelerin gündeme getirilişinden korku duyuluyor, haram oluşları aşamalı olarak açıklanıyor, açıkça belirtme hususunda insanlardan korku duyuluyor?
Kaldı ki, böyle bir şey olmuş olsa bile bu, dinin kemale erdirilmesi anlamına gelmez. Hükümlerin yasalaştırılması din olarak adlandırılabilir mi ki, bunların tebliğ edilişi ve açıklanışı dinin kemale erdirilmesi olarak adlandırılsın? Bu, doğru kabul edilse bile, ancak dinin bir kısmının kemale erdirilmesi ve nimetin bazısının tamamlanması anlamına gelir; tamamının ve bütünün değil. Oysa yüce Allah, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." buyurmuştur. Yani hiçbir kayıt belirtmeksizin, sözü mutlak tutmuştur.
Kaldı ki, yüce Allah, daha birçok günde birçok hüküm açıklamıştır. Öyleyse bu günde açıklanan hükmün ayrıcalığı nedir ki, yüce Allah onu veya ayrıntılı açıklamasını dinin kemale erdirilmesi ve nimetin tamamlanması olarak isimlendirmiştir?
Yoksa, dinin kemale erdirilmesinden maksat, haram yiyecekleri ayrıntılı bir şekilde açıklayan bu ayetin inişinden sonra yasama kapısının kapanması şeklindeki tamamlanışı mıdır? Bu durumda Mâide suresinin inişi ile Peygamberin (s.a.a) bu dünyadan göç edişi arasında inen hükümlerin durumu ne olacaktır? Hatta bizzat
Mâide Sûresi 1-3 ......................................................... 301
Mâide suresinin içinde bulunup da bu ayetten sonra inen öteki hükümler için ne diyeceğiz? Varın siz düşünün!
Bütün bunlardan sonra, eğer maksat hicrî onuncu yılın Arefe gününde inen ayetin kapsadığı haramların zikredilişinden dolayı yapılan iyiliği anmaksa, "size din olarak İslâm'a razı oldum." (ki cümlenin takdiri, "Bugün razı oldum"dur) ne anlam ifade ediyor? Bu günün ayrıcalığı nedir ki, yüce Allah özellikle o günde din olarak İslâm'dan razı olsun? Ki bu razı oluşa uygun düşecek nitelikte bu güne özgü bir durum da söz konusu değildir?! Bundan önceki yaklaşımlar için ileri sürülen problemlerin birçoğu ya da çoğunluğa yakın miktarı bunun için de söylenebilir. Fakat biz onları tekrarlayarak sözü uzatmak istemiyoruz. Acaba, ayette geçen "gün"den maksat, Arefe günü ile Peygamberimizin (s.a.a) Medine'ye vardığı gün arasındaki herhangi bir gün müdür, demek isteniyor? Nitekim kâfirlerin ümitsizliğe düşmeleri ve dinin kemale erdirilişi bazılarınca bu şekilde yorumlanmıştır!
Bundan önceki yaklaşımlara ilişkin problemler, aynı detayıyla bunun için de geçerlidir. Şimdiye kadar ayetin anlamını belirleme yolunda sunduğumuz araştırma, ayetin anlamı ile ilgili olarak söylenenler veya söylenebilecek şeyler üzerine yapılan değerlendirmelerdir, ki bu bizim ayetle ilgili araştırmamızın bir kısmıdır sadece. Şimdi tefsirimizin kendine özgü araştırma yöntemine uygun olarak diğer kısmına bakalım.
"Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın." Ayette geçen "ye's=umutsuz-luk" kelimesi, "recâ=umut" kelimesinin karşıtıdır. Din ise, Allah katından peyderpey inmiştir. Buna göre bu ifade gösteriyor ki, kâfirler, Müslümanların dini olan İslâm'dan yana olumsuz bir beklenti içindeydiler. Uzun süreden beri onun bir şekilde ortadan kalkmasını umuyorlardı. Onların bu tavırları, zaman zaman İslâm için de bir tehdit oluşturuyordu. Din onlardan yana gün be gün tehditle karşı karşıya
302 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
kalıyordu. Bu da müminleri sakınmaya ve korku duymaya iten bir durum olmalıydı zaten.
Buna göre, "Artık onlardan korkmayın." ifadesi, yüce Allah'tan müminlere, karşı karşıya bulundukları tehlikeye ve içlerinde biriken korkuya karşı bir güvence niteliğindedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ehlikitap'tan bir grup sizi şaşırtıp saptırmayı arzuladı." (Âl-i Imrân, 69) "Ehlikitap'tan çogu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allah emrini getirinceye kadar affedin, hoşgörün. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir." (Bakara, 109)
Kâfirlerin, Müslümanların başlarına çorap örmek için fırsat kollamaları, Müslümanların dinlerine duydukları hınçtan kaynaklanıyordu. İslâm dini karşısında göğüslerinin daralması, kalplerinin sıkışmasının tek nedeni İslâm'ın onların zorba egemenliklerine son vermesi, haksızlıklarla elde ettikleri onurlu görüntünün sahteliğini ortaya çıkarmasıdır. Canlarının istediğini yapmalarına engel olmasıdır. Nefİslerinin alışkanlıklarına son noktayı koymasıdır. Her istediklerini hiçbir koşula ve kayda bağlı kalmaksızın yapmalarına izin vermemesidir.
Onların öfkeleri dinin kendisine yönelikti, dinin inananlarına yönelik öfkeleri hak dinlerinden dolayıydı. Onların amacı bütün Müslümanları öldürmek, yeryüzünde bir tek Müslüman bırakmamak değildi. Aksine onların amacı, Allah'ın nurunu söndürmek ve sarsılan ve yılmaya yüz tutan şirkin temellerini sağlamlaştırmak, müminleri yeniden küfre döndürmekti. Nitekim yukarıda yer verdiğimiz ayette de buna işaret edilmiştir: "Sizi küfre döndürmek isterler." Bir diğer ayette şöyle buyruluyor: "Agızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasa da Allah, nurunu tamamlayacaktır. O, Elçisini, hidayet ve hak din ile gönderdi ki müşrikler hoşlanmasa da onu, bütün dinlere üstün getirsin." (Saff, 8-9) "Kâfirlerin hoşuna gitmese de siz, dini yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na yalvarın." (Mü'min, 14)
Mâide Sûresi 1-3.............................................................. 303
Bu yüzden kâfirlerin tek derdi, bu güzel ağacı kökünden kesmekti. Müminlere dinden döndürme amaçlı baskılar uygulayarak, topluluklarına nifak tohumlarını saçarak, dini bozmaya dönük kuşku ve hurafeler yayarak bu görkemli yapıyı temelinden yıkmaktı. Ilk etapta Hz. Peygamberin (s.a.a) moralini bozup kararlılığını kırmaya, mal ile, mevki ile o zatın dinî davetine ilişkin azmini boş ve sonuçsuz göstermeye dönük faaliyetlere giriştiler. Nitekim yüce Allah buna şu şekilde işaret etmiştir: "Onlardan bir grup fırladı; yürüyün, tanrılarınıza baglı kalın. Çünkü bu, arzu edilen bir şeydir." (Sâd, 6) Aralarına sızıp yağcılık yaparak bu işi yapmayı düşündüler. Şu ayetlerde de buna işaret edilmiştir: "istediler ki, sen yagcılık yapasın da onlar da yagcılık yapsınlar." (Kalem, 9) "Eger biz seni saglamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça yanaşacaktın." (Isrâ, 74) "De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptıgıma tapmazsınız." (Kâfirûn, 1-3) Bu ayetlerde, nüzul sebebiyle ilgili rivayetlerde açıklanan iniş sebeplerine göre bu hususlara işaret edilmektedir.
Bu dinin son bulmasıyla ilgili son beklentileri şuydu: "Bu misyonu yerine getiren şahsın erkek çocuğu yoktur. Dolayısıyla onun ölümüyle birlikte bu hak çağrısı da son bulacaktır." Onlara göre Hz. Muhammed (s.a.a) peygamber kılığında bir kraldı, çağrısı da risalet kalıbı içinde sunulan bir saltanat davasıydı. Eğer o ölür veya öldürülürse, arkasından onun da, dininin de adı sanı unutulur gider. Sultanların ve Tiranların yaşamında gözlemlenen bir durumdur bu. Iktidarları ne kadar görkemli, zorbalıkları ne denli kapsayıcı olursa olsun, insanları hangi düzeyde boyun eğdirmiş olurlarsa olsunlar, ölümleriyle birlikte adları, sanları da unutulur. Insanların hayatlarına egemen kıldıkları yasaları ve kuralları da kendileriyle birlikte mezara gömülür. Işte kâfirlerin bu beklentilerine şu şekilde işaret edilmiştir: "Asıl sonu kesik olan, sana kin duyandır." (Kevser, 3) Nüzul sebebine ilişkin rivayetlerde, ayetin kâfirlerin bu tür beklentilerine cevap olarak indiği ifade edilir.
304 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Bu ve benzeri duygular, kâfirlerin ruhlarına sinmiş beklentilerdi. Böylece Allah'ın dininin nurunu söndürmeyi umuyorlardı. Bir kuruntu olarak, bu tertemiz davetin bir türedi hareket olduğunu ve gelişmelerin onu yalancı çıkaracağını, işini bitireceğini, günlerin ve gecelerin geçmesiyle birlikte etkisinin geçeceğini düşünüyorlardı. Ancak İslâm'ın peyderpey ulaştığı bölgelerde halkına ve halkının dinine üstünlük kurması, sesinin gitgide yayılması, mesajının güç ve etkinlik kazanması kâfirlerin bu tür beklentilerini boşa çıkardı. Bu yüzden kâfirler Peygamberin (s.a.a) kararlılığını kırmaktan yana umutsuzluğa düştüler. Mal ve mevki vaadiyle hedeflerinden alıkoyacaklarına ilişkin ümitlerini suya düştü.
İslâm'ın ulaştığı güç ve caydırıcı egemenlik, biri hariç diğer tüm beklentilerden yana onları karamsarlığa itti. Ümit bağladıkları diğer neden ise, Peygamberin (s.a.a) erkek çocuğunun olmaması, ondan sonra misyonunu yürütecek, onun yerine geçip dinsel daveti yürütecek birinin bulunmamasıydı. Şu hâlde, onun ölümüyle birlikte dini de ölecekti. Hiç kuşkusuz, hükümler ve bilgiler bağlamında dinsel kemale eriş ne düzeyde olursa olsun, dinin kendini koruması açısından tek başına yeterli bir unsur değildir. Icat edilen yasalar ve insanlarca tâbi olunan dinler, ne kendi kendilerini ve ne de yayılmalarıyla, bağlılarının çokluğuyla varlıklarını ve orijinalliklerini koruyamazlar. Aynı şekilde, dinler ve yasa sistemleri baskıyla, zorbalıkla, diktacı uygulamalarla, tehditle, dinden döndürme amaçlı baskı ve işkenceyle silinip gitmezler. Ancak taşıyıcılarının, koruyucularının yok olmalarıyla, yöneticilerinin bulunmamasıyla tarih sahnesinden silinirler.
Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan şu sonuç ortaya çıkıyor: Kâfirlerin dini yok etmekten ümitlerini kesmeleri şu realiteden ileri geliyordu: Yüce Allah, dini koruyacak, hareketini yönlendirecek ve dine inanan ümmete yol gösterecek birini Peygamberin (s.a.a) yerine tayin etmiştir. Bunun üzerine kâfirler, Müslümanların dinlerini ortadan kaldırmaktan yana ümitsizliğe düşmüşlerdir. Onlar dinin kişisel taşıyıcı aşamasından, tüzel taşıyıcı aşamasına adım attığını
Mâide Sûresi 1-3 .......................................................... 305
gözlemliyorlardı. İşte dinin kemale ermesi buydu. Oluşum aşamasından, kalıcılık aşamasına geçiş yani. Bunun anlamı, nimetin tamamlanmasıydı. Dolayısıyla, "Ehlikitap'tan çogu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allah emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir." (Bakara, 109) ayetinde geçen, "Allah emrini getirinceye kadar..." ifadesiyle buna işaret edilmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Bu değerlendirme, ayetin Gadir-i Hum günü, yani hicretin onuncu yılının zilhicce ayının on sekizinde Hz. Ali'nin (a.s) velayeti ile ilgili olarak indiğine ilişkin rivayetleri destekleyen bir açıklamadır. Bunu esas almamız durumunda, ayetin iki bölümü arasında net bir irtibat kurulmuş ve yukarıda işaret ettiğimiz problemler bertaraf edilmiş olur.
Ayette geçen "umutsuzluk" ifadesinin anlamını öğrendiğine göre, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir." ifadesinde geçen "bugün" kelimesinin "umudu kesmişlerdir" ifadesiyle ilintili zarf olduğunu ve cümlenin akışı içindeki takdimin [yani "el-yevm=bugün" ifadesinin ilintili olduğu "yeise=umudu kesmişlerdir" ifadesinden öne geçirilmesi] günün önemini ve büyüklüğünü vurgulamaya yönelik olduğunu bilirsin. Çünkü o günde din, kişisel denetçiyle ayakta durma aşamasından tüzel denetçi kontrolünde ayakta durma aşamasına, ortaya çıkış ve doğuş aşamasından kalıcılık ve süreklilik aşamasına adım atmıştır.
Bu ayeti, bundan sonra yer alan "Bugün size temiz şeyler helâl kılındı" ayetiyle karşılaştırmak doğru değildir. Çünkü her iki ayet farklı akışlara sahiptirler. "Bugün... umudu kesmişlerdir." ifadesi, bir ara söz, "Bugün... helâl kılındı." ifadesi ise, konuya yeni bir başlangıç konumundadır. Ayrıca, her iki ifadenin hükmü de farklıdır. Birinci ifadenin hükmü, tekvinî=varoluşsaldır; bir yandan müjde, bir yandan da uyarı ifade etmektedir. [Kâfirlerin umutsuzluğa kapılması, tekvinî bir olgu olup Müslümanlar için müjde ve kâfirler i-
306 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
çin tehdittir.] İkinci ifadenin hükmü ise, teşriî=yasamasaldır; kurallara yönelik ilâhî lütfu vurgulamaya yöneliktir. Buna göre, "Bugün... umudu kesmişlerdir." ifadesi, o günün büyük önemini göstermektedir. O gün, büyük ve önemli bir hayrın gerçekleştiği gündür. Kâfirlerin müminlerin dinlerini yok etmekten umudu kesmeleri yani... Daha önce de söylediğimiz gibi, ayette geçen "kâfirler"den maksat, Putperesti, Yahudisi ve Hıristiyanıyla bütün kâfirlerdir. Bu sonucu, ifadenin mutlaklığından çıkarıyoruz.
"Artık onlardan korkmayın, benden korkun." ifadesi, yol gösterici bir tavsiyedir, yaptırım gerektirici bir buyruk değildir. Bunun anlamı şudur: Daha önce sizin için tehlike oluşturan kâfirlerin umutsuzluğa düşmelerinden sonra korkmanızı gerektirecek bir şey yoktur. -Bilindiği gibi insan, bütünüyle ümitsizliğe düşmüş olduğu işe yönelmez; tüm çabasının boşa gideceğinden emin olduğu işte çaba sarf etmez. Dolayısıyla siz kâfirlerden yana güvendesiniz. Bundan sonra dininiz için onlardan korkmanız gerekmez. Artık onlardan korkmayın; benden korkun.
Bundan da anlaşılıyor ki, ayetin akışının oluşturduğu atmosferin de desteğiyle, "benden korkun." ifadesiyle şu anlam kastediliyor: Kâfirlerin umudu kesmemeleri durumunda onlardan yana korkuya kapılacağınız hususta, yani dininiz ve onun elinizden alınması hususunda şimdi benden korkmalısınız. Görüldüğü gibi bu, Müslümanlara yönelik bir tür tehdittir. Bu yüzden ayeti, lütfün vurgulanışı esasına göre yorumlamadık.
Söylediklerimizi destekleyen bir husus da şudur: Allah'tan korkmak her hâlükârda bir zorunluluktur. Bir durumdan diğerine, bir koşuldan diğerine göre değişmez. Dolayısıyla, eğer burada söz edilen korkudan özel bir alanda korkma anlamı kastedilmezse, "Artık onlardan korkmayın" ifadesinden "benden korkun." ifadesine vurgulu geçiş yapmanın anlamı olmazdı. Bu ayeti, "Eger inanmış kimseler iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun." (Âl-i Imrân, 175) ayetiyle karşılaştırmak yanlıştır. Çünkü Âl-i Imrân suresinin ilgili ayetinde işaret edilen "havf=korku"
Mâide Sûresi 1-3 ......................................................... 307
iman koşuluna bağlı olduğu gibi, ayetteki hitap da mevlevî buyruksaldır. Dolaysıyla şu anlamı ifade eder: Müminlerin, kendileri için kâfirlerden korkmaları caiz değildir. Bilâkis yalnızca yüce Allah'tan korkmaları gerekir.
Bundan da anlaşılıyor ki, ayet kâfirlerden duydukları, kendi nefİsleri açısından hissettikleri gereksiz bir korkuyu yasaklıyor. Bu açıdan Allah'tan korkmalarının emredilip emredilmemesi arasında fark yoktur. Bu yüzden Allah'tan korkmaya ilişkin emir ikinci kez, illeti çağrıştıran bir kayıtla gerekçelendiriliyor. Bununla, "eger inanıyorsanız." sözünü kastediyoruz. Ama "Artık onlardan korkmayın, benden korkun." ifadesi açısından farklı bir durum geçerlidir. Çünkü müminlerin duydukları bu korku, dinleri açısından hissettikleri bir endişeden kaynaklanıyordu. Böyle bir korku da Allah- 'ın gazabını gerektirmez. Çünkü bu korku gerçekte Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya dönüktür. Bu yasak, korkuyu gerektiren sebebin -kâfirlerin umudu kesmemiş olmaları- ortadan kalkmış olmasından, etkisinin giderilmesinden kaynaklanıyor.
Şu hâlde yasak, irşadî yani, yol gösterme ve öğüt niteliklidir. Yüce Allah'ın kendisinden korkmalarını emretmesi de yol gösterme amaçlıdır. Bundan şu sonuç çıkıyor: "Din konusunda endişeye kapılıp korkmanız gereklidir. Fakat, korkunun sebebi bu güne kadar kâfirlerden kaynaklanıyordu. Siz, onların sizin dininizle ilgili kötü emeller beslemelerinden dolayı onlardan korkuyordunuz. Ama bu gün onların umudu kesilmiştir. Sebep artık Allah'ın katındaki gerekçelere bağlanmıştır. Şu hâlde yalnızca O'ndan korkun." Okuyucu bu hususta iyice düşünmelidir.
Dolayısıyla, "Artık onlardan korkmayın, benden korkun." ifadesini içermesinden dolayı, ayetin tehdit ve sakındırma, uyarma niteliği de vardır. Çünkü müminler için her takdirde ve her durumda zorunlu olan genel korku yerine, özel bir korku duymaları emrediliyor. Öyleyse, bu korkunun özelliği üzerinde durmamız, onu gerektiren ve emredilmesini sağlayan sebebi irdelememiz gerekir. Şunda kuşku yoktur ki, "Bugün... umudu kesmişlerdir." cüm-
308 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
lesi ve "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." cümlesi, ayet içinde birbiriyle bağlantılı ve bir hedefe yöneliktir. Daha önce bu hususu açıkladık. Dolayısıyla Allah'ın bugün kemale erdirdiği ve bugün tamamlamış olduğu nimet -ki gerçekte bu ikisi aynı şeydir- kâfirlerin daha önce beklentiye düştükleri ve müminlerin onlardan korktukları husustur. Fakat yüce Allah, kâfirleri bu hususta umutsuzluğa düşürdü. Dinini kemale erdirdi, nimetini tamamladı. Müminlerin bu konuda kâfirlerden korkmalarını yasakladı. Dolayısıyla kendisinden korkmalarını istediği şey de, kâfirlerden korkmalarına neden olan şeyin kendisidir. O da yüce Allah'ın dini ellerinden çekip çıkarması ve bu bahşedilmiş nimeti gidermesidir.
Yüce Allah, nimeti gidermenin tek sebebinin nankörlük olduğunu belirtmiş ve nankörleri son derece sert ifadelerle tehdit etmiştir. Nitekim şöyle buyurmuştur: "Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunan nimeti degiştirmedikçe Allah onlara verdigi nimeti degiştirmez. Allah işitendir, bilendir." (Enfâl, 53) "Kim, Allah'ın kendisine gelen nimetini degiştirirse, şüphesiz, Allah'ın cezası çetindir." (Bakara, 211) Ayrıca yüce Allah, bahşettiği nimetlere ve bu nimetleri inkâr edenlerin akıbetlerine ilişkin bütünsel bir örnek vermektedir: "Allah şöyle bir kenti örnek olarak anlattı: Güven, huzur içinde idi, her yerden rızkı bol bol kendisine geliyordu. Fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük etti, bunun üzerine yaptıklarından ötürü Allah ona açlık ve korku elbisesi tattırdı." (Nahl, 112) Buna göre, "Bugün... umudu kesmişlerdir... din olarak İslâm'a razı oldum." ifadesi, Müslümanların dinlerinin kâfirlerden yana güvende olduğunu, kâfirler tarafından gelecek bir tehlike karşısında koruma altında olduğunu duyurmaktadır. Bu demektir ki, kâfirler bu dini bozmaya ve yok etmeye yönelik bir yol bulamayacaklardır. Olsa olsa bu, bizzat Müslümanların elinden olacaktır. Yani, bu eksiksiz nimeti inkâr etmeleri, bu razı olunmuş dini reddetmeleri ile dinin yok olması söz konusu olabilir. Bunu yaptıkları gün, yüce Allah nimeti ellerinden alacak ve onu ceza ile değiştirecektir.
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 309
Onlara açlık ve korku elbisesini tattıracaktır. Nitekim Müslüman halklar İslâm dinini kulak ardı ettiler, Allah da onlara açlık ve korku elbisesini giydirdi.
Bu ayetin, "Artık onlardan korkmayın, benden korkun." cümlesinin içerdiği geleceğe dair gaybî haberin ne ölçüde doğru olduğunu somut örnekleriyle kavramak isteyenler, bugün İslâm âleminin içinde bulunduğu pratik durumu gözlemlesinler, sonra tarihsel olayları analiz ederek geriye doğru gitsinler ve problemlerin temellerine ve tarihsel arka plânlarına ulaşsınlar. Kur'ân'da "velayet"le ilgili olarak yer alan ayetlerin, tefsirini sunduğumuz ayetin içerdiği uyarı ve azap tehdidi ile tam bir bağlantısı vardır. Yüce Allah, kitabında sadece "velayet" konusunda kullarını kendisinden sakındırmıştır. Bu konuda defalarca, "Allah sizi kendisinden sakındırır." (Âl-i Imrân, 28, 30) buyurmuştur. Bu konuyu etraflıca ele alırsak, kitabımızın tefsir yönteminin dışına çıkmış oluruz.
"Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum." "İkmal=ol-gunlaştırma" ve "itmam= tamamlama" kelimeleri, anlam itibariyle birbirlerine yakın kavramlardır. Ragıp el-Isfahanî der ki: "Bir şeyin kema-le ermesi (olgunlaşması), o şeyle güdülen amacın gerçekleşmesi demektir." Ve yine şöyle der: "Bir şeyin tamamlanması da, kendisi dışındaki bir şeye ihtiyaç duymayacağı bir sınıra gelmesidir. Eksik, kendisi dışındaki bir şeye ihtiyacı olan demektir."
Bu iki kavramın anlamını başka bir yöntemle de belirginleştirebiliriz. Şöyle ki: Etkinlik gösteren şeylerin etkileri iki kısımda incelenebilir. Bunların bir kısmı, -şayet cüzleri varsa- bütün cüzlerinin var olması durumunda o şeye terettüp ederler. Şöyle ki, bu cüzlerden veya koşullardan biri ortadan kalkarsa, bu olgular ona terettüp etmeyeceklerdir. Oruç ibadetini buna örnek gösterebiliriz. Çünkü oruç, gündüzün bir vaktinde, bir şeyler yemekle bozulur. Bu şeyin bu nitelikte olmasına tamamlama denir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ta gece oluncaya dek orucu tamamlayın." (Bakara,
310 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
187) "Rabbinin sözü hem dogruluk, hem de adalet bakımından tamamlanmıştır." (En'âm, 115) Diğer kısmı ise, bir şeyin bütün cüzlerinin oluşmasına bağlı olmaksızın ona terettüp eden etkiler, sonuçlardır. Dolayısıyla bütünün etkisi, cüzlerin etkilerinin toplamı hükmündedir. Bir cüz var oldukça, ona özgü olan sonuçlar ve etkiler de ona terettüp ederler. Bütün cüzler var olursa, onlara da istenen bütün etkiler terettüp eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kurbanı bulamayan kimseye üç gün hacda, yedi gün de döndügünüzde oruç vardır. Işte bu, kamil= tam on gündür." (Bakara, 196) "Bu, sayıyı kamil etmeniz= tamamlamanız içindir." (Bakara, 185) Çünkü bu sayının bütününe terettüp ettiği gibi, bir kısmına da sonuç terettüp eder. Araplar derler ki: "Temme li-fulanin emruhu ve kemule akluhu=falanın işi tamamlandı, aklı olgunlaştı." Ama, "Işi olgunlaştı, aklı tamamlandı." demezler.
Kemale erdirme, olgunlaştırma anlamına gelen "ikmal" ile "tekmil" ve tamamlama anlamına gelen "itmam" ile "tetmim" kelimeleri arasındaki fark, if'al ve tef'il kalıplarının ifade ettikleri anlamlar arasındaki farktan kaynaklanır. Çünkü if'al kalıbı, köken itibariyle eylemin bir defada oluşuna, tef'il kalıbı da peyderpey oluşuna delâlet eder. Ancak konuşma sanatındaki gelişmeler ve dilin kapasitesinin genişlemesi bu iki kalıbın kökeni üzerinde etkinlikte bulunmuş, kalıpları bir ölçüde kökünün mecrasından ya da asıl anlamından uzaklaştırmıştır. Ihsan [iyilikte bulunmak] ve tahsin [diğerini övmek], isdak [mehir vermek] ve tasdik [onaylamak], imdad [yardıma koşmak] ve temdid (süreyi uzatmak], ifrat ve tefrit kelimelerini buna örnek gösterebiliriz. Bunlar, kullanıldıkları konuların özelliği doğrultusunda ortaya çıkan sonra da kullanım dolayısıyla lafızda yerleşen anlamlardır.
Buraya kadar yapılan açıklamalardan şu sonuç çıkıyor: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." ifadesi gösteriyor ki, "din" kelimesiyle bütün bilgiler ve yasalaştırılan tüm hükümler kastediliyor. Bu gün de bunların sayısına başka bir şey
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................... 311
eklenmiştir. Ve nimet ne kastedilirse kastedilsin, tek bir manevî olguydu. Eksik ve etkisi yoktu. Bu gün söz konusu nimet tamamlandı ve ondan beklenen etki terettüp etti. "Nimet" kavramı türe işaret eden bir kalıp ve köktür. Bununla, şeyin öz doğasıyla uyum içerisinde olup doğasının onu kendisinden itmediği şey kastedilir. Varlıklar, düzen içinde olmaları açısından bitişik ve bağlantılıdırlar, birbirleriyle uyum içerisindedirler; bunların büyük kısmı veya tüm varsayılan başka bir şeye izafe edildiğinde nimet niteliğini kazanırlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eger Allah'ın nimetini saymak isteseniz sayamazsınız." (Ibrâhim, 34) "Size zahir ve batın nimetlerini bol bol verdi." (Lokmân, 20)
Fakat yüce Allah varlıkların bir kısmını kötülük, basitlik, oyun, eğlence vb. övgü ifade etmeyen olumsuz vasıflarla nitelendirmiştir: "Inkâr edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet ve fırsat vermemiz, onlar için daha hayırlıdır. Onlara sırf suçlarını arttırmaları için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Âli Imrân, 178) "Bu dünya hayatı, eglence ve oyundan başka bir şey degildir. Ahiret yurdu, işte asıl hayat odur." (Ankebût, 64) "Inkâr edenlerin, (zevk içinde) diyar diyar gezip dolaşmaları sakın seni aldatmasın! Azıcık bir faydalanmadır bu. Sonra varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü bir yurttur, yataktır!" (Âl-i Imrân, 196- 197) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir. Bu ayetler gösteriyor ki, nimet olarak sayılan şeyler insan için yaratılışlarının gerisindeki ilâhî amaçla örtüştüklerinde nimet kategorisine girerler. Çünkü bunlar, insanlara yönelik ilâhî bir yardım olarak yaratılmışlardır. Ki insanlar kendi gerçek mutlulukları yolunda onlar üzerinde tasarrufta bulunsun. Insanın gerçek mutluluğu da kulluk sunmak ve Rabbani otoritesine boyun eğmek suretiyle her türlü eksiklikten münezzeh olan Allah'a yaklaşmasıdır. Konuya ilişkin olarak yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattın." (Zâriyât, 56) Şu hâlde insanın Allah'ın huzuruna yaklaşmak ve hoşnutluğu-
312 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
nu elde etmek amacıyla üzerinde tasarrufta bulunduğu her şey nimettir. Aksi takdirde bu nimet onun hakkında azaba dönüşür. Buna göre, varlıklar kendi başlarına nötrdürler. Ama kulluk ruhunu kapsadıkları zaman, bu tasarruf açısından Allah'ın velayeti altında oldukları zaman nimet niteliğini kazanırlar. Allah'ın velayeti ise, yüce Allah'ın kulların işlerini rubûbiyetiyle düzenlemesi demektir. Bu da gösteriyor ki gerçek nimet Allah'ın velayetidir. Bir şey, Allah- 'ın velayetinden etkilendiği takdirde nimet sayılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah, inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlıga çıkarır." (Bakara, 257) "Bu böyledir, çünkü Allah inananların velisidir. Kâfirlerin ise velileri yoktur." (Muhammed, 11) Yüce Allah Elçisi hakkında da şöyle buyuruyor: "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklar hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdigin hükmü, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam anlamıyla kabullenmedikçe inanmış olmazlar." (Nisâ, 65) Bunun gibi birçok ayet örnek gösterilebilir. Şu hâlde İslâm, kulları O'nun kuralları doğrultusunda ibadet etsinler diye Allah katından indirilen hükümlerin toplamı olması açısından dindir. Amelde esas alınması koşuluyla, Allah'ın, Elçisinin ve ondan sonra ululemrin velayetini kapsaması açısından da nimettir.
Allah'ın velayeti, yani din aracılığıyla kullarının hayatını yönetmesi, ancak Elçisinin velayeti aracılığıyla gerçekleşir. Elçinin velayeti de, ondan sonra ululemr aracılığıyla gerçekleşir. Elçinin ve ondan sonra ululemrin velayeti, Allah'ın izniyle ümmetin dinsel işlerini yönetmeleri anlamını ifade eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey inananlar! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin." (Nisâ, 59) Bu ayetin ifade ettiği anlam üzerinde daha önce durduk. Bir diğer ayette de şöyle buyruluyor: "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun elçisi ve namaz kılan ve rükû hâlinde zekât veren müminlerdir." (Mâide, 55) Inşallah bu ayetin ifade ettiği anlam üzerinde etraflıca duracağız.
Mâide Sûresi 1-3 ................................................................. 313
Dolayısıyla tefsirini sunduğumuz ayetin anlamı gelip şu noktaya dayanıyor: Bu gün -yani kâfirlerin sizin dininizi yok etmekten umutlarını kestikleri gün- velayeti farz kılmak suretiyle, size indirmiş bulunduğum dinî bilgileri kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Bu nimet, dinsel işlerin ilâhî bir tarzda yönetilip yönlendirilmesi anlamına gelen velayettir. Bu güne kadar Allah ve Resulünün velayeti şeklindeydi ve vahiy indiği sürece bu yetiyordu. Fakat bundan sonra, vahyin iniş zamanının sona erişiyle ve Allah- 'ın dininin hamisi ve koruyucusu konumundaki Resulün insanların arasından ayrılışıyla birlikte bu velayet yetmez. Bu yüzden bu misyonu yürütecek kimsenin tayin edilmesi bir zorunluluktur. O, Resulullah'tan (s.a.a) sonra dini ve ümmetin yönetimini üstlenecek veliyy-i emr (emir sahibi-yönetici)dir. Buna göre, velayet bir tek meşru (yasalaştırılmış olgu) idi, Resulullah'tan sonra veliyy-i emrin tayinine kadar eksikti, tam değildi. Dinin yasaması kemale erip velayet nimeti tamamlanınca, din olarak sizin için İslâm'dan razı oldum. Ki İslâm, tevhid dinidir; bu dine göre sırf Allah'a kulluk edilir, itaat (itaat ibadet demektir) O'- na ve itaatini emrettiği Resule veya veliyye edilir ancak. Bu açıdan ayet, müminlerin bu gün korkudan kurtuluş ve güvene kavuştuklarını, yüce Allah'ın, tevhit dini olan İslâm'a göre hayatlarını düzenlemelerinden razı olduğunu haber vermektedir.
Öyleyse onların Allah'a ibadet etmeleri, Allah'tan başkasına ve Allah'ın itaat edilmesi gerektiğini açıkladığı kimseden başkasına itaat etmek suretiyle O'na herhangi bir şeyi ortak etmemeleri gerekir. "Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir. Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip begendigi dinlerini kendilerine saglamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini tam bir güvene erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar. Ama kim bundan sonra da inkâr ederse,
314 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
işte onlar yoldan çıkanlardır." (Nûr, 55) ayetini düşünüp cümleleri, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir..." ayetiyle karşılaştırdığın zaman, Mâide suresindeki ayetin, Nûr suresinin ilgili ayetinin içerdiği vaadin gerçekleştiğinin somut ifadesi olduğunu göreceksin. Çünkü bize göre, "Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar." ifadesi, amaç bildirir niteliktedir. Nitekim, "Kim bundan sonra da inkâr ederse, işte onlar yoldan çıkanlardır." ifadesi de bunu ima ediyor. Nûr suresi, Ifk Kıssası'nı, zina cezasını, örtü vb. hükümleri içerme- sinin de gösterdiği gibi Mâide suresinden önce nazil olmuştur. "Kim (istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse (bunlardan yiyebilir; çünkü) hiç şüphesiz Allah bağışlayan ve esirgeyendir." Ayette geçen "mahmase" kelimesi, "açlık" demektir. "Mutecanif" kelimesinin mastarı olan "tecânuf" ise, "eğilim" anlamına gelir. Kelimenin kökü olan "cenef" kelimesi, ayakların dışa eğilimli olması demektir. Ayakların içe eğilimli olması da "henef" kelimesiyle ifade edilir.
Ayetin akışı şuna delâlet eder: Öncelikle hüküm mecbur kalma ve dara düşme durumuna ait sanevî=ikinci derecede gelen hükümdür. Ikincisi: Caizlik ve mubahlık zorunluluğu kaldırma ve açlığı dindirme miktarına bağlıdır [yani, insanı ölümden kurtaracak miktarda sadece bunlardan yenilebilir]. Üçüncüsü: Bağışlama ve rahmet sıfatları cezayı gerektiren günahlarla ilintili olabildiği gibi, bunların kaynağıyla da ilintili olabilir. Yani muhalefet edilmesi, beraberinde cezayı taşıyan günah niteliğini gerektiren hükümle ilintili olabilir [ve böylece bu iki sıfat, haram kılınan şeyin helâl olmasını gerektirir].
1- Et Yemeye İlişkin İnanışlar Hiç kuşkusuz insan, diğer canlılar ve bitkiler gibi beslenme ve
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 315
sindirim sistemiyle donatılmıştır; bu yeteneği ve donanımıyla işleyebileceği, bedenine katılımını sağlayabileceği, böylece varlığını sürdürebileceği maddî unsurları alır. Diş geçireceği ve midesine indirebileceği hiçbir şeyi yemesini engelleyen doğal hiçbir mani söz konusu değildir. Yeter ki bunlar zararlı olmasın veya onlardan tiksinmesin.
Zararlı olması bir yiyeceğin, insanın yediği şeyin bedenine zehir veya benzeri bir şeyle zarar verdiğini fark etmesidir. Bu durumda insan böyle bir yiyeceği yemekten kaçınır. Ya da bir yiyeceğin manevî açıdan zararlı olduğunu fark eder. Değişik dinlerde ve şeriatlarda haram kılınan maddeleri buna örnek verebiliriz. Insanın bu tür şeyleri yemekten kaçınmasına düşünsel nitelikli kaçınma diyoruz.
Tiksinme ise, karşılaşılan maddenin insan doğasının yaklaşmaktan kaçınacağı oranda pis bilinmesinden doğan bir tepkimedir. Nitekim insan pis ve iğrenç kabul ettiği için kendi pİsliğini yemez. Ancak bu, bazı çocuklar ve delilerde görülmüştür. Buna bir de değişik insan topluluklarında etkin olan dinlerin ve yasaların öngördükleri inançsal etmenlere dayanan yaklaşımları ekleyebiliriz. Örneğin Müslümanlar do-muz etini iğrenç kabul ederken Hıristiyanlar temiz kabul ederler. Batılı toplumlar, doğulu toplumların pis kabul ettiği yengeç, kurbağa ve fare gibi hayvanların etlerini yiyebiliyorlar. Bu tür kaçınmayı ikincil doğa ve kazanılmış doğa kategorisinde değerlendirmek gerekir.
Görüldüğü gibi etle beslenme konusunda insanlar mutlak serbestlikten mutlak yasaklığa kadar uzanan geniş bir düzlemde farklı eğilim-lere sahiptirler ve yenmesi mubah görülenler öz doğaya tâbi olunarak mubah görülmüştür. Yine yemekten kaçınılanlara yönelik davranışın arka plânında da ya düşünsel yaklaşım ya da ikincil doğa dediğimiz müktesep huy vardır. Buda yasası, bütün hayvanların etlerinin yenmesini yasaklar. Bu negatif tefritin karşısında da olumsuz bir ifrat duruyor, Afrika'- da ve başka bölgelerde yaşayan kimi barbar kavimler de her türlü
316 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
eti, hatta insanın etini bile yiyorlar.
Araplar dört ayaklı hayvanların ve diğer hayvanların, bu arada fare ve kurbağa gibi hayvanların etlerini yedikleri gibi boğazlanarak veya başka bir şekilde öldürülen hayvanların etlerini de yerlerdi. Bunların dışında boğulmuş, vurularak öldürülmüş, yüksek bir yerden düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı havanlar tarafından parçalanmış gibi her türlü murdar eti yerlerdi. Derlerdi ki: Siz kendi öldürdüğünüz hayvanın etini yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüğü hayvanın etini yemiyor musunuz?! Nitekim günümüzde de benzeri sözleri söyleyenlere rastlamak mümkündür: Ikisi de et değil mi, aralarında ne fark vardır? Önemli olan insan bedenine zarar vermemesidir. Bunu tıbbi ve kimyasal bir ilaçla da sağlamak mümkündür. Çünkü sindirim sistemi açısından bunlar arasında fark yoktur, diyorlar.
Araplar kan da içiyorlardı. Hayvanların bağırsaklarını kanla doldurarak kızartıyor, sonra da konuklarına ikram ediyorlardı. Kuraklık zamanında develerini sivri bir demirle yaralayarak akan kanını içerlerdi. Bugün Müslüman olmayan birçok toplumlarda kan içmek yaygın bir gelenektir.
Putperest Çinliler bu konuda mezhebi en geniş toplumdur. Söylendiğine göre her türlü hayvanın, köpeklerin, kedilerin, hatta solucanların, sedeflerin ve diğer haşerelerin etlerini bile yiyorlar. İslâm bu konuda orta bir yol izlemiştir. Normal insanın öz doğasının benimsediği, temiz gördüğü etleri mubah saymıştır. Sonra bunu dört ayaklı hayvanlar içinde koyun, keçi, sığır ve deve gibi açıklamış, at ve eşek gibi bazı dört ayaklıların etlerinin mekruh olduğunu belirtmiştir. Kuşlarda ise yırtıcı olmayan, yani kursağı bulunan ve kanat çırparak uçan ve pençeleri olmayan kuşlar olarak açıklamıştır. Denizde yaşayan canlılarda da birçok balık türü olarak açıklamıştır. Buna ilişkin ayrıntılı bilgiler fıkıh kitaplarında yer almaktadır.
Bunun yanı sıra adı geçen hayvanların kanlarını, her türlü leşi ve üzerinde yüce Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanları haram
Mâide Sûresi 1-3 .............................................................. 317
kılmıştır. Bu yaklaşımın gerisindeki amaç, fıtrat yasasını, yani insanın et yemeye olan eğilimini diriltmek ve sahih düşünceye, istikamet üzere olan sağlam öz doğaya saygı göstermektir. Bu ikisi [sahih düşünce ve istikamet üzere olan öz doğa], tür olarak zararlı olanların, pis ve tiksindirici kabul edilenlerin mubah sayılmasının önündeki doğal engellerdir.
2- Rahmet Sıfatıyla Bağdaşmadığı Hâlde, Hayvanların Öldürülmesi Nasıl Emredilmiştir?
Biri çıkıp şöyle bir soru yöneltebilir: Hayvanlar da tıpkı insanlar gibi canlıdır; insanlar gibi işkencenin, yok oluşun ve ölümün acısını hissederler. Bizi istenmeyen şeylerden sakınmaya, işkencenin ve ölümün acısından kaçınmaya sevk eden kendini sevme iç güdüsü, bu konuda bizim duyduğumuz acıyı duyuyorlar, bize ağır gelen onlara da ağır geliyor ve bütün nefİsler aynı konumdadır diye, kendi türümüzün bireylerine acımaya yöneltir.
Bu durum, aynen diğer canlı türleri için de geçerlidir. Öyleyse, bize acı veren bir yöntemle onlara acı vermemiz, onlar açısından yaşamın tadını ölümün acısıyla değiştirmemiz, onları en üstün, en onurlu nimetlerden biri olan var olma, varlığını sürdürme nimetinden yoksun bırakmamız doğru olabilir mi? Yüce Allah, acıyanların en merhametlisidir. Her ikisi de O'nun tarafından yaratıldıkları hâlde, O'nun rahmeti, insan zevk alsın diye hayvanın öldürülüşünü emretmekle nasıl bağdaşıyor?
Buna verilecek cevap şudur: Bu sözler, duyguları gerçeklere ve realiteye hakim kılma türündendir. Oysa yasalarda gerçek maslahatlar esas alınır, vehim menşeli duygular değil.
Konuyu açacak olursak: Sahip olduğun yeteneklerle gözlemleme imkânını bulduğun varlık âlemini inceleyecek olursan, varlık bütününün oluşumu ve varlığını sürdürme açısından evrensel dönüşüm yasasına tâbi olduğunu görürsün. Her şey aracılı veya aracısız başka bir şeye, başkası da ona dönüşme imkânına sahiptir.
318 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Biri var oluyorsa, mutlaka başkası yok oluyordur. Şu yok olmadıkça bu var olmaz. Maddî âlem, dönüşümler ve değişimler âlemidir. Dilersen, "yiyenler ve yenilenler âlemi" de diyebilirsin. Söz gelimi yer bileşikleri, toprağı yemektedirler, onu kendilerine eklemekle, kendilerine uygun veya kendilerine özgü şekillere sokmakta ve onlara biçimler vermektedirler. Sonra toprak onları yemekte, yok etmektedir.
Bitkiler topraktan beslenirler, hava teneffüs ederler. Ardından toprak tarafından yenilir, asli unsurlarına ve ilk elementlerine dönüştürülür. Her zaman birinin diğerine dönüştüğüne tanık olabiliriz. Hayvanlar bitkilerden beslenirler, su içerler ve hava teneffüs ederler. Kimi hayvanlar da hemcinslerini yerler. Yırtıcı hayvanlar avlanarak et yerler. Yırtıcı kuşlar güvercin ve serçe gibi kuşları yerler. Sahip olduğu beslenme donanımı yüzünden başka türlü davranamaz. Güvercin ve serçeler gibi kuşlar da hububat taneleri, sinek, tahta kurusu ve sivri sinek yerler. Onlar da insanların ve başka canlıların kanlarından beslenirler. Sonra toprak hepsini yer. Şu hâlde, varlıklar âlemi üzerinde mutlak egemenliğe sahip, istisnasız hükmüne tâbi olunan varoluş kanunu, yaratılış yasası, et ve benzeri şeylerle beslenme hükmünü koymuştur. Sonra varlık bütünün bireylerini buna yöneltmiş, onlara yol göstericilik yapmıştır. Insanı hem hayvanlardan, hem de bitkilerden beslenecek şekilde donatan, bu evrensel yasadır. Insanın beslenme donanımının en önünde dişleri gelmektedir. Dişler kesmeye, kırmaya, ısırmaya ve öğütmeye uygun bir şekilde dizilmişlerdir. Önde kesici dişler, arkasında köpek dişleri, onların da arkasında azı dişleri amacına uygun bir şekilde yer alırlar. Insan koyunlar ve sığırlar gibi kesme ve ısırma yeteneğinden, yırtıcı hayvanlar gibi de öğütme ve çiğneme yeteneğinden yoksun değildir.
Sonra ağız bölgesine yerleştirilen ve bununla yediği etin tadına vardığı tat alma duygusu ve sindirim sistemini oluşturan bütün organlarda yerleştirilen istek ve arzular, eti arzularlar ve iştahları çe-
Mâide Sûresi 1-3 ..................................................................... 319
ker. Bütün bunlar evrensel hidayetin, yöneltilişin göstergeleridir. Yaratılış kongresinin serbestlik kararıdır. Evrensel hidayetle, bu hidayetin etkisiyle oluşan eylemi birbirinden ayırmak, birini kabul edip diğerini inkâr etmek mümkün müdür?
İslâm fıtrat dinidir. Tek hedefi, insan bilgisizliğinin yok ettiği fıtratın eserlerini yeniden diriltmektir. Dolayısıyla yaratılışın işaret ettiği ve fıtratın öngördüğü bir şeyi mubah saymak bir zorunluluktur. İslâm, yasama sistemiyle bu fıtrî hükmü dirilttiği gibi, varoluş çerçevesinde konulan başka hükümleri de diriltmiştir. Beslenme hususunda sınır tanımazlığı önleyici unsurlar çerçevesinde buna değindik. Buna göre, akıl bedensel ya da manevî açıdan zararlı olan etlerden uzak durulmasını öngörür. Yine insan bünyesinin derinliklerinde yer alan duyular ve duygular, bozulmamış öz doğanın pis gördüğü ve tiksindiği şeylerden uzak durmayı gerekli görür. Bu iki hükmün asılları sonuçta gelip varoluş sisteminin tasarrufuna dayanır. İslâm bunları dikkate almış, bedenin gelişimine zararlı olan etleri haram kıldığı gibi, insan toplumunun maslahatı açısından zararlı olan etleri de haram kılmıştır. Üzerinde Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen hayvanların etlerini, kumar ve fal okları vb. şeylerle kazanılan etleri buna örnek gösterebiliriz. İslâm, öz doğanın tiksindiği pİslikleri de haram saymıştır.
İşkence etmeye ve öldürmeye engel olması gereken acıma ve merhamet duygusuna gelince, merhametin latif bir varoluşsal bağış olduğu kuşku götürmeyen bir gerçektir. Varoluş yasası uyarınca insanın ve gözlemlediğimiz kadarıyla birçok hayvanın ruhsal yapısına yerleştirilmiştir. Fakat varoluş yasası, her konuda mutlak egemenliği olsun ve mutlaka sadece ona uyulsun diye bu hükmü koymamıştır. Bir kere varoluş yasasının kendisi, merhameti mutlak olarak uygulamaz. Öyle olsaydı, varlık âleminde acıların, afetlerin, musibetlerin ve türlü azapların izine rastlanmazdı. Kaldı ki, insanın sahip olduğu merhamet duygusu, söz gelimi adalet gibi mutlak olarak üstün, faziletli bir karakter değildir. Öyle olsa, zulmünden dolayı bir zalimi, bir suçluyu cezalandırmamız,
320 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
saldırıya mİsliyle karşılık vermemiz uygun olmazdı. Neticede bunda yerin ve üzerindeki varlıkların helâki söz konusu olurdu. Bununla beraber İslâm, evrensel varoluş yasasının bir bağışı olarak merhamet duygusunu ihmal etmemiştir. Genel olarak merhameti yaygınlaştırmayı emretmiş, hayvanları öldürürken onlara eziyet etmeyi yasaklamıştır. Kesilen hayvanın canı çıkmadıkça organlarının kesilmesini, derisinin yüzülmesini yasaklamıştır. - Boğulmuş ve vurulmuş hayvanın etinin haram kılınması da bu yüzdendir.- Diğer bir hayvanın gözünün önünde başka bir hayvanın boğazlanmasını da nehyetmiştir. Kesilen hayvanın kesimine ilişkin olarak son derece şefkatli hükümler koymuştur. Suyun sunulmasını emretmiştir. Daha bunun gibi fıkıh kitaplarında ayrıntılı biçimde açıklanan birçok hükmü örnek gösterebiliriz.
Bütün bunların yanında, İslâm akıl dinidir; duygu dini değil. Duygusal hükümleri, toplumun maslahatına uygun olan hükümlerin üzerine çıkarmaz. Bunlar arasından yalnızca aklın benimsediklerini esas alır. Akla uygun oldukça duygusal hükümlere itibar eder. Bu da aslında aklın hükümlerine uymak sayılır.
İlâhî rahmet ve yüce Allah'ın acıyanların en merhametlisi oluşu meselesine gelince, şunu bilmek gerekir ki: Yüce Allah, acıyanı acınana lütfetmeye iten kalp inceliği, yufka yüreklilik ve duygusallık anlamında bir rahmet sıfatıyla muttasıf değildir. Bu söylediğimiz maddî ve cismanî bir niteliktir. Ulu Allah bundan münezzehtir. Bilâkis ilâhî rahmetin anlamı, yüce Allah'ın hakkedene hak ettiği kadar hayır indirmesidir. Bu nedenle, bizim azap saydığımız bir şey yüce Allah açısından rahmet, bizim rahmet saydığımız bir şey de O'nun açısından azap olabilir. Dolayısıyla sahip olduğumuz sanal merhamet duygusuna kapılarak şeriatın öngördüğü yasama çerçevesinde esas maslahatları göz ardı etmemiz veya yasaların realiteye uygun olması gerçeğinden ödün vermemiz, ilâhî hikmet açısından caiz değildir.
Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan şu ortaya çıkıyor: İslâm hayvanların etlerinin yenmesini serbest bırakırken ve bu ser-
Mâide Sûresi 1-3 ........................................................ 321
bestliği birtakım kayıtlarla ve koşullarla sınırlandırırken, fıtratın direktiflerini esas almakta ve onları yansıtmaktadır bize. Allah'ın insanların yaratılışına esas kıldığı fıtratı yani. Allah'ın yaratma yasasında değişme, başkalaşma olmaz. Işte dimdik ayakta duran dosdoğru din budur.
3- İslâm Neden Hayvanın Boğazlanmasını Öngörür?
Yukarıdaki sorunun bir devamı olarak sorulan bir diğer soru da budur: Et yemenin, fıtratın ve yaratılış yasasının serbest kıldığı bir husus olduğunu kabul ettik. Acaba bu konuda tesadüf ve benzeri ölümlerle yetinilemez mi? Söz gelimi et yemek için hayvanın kendiliğinden ölmesi ya da bizim dışımızda başka bir etkenle can vermesi beklenemez mi? Böylece evrensel caizlikle, hayvana eziyet etmeyi ve öldürerek işkence etmeyi hoş karşılamayan merhamet duygusunun hükmü bir noktada buluşturulur; boğazlamaya ve kesmeye gerek kalmaz.
İkinci bölümdeki açıklamalar, bu soruya da cevap teşkil edecek niteliktedir. Çünkü bu anlamda merhamet duygusunun gereğini yapmak zorunlu değildir. Aksine bu tarz bir merhametin gereğini yapmak gerçeklere ilişkin hükümlerin geçersiz kılınmasına yol açabilir. Öte yandan İslâm, mümkün olduğu kadarıyla tür arasındaki bu latif duygusallığın korunmasına yönelik tedbirleri almaktan geri kalmamış ve bunları tavsiye etmiştir.
Kaldı ki, mizaçların bozulması ve bedenlerin zarara uğramasıyla sonuçlanan leş ve benzeri şeylerin yenilmesiyle yetinmek ve sadece onları yemeği mubah kılmak, merhamet duygusuyla çelişmektedir. Bütün bunların yanı sıra bertaraf edilmesi gereken genel bir zorluk ve sıkıntıyı beraberinde getirir. [Sadece leş ve benzerini mubah kılmak, genel bir sıkıntıya sebep olur.]
AYETLERIN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir-ul Ayyâşî'de İkrime kanalıyla İbn-i Abbas'ın şöyle dediği
322 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
rivayet edilir: "Ey iman edenler..." diye başlayan hiçbir ayet inmemiştir ki, Ali (a.s) onun başı ve emiri olmasın. Allah Hz. Muhammed'in (s.a.a) ashabını birçok kere azarladığı hâlde, Ali'den sadece hayırla söz etmiştir." [c.1, s.289, h:7]
Ben derim ki: el-Burhan tefsirinde Muvaffak b. Ahmed kanalıyla İkrime'den, o da İbn-i Abbas'tan aynı sözler, "...emiri olmasın..." ifadesine kadar rivayet edilir.1 Bunu Ayyâşî de İkrime'den rivayet etmiştir.2 Bu hadisi daha önce ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinden de alıntılamıştık. Bazı rivayetlerde İmam Rıza'nın (a.s) şöyle dediği belirtilir: "Kur'ân'da 'Ey iman edenler...' diye başlayan bir ayet yoktur ki, biz Ehlibeyt (a.s) hakkında olmasın." Bu rivayet genelin özele uyarlanmasının ya da vahyin batınî anlamının bir örneğidir. Aynı kaynakta Abdullah b. Sinan'dan şöyle rivayet edilir. İmam Cafer Sadık'tan (a.s) "Ey inananlar! Yaptıgınız akitleri yerine getirin." ayetini sordum, buyurdu ki: "Burada ahitler, [yani sözleşmeler] kastediliyor." [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.289.]
Aynı hadisi Kummî de kendi tefsirinde aynı ravi kanalıyla aktarmıştır. [c.1, s.160]
et-Tehzib adlı eserde, rivayet zinciriyle birlikte Muhammed b. Müslim'in şöyle dediği belirtilir: İmam Bâkır (a.s) veya İmam Sadık'tan (a.s) birine, "dört ayaklı hayvanlar size helâl kılındı..." ayetini sordum. Buyurdu ki: "Hayvanların rahmindeki yavrular, tüylenmiş ve kıllanmışsalar, annelerinin boğazlanması, onların da boğazlanması anlamına gelir. İşte yüce Allah bunu kastetmiştir." [c.9, s.58]
Ben derim ki: Aynı hadis el-Kâfi ve el-Fakih adlı eserlerde aynı ravi aracılığıyla iki İmamdan birinden aktarılmıştır. Aynı anlamda bir hadis de Tefsir-ul Ayyâşî'de Muhammed b. Müslim aracılığıyla iki İmamdan birinden ve Zürare kanalıyla da İmam Sadık'tan (a.s) ------- 1- [el-Burhan tefsiri, c.1, s.431.] 2- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.289.]
Mâide Sûresi 1-3 ........................................................... 323
aktarılır.1 Bunu Kummî de tefsirinde rivayet eder.2 Mecma-ul Beyan tefsirinde İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sadık'tan (a.s) rivayet ediliyor. Tefsir-ul Kummî'de, "Ey inananlar! Ne Allah'ın işaretlerine... saygısızlık etmeyin." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Allah'ın şiarları; ihram, tavaf, Ibrahim makamında kılınan namaz, Safa ve Merve Tepeleri arasında sa'ydır. Ayrıca hac mevsimine özgü tüm ibadetler bu kategoriye girer. Kişinin deve kurbanlığını Mekke'ye sevk ederken, kurbanlık olduğu bilinsin dolayısıyla kimse dokunmasın diye onun hörgücünü yaralayıp kan akıtması veya hörgücün derisini soymak yahut gerdanlık takması da Allah'ın şiarlarındandır. Bunlara şiar denmesi, insanların onları fark edip tanımaları içindir." "ne haram aya" bundan maksat, haram aylardan biri olan zilhicce ayıdır. "ne kurban" hac ziyaretinde bulunan kişinin ihramı giydikten sonra kurban edilecekleri yere sürdüğü hayvan kastediliyor. "ne gerdanlıklara..." bundan maksat, hac ziyaretinde bulunan kişinin namaz kılarken giydiği nalınları kurbanlık hayvanın boynuna asmasıdır. "ve ne de... Beyt-i Haram'a yönelenlere" yani Kâbe'ye hac ziyaretinde bulunanlara." [c.1, s.160]
Mecma-ul Beyan tefsirinde şöyle deniyor: İmam Bâkır (a.s) şöyle buyurdu: "Bu ayet, Rebiaoğullarından Hutam adında biri hakkında inmiştir."
Mezkur tefsirde devamla şöyle ekleniyor: Süddi'nin anlattığına göre, Hutam b. Hind el-Bekri, yalnız başına Resulullah'ın (s.a.a) yanına geldi, atını Medine'nin dışında bırakmıştı. Peygamberimize (s.a.a) dedi ki: "Neye davet ediyorsun?" Bundan önce de Peygamberimiz (s.a.a) ashabına demişti ki: "Bugün Rebiaoğullarından bir adam yanınıza gelecek ve bu adam şeytanın diliyle konuşacaktır." Resulullah (s.a.a) adama cevap verdikten sonra adam, "Bana 1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.289.] 2- [Tefsir-ul Kummî, c.1, s.160.]
324 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
mühlet ver, belki de Müslüman olurum. Istişare edeceğim kişiler var." dedi. Sonra oradan ayrıldı." Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Kâfir bir yüzle içeri girdi, çıkarken arkasında hainlik bıraktı." Giderken Medine'ye ait sürülerden biriyle karşılaştı. Sürüyü önüne katıp götürdü. Bir yandan da şu beyitleri mırıldanıyordu: "Hutam, bir çoban eliyle sürülerden birini ele geçirdi. Oysa ne deve, ne de koyun çobanlığı yapmıştı. Ne de satırla eti parçalayan bir kasaptı. Sürü sahipleri geceleyin uyudular; ama Hind'in oğlu uyumadı. Ok gibi hızlı hareket eden bir hizmetçi gibi geçirdi geceyi. Otlatma zahmetini üzerine aldı. Cılız bacağı ve düztaban ayağıyla." Sonra ertesi yıl hac için tekrar geldi. Bu arada sunacağı kurbanı da işaretlemişti. Resulullah (s.a.a) onun huzuruna getirilmesini istedi. Bunun üzerine, "ve ne de... Beyt-i Haram'a yönelenlere..." ayeti indi.
Müellif devamla şöyle der: İbn-i Zeyd dedi ki: "Bu ayet, Mekke'nin fethedildiği gün, Beyt-i Haram'ı ziyaret etmek için gelen ve umre yaparak ihramdan çıkmak isteyen bazı müşrikler hakkında inmiştir. Onları gören Müslümanlar, "Bunlar da şunlar [Mekkeliler] gibi müşriktir. Izin ver, onlara saldıralım." dediler. Bunun üzerine yüce Allah söz konusu ayeti indirdi."
Ben derim ki: Taberî bu kıssayı Süddi ve Ikrime'den, ikinci kıssayı da İbn-i Zeyd'den rivayet etmiştir.1 Ikinci kıssa ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde İbn-i Ebi Hatem kanalıyla Zeyd b. Eslem'den rivayet edilir. Bu rivayette, olayın Hudeybiye günü yaşandığından söz edilir. Her iki kıssa da tefsircilerin ve nakilcilerin hemen hemen üzerinde ittifak ettikleri, Mâide suresinin Veda Haccı esnasında nazil olduğu husussuyla örtüşmemektedir. Eğer öyle olsaydı, "Allah'a ------ 1- [Tefsir-ut Taberî, c.6, s.38-39.]
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 325
ortak koşanlar pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." (Tevbe, 28) "Allah'a ortak koşanları nerede bulursanız öldürün." (Tevbe, 5) ayetinin, "ve ne de... Beyt-i Haram'a yönelenlere" ayetinden önce inmiş olmaları gerekirdi. Bu durumda da Beyt-i Haram'a yönelen müşriklere herhangi bir taarruzda bulunmayı nehyetmeye ilişkin direktifin bir anlamı olmazdı. Büyük bir ihtimalle bu iki kıssa ve bunların içeriklerine benzer diğer kıssalar, bir bölümü İbn-i Abbas, Mücahit, Katade ve Dahhak'tan aktarılan şu görüşün nedenini oluşturmuştur: Onlara göre: "ve ne de... Beyt-i Haram'a yönelenler" ifadesi, "Allah'a ortak koşanları nerede bulursanız öldürün..." ve "Allah'a ortak koşanlar pİsliktir... artık... Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." ayetlerinin inişiyle neshedil-miştir. Nesh hadisi Tefsir-ul Kummî'de yer alır. Ki sözden anlaşıldığı kadarıyla, bu bir rivayettir, Kummî'nin kendi sözleri değil.
Bütün bunların ötesinde, Mâide suresinin en son inen sure olması, bu rivayetleri geçersiz kılmaktadır. Ehlibeyt İmamlarından (a.s) gelen rivayetlerde, Mâide suresinin neshedilen değil neshedici olduğu belirtilir. Kaldı ki, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım..." ayeti, Mâide suresinin bazı ayetlerinin neshedilmiş olması ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.
Buna göre, "ne de... Beyt-i Haram'a yönelenler..." ifadesiyle güdülen amaç, daha sonra yer alan, "bir topluluga olan kininiz, sizi haddi aşmaya sürüklemesin." ayeti vasıtasıyla açıklanmış gibi bir niteliğe sahip olur. Yani, daha önce size taarruzda bulundukları için Mescid-i Haram'a yönelenlere taarruzda bulunarak Kâbe'nin saygınlığını, dokunulmazlığını yok etmeyin. Bunların dışında da daha önce sizi ondan alıkoyanlara böyle davrandılar diye, onları öldürmek gibi günah işlemeye veya ölüm dışında birtakım haksızlılıklara yeltenerek tecavüz etmeye kalkışmayın; bilâkis iyilik ve takva hususunda yardımlaşın.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde de, "İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın." ayetiyle ilgili olarak Ahmet ve Abd b. Hamid, ayrıca
326 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Vabisa kanalıyla da Buharî kendi Sahihinin "Tarih" adlı bölümünde şöyle rivayet ederler: "Bir gün Resulullah'ın (s.a.a) yanına geldim. Amacım iyilik ve günah namına sormadık bir şeyi bırakmamaktı. Bana dedi ki: Ey Vabisa, niçin geldiğini ve neyi sormak istediğini haber vereyim mi? Yoksa kendin mi söyleyeceksin? Dedim ki: Siz bana haber verin ya Resulullah! Buyurdu ki: İyilikten ve günahtan sormak için geldin. Sonra üç parmağını birleştirerek göğsümü dürtüyor, bir yandan da şöyle diyordu: Fetvayı kalbinden ve nefsinden iste. İyilik, kalbinin mutmain olduğu ve nefsinin yatıştığı şeydir. Günah ise, onun hakkında insanlar sürekli sana fetva verseler bile kalpte sıkıntıya yol açan, göğsünde huzursuzluk meydana getiren şeydir."
Aynı eserde, Ahmet, Abd. b. Hamid, İbn-i Hibban, Taberanî, Hakim -sahih olduğunu vurgulayarak- ve Beyhaki Ebu Emame'den şöyle rivayet ederler: "Bir adam Resulullah'a (s.a.a) günahın ne olduğunu sordu. Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: 'Içinde huzursuzluk meydana getiren şeyden uzaklaş.' Bunun üzerine adam, 'Peki, iman nedir?' diye sordu: 'Bir kimseyi işlediği kötülük üzüyor ve yaptığı iyilik sevindiriyorsa, o mümindir.' cevabını verdi."
Yine aynı eserde, İbn-i Ebi Şeybe, Ahmed, Buharî kendi Sahihinin "Edeb" adlı bölümünde, Müslim, Tirmizi, Hakim ve Beyhaki "eşŞu- ab" kitabından Nuvas b. Sem'an'dan şöyle rivayet ederler: "Resulul-lah'a iyilik ve günah olguları hakkında soru soruldu. Buyurdu ki: Iyilik, güzel ahlâktır. Günah ise, nefsinde huzursuzluk meydana getiren ve insanların haberdar olmasından hoşlanmadığın şeydir." [c.2, s.255]
Ben derim ki: Görüldüğü gibi rivayetlerin içeriği, "Nefse ve onu biçimlendirene, ona bozuklugunu ve korunmasını ilham edene..." (Şems, 7-8) ayetlerinin anlamını esas alan bir mahiyette gelişmektedir. Bu rivayetler günahın anlamı ile ilgili olarak yaptığımız açıklamayı da desteklemektedir.
Mecma-ul Beyan tefsirinde, müellif şöyle der: "Bu ayet (maksadı 'Beyt-i Haram'a yönelenler' ifadesidir) ile ilgili olarak âlimler
Mâide Sûresi 1-3 .................................................. 327
arasında ihtilaf vardır. Bu ifadenin içerdiği hükmün, 'Allah'a ortak koşanları nerede bulursanız öldürün.' ayetiyle yürürlükten kaldırıldığı söylenmiştir. Müfessirlerin büyük kısmının görüşü bu yöndedir. Diğer bazı âlimler; 'Ne bu surenin, ne de bu ayetin içerdiği hiçbir hüküm neshe-dilmemiştir; çünkü, müşrikler başlatan taraf olmadıkları sürece, haram aylarda onlara savaş ilân etmek caiz değildir.' demişlerdir." Ardından müellif, "Bu görüş İmam Bâkır'- dan (a.s) rivayet edilmiştir." demiştir.
Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Eban b. Tağlib'den, o da İmam Ebu Cafer Muhammed b. Ali el-Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Leş, kan ve domuz eti, herkesçe bilinen şeylerdir. "Allah'tan başkası adına bogazlanan" ifadesiyle, putların sunaklarında boğazlanan hayvanlar kastediliyor. "bogulmuş" ifadesine gelince, Mecusîler kesilmiş hayvanı yemezlerdi, murdar hayvanı yerlerdi. Bu nedenle sığırı ve koyunu boğarak öldürürlerdi, hayvan bu şekilde ölünce etini yerlerdi. "Vurularak öldürülmüş"ten maksat da şudur: Mecusîler hayvanın ayaklarını bağladıktan sonra ölünceye kadar döverlerdi, hayvan ölünce de etini yerlerdi. "yukarıdan düşmüş"ten maksat da şudur: Yine Mecusîler hayvanın gözlerini bağlayarak yüksekçe bir yerden aşağıya atarlardı, bu şekilde ölen hayvanın etini yerlerdi. "boynuzlanmış"tan maksat da şudur: Iki koçu dövüştürürlerdi. Bu dövüşte ölenin etini yerlerdi. "yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş olan hayvanlar -henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç-" ifadesiyle de şu husus kastedilmiştir: Mecusîler kurt, arslan ve ayı gibi yırtıcı bir hayvan tarafından parçalanarak öldürülmüş bulunan hayvanları yerlerdi. Yüce Allah bunu haram kıldı. "Dikili taşlar üzerine bogazlanan" ifadesine gelince, Mecusîler ateş tapınakları için kurbanlar sunarlardı. Kureyşliler de ağaçlara,
328 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
taşlara tapar ve onlar için hayvan keserlerdi.
"(hayvan etini) fal oklarıyla bölmeniz. Bunlar yoldan çıkmaktır." Cahiliye döneminde Araplar, bir deveyi tutup on parçaya bölerlerdi. Sonra üzerinde toplanıp on tane ok arasında taksim ederlerdi. On oku bir adama verirlerdi. Bunlardan yedi tanesinin payı vardı, üç tanesinin yoktu." "Payı bulunan okların adları şöyleydi: 1) Fezz, 2) Tev'em, 3) Musbil, 4) Nafis, 5) Hils, 6) Rakib, 7) Mualla. Fezz okunun bir payı, Tev'em okunun iki payı, Müsbil okunun üç payı, Nafis okunun dört payı, Hils okunun beş payı, Rakib okunun altı payı ve Mualla okunun da yedi payı vardı." "Payı olmayan oklar da şunlardı: 1) Sefih, 2) Menih, 3) Vağd. Devenin bedelini kendisine hiç pay çıkmayan adamlar öderdi. Dolayısıyla bir kumardı bu ve Allah tarafından haram kılındı." Ben derim ki: Rivayette, boğulmuş, vurulmuş, yüksekten düşmüş hayvanla ilgili açıklama, bir sonraki rivayetten de anlaşılacağı gibi, örneklendirme şeklinde açıklama niteliğindedir. "Henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç" ifadesinin "Yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş olan" ifadesinin yanında ve aynı şekilde "bunlar yoldan çıkmaktır" ifadesinin "fal oklarıyla bölmeniz" ifadesinin yanında yer alması, herhangi bir sınırlandırmanın söz konusu olduğuna kanıt oluşturmaz. [Yani, buna dayanarak sadece yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanıp ancak canları çıkmadan kestiğiniz helâldir ve aynı şekilde sadece fal oklarıyla bölmenin fısk olduğuna delil olmaz.]
Tefsir-ul Ayyâşî'de, Ayyuk b. Kasut'tan, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Boğulmuş" ifadesiyle bağlı olduğu yerde sıkışıp boğulan, "mevkûze" [mealde vurulmuş olarak anlam verdiğimiz madde] hastalığın şiddetinden dolayı boğazlanmanın acısını hissetmeyen, tepinmeyen ve vücudundan kan akmayan, "yukarıdan düşmüş" (mütereddiye) ise, evin damından veya benzeri şeyden aşağı düşen, "boynuzlanmış" (natiha) ise, hemcinsiyle vuruşarak boynuzlanan hayvan demektir." [c.1, s.292]
Mâide Sûresi 1-3 ......................................................... 329
Aynı eserde, Hasan b. Ali el-Veşşa'dan, o da İmam Rıza'dan (a.s) şöyle rivayet edilir: Veşşa şöyle der: İmamın şöyle dediğini duydum: "Yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış bir hayvanı henüz can vermeden yetişip boğazlarsan, etini yiyebilirsin." [c.1, s.292]
Aynı eserde, Muhammed b. Abdullah'tan, o da bazı arkadaşlarından şöyle rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'a (a.s) dedim ki: "Kurban olduğum, söyler misin Allah niçin leşi, kanı ve domuz etini haram kılmıştır?" Buyurdu ki: "Yüce Allah, bunları kullarına haram kılmış, başkalarını da helâl kılmışsa bu, O'nun haram kıldığı şeylerden hoşlanmadığı, helâl kıldığı şeylerden de hoşlandığı için değildir. Tam tersine, ulu Allah muhlukatı yaratmış, bedenlerinin nasıl ayakta kalacağını, hangi şeylerin onlara yarayacağını bilmektedir. Dolayısıyla bunları onlara helâl kılmış yararlanmalarını serbest bırakmıştır. Varlıkların çıkarı bunu gerektirdiği için katından bir lütuf olarak mubah saymıştır. Yine onlara zararlı olan şeyleri de bilmektedir. Bu yüzden zararlı olan şeyleri yasaklamış, istifade etmelerini haram kılmıştır. Ardından zor durumda kalan kimselere bunları mubah kılmıştır. Bedenlerinin ancak bunlarla ayakta kalabilecekleri durumlarda helâl etmiştir. Böyle durumlarda bedenin ayakta durmasını sağlayacak miktarın yenmesini emretmiştir, fazla değil. "Leşin haram kılınışının hikmetine gelince; leşe yaklaşan, ondan yiyen insanın muhakkak bedeni zayıf düşer, cismi küçülür, gücü azalır, soyu kesilir. Leş yiyen insan ancak ansızın ölür." "Kan yemenin haram kılınışının hikmeti şudur: Kan yemek, insanların dünyaya çok düşkün, katı kalpli, şefkat ve merhametinin az olmasına sebep olur. Böylelerinin evlâtlarını, anne ve babalarını öldürmeyeceklerinden emin olunmaz. Yakın akraba ve birlikte olduğu arkadaşı onun tehlikesinden emanda olmaz." "Domuz etinin haram kılınışının hikmeti şudur: Ulu Allah bir kavmi domuz, maymun, ayı ve benzeri çeşitli hayvanlara dönüştürmüştür. Sonra bu hayvanların yenmesini yasaklamıştır ki, on-
330 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
dan yararlanılmasın ve bu cezalandırma türü hafif alınmasın."
"İçkiye gelince; Allah, onu yıkıcı etkisinden ve çıkardığı fesattan dolayı haram kılmıştır. Sürekli içki içen alkolik bir insan putperest gibidir. Içkinin etkisiyle takatsiz düşer, beden sürekli titrer. Içki kişinin aydınlığını yok eder, kişiliğini, onurunu ayaklar altına alır. Onu kan dökmek ve zina etmek gibi haram olan davranışları işlemeye sürükler. Sarhoş olup aklını yitirdikten sonra mahremine musallat olmayacağını kimse garanti edemez. Içki, içeni her türlü kötülükten başka bir şeye yöneltmez." [c.1, s.291]
GADIR-I HUM AYETININ HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Gayet-ul Meram adlı eserde şöyle bir rivayet yer alır: Ebu-l Muey-yed Muvaffak b. Ahmed "Fazail-u Ali" kitabında der ki: Bana Seyyid-ul Huffaz Şehrdar b. Şireveyh b. Şehrdar ed-Deylemi Hemedan'dan tarafıma yazdığı bir mektupta anlattı. Ona da Ebul Feth Abdus b. Abdullah b. Abdus el-Hemedani bir mektupta aktarmış. O da Abdullah b. Ishak el-Bağavi'den duymuş, ona Hüseyin b. Uleyl el-Ganavî anlatmış, o Muhammed b. Abdurrahman ez- Zarra'dan duymuş, ona Kays b. Hafs bildirmiş, o da Ali b. Hüseyin'- den haber almış, ona da Ebu Said el-Hudrî'den naklen Ebu Hüreyre aktarmış: Resulullah (s.a.a) halkı Gadir-i Hum'a çağırdığı gün, orda bulunan bir ağacın altındaki dikenleri ve çerçöpü toplayıp atmalarını emretti; bunun üzerine ağacın altı temizlendi. O gün Perşembe günüydü; Peygamberin insanları Ali'ye çağırdığı gündü. Ali'nin kolundan tutup kaldırdı. Öyle ki, insanlar koltuk altının beyazlığını görebiliyorlardı. Daha birbirlerinden ayrılmamıştılar ki, "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum." ayeti indi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a), dinin kemale erişinden, nimetin tamamlanmasından, Rabbinin risaletinden ve Ali'nin velayetinden razı oluşun-
Mâide Sûresi 1-3 ........................................................... 331
dan dolayı "Allah-u Ekber." dedi. Sonra şöyle buyurdu: "Allah'ım! Onu veli edinenin velisi ol. Ona düşman olanın düşmanı ol. Ona yardım edene yardımcı ol. Onu terk edeni sen de yüz üstü bırak." Hassan b. Sabit, "Ya Resulullah, birkaç beyit söylememe izin veriyor musun?" dedi. Resulullah, "Söyle, onu Allah kalbine ilham eder." buyurdu. Hassan şu beyitleri okudu: "Gadir günü Peygamberleri haykırıyordu onlara Hum mıntıkasında ve nebi ne değerli haykırıcı idi! 'Ben sizin mevlanız ve velinizim öyle mi?' derken. Onlar hiç çekinmeden şöyle dediler: 'Senin ilâhın mevlamız, sen de velimizsin İnsanlar içinde buna isyan eden kimse bulamazsın.' Dedi ki ona: Kalk ey Ali, çünkü ben, benden sonra İmam ve yol gösterici olarak sana razı oldum."
Gayet-ul Meram'da Hafız Ebu Nuaym'ın "Ma Nezele Min-el Kur'- ân Fî Aliyyin Emir-il Mü'minin=Ali b. Ebu Talib hakkında inen Kur'ân ayetleri" adlı eserinden merfu olarak [rivayet zincirine yer vermeksizin] Kays b. Rebi'den, o da Ebu Harun el-Abdi'den, o da Ebu Said el-Hudri'den aynı rivayeti nakleder; ancak beyitlerin sonunda şu ifadelerin de yer aldığını belirtir: "Ben kimin mevlasıysam, bu da onun velisidir. Veli edinerek onun sadık yardımcıları olun. Işte burada dua etti ki: Allah'ım, ona dost olanın dostu ol. Ali'ye düşman olanın da düşmanı ol."
Yine Gayet-ul Meram'da, "Ma Nezele Minel Kur'ân..." adlı eserde şöyle nakledilir: Müellif merfu olarak Ali b. Amir'den, o da Ebul Haccaf'tan, o da A'maş'tan, o da Udda'dan şöyle rivayet eder: Şu ayet Ali b. Ebu Talip'le ilgili olarak Resulullah'a (s.a.a) inmiştir: "Ey Resul! Rabbinden sana indirileni duyur." [Mâide, 67] Yüce Allah şöyle de buyurmuştur: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum."
332 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Gayet-ul Meram'da Ibrahim b. Muhammed el-Hameveyni'den şöyle rivayet edilir: Bize Şeyh Taceddin Ebu Talib Ali b. Hüseyin b. Osman b. Abdullah el-Hazin anlattı. Ona İmam Burhaneddin Nasır b. Ebul Mekarim el-Mutarrizi anlatmış ve ona nakil izni de verilmiş. Ona da İmam Ahtab Harezm Ebul Müeyyed Muvaffak b. Ahmed el- Mekki el-Harezmi anlatmış. Ona da Seyyid-ul Huffaz Hamedan'dan yazdığı bir mektupla bildirmiş, ona da bir yazıyla er-Reis Ebul Feth haber vermiş, ona Abdullah b. Ishak el-Bağavi haber vermiş. Ona da Hasan b. Akil el-Ganavi bildirmiş, o da Muhammed b. Abdullah ez-Zarra'dan duymuş, ona Kays b. Hafs anlatmış, ona Ali b. Hasan el-Abdi, Ebu Harun el-Abdi'den, Ebu Said el-Hudri'den naklen ilk hadisin benzerini rivayet etmiştir.
Yine Hameveynî'den, o da Seyyid-il Huffaz ve Ebu Mansur Şehrdar b. Şireveyhi b. Şehrdar ed-Deylemi'den rivayet etmiştir ki: Bize Hasan b. Ahmed b. Hasan el-Haddad el-Mukri el-Hafız, Ahmed b. Abdullah b. Ahmed'den, o da Muhammed b. Ahmed b. Ali'den rivayet etti. Onlara Muhammed b. Osman b. Ebu Şeybe aktarmış. O da Yahya el-Himmanî'den duymuş, ona Kays b. Rebi, Ebu Harun el- Abdi'den, o da Ebu Said el-Hudri'den ilk hadisin benzerini aktarmıştır. Gayet-ul Meram'da daha sonra Hameveynî'nin bu hadisin peşinden şunları eklediği yer alır: "Bu hadis, değişik birçok kanaldan Ebu Said Sa'd b. Malik el-Hudri el-Ensari'ye dayanır."
Gayet-ul Meram'da Seyyid Razî'nin (r.a) "el-Menakib-ul Fahire" adlı eserinde Muhammed b. Ishak'tan, o da İmam Bâkır'dan (a.s), o babasından, o da dedesinden şöyle rivayet ettiği nakledilir: Resulullah (s.a.a) Veda Haccından dönünce Davcan adı verilen bir yerde konakladı. Bu sırada, "Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni duyur, eger bunu yapmazsan, O'nun elçiligini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur." [Mâide, 67] ayeti indi. Insanlardan korunacağına ilişkin hüküm inince insanlara, "Namaz için toplanın" diye seslendi. Bunun üzerine oradakilerin tümü etrafında toplandı. Dedi ki: "Kendi canlarınıza kendinizden daha fazla tasarruf
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 333
hakkına sahip olan kimdir?" Hep birlikte "Allah ve Resulü" diye haykırdılar.
Bunun üzerine Resulullah, Ali b. Ebu Talib'in elinden tuttu ve "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım ona dost olanın dostu ol, ona düşman olanın düşmanı ol. Ona yardım edene yardımcı ol. Onu terk edeni yüz üstü bırak. Çünkü o bendendir, ben de ondanım. O benim için Harun'un Musa nezdindeki mesabesindedir. Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir." buyurdu.
Bu [Ali'nin velayeti], yüce Allah'ın Hz. Muhammed'in (s.a.a) ümmetine emrettiği son farzdı. Sonra Peygamberine şu ayeti indirdi: "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum."
İmam Bâkır (a.s) der ki: "Orada bulunanlar namaz, oruç, zekât ve hacla ilgili Allah'ın emrettiği bütün farzları kabul ettiler ve Peygamberi bu hususta da tasdik ettiler."
İbn-i Ishak der ki: İmam Bâkır'a sordum: "Bu olay ne zaman meydana geldi?" Dedi ki: Hicretin onuncu yılının zilhicce ayının on dokuzuncu1 gecesinde, Peygamberimizin Veda Haccından döndüğü sırada meydana geldi. Bu olay ile Peygamberimizin (s.a.a) vefatı arasında yüz gün fark vardır. Gadir Hum'da Resulullah'ı on iki kişi dinlemiştir."2
Gayet-ul Meram'da İbn-i Mağazilî'nin "el-Menakıb" adlı eserinde merfu olarak Ebu Hüreyre'den şöyle rivayet ettiği aktarılır: "Zilhicce ayının on sekizinci gününde oruç tutan kimseye Allah, altmış ayın sevabını yazar. O, Gadir-i Hum günüdür. O gün Allah Resulü Ali b. Ebi Talib için insanlardan biat almış ve şöyle buyurmuştur: 'Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım ona dost olana dost ol, onun düşmanına düşman ol. Ona yardım edene yardımcı ol.' Bu sözleri duyan Ömer b. Hattab şöyle dedi: 'Kutlu olsun, ------- 1- el-Burhan tefsirinde, "on yedinci gece..." şeklinde geçer. 2- el-Burhan tefsirinde, "Resulullah on iki kişinin adını zikretti." şeklinde geçer.
334 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
kutlu olsun sana ey Ebu Talib'in oğlu, artık benim mevlam ve bütün mümin erkeklerin ve kadınların da mevlası oldun.' Ardından yüce Allah, 'Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım.' ayetini indirdi."
Gayet-ul Meram'da İbn-i Mürdeveyh'in "el-Menakıb" adlı eserinde ve Merzübanî'nin "Serikatuş-Şiir"1 adlı eserinde Ebu Said el- Hudri'den, Hatip'ten nakledilen hadisin benzerini rivayet ettikleri yer alır. Ben derim ki: Bu iki hadisi Suyutî ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Ebu Said'den ve Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir. Bu arada hadislerin rivayet zincirlerinin zayıf olduğunu belirtmiştir. Birçok kanaldan sahabeler içerisinden -dikkatle incelenirse- Ömer b. Hattab, Ali b. Ebu Talib, Muaviye ve Semure'ye dayandırılarak ayetin Veda Haccının Arefe gününde nazil olduğu ve bu günün Cuma'ya rastladığı rivayet edilmiştir. Bunlar içinde güvenileni Ömer'den nakledilen rivayettir. Müellif bunu Humaydi, Abd b. Hamid, Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizi, Nesai, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Hibban ve Beyhaki "Sünen"inde Tarık b. Şihab'dan, o da Ömer'den, yine İbn-i Rahe-veyh'in "Müsned"inde, Abd b. Hamid Ebu Aliye kanalıyla Ömer'den, İbn-i Cerir, Kubaysa b. Ebu Zueyb kanalıyla Ömer'den, Bezzaz kanalıyla İbn-i Abbas'tan rivayet eder. Anlaşıldığı kadarıyla İbn-i Abbas da Ömer'den rivayet ediyor.
Ben derim ki: Suyuti'nin söz konusu iki hadisin rivayet zincirlerinin zayıf olduğunu belirtmesi, metnin de zayıf olmasını gerektirmez. Önceki açıklamalarda, ayetin içeriğinin, kendisiyle ilgili olarak dile getirilen ihtimaller ve anlamlar içinde ancak bununla örtüştüğünü kanıtlarıyla ortaya koyduk. Dolayısıyla söz konusu iki rivayet ve onlara benzer içerikli rivayetler, ilgili rivayetlerin içinde Kur'ân'la uyuşan rivayetlerdir. Öyleyse onların esas alınması lazım gelir.
Kaldı ki ayetin, "velayet meselesi" ile ilgili olarak indiğine iliş- ----- 1- [el-Gadir kitabında, "Mirkat-üş Şiir" diye geçer.]
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 335
kin açıklamalar içeren -ve Şiî ve Sünnî kaynaklardaki toplam sayısı yirmiyi aşkın bulunan- bu hadİsler, "Ey Elçi, Rabbinden sana indirileni duyur..." (Mâide, 67) ayetinin iniş sebebi olarak belirtilen gelişmelerle de ilintilidir. Bu konuyla ilgili hadisler de, Şiî ve Sünnî kaynaklarda on beşten fazladır. Bunların tümü de Gadir hadisiyle yani, "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır." hadisiyle ilintilidir. Çok sayıda sahabe tarafından rivayet edilen ve tevatür düzeyine ulaşan bir hadistir bu. Gerek Sünnî ve gerekse Şiî âlimlerin büyük bir kısmı söz konusu hadisin mütevatir olduğunu belirtmişlerdir. Üzerinde görüş birliği sağlanan diğer bir husus da, olayın Peygamberimizin (s.a.a) Mekke'den Medine'ye döndüğü sırada meydana geldiğidir. Dolayısıyla velayet de (şayet önemi kavranır şaka ve boş söz olarak yorumlanmazsa) tıpkı Kur'ân'ın birçok ayetinde net olarak üzerinde durulan tevelli (müminleri dost edinmek) ve teberri (müşriklerden uzaklaşma) gibi bir farzdır. Böyle olduğuna göre, bu farzı içeren ayetin, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." ayetinden sonra inmiş olması mantıki değildir. Bu ayet, velayetin farz kılınmasından sonra inmiştir. Eğer bu çıkarsamamızla çelişen rivayetler varsa, onlara dayanıp güvenmek yersizdir. Konuyla ilgili olarak aktarılan rivayetle ilgili yaklaşımımız biliniyor. Ancak burada bilinmesi gereken bir hususa dikkat çekmek istiyoruz: "Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni duyur, eger bunu yapmazsan, O'nun risaletini yerine getirmemiş olursun..." ayeti -ki ileride ifade ettiği anlam üzerinde duracağız- ile, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." ayeti, bu iki ayetle ilgili olarak Sünnî ve Şiî kanallarla aktarılan hadisleri ve tevatür düzeyine ulaşan Gadir-i Hum rivayetleri üzerinde düşünülüp, Peygamberimizin (s.a.a) döneminin sonlarına doğru İslâm toplumunun iç durumu incelendiğinde, çok yönlü araştırmalara tâbi tutulduğunda, kesin olarak görülecektir ki, velayet hükmünü içeren ayet, Gadir-i Hum gününden birkaç gün önce inmiştir.
Yine bu tür bir irdelemede anlaşılacaktır ki, Resulullah (s.a.a)
336 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
bunu açıklamaktan sakınıyordu, kabul görmemesinden veya kendisine yönelik bir suikast düzenlenmesinden, dolayısıyla İslâm devletinin yara almasından korkuyordu. Bu yüzden, bu emrin tebliğini günden güne erteliyordu. Nihayet, "Ey Elçi!... duyur." ayeti indi de artık bu farzın tebliğini ertelemeye izin vermedi. Buna göre, yüce Allah'ın surenin büyük kısmını, bu arada "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." ayetini, beraberinde velayet hükmünü adı geçen Arefe gününde indirmiş olması, Peygamberimizin (s.a.a) ilgili ayeti Arefe günü okuduğu, ancak velayet konusunu açıklamayı Gadir-i Hum gününe kadar ertelemiş olması mümkündür. Bu ayetin Gadir-i Hum günü nazil olduğunu ifade eden bazı rivayetlere gelince, Peygamberimizin (s.a.a) tebliğ ettiği meseleyle ilgili ayeti bu esnada yeniden okumuş olmasından dolayı, ilk kez nazil olmuş gibi açıklanmış olması, uzak bir ihtimal değildir. Bu durumda, bu ayetin "velayet" meselesi ile ilgili olarak indiğini ifade eden rivayetlerle, Ömer, Ali, Muaviye ve Semure'den aktarılan görüşlerde olduğu gibi aynı ayetin Arefe günü indiğini ifade eden rivayetler arasında çelişki yoktur. Çelişki, ancak rivayet gruplarından birinin ayetin Gadir-i Hum gününde, diğerinin de Arefe gününde indiğine delâlet etmesi durumunda söz konusu olabilir. Rivayet gruplarından ikincisinde, ayetin dinin hac ve benzeri ibadetlerle kemale erdirilmesine işaret ettiğine ilişkin olarak yer alan değerlendirmeler, ravinin kişisel görüşüdür. Ne Kur'ân'ın ifadesi ve ne de Peygamber (s.a.a) tarafından yapılan güvenilir bir açıklama, bu kişisel görüşle örtüşüyor. Bu açıklamayı, Ayyâşî'nin kendi tefsirinde Cafer b. Muhammed b. Muhammed el-Huzai'den, onun da babasından aktardığı şu rivayetten de algılamak mümkündür: Ravi der ki, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu duydum: "Resulullah (s.a.a) cuma günü Arefe'de konaklayınca Cebrail geldi ve ona şöyle dedi: Allah sana selam ediyor ve diyor ki: Ümmetine söyle: Bugün dininizi sizin için Ali b. Ebu Talib'in velayetiyle kemale erdirdim, üzerinizdeki
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 337
nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm'a razı oldum. Bundan sonra size bir şey indirmeyeceğim, daha önce size namazı, zekâtı, orucu ve haccı öngören hükümleri indirmiştim. Bu da (velayet) beşincisidir. Bu adı geçen dört ibadetten sonra ancak, bu beşincisiyle size yönelirim."
Kaldı ki, ayetin Arefe gününde indiğine ilişkin olarak Ömer'den nakledilen rivayette bir diğer problem var. Bu rivayetlere göre, Ehlikitap'tan birisi -bazısında bu birisinin Ka'b olduğu belirtilir- Ömer- 'e der ki: Kur'ân'da bir ayet vardır ki, eğer onun bir benzeri biz Yahudi topluluğuna inseydi, onun indiği günü bayram ilân ederdik. O şu ayettir: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım..." Ömer ona şu cevabı verir: "Vallahi, ben o günü biliyorum. Veda Haccının Arefe günüdür." İbn-i Raheveyh ve Abd b. Hamid'in Ebul Aliye'den aktardıkları rivayetin metni ise şöyledir: Bir grup Ömer'in yanında bulunuyordu ve ona bu ayeti söz konusu ettiler. Bu sırada Ehlikitap'tan bir adam dedi ki: "Eğer bu ayetin indiği günü bilseydik, o günü bayram ilân ederdik." Ömer ona şu karşılığı verdi: "Ayetin indiği günü ve ertesi günü bize bayram kılan Allah'a hamd olsun. Ayet Arefe günü indi. Ertesi günse Kurban Bayramı'dır. Böylece Allah bizim için işi kemale erdirdi. Anladık ki, bundan sonra iş eksilme sürecine girecektir." Rivayetin son bölümü farklı bir şekilde de aklarılmıştır. ed- Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Ebi Şeybe ve İbn-i Cerir'in Antere'den şöyle rivayet ettikleri yer alır: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." ayeti Hacc-ı Ekber günü inince, Ömer ağlamaya başladı. Resulullah (s.a.a), "Niye ağlıyorsun?" dedi. Ömer dedi ki: "Şunun için ağlıyorum: Bugüne kadar dinimiz bir artış sürecindeydi. Ama bugün kemale ermiş bulunuyor. Kemale eren hiçbir şey yoktur ki, eksilmesin." Resulullah (s.a.a), "Doğru söylüyorsun." dedi. Bu rivayete bir açıdan benzeyen diğer bir rivayet de yer alır ed- Dürr-ül Mensûr tefsirinde: Ahmed, Alkame b. Abdullah el- Muze-
338 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ni'den şöyle rivayet eder: O demiş ki: Bana bir adam şunları söyledi: Ömer b. Hattab'ın meclisinde bulunduğum bir sırada, Ömer meclistekilerden birine sordu: "Resulullah'ın İslâm'ı ne şekilde nitelendirdiğini duydun mu?" Adam dedi ki: "Resulullah'ın (s.a.a) şöyle dediğini duydum: İslâm yeni doğmuş bir deve yavrusu gibi hayata başladı, sonra iki yaşına, dört yaşına, altı yaşına girdi, derken en güçlü dönemine girdi." Ömer dedi ki: "Güçlü ve olgunluk döneminden sonra, sıra eksilmeye gelir." Görüldüğü gibi, bu rivayetlerin ortak özellikleri, ayetin Arefe günü inişinin anlamının, insanların dikkatini dinin egemen oluşuna, hac mevsiminde Mekke'de tek başına etkin bir güç hâline gelişine çekmek olduğunu açıklamaya yöneliktir. Bu rivayetlerde dinin kemale erdirilişi ve nimetin tamamlanışı, Mekke atmosferinin arındırılması, o gün için sırf Müslümanların yaşadıkları bir ortama dönüşmüş olması, ondan başka ibadete esas alınacak bir dinin bulunmayışı, artık düşmanlardan korkup sakınmalarını gerektirecek bir durumun olmayışı şeklinde yorumlanmıştır. Diğer bir ifadeyle; dinin kemale erdirilişinden ve nimetin tamamlanışından maksat, onlara göre, düşmanların müdahalesinin veya onlardan çekinmelerinin söz konusu olmadığı bir ortamda ellerinde bulunan şeylere tamamen amel etmeleridir. Maksat, Allah katından gelen bilgi ve hükümleri içeren şeriat değil. Yine rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, onlara göre İslâm, amel bazında iş gördükleri İslâm'ın zahiridir. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Dinden maksat, amellerine yansıyan, gözlemlenebilir dinin şeklidir, İslâm da öyle... Çünkü artıştan sonra eksiliş ancak bu anlamda söz konusu olabilir. Oysa Allah tarafından konulan hüküm ve O'nun tarafından inzal edilen bilgiler, Ömer'in; "Kemale eren hiçbir şey yoktur ki eksilmesin." sözüyle anlatmak istediği türden bir artıştan sonra eksilişi kabul etmez. Kuşkusuz "artışın ardından eksiliş" evrensel bir yasadır, evrenin yapısı gereği tarihin ve toplumsal hayatın akışına egemendir. Din ise, bu tür yasalara tâbi değildir. Sadece, dini diğer
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 339
toplumsal düzenler gibi gelişen ve değişen bir sosyal düzen olarak görenler böyle bir yaklaşım içinde olabilirler. Bu gerçeği kavradığına göre, bu tür değerlendirmelerde öncelikle şu şekilde bir tutarsızlığın olduğunu bilirsin: Daha önce anlamını sunduğumuz "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım." ayeti dinin kemale erdirilişi olgusuna getirilen açıklamayla örtüşmüyor. Ikincisi: İslâm toplumunda müşriklerden çok daha zararlı ve yıkıcı unsurların bulunmasıyla birlikte, sadece yeryüzünün zahiren müşriklerden temizlenmesine, toplumun zahiren İslâm üzere olup müşrik düşmanlar tarafından tehdit edilmemesine dayanarak, Yüce Allah'ın dini salt şekli olarak kemale ermiş sayıp bu durumu kendine nispet ederek insanlara yönelik bir lütfü olarak nitelendirmesi mümkün müdür? Müslümanların arasında gizlice toplantılar düzenleyen, aralarına sızan, bozgunculuk çıkaran, işleri tersine çevirmeye çalışan, dini ifsat edici çalışmalar yapan, kuşkular yaratan münafık gruplar vardı. Bilindiği gibi münafıklar sorunu büyük ve önemliydi. Kur'ân'ın birçok ayetleri bu hususa değinmiştir. Örneğin, Münafikun suresinin neredeyse tüm ayetleri, Bakara, Nisâ, Mâide, Enfâl, Tevbe ve Ahzâb surelerinin bir kısmı onlara ayrılmıştır. Anlayamıyorum, o gün münafık gruplar nereye kayboldular? Sesleri, solukları nasıl kesildi? Hileli düzenleri nasıl bir anda boşa çıktı, batıl zihniyetleri yok olup gitti? Münafıkların varlıklarına rağmen sırf müşriklerin Mekke'den uzaklaştırılmasına dayanarak yüce Allah'ın o gün Müslümanlara, dinin zahirini kemale erdirmesini, nimeti zahiren tamamlamasını, İslâm'ın zahirine razı oluşunu lütuf sayması ve bunu bir minnet olarak zikretmiş olması nasıl mantıklı olabilir? Oysa münafıklar, müşriklerden daha şiddetli ve yıkıcı düşmandırlar. Nitekim "Onlar düşmandır, onlardan sakın." (Münafikun, 4) ayeti bu sözümüzü doğruluyor. Yüce Allah'ın iç yapısı bu şekilde karmaşık olan bir dinin zahirini kemal olarak nitelendirmesi yahut iç yapısı bedbaht unsurlar barındırmasına rağmen nimetini tamamladığını vurgulaması veya
340 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
bu anlamıyla İslâm'ın zahirinden razı olduğundan haber verip bunun bir lütuf olduğunu belirtmiş olması mümkün müdür? Oysa Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Yoldan saptırıcıları yardımcı tutmuş degilim." (Kehf, 51) Yüce Allah, münafıklarla ilgili olarak -onların dinini kastederek- şöyle buyuruyor: "Siz onlardan razı olsanız bile, Allah yoldan çıkan topluluktan razı olmaz." (Tevbe, 96) Bütün bunların ötesinde ayetin ifade tarzı mutlaktır; kemale erme, tamamlama, razı olma, din, İslâm ve nimet gibi olguları herhangi bir açıdan kayıtlamıyor.
Diyebilirsiniz ki: Bu ayet -daha önce de işaret edildiği gibi- aşağıdaki ayetin kapsadığı vadin yerine getirilişinin ifadesidir: "Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir: Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip begendigi dinlerini kendilerine saglamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini tam bir güvene erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar." (Nûr, 55) Görüldüğü gibi, ayette Müslümanlara kendileri için razı olunmuş dinlerinin kemale erdirileceği vadediliyor. Tefsirini sunduğumuz ayette ise, bu vaade şu ifadeler tekabül ediyor: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım (kemale erdirdim) ve size din olarak İslâm'a razı oldum." Şu hâlde, razı olunmuş dinlerinin kemale erdirilişinden maksat, dinin onlar için egemen kılınışı, onun müşriklerin sıkıştırmalarından kurtarılışıdır. Münafıklara gelince, onların durumu farklıdır, dini baskı altında tutup sıkıştırmayla bir ilintileri yoktur. Ayetin Arefe günü nazil olduğuna ilişkin rivayetlerin işaret ettikleri anlam da budur. Nitekim bir diğer grup da, burada dinî amellerin ve bu amelleri yerine getiren Müslümanların müşriklerin sıkıştırmalarından kurtuluşları kastedilmiştir, şeklinde görüş belirtmişlerdir. Size verecek cevabım şudur: "Bugün... olgunlaştırdım." ayetinin, "Allah inananlara vadetmiştir..." ayetinin içerdiği vaadin somut ifadesi oluşu, keza tefsirini sunduğumuz ayette geçen, "sizin
Mâide Sûresi 1-3 ..................................................... 341
dininizi olgunlaştırdım." ifadesinin öteki ayetteki, "kendileri için seçip begendigi dinlerini kendilerine saglamlaştıracak..." ifadesine tekabül edişi, onun anlamını ifade ediyor oluşu bir gerçektir ve bunda en ufak bir kuşkuya mahal yoktur. Ne var ki Nûr suresindeki ayet, "Allah inananlara ve iyi işler yapanlara vaat etmiştir" ifadesiyle başlıyor. Burada Müslümanlar arasında amellerinin içi-dışı bir olan özel bir grup kastediliyor. Dinin öngördüğü biçimde sergiledikleri amelleri, Allah katında hükme bağlanan dinî kurallarla örtüşüyor. Dolayısıyla Allah'ın onlar için razı olduğu dinlerinin sağlamlaştırılması hoşnut olunan dinin Allah'ın ilmi ve iradesi kapsamındaki kısmının yasa kalıplarına dökülerek, vahiy yoluyla cüzlerini onların nezdinde toplayarak kemale erdirmesi anlamını ifade eder. Ki kâfirlerin onların dinlerini yok etmekten yana umutsuzluğa düşmelerinden sonra, kendileri kemale erdirilmiş bu dinin buyrukları doğrultusunda Allah'a yönelik kulluk yükümlülüklerini yerine getirsinler.
Bizim söylediğimiz şudur: Yüce Allah'ın dini kemale erdirmesinin anlamı, farzların yasa niteliğinde hükme bağlanması açısından kemale erdirilmesidir. Dolayısıyla adı geçen ayetin inişinden sonra herhangi bir farz konulmamıştır. Yoksa kastedilen, müminlerin amellerinin, özellikle haclarının müşriklerin amellerinden ve haclarından kurtarılması, iki tarafın amellerinin birbirine karışmayacak şekilde ayrılması değildir. Diğer bir ifadeyle, dinin kemale erdirilişinin anlamı, onun artıştan sonra eksilişi kabul etmeyecek şekilde en yüksek mertebeye çıkarılışıdır.
Tefsir-ul Kummî'de müellif der ki: Bana babam anlattı, o da Saf-van b. Yahya'dan duymuş, ona A'lâ haber vermiş. O, Muhammed b. Müslim kanalıyla İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediğini duymuş: "Allah'ın indirdiği son farz, velayettir. Ondan sonra herhangi bir farz indirilmemiştir. Ardından, 'Kura-ul Gamîm' denilen yerde, 'Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım.' ayeti indi. Resulullah (s.a.a) bu hükmü 'Cuhfe' denilen yerde tebliğ etti. Ondan sonra da herhangi bir farz inmedi."
342 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Aynı anlamı içeren bir hadisi Tabersi Mecma-ul Beyan tefsirinde İmam Bâkır ve İmam Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir. Ayyâşî de kendi tefsirinde Zürare kanalıyla İmam Bâkır'dan aktarmıştır. [c.1, s.292, h:20]
Şeyh Tusî el-Emalî adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle Muhammed b. Cafer b. Muhammed'den, o babasından, o İmam Cafer Sadık'tan (a.s), o da Emir-ül Müminin Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: "İslâm beş temel üzerine bina edilmiştir: İki şehadet ve iki arkadaş..." Orada hazır bulunanlar, "İki şehadeti biliyoruz, iki arkadaş nedir?" diye sordular. Buyurdu ki: "Namaz ve zekât. Çünkü biri olmadan diğeri kabul edilmez. Ayrıca oruç ve yol bulabilenlerin Beytullah'ı haccetmeleri. Bunlar velayetle son bulmuştur." Ardından yüce Allah, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum." ayetini indirdi. [c.2, s.132]
Fettal b. el-Farisi "Ravzat-ul Vaizin" adlı eserinde İmam Bâkır'- dan (a.s) Peygamberimizin (s.a.a) hac için gidişini, Medine'ye dönüş yolunda Ali'yi velayet makamına atayışını, konuyla ilgili ayetin inişini anlatır. Burada Resulullah'ın (s.a.a) Gadir-i Hum günü yaptığı uzun bir konuşmaya da yer verir. [Ravzat-ul Vaizin, s.89]
Ben derim ki: Benzeri bir hadisi, Tabersi el-İhticac adlı eserinde kendisi bitişik rivayet zinciriyle el-Hadremi'den, o da İmam Bâkır'dan (a.s) aktarır.1 Ayetin velayet hakkında indiğini Kuleynî el- Kâfi'de,2 Şeyh Saduk da el-Uyûn'da3 rivayet eder. Tümü rivayet zinciriyle Abdulaziz b. Müslim'e, ondan İmam Rıza'ya (a.s) isnat edilir. Yine ayetin "velayet"le ilgili olarak indiğini Şeyh Tusi el-Emalî adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle İbn-i Ebi Umeyr'den, o Mufaddal b. Ömer'den, o İmam Sadık'tan (a.s), o da atası Emir-ül ------ 1- [el-Ihticac, c.1, s.68.] 2- [Usûl-ü Kâfi, c.1, s.282.] 3- [el-Uyûn, c.1, s.216, h:1]
Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 343
Müminin'den (a.s) rivayet eder. [c.1, s.124] Bunu Tabersî de Mecma-ul Beyan tefsirinde kendi rivayet zinciriyle Ebu Harun el-Abdi'den, o Ebu Said el-Hudri'den rivayet eder. Şeyh Tusî el-Emalî adlı eserinde konuyla ilgili olarak Ishak b. Ismail en-Nişaburî'den, o İmam Sadık'tan (a.s), o atalarından (a.s), onlar Hasan b. Ali'den (a.s) bir hadis rivayet ederler.1 Konuyu kısa tutmak istediğimizden epey uzun olan bu rivayetlerin metinlerini sunmadık. Dileyen kaynaklara başvurabilir. Hidayeti bahşeden Allah'tır. ------ 1- [el-Emalî, c.2, s.132]
344 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Mâide Sûresi 4-5 ................................................................
4- Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz av köpeklerinin, sizin için tuttuklarını yiyin ve [hayvanı av peşine salarken] üzerine Allah'ın adını anın, Allah'tan korkun [eğlence için hayvanları avlamayın]. Çünkü Allah hesabı çabuk görendir.
5- Bugün size temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemeği [buğday vb. hububat] size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. Inanan kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar -iffetli olup zina etmemeniz ve gizli dostlar tutmamanız üzere mehirlerini verdiğiniz takdirde- size helâldir. Kim imanı [iyi amellerin kaynağı olan hak itikatları] inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır ve o, ahirette kaybedenlerdendir.
Mâide Sûresi 4-5 ........................................................... 345
"Sana kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı." Bu ifadede genel ve mutlak bir soruya genel ve mutlak bir cevap verilmiştir. Cevabın içeriğinde helâlı haramdan ayıran bütünsel bir ölçüt sunulmuştur. Buna göre, üzerinde normal-kabul edilebilir bir tasarrufta bulunulmak istenen şeyin iyi ve temiz olması gerekir. Aynı şekilde "iyi ve temiz şey" kavramının da herhangi bir kayıtlama getirilmeksizin mutlak olarak ifade edilmesi, iyi ve temiz şeyin belirlenmesinde geleneksel-kabul edilebilir anlayışın iyi ve temiz görüldüğü şeyin esas alınmasını gerektirmektedir. Buna göre, geleneksel-normal insanların anlayışlarının iyi ve temiz gördüğü şey, iyi ve temizdir. Iyi ve temiz olan her şey de helâldir.
Bir şeyin helâl ve iyi oluşunun kriteri olarak geleneksel anlayışı göstermemizin nedeni, fıkıh metodolojisi çerçevesinde vurgulandığı üzere mutlak bir ifadenin ancak bu şekilde yorumlana bileceğidir. "Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz av köpeklerinin, sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın." Bir görüşe göre, bu ifade "teyyibat=iyi ve temiz şeyler" konusuna matuftur. Yani eğittiğiniz hayvanların tuttukları av hayvanları da size helâl kılındı; yani ifadenin açılımı aslında şöyledir: "U-hille lekum saydu ma allemtum minel cevarih." Buna göre, ifade mah-zuf bir muzaf takdir edilmek suretiyle özetlenmiştir. Çünkü ayetin akışı buna delâlet etmektir.
Ancak anlaşıldığı kadarıyla cümle, ilk cümlenin yerine matuftur. "mâ allemtum=öğreterek yetiştirdiğiniz" ifadesindeki "mâ" edatı, şart edatıdır. Şart cümlesinin cezası da, "fekulû mimmâ emsekne aleykum =sizin için tuttuklarını yiyin." ifadesidir. Dolayısıyla takdir etmeye gerek yoktur.
Ayetin orijinalinde geçen "cevarih" kelimesi, "carihe" kelimesinin çoğuludur ve avlanarak beslenen kartal, şahin gibi kuşlar;
346 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
köpek ve pars anlamına gelir. Ayette geçen "mukellibîn" kelimesi, cümlede hâl fonksiyonunu icra ediyor. "Teklîb" kipinin aslı, köpeklerin av için eğitilmesi ya da av köpeklerinin edinilip av peşine salınması anlamını ifade eder. Cümlenin bu kelimeyle kayıtlandırılması, hükmün sırf av köpeğine özgü olduğuna, ötesini kapsamadığına delâlet etmiyor değildir.
"Sizin için tuttukları" ifadesi, gramatik açıdan cümlenin "zarf" ile kayıtlandırılmasına örnektir. Bununla, helâlliğin, köpeğin sahibi için avlandıklarıyla sınırlı olduğuna, kendisi için avladıklarının bu kapsama girmediğine işaret ediliyor.
"Üzerine Allah'ın adını anın." Bu, avlanan hayvanın etinin helâl olmasının şartlarının tamamlanışına yönelik bir ifadedir. Buna göre, avlanan şey, eğitilmiş av hayvanı, yani av köpeği aracılığıyla avlanılmış olmasının, avcı için avlanmış olmasının yanında üzerine Allah'ın adı da anılmalıdır.
Şu sonuç çıkıyor ortaya: Eğitilmiş av hayvanları -yani av köpekleri- eğitilmişlerse ve boğazlandığında yenmesi helâl olan yabani bir hayvanı sizin için tutmuşlarsa ve siz de üzerine Allah'ın adını anmışsanız, siz ulaşmadan hayvan can vermişse yiyin; çünkü bu, onun için boğazlanma hükmüne geçer. Şayet ölmemişse, bu durumda boğazlanması ve üzerine Allah'ın adının anılması bir gereklilik olur.
Ayetin sonunda, "Allah'tan korkun. Çünkü Allah hesabı çabuk görendir." ifadesinin yer almış olması, bu hususta Allah'tan korkup sakınmanın gerekliliğine yönelik bir işarettir. Bu uyarıyla güdülen amaç, avın bir hayvan katliamına, sadist bir gösteriye, bir zorbalık gösterisine, [çağdaş] av partilerinde olduğu gibi zavallı hayvanların gereksiz yere öldürüldüğü bir can pazarına dönüştürülmesinin önlenmesidir. Kuşkusuz Allah, hesabı çabuk görür. Zulmün, haksızlığın cezasını ahiretten önce bu dünyada verir. Çoğu zaman gözlemlediğimiz gibi zavallı hayvanları eğlence olsun diye tuzağa düşürüp habersiz öldürenlerin akıbeti korkunç olmuştur.
"Bugün size temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin
Mâide Sûresi 4-5 .......................................................... 347
yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir." Önceki ayette zikredildiği hâlde burada temiz şeylerin helâl kılındığı bir kez daha tekrarlanıyor ve ifadeye, "Bugün" kelimesiyle başlanıyor. Bunun nedeni, Ehlikitab'ın yiyeceklerinin ve iffetli kadınlarının müminlere helâl kılınmış olması suretiyle Allah'ın onlara yönelik lütfüne dikkat çekmektir.
"Size temiz şeyler helâl kılındı." ifadesinin, "Kendilerine kitap verilenlerin yemegi..." ifadesine eklenmesi, kesin olanın kuşkulu olana eklenmesine bir örnektir. Bununla güdülen amaç; muhatabın tatmin olmasını sağlamak, kalbindeki rahatsızlığı ve huzursuzluğu gidermektir. Bu tıpkı bir efendinin kölesine şöyle demesine benzer: "Sana verdiklerimin hepsi senindir. Fazladan da şunu şunu veriyorum." Eğer köle efendisinin vade verdiği şeylerin gerçekleşmesinden kuşku duyarsa, imdada kendisine kesin olarak verdiği şeyler yetişir ve konuya ilişkin kesin bilgisi sayesinde içindeki kuşkular ortadan kalkar. Aşağıdaki ayetler de bir açıdan bu tarz bir anlatıma örnek oluşturmaktadır: "Güzel davrananlara daha güzel karşılık ve fazlası var." (Yûnus, 26) "Ora-da onlara istedikleri her şey vardır. Katımızda daha fazlası da vardır." (Kâf, 35) Müminler daha önce Ehlikitap'la iç içe yaşamama, onlara karışmama, onlarla temas hâlinde olmama ve onları dost edinmeme hususunda kesin bir dille uyarıldıkları için, onların yiyeceklerinin helâlliği hususunda kalpleri bir türlü tatmin olmuyordu. Bu yüzden Ehlikitab'ın yiyeceğinin helâl kılınışı meselesi, temiz şeylerin helâl kılınışı meselesiyle bağlantılı olarak zikredilince, Ehlikitab'ın yiyeceklerinin de helâl kılınan diğer temiz şeylerin kapsamına girdiğini anladılar. Böylece nefİslerindeki huzursuzluk dindi, kalpleri mutmain oldu. Aşağıdaki ifade için de aynı durum geçerlidir: "Inanan kadınlardan iffetli olan kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar... size helâldir." "Kendilerine kitap verilenlerin yemegi size helâl, sizin yemeginiz de onlara helâldir." Şurası açıktır ki bu, tek bir hususu ifade eden bir tek sözdür. Çünkü, "sizin yemeğiniz de onlara helâldir."
348 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
ifadesi, Ehli-kitap için helâl olmayı ifade eden bir teşriî hüküm konumunda değildir. Onlara bir yükümlülük yöneltilmiyor. Her ne kadar, kâfirlerin dinin temel prensipleri gibi ayrıntı nitelikli hükümleriyle de yükümlü olduklarını da düşünüyorsak da... Çünkü onlar Allah'a, Resulüne, Resulünün getirdiği dine inanmıyorlar; ne dinliyorlar, ne de kabul ediyorlar. Bir yerde hitap gereksiz olacaksa, konuşma boşa gidecekse, o tür konularla ilgili hitaplar yöneltmek, Kur'ân'ın ifade tarzıyla bağdaşmaz. Ama edebi sanatlar açısından etkili ve elverişli olması başka. Insanlara yönelik genel hitaptan Hz. Peygambere (s.a.a) yönelik özel hitaba geçiş yapılması (iltifat sanatı) vb. gibi. Aşağıdaki ayetleri buna örnek gösterebiliriz: "De ki: Ey Ehlikitap, bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin." (Âl-i Imrân, 64), "De ki: Rabbimin şanı yücedir. Ben sadece elçi olarak gönderilen bir insan degil miyim?" (Isrâ, 93) Bunun gibi birçok ayet sunulabilir. Kısacası, "Kendilerine kitap verilenlerin yemeği..." ifadesiyle, Ehlikitab'ın yemeğinin Müslümanlara helâl kılınışının ayrı, Müslümanların yemeğinin de Ehlikitab'a helâl kılınışının ayrı bir hüküm oluşu kastedilmiyor. Bilâkis, bir tek hüküm açıklanıyor. O da yemeğin üzerindeki haram oluş durumunun kaldırılıp, helâl oluş durumunun vurgulanmasıdır. Demek isteniyor ki, ortada herhangi bir yasak yoktur ki taraflardan biriyle ilintilendirilsin. Şu ayet-i kerime bu tarz anlatıma bir örnektir: "Eger onların gerçekten inanmış olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri döndürmeyin. Ne bu kadınlar onlara helâldir, ne de onlar bunlara helâl olurlar." (Mümtehine, 10) Yani arada helâllik durumu yoktur ki taraflardan biriyle ilintilendirilsin.
Kaldı ki, ayetin orijinalinde geçen "taâm=yemek" kelimesi, sözlükte onunla beslenilen ve açlık giderilen tüm yiyeceklere şamil bir kavramdır. Ancak bir görüşe göre, bununla buğday ve diğer hububat kastedilmiştir. "Lisan-ul Arab" adlı sözlükte deniliyor ki: "Hicazlılar 'et-taam' kelimesini mutlak olarak kullandıklarında, onunla özellikle buğday kastederlerdi... el-Halil der ki: Araplar konuşmala-
Mâide Sûresi 4-5 ............................................................. 349
rında 'et-taam' kelimesini daha çok buğday anlamında kullanırlar." [Lisan-ul Arab'tan alınan alıntı burada sona erdi.]
İbn-i Esir de "en-Nihaye" adlı eserinde bu yönde görüş belirtmektedir. Bu nedenledir ki, Ehlibeyt İmamlarından gelen rivayetlerin çoğu-sunda, "Ayette geçen 'et-taam'dan maksat, buğday ve diğer hububattır" diye açıklama yer almıştır. Fakat bazı rivayetlerde, başka bir anlam ön plâna çıkmaktadır. Inşallah önümüzdeki rivayetler bölümünde konuyla ilgili açıklamalara yer vereceğiz. Her hâlükârda, bu helâl kılma, Ehlikitab'ın domuz eti gibi boğazlansa bile helâl olmayan etleri veya boğazlanması durumunda helâl olabilecek, ancak boğazlamadıkları, mesela üzerinde Allah'ın adını anmadıkları ve İslâmî usullere uygun kesmedikleri hayvanların etlerini içeren yemeklerini kapsamaz. Çünkü yüce Allah, tahrim (haram kılma) ayetleri dediğimiz Bakara, Mâide, En'âm ve Nahl surelerinde yer alan konuya ilişkin dört ayette, daha önce açıkladığımız gibi bu saydıklarımızı "(rics=)pİslik", "(fısk=)yoldan çıkma" ve "(ism=)günah" olarak nitelendiriyor. Allah, "pİslik", "yoldan çıkma" veya "günah" olarak nitelendirdiği bir şeyi helâl kılıp sonra da bunu, "Bugün size temiz şeyler helâl kılındı." şeklindeki bir ifadeyle kullarına yönelik bir minnet olarak sunmaktan münezzehtir. Kaldı ki, haram olan bu şeyler, tefsirini sunduğumuz ayetin hemen öncesinde de bu niteliklerine vurgu yapılarak zikredilmişlerdir. Hiç kimse böyle bir konuda nesihten söz edemez. Özellikle mensuh olmayıp nasih olduğu belirtilen Mâide suresiyle ilgili olarak böyle bir husus düşünülemez.
"İnanan kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." Hükmün ilgili olduğu şahıslar hakkında "Yahudi ve Hıristiyanlardan" veya "Ehlikitap'tan" gibi bir ifade kullanılmayıp, "kendilerine kitap verilenler..." şeklinde bir vasfın kullanılmış olması, ilâhî minnetin dile getirildiği, hafifletme ve kolaylaştırma niteliklerinin ön plâna çıkarıldığı bir bağlamda hükmün nedenine vurgu yapıyor değildir.
350 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
Buna göre şöyle bir anlam elde ediyoruz: Erkeklerinizle, Ehlikitap'tan iffetli kadınların evlenmelerine ilişkin yasağı kaldırmakla size minnet ediyoruz. Çünkü gayrimüslim gruplar içinde bunlar size daha yakındırlar. Onlara kitap verilmiştir. Peygamberlik kurumunu inkâr eden müşrik ve putperestlerin aksine tevhide ve risalet misyonuna inanırlar. Bu çıkarsamamızı, "kendilerine kitap verilenler" ifadesinin, "sizden önce" sözüyle kayıtlandırılmış olmasından da algılıyoruz. Ki bu ifade, gayet açık bir şekilde adımların aynı hedefe yönelik oluşuna, kaynaşmışlığa ve ortaklığa vurgu yapmaktadır.
Dolayısıyla ayet, minnet ve hafifletme bağlamında söz konusu olduğu için, "Müşrik kadınlarla, onlar iman edinceye kadar evlenmeyin." (Bakara, 221) ve "Kâfir kadınların nikâh baglarını tutmayın." (Mümtehine, 10) ayetleriyle neshedilmiş olmayacağı açıktır. Kaldı ki, örnek olarak sunduğumuz ayetlerin ilki Bakara suresinde yer almaktadır. Bakara suresi ise, Mâide suresinden önce Medine'de inmiş ilk uzun suredir. Ikinci ayet ise, Mümtehine suresinde yer alır. Bu sure de Medine'de, Mekke fethinden önce inmiştir. Dolayısıyla inişi Mâide suresinden öncedir. Mâide suresinin Resulullah'a (s.a.a) inen son sure olması, öncesindeki bazı hükümleri neshedip kendisinden bir şeyin neshedilmemiş olmasının yanı sıra, önce gelenin sonra geleni neshetmiş olması da mantıki değildir. Öte yandan "Müşrik kadınlarla, onlar iman edinceye kadar evlenmeyin." (Bakara, 221) ayetini, tefsirimizin ikinci cildinde incelerken Bakara ve Mümtehine surelerindeki ayetlerin, Ehlikitap kadınlarıyla evlenmenin haram olduğuna delâlet etmekten uzak olduklarını belirtmiştik.
Bir açıdan Mümtehine suresindeki ilgili ayetin haramlığa delâlet ettiği düşünülse dahi, nitekim minnet ve hafifletme bağlamında Mâide suresindeki ilgili ayet o ana kadar yürürlükte olan yasal bir engele işaret ediyor; -ki yürürlükte olan bir yasak yoksa, minnet ve hafifletmenin bir anlamı olmaz- bu durumda Mâide aye-
Mâide Sûresi 4-5 .............................................................. 351
ti, Mümtehine ayetini neshet-miş olur. Bunun tersi doğru olmaz. Çünkü neshetme, sonradan gelenin özelliğidir. Rivayetler bölümünde bu ikinci ayet üzerinde duracağız.
Ayrıca ayetin orijinalinde geçen "muhsanat" kelimesi, "iffetliler" anlamına gelir. Iffetlilik "ihsan" kavramının anlamlarından biridir. Şöyle ki, "Inanan kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." ifadesi gösteriyor ki, "muh-sanat"tan maksat evli olmayan kadınlardır. Bu husus açıktır. Sonra, daha önce açıklamasını yaptığımız gibi Ehlikitab'ın namuslu kadınlarıyla müminlerin namuslu kadınlarının bir arada zikredilmesi, her iki bağlamda da "muhsanat" kavramının aynı anlamda kullanıldığını gösterir. Ancak bununla "Müslüman olmak" şeklinde bir anlam kastedil-miş olamaz. Çünkü, "sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." ifadesi kullanılmıştır. Bununla sadece özgür kadınların kastedilmiş olması da söz konusu değildir. Çünkü ayetten algıladığımız minnet havası, cariyeleri dışarıda bırakan ve sırf özgür kadınlarla sınırlı kalan bir helâl kılmayla bağdaşmıyor ve "muhsan"ın iffetli olma anlamı geride kalıyor. Dolayısıyla "muhsenat" ifadesinden kast-edilen, iffetli kadınlardır. Bütün bunların ötesinde ayet-i kerime, Ehlikitab'ın namuslu kadınlarının müminlere helâl olduğunu vurguluyor. Ücretin verilmesinin ve onlardan yararlanmanın iffeti korumaya yönelik olmasının gizli dost edinme ve metres tutma şeklinde bir ilişki kurulmamasının şart koşulması dışında, nikâhın sürekli veya geçici olması gibi herhangi bir kayda yer verilmiyor. Tefsirimizin 4. cildinde, "O hâlde ne zaman onlarla müt'a nikâhı yaptınızsa..." (Nisâ, 24) ayetini tefsir ederken müt'ânın da tıpkı daimi nikâh gibi meşru bir evlilik şekli olduğunu açıklamıştık. Daha fazla bilgi için fıkıh bilimine baş vurulabilir.
"İffetli olup zina etmemeniz ve gizli dostlar tutmamanız üzere mehirlerini verdiğiniz takdirde" Bu ayet, nikâhlanması haram olan kadınları ele alan ayetlerin ifade tarzını andırmaktadır: "Bunun dı-
352 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
şında kalanı iffetli olmak, zina etmemek üzere mallarınızla aramanız size helâl kılındı." (Nisâ, 24) Bu cümle, ayetin maksadının Ehlikitap'tan iffetli kadınlarla evlenmenin helâlliğini açıklamak olduğuna ve cariyeleri kapsamadığına ilişkin bir karinedir. "Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır ve o, ahirette kaybedenlerdendir." "Küfr" kelimesi, aslında "örtmek" demektir. Dolayısıyla anlamının gerçekleşmesi, üzeri örtülebilen sabit bir şeyle mümkün olabilir. Nitekim ortada örtülen bir şey olmadıkça hicab=örtü de bir anlam ifade etmez. Dolayısıyla küfrün (örtmenin) varlığı da "küfredilen" (örtülen) bir sabit şeyin varlığını gerektirir. Allah'ın nimetini, Allah'ın ayetlerini, Allah'ı ve Resulünü ve ahiret gününü inkâr etmek, üzerini örtmek gibi.
Şu hâlde imanı inkâr etmek (küfretmek), öncelikle sabit bir imanın varlığını gerektirir. Bununla kastedilen, imanın mastarı, yani inanmak manası değil elbette. Bilâkis, ism-i mastar anlamıdır. Ki bu da, müminin kalbinde oluşan etki ve kalıcı niteliktir. Yani, salih amellerin kaynağı olan hak itikatlardır. Dolayısıyla imanı inkâr etme ifadesi, hak olduğu bilinen amelleri terk etmek anlamına dönüktür. İslâm'ın hak olduğu bilinmekle beraber müşriklerin dost edinilmesi, onlarla içice bir hayat sürdürülmesi ve onların eylemlerine katılınması gibi. Ve dinin temel prensipleri oldukları kesin olarak bilinmekle beraber namaz, zekât, oruç ve hac gibi dinin temel prensiplerinin terk edilmesi gibi.
İşte imanı inkâr etmenin anlamı budur. Ancak burada bir incelik söz konusudur. Şöyle ki: Küfür bir şeyin üzerini örtmek demektir. Varlığı sabit olan olguların örtülmesi, zihinde canlandırdığı anlamı itibariyle, ancak sürekli ve kesintisiz olması durumunda bu nitelemeyi hakkedebilir. Dolayısıyla imanın inkârı, ancak bir insanın imanın gerektirdiği ve bilgisinin de ilintili olduğu bir ameli terk etmesi ve bunu sürekli yinelemesi durumunda söz konusu olabilir. Bir kimse imanın gereklerini bir veya iki kere örtse, bunu sürekli bir alışkanlık hâline getirmese, buna küfür niteliği taşır denilmez; bu, gerçekte yapmış olduğu fısktır.
Mâide Sûresi 4-5 ............................................................ 353
Buradan hareketle anlıyoruz ki: "Kim imanı inkâr ederse..." ifadesinden maksat, sıfat yerine fiil kullanılmış olsa bile, süreklilik ve alışkanlık hâline getirmedir. Şu hâlde hak olduğunu bildiği, dinin temel prensiplerinden olduğuna kesin olarak kani olduğu şeyleri yerine getirmeyen insan imanın kâfiridir. "Onun ameli boşa çıkmıştır" ifadesinde de vurgulandığı gibi, eylemleri sonuçsuz kalmıştır.
Bu açıdan ayet, aşağıdaki ayetle aynı hedefe yönelik olduğunu göstermektedir: "Dogru yolu görseler onu yol edinmezler, ama azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Çünkü onlar, ayetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular, ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanların eylemleri boşa çıkmıştır. Onlar, yalnız yaptıklarıyla cezalanmıyorlar mı?" (A'râf, 147) Bu ayette muhataplar gördükleri yani bildikleri hâlde azgınlık yolunu tutup doğru yoldan sapmakla nitelendiriliyorlar. Ardından bunun yerine ayetleri yalanlama niteliği kullanılıyor. Bir ayetin, yani işaretin ayet ve işaretliği ancak onun kanıtsallığının bilinmesi durumunda söz konusu olabilir. Bunu da ahireti yalanlama olarak açıklıyor. Çünkü ahiret inkâr edilmemiş olsaydı, ona ilişkin bilgi hakkın terk edilmesini engellerdi. Daha sonra böyle kimselerin amellerinin boşa gittiği belirtiliyor.
Bunun bir benzeri de şu ayet-i kerimelerdir: "De ki: Size amelleri bakımından en çok ziyana ugrayacak olanları söyleyeyim mi? Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan kimseleri? Işte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa çıkan kimselerdir. Kıyamet günü onlar için bir terazi kurmayız." (Kehf, 103-105) Bu ayetlerin, önceki açıklamada vurgulandığı anlam itibariyle imanı inkâr konusuyla örtüştükleri açıktır. Şimdiye kadar yapılan açıklamalar üzerinde düşünülünce, "Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır." ifadesinin öncesiyle ilişkisinin niteliği belirginleşir. Buna göre bu cümle, önceki açıklamanın bütünleyicisi konumundadır. Bu, Allah'ın emirle-
354......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
rini ciddiye almama, kâfirlerle içli dışlı olma yoluyla müminlere yönelebilecek bir tehlikeye karşı uyarı işlevini görmektedir. Çünkü yüce Allah Ehlikitab'ın yemeğini ve iffetli kadınlarını müminlere helâl kılmışsa, bu, tamamen müminlere yönelik bir kolaylaştırma ve hafifletmedir. Takvanın yayılması için bir vesiledir. Burada amaç, İslâm'ın tertemiz ahlâkının bunlara sahip Müslümanlar aracılığıyla başka topluluklara sirayet etmesidir. Dolayısıyla yararlı bilgiye teşvik eden, salih amel işlemeye yönelten bir işlevi vardır. Söz konusu hükmün yasalaştırılmasının hikmeti budur. Yoksa zevk ve eğlencenin girdabına düşülsün, Ehlikitap dilberleriyle gönül eğlendirilsin, heva-heves vadilerine dalınsın, sevgilerinin, aşklarının meftunu olunsun, güzelliklerin baştan çıkarıcı cazibesine kapılınsın diye değil... Ehlikitap dilberlerinin baştan çıkarıcı cazibeleri, bu ilişkide belirleyici olunca, onların ve soydaşlarının ahlâkı Müslümanların ahlâ-kına baskın çıkar, onların yıkıcılıkları, bozgunculukları, Müslümanların yapıcılığını, salahlarını alt eder. Sonra Müslümanları gerisin geri cahiliye bataklığına yuvarlayan bir musibete dönüşür. Bunun sonunda bir lütuf olarak sunulan bu ilâhî minnet ölümcül bir fitne, bir mihnet olup çıkar. Aslında bir nimet olarak bahşedilen hafifletme, yaman bir felâketin kendisi olur. Bu yüzden yüce Allah, Ehlikitab'ın yemeğinin ve iffetli kadınlarının helâl olduğunu açıkladıktan hemen sonra, müminleri uyarıyor: Bu nimetten yararlanırken, sonuçta imanı örtecek, salih amelleri örtbas edecek, inkâr edecek şekilde zevkusefa içinde başlarını alıp gitmesinler. Dinin temel prensiplerini terk etmelerini ve haktan yüz çevirmelerini gerektirecek şekilde cazibelerinin sarhoşu olmasınlar. Böyle olursa, önceden yapmış oldukları ameller boşa gider ve ahirette çabalarının başarısız olmasına ve ziyana uğramalarına sebep olur.
Biliniz ki müfessirler, "Bugün size temiz şeyler helâl kılındı..." ayeti üzerinde etraflıca durmuş, derinliklerine inmişler. Bu yüzden oldukça farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ki neticede lafzın kaldırmadığı, ayetin akışının onaylamadığı garip tefsirler ortaya çıkmış-
Mâide Sûresi 4-5 ...................................................... 355
tır. Örneğin bazılarına göre, "Size temiz şeyler helâl kılındı." ifadesiyle, Bahi-ra, sâibe, vasîle ve hami gibi, yiyecekler helâl kılındı, demek isteniyor. [Bu evcil hayvanlar, Arapların bâtıl inanç ve âdetlerine göre, kesilmez ve etleri yenmezdi. Konuyla ilgili ayrıntılı açıklama bu surenin 103. ayetinde gelecektir.]
Diğer bazısına göre, "Kendilerine kitap verilenlerin yemegi size helâldir." ifadesinin anlamı şudur: Bu yemekleri ilk yasa itibariyle Al-lah size haram kılmamıştır. Etleri de, İslâmî usûllere göre değil de kendilerince boğazlamış olsalar size helâldir. Diğer bazısı ise şöyle demiştir: "...yemekleri..." yani, onlarla birlikte yemek yemek." Başkalarına göre, "Inanan kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar." ifadesiyle, onların bu haram kılınmadan önce temelde helâl oluşları kastediliyor. Hatta, 'Bunun dışında kalanı... size helâl kılındı.' ifadesi, bunların helâl kılındığını göstermek bakımından yeterli bir kanıttır." Bir diğer grup da şu görüşü savunmuştur: "Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır." ifadesi uyarı amaçlıdır. Ayetin giriş kısmında belirtildiği şekliyle Ehlikitab'ın yemeğinin ve iffetli kadınlarının helâl olduğu hususunun inkâr edilmemesi isteniyor."
Bu ve benzeri yorumlar, tefsir bilginlerinin ihtimal verdikleri açıklamalardır. Ancak bunların bazısı boşboğazlıktan ve ipe sapa gelmez zorlamalardan öte gitmediği ortadadır. Söz gelişi "Bugün... helâl kılındı" ifadesinin, hiçbir kanıta dayanmaksızın önceki ifadeyle kayıtlandırılması bunun tipik bir örneğidir. Bazısı da ayetin akışının içerdiği gün, minnet, hafifletme vb. sınırlandırıcı olguların çürüttüğü yaklaşımlardır. Ki biz bu olgular üzerinde ayrıntılı bir şekilde durduk. Ayetlerden anlaşılan anlamdan hareketle serdettiğimiz önceki açıklamalar, bu tür değerlendirmelerin yanlışlığını ve yanlışlığının kaynağını, nedenini gözler önüne sermek bakımından yeterli bir kanıttır.
356.........................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
"Bunun dışında kalanı, size helâl kılındı." ayetinin Ehlikitap kadınlarıyla evlenmenin helâl olduğuna delâlet ettiği iddiasına gelince, bu iddia bütünüyle yanlıştır. Çünkü ayet, soy ve sebep açısından evlenmesi haram ve helâl olan kadınları açıklama amacına yöneliktir, dinler ve mezhepler açısından değil.
AYETLERIN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, "Sana, kendilerine neyin helâl kılındıgını soruyorlar..." ayetiyle ilgili olarak İbn-i Cerir, Ikrime'den şöyle rivayet eder: "Resulullah Ebu Rafi'yi köpekleri öldürmekle görevlendirdi. O da Avali [Medine'nin büyük bağları] denilen bölgeye varıncaya kadar gördüğü köpeği öldürdü. Bunun üzerine Asım b. Adiy, Sa'd b. Hayseme ve Uveym b. Saide Peygamberin huzuruna girip, 'Bize ne helâl kılındı ya Resulullah?' diye sordular. Bunun üzerine, 'Sana, kendilerine neyin helâl kılındıgını soruyorlar...' ayeti indi."
Aynı eserde, İbn-i Cerir, Muhammed b. Ka'b el-Kurazi'den şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) köpeklerin öldürülmesini emredince, halktan bazıları Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna girip, 'Ya Resulullah, bu cinsten bize ne helâl kılındı?' diye sordular. Bunun üzerine, 'Sana, kendilerine neyin helâl kılındıgını soruyorlar...' ayeti indi."
Ben derim ki: Bu iki rivayet birbirini açıklıyor. Buna göre, köpek cinsinden, av ve benzeri şeylerde kullanılmaları hususunda nelerin helâl olduğu sorulmuştur. "Sana, kendilerine neyin helâl kılındıgını soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı." ayeti ise, rivayetlerin içeriğiyle örtüşmüyor. Çünkü rivayetlerin içeriği özel bir durumla kayıtlı, ayetin ifadesi ise mutlaktır, geneldir. Kaldı ki, bu iki rivayetten ve bir sonraki rivayetten anlaşıldığı kadarıyla, "vemâ allemtum min-el cevârih=öğreterek yetiştirdiğiniz av köpekleri" ifadesi, "teyyibat=temiz şeyler" ifadesine matuftur. Buna göre şöyle bir anlam çıkar karşımıza: "Uhille
Mâide Sûresi 4-5 ............................................................ 357
lekum mâ allemtum=öğ-reterek yetiştirdiğiniz av köpekleri size helâl kılındı." Bu yüzden birçok tefsir bilgini, önceden de açıkladığımız gibi anlamı düzeltecek bir ifadenin takdirini gerekli görmüşlerdir. Oysa daha önce, "ma allemtum =öğreterek yetiştirdiğiniz" ifadesinin "şart" olduğunu, dolayısıyla cezasının da, "fe kulû mimmâ emsekne aleykum=sizin için tuttuklarını yiyin." ifadesi olduğunu belirtmiştik.
Rivayette, hakkında soru sorulduğu belirtilen "cins"ten maksat, bir sonraki rivayetin açıladığı kadarıyla, köpek cinsidir. [Rivayetin orijinalinde "mâzâ uhille lenâ min hâzih-il ümme" ifadesi geçmiştir ki, ümmetten kasıt köpek cinsidir]
Yine aynı eserde Faryabi, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebi Hatem, Taberani, Hakim -sahih olduğunu belirterek- ve Beyhaki "Sünen"inde Ebu Rafi'den şöyle rivayet ederler: "Cebrail Hz. Peygamberin (s.a.a) yanına geldi. Evin içine girmek için izin istedi. Hz. Peygamber (s.a.a) ona izin verdi. Içeri girmekte ağır davranınca, Peygamberimiz (s.a.a) hırkasını üzerine alıp dışarı çıktı ve 'Sana girmen için izin verdik' dedi. Cebrail, 'Evet, ama biz melekler, içinde köpek ve resim bulunan evlere girmeyiz' dedi. Bunun üzerine yapılan araştırma sonucu evlerin bazısında köpek yavrularının bulunduğu anlaşıldı."
Ebu Rafi devamla der ki: "Resulullah (s.a.a) Medine'deki bütün köpekleri öldürmemi bana emretti, ben de emri yerine getirdim. Bunun üzerine insanlar geldiler ve 'Ya Resulullah, öldürülmesini emrettiğin bu cinsin bizim için nesi helâldir?' diye sordular. Resulullah bu soruya cevap vermedi. Bunun üzerine yüce Allah, 'Sana kendilerinden neyin helâl kılındıgını soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı. Allah'ın size ögrettiginden ögreterek yetiştirdiginiz av köpeklerinin...' ayetini indirdi. Ardından Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: Bir kimse avcı köpeğini salarken üzerinde Allah'ın adını ansa ve bu köpek onun için bir hayvan yakalasa, kişi onun yakalayıp da yemediği hayvanın etinden yesin."
Ben derim ki: Rivayette, Cebrail'in inişinin şekliyle ilgili olarak
358 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
anlatılanlar, bu konuya ilişkin bilinen gerçeklerle bağdaşmıyor ve şaşırtıcıdır cidden. Öte yandan rivayette bazı karışıklar da yok değildir. Çünkü Cebrail'in, bazı evlerde köpek yavrusu vardır, diye Resulullah'-ın (s.a.a) yanına girmekten kaçındığından söz ediliyor. Ayrıca bu, ayetin içerdiği mutlak soru ve cevapla ve "yetiştirdiginiz av köpekleri..." ifadesinin matuf olduğunu ifade ettiği için ayetin zahiriyle bağdaşmıyor. Bu bakımdan rivayet daha çok uydurma rivayete benziyor.
Aynı eserde Abd b. Hamid ve İbn-i Cerir, Amir'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Adiy b. Hatem et-Tai Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelerek, ona köpeklerin avladıkları hayvanlarla ilgili bir soru sordu. Resulullah (s.a.a) bu soruya nasıl cevap vereceğini bilemedi. Nihayet yüce Allah, Mâide suresindeki 'Allah'ın size ögrettiginden ögreterek' ifadesini içeren ayeti indirdi."
Ben derim ki: Aynı anlamı içeren başka haberler de aktarılmıştır. Fakat önceki problemler bu rivayetler için de geçerlidir. Öyle anlaşılıyor ki, bu rivayetler ve aynı anlamı içeren diğer haberler, olayların ayete uyarlanışına örnek oluşturmaktadır. Ancak eksik bir uyarlama. Buna göre, Müslümanlar Hz. Peygambere (s.a.a) köpeklerinin avladıklarını sormuşlar, sonra helâl ve haramı ayırt etme bağlamında bütünsel bir ölçüt sormuşlar. Dolayısıyla ayette, onların soruları gündeme getirilerek, cevabi ifadede şu bütünsel ölçüt ortaya konmuştur: "Sana kendilerine neyin helâl kılındıgını soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı." Ardından onlara, üzerinde konuştukları özel meseleye cevap veriliyor. Ayetin ifade tarzından bunu algılıyoruz.
el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Hammad'dan, o Halebi'-den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Ali'nin (a.s) kitabında, 'ögreterek yetiştirdiginiz av köpeklerinin...' ayetiyle ilgili olarak şu açıklama yer almıştır: "Onlar, köpeklerdir." [Füru-u Kâfi, c.6, s.202, h:1.]
Aynı hadis, Tefsir-ul Ayyâşî'de Semaa b. Mihran kanalıyla İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilir. [c.1, s.294, h:28]
Mâide Sûresi 4-5 ........................................................ 359
Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle İbn-i Muskan'dan, o da Halebi'den şöyle rivayet eder: İmam Cafer Sadık (a.s) dedi ki: "Babam fetva verirdi ve fetva verirken takiyye ederdi. Biz de şahin ve doğan gibi avcı hayvanlar hususunda fetva vermekten korkardık. Ama şimdi korkmuyoruz ve bunların avını da ancak henüz can vermeden yetişip boğazlanması durumunda helâl biliyoruz. Çünkü Ali'nin (a.s) kitabında şöyle yer almıştır: Yüce Allah av köpekleri hakkında, "yetiştirdiginiz av köpeklerinin..." ifadesini buyurmuştur. [Füru-u Kâfi, c.6, s.207, h:1]
Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Bekir el- Hadremi'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "İmama şahin, doğan, pars ve köpek gibi avcı hayvanların yakaladıkları avları sordum. Buyurdu ki: 'Av köpeklerinin dışındaki avcı hayvanların yakaladıklarını kendiniz boğazlamadan yemeyin.' Dedim ki: 'Köpek yakaladığını öldürse de mi yiyelim?' Cevapta buyurdu ki: 'Ye. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Allah'ın size ögrettiginden ögreterek yetiştirdiginiz av köpeklerinin, sizin için tuttuklarını yiyin.' Sonra şöyle dedi: 'Yetiştirilmiş av köpekleri hariç bütün avcı hayvanlar kendileri için avlanırlar. Çünkü av köpeği sahibi için avlanır.' Ardından şöyle buyurdu: Av köpeğini saldığın zaman üzerine Allah'ın adını an, bu, hayvanın boğazlanması yerine geçer." [Füru-u Kâfi, c.6, s.204.]
Tefsir-ul Ayyâşî'de Ebu Ubeyde'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s), eğitilmiş av köpeğini salarken üzerinde Allah'ın adını anan biriyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "Av köpeği yakaladığı sırada hay-vanı öldürse de, kişinin o hayvanı yemesi helâldir. Eğer yanında eğitilmemiş bir köpek bulunursa ondan yemez." Dedim ki: "Avcı kuşlardan doğan, kartal ve şahin için de mi aynı hüküm geçerlidir?" Buyurdu ki: "Eğer yakaladıkları hayvan canlıyken yetişir de boğazlarsan ye. Ama sen yetişmeden ölürse yeme." Dedim ki: "Pars, köpek konumunda değil midir?" Dedi ki: "Hayır. Ancak köpek, bu hususta eğitilmiş (mu-kellib) kabul edilir." [c.1, s.294, h:26.] Aynı eserde, Ebu Basir'in İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "Allah'ın
360 ..............................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
size ögrettiginden ögreterek yetiştirdiginiz av köpeklerinin, sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın." ayetiyle ilgili olarak şu sözleri rivayet ettiği belirtilir: "Av köpeği, yakaladığından yemediği sürece onun yakaladığı hayvanı yemenin bir sakıncası yoktur. Şayet sen yetişmeden köpek yakaladığı hayvandan yemişse, ondan yeme." [Bu, köpeğin eğitilmiş olmadığını ve avı sahibi için değil, kendisi için yakaladığını gösterir.] [c.1, s.295, h:33] Ben derim ki: Ayette geçen "mukellibîn" (köpek olarak eğitilmiş) ve "sizin için tuttukları" gibi ifadelere dayanarak avın öldüğü takdirde sadece köpeğin yakaladığının helâl olacağına ilişkin, aynı şekilde av köpeğinin yanında eğitilmemiş bir köpeğin bulunmamasının şart koşulması gibi rivayetlerde söz konusu edilen bütün bu özellikler, ayetten çıkarsanan ayrıntılardır. Daha önce bu konuda kısmen açıklamada bulunduk.
Aynı eserde Hariz'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "İmama bir Mecusî'nin köpeğini bir Müslüman eğitir, sonra da üzerine Allah'ın adını anarak salarsa, yakaladığı yenir mi? diye soruldu. Evet, dedi. O artık eğitilmiştir. Üzerine Allah'ın adı da anıldıktan sonra herhangi bir sakıncası olmaz." [c.1, s.293, h:24]
Ben derim ki: Bu rivayette "mükellibîn" ifadesinin mutlak tutulduğunu görüyoruz. ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ebu Hatem, İbn-i Abbas'dan, Mecusî'nin eğitilmiş köpeğini ya da Mecusî'nin eğittiği şahini veya doğanı alıp av hayvanının peşine salan Müslüman'ın durumuyla ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Bu hayvanı salarken üzerine Al-lah'ın adını ansan da yakaladığı hayvanın etini yenmez. Çünkü o, Me-cusî tarafından eğitilmiştir. Oysa Allah "Allah'ın size ögrettiginden ögrettiginiz..." buyurmuştur. Ancak bu rivayetin zayıflığı açıktır. Çünkü, "Allah'ın size ögrettiginden..." ifadesindeki hitap zahiren müminlere yönelik olsa da, Allah'ın öğrettiği şeylerle köpekleri eğitmeleri, Mecusîlerin ve diğer top-lumların köpeklere öğrettikleri davranışlardan farklı değildir. Bu anlamı, ayeti dinleyen herkes kavrayabilir. Çünkü müminin av
Mâide Sûresi 4-5 ....................................................... 361
köpeğini eğitmesini farklı kılacak ona özgü bir bilgisi söz konusu değildir. Dolayısıyla eğitilmiş köpeğin bir Müslüman tarafından eğitilmiş olması ile Müslüman olmayan biri tarafından eğitilmiş olması arasında herhangi bir fark yoktur. Nitekim bir Müslüman'ın malı olması ile başkasının malı olması arasında herhangi bir fark yoktur.
Tefsir-ul Ayyâşî'de belirtildiğine göre, Hişam b. Salim, İmam Cafer Sadık'ın (a.s), "Onların yemegi size helâldir."1 ifadesiyle ilgili olarak, "Mercimekleri, hububatları ve benzeri şeyler kastediliyor. Onlardan maksat da Ehlikitap'tır" dediğini rivayet etmiştir. [c.1, s.296, h:37]
Ben derim ki: Şeyh Tusi bu hadisi et-Tehzib adlı eserinde aktarır. Oradaki metin şöyledir: "Mercimek, nohut ve benzeri yiyecekler." [c.9, s.88, h:73.]
el-Kâfi ve et-Tehzib adlı eserlerde, Ammar b. Mervan'ın ve Sema- a'nın İmam Cafer Sadık'tan (a.s), Ehlikitab'ın yemeği ve onlardan helâl olanlarla ilgili olarak naklettikleri rivayetlerde İmam'ın, "Bununla kastedilen, hububattır" dediği belirtilir. [Füru-u Kâfi, c.6, s.263, h:1 ve 2. et-Teh-zib, c.9, s.88-89.]
el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle, İbn-i Müskan'dan, o da Kuteybe el-A'şa'dan şöyle rivayet eder: Adamın biri İmam Cafer Sadı-k'a (a.s) bir soru sordu, ben de yanındaydım. Adam dedi ki: "Bir koyun sürüsü bir Yahudi veya Hıristiyan çobana teslim edilse, sürüye bir hâl olsa ve o da koyunları kesmek durumunda kalsa, kestiği yenir mi?" İmam şu cevabı verdi: "Ne kestiğinin bedelini malına kat, ne de ondan ye. Çünkü hayvan kesilirken önemli olan üzerine Allah'ın adının anılmasıdır. Bu hususta Müslüman'dan başkasına güvenilmez." Bunun üzerine adam dedi ki: "Ama Allah, "Bugün size temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemegi size helâldir..." buyuruyor. İmam Cafer Sadık (a.s) şu karşılığı verdi: "Babam derdi ki: Burada kastedilen, yemek, hubu- ----- 1- [Hadiste ayet lafız itibariyle değil de anlam itibariyle nakledilmiştir.]
362 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
bat ve benzeri şeylerdir." [Füru-u Kâfi, c.6, s.240, h:10]
Aynı hadisi Şeyh Tusî et-Tehzib adlı eserde1, Ayyâşî tefsirinde2 Kuteybe el-A'şa'dan, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir. Görüldüğü gibi rivayetlerde, ayette helâl olduğu belirtilen Ehlikita-b'ın yemeğinin, hububat ve benzeri şeylerden mamul olanlar şeklinde açıklanıyor. "et-Taam" kelimesi mutlak olarak kullanıldığında buna delâlet eder. İslâm'ın ilk dönemlerine ilişkin rivayet ve hikayelerden de bu anlaşılıyor. Bu yüzden bizim mezhebimize mensup ulemanın büyük bir kısmı, helâlliğin sadece hububat ve benzeri şeylerden mamul besinlerle sınırlı olduğu görüşündedir. Bazı müfessirler, bu sınırlandırmayı öngören görüşleri savunanlara sert biçimde karşı çıkmış ve bunun Kur'ân'ın "et-taâm" kelimesine ilişkin genel kullanımıyla bağdaşmadığını söylemişlerdir.3 Adı geçen müfessir diyor ki: Kur'ân terminolojisinde ağırlıklı kullanım bu değildir. Örneğin yüce Allah Mâide suresinde, "Hem kendinize, hem de yolculara bir geçimlik olmak üzere deniz avı ve onun yemegi, size helâl kılındı." (Mâide, 96) buyuruyor. Hiç kimse de çıkıp, deniz avının yemeğinden maksat, buğday veya hububattır, demiyor. Yine: "Israil'in kendine haram kıldıgından başka, Israilogullarına bütün yiyecekler helâl idi." (Âl-i Imrân, 93) buyruluyor. Yine de biri çıkıp buradaki yiyecekten maksat buğday veya mutlak olarak hububattır, demiyor. Çünkü ne Tevrat'ın inişinden önce, ne de sonra, bunlardan bir şey Israiloğullarına haram kılınmış değildi. Şu hâlde "yemek" (et-taâm), tadılan veya yenilen her şey demektir. Yüce Allah, Talut'un dilinden nehir suyuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Kim ondan içerse, artık o benden degildir ve kim de ondan tatmazsa, bendendir." [Bakara, 249] Bir di- 1- [c.9, s.74, h:269] 2- [c.1, s.295, h:36] 3- el-Menar tefsirinin müellifi.
Mâide Sûresi 4-5 ............................................................ 363
ğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Yemeği yiyince dagılın." [Ahzâb, 53] Ayetin orijinalinde geçen "taamtum" fiili, yeme anlamında kullanılmıştır."1 Keşke adı geçen müfessirin, "et-taâm" kelimesi mutlak olarak kullanıldığı zaman hububat ve benzeri şeyleri ifade eder" sözünden ne anladığını bir bilseydim. O, hiç duraklamadan buna "lem yet'amhu =tadmazsa" ve "taamtum=yediniz" fiil türevleriyle karşı çıkıyor? Oysa, yukarıdaki değerlendirme "et-taam" kelimesi için yapılmıştır, bu kelimeden türeyen fiiller için değil. Bir de, "taâm-ul bahr" (deniz yiyeceği) ifadesini örnek gösteriyor. Ki aslında tamlama konuya ilişkin en güzel karinedir. Çünkü denizde buğday ve arpa bitmez.
Aynı şekilde, "Bütün yiyecekler İsrailogullarına helâl idi." ayetini örnek gösteriyor; sonra kendisi, dinlerinin onlara buğday ve hububat türü bir yiyeceği haram kılmadığını belirtiyor. Oysa adı geçen müfessir, Kur'ân'da bu kelimenin mutlak olarak kullanıldığı aşağıdaki ayetlere bakmalı, sonra diyeceğini demeliydi. "...bir yoksula yedirecek kadar fidye vardır." (Bakara, 184) "Yahut yoksullara yedirme şeklinde keffaret." (Mâide, 95) "Yemegi yedirirler." (Insan, 8) "Insan şu yiyecegine baksın." (Abese, 24) vb. ayetler. Sonra adı geçen müfessir diyor ki: "Hububat helâl veya harama konu olan bir madde değildir. Böyle bir değerlendirme ancak et için söz konusu olabilir. Bunun da gerisinde hayvanın eceliyle ölmesi gibi somut bir gerekçe ya da üzerinde Allah'tan başkasının adı anılarak kesilmesi gibi manevî bir gerekçe vardır. Bu yüzden yüce Allah, 'De ki: Bana vahiy olunanda, yiyen kimse için haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Ancak leş yahut akıtılmış kan... olursa başka.' (En'âm, 145) Bu ayette sayılan şıkların tümü hayvanla ilintilidir ve söylendiği gibi haram oluşun sınırlılığını ortaya koyan açık ve tevili kabul etmeyen bir ifade konumundadır. Dolayısıyla bunun dışındaki herhangi bir şeyin haram olduğunun kanıtlanması ------ 1- [el-Menar tefsiri, c.6, s.177.]
364 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
için nassa ve açıklamaya ihtiyaç vardır."
Adı geçen müfessirin bu açıklaması, bir önceki paragraftaki açıklamasından daha ilginçtir. "Hububat helâl veya harama konu olan bir madde değildir. Böyle bir değerlendirme ancak et için söz konusu olabilir." sözüne gelince; ona sormak lazım, hangi zamanı kastediyorsun? Asırlardan beri zihinlerin İslâm'a ve genel hükümlerine adapte olduğu şu zamanları mı kastediyorsun, vahyin inmeye devam ettiği ve dinin henüz birkaç yıllık bir ömre sahip olduğu zamanları mı? Nitekim o dönemlerde hububat ve benzerlerine ilişkin hükümlerden daha açığını ve daha belirginini içeren sorular yöneltilmiş, net cevaplar alınmıştır. Yüce Allah, aşağıdaki ayette olduğu gibi bunların bir kısmına işaret etmiştir: "Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar." (Bakara, 215)
Abd b. Hamid Katade'den şöyle rivayet eder: "Bize anlatıldı ki: Bazı adamlar şöyle demişler: 'Bizim dinimiz ayrı, onların dini ayrı olduğu hâlde onların kadınlarıyla nasıl evleneceğiz?' Bunun üzerine yüce Allah, 'Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır.' ayetini indirdi..." Daha önce geçtiği gibi ileriki sayfalarda ve rivayetlerin kapsamı içinde de bu sözlerin benzerlerine yer vereceğiz. Nitekim temettü haccı ve benzeri konularda bu tür rivayetlere yer verdik. Ehlikitab'ın namuslu kadınlarıyla evlenmenin helâl olduğuna ilişkin hükmü içeren ayetin inişinden sonra bile bu tür sözleri söyleyenler, ayetin inişinden önce Ehlikitap'tan olan kimselerle bir sofrada oturup yemek yemenin, onlardan alınan hububat türü malzemeleri yemenin, bunlardan elde edilen ekmek ve helme gibi gıdaları almanın ve bu türden yapılan yemekleri yemenin helâl olup olmadığını sormazlar mı? "Bu yiyecekleri nasıl yeriz? Onların dini ayrı, bizim ki ayrı." demezler mi? Üstelik yüce Allah da müminlere onları sevmeyi, dost edinmeyi, onlara yaklaşmayı, onlara güvenip dayanmayı birçok ayette yasaklamışken?! Aslında onun, "Böyle bir değerlendirme ancak et için söz konusu olabilir." şeklindeki sözleri, aleyhine kanıt olarak da kullanı-
Mâide Sûresi 4-5 .......................................................... 365
labilir. Şöyle ki: Yüce Allah Mekke döneminde inen, "De ki: Bana vahyolunanda, yiyen kimse için haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Ancak leş... olursa başka." (En'âm, 145) ayetinde ve Nahl suresindeki ilgili ayetinde, Mâide suresinden önce inen Bakara suresinin ilgili ayetinde ve tefsirini sunduğumuz ayetten önce, "Size şunlar haram kılındı: Leş..." ayetinde genel olarak yenilmesi haram olan etleri açıklamışken, nasıl böyle bir soru yöneltebiliyorlar? Dolayısıyla bu görüşü savunan kimsenin perspektifinden baktığımız zaman, bu ayet Ehlikitab'ın kestiklerinin haram olmadığına ilişkin bir nass ya da nass hükmünde olduğuna göre, Mekke inişlisiyle, Medine inişlisiyle bunca ayet, ardarda ve defalarca helâlliğini vurguladıkları hâlde, bu uygulama bu şekilde devam ettiği, korunduğu, öğretildiği ve pratize edildiği hâlde, bunların Ehlikitab'ın kestiğinin helâl olup olmadığını sormaları normal mıdır?
Adı geçen müfessirin, "En'âm suresindeki ilgili ayet haramlığın orada zikredilenlerle sınırlı olduğuna ilişkin bir nass hükmündedir. Bunun dışında, söz gelimi Ehlikitab'ın kestiğinin haramlığı için kanıt göstermek gerekir." sözüne gelince; hiç kuşkusuz, her hükmün dayanacağı bir kanıta ihtiyacı vardır. Adı geçen müfessirin bu sözü açıkça ortaya koyuyor ki bu ayette zikredilenlerin ötesinde, herhangi bir şeyin haramlığına ilişkin başka bir kanıtın olmaması durumunda bu sınırlandırma geçerliliğini korur.
Şayet bu müfessirin kanıt derken kastettiği, hadisleri de kapsayan türdense, Ehlikitab'ın kestiğinin haram olduğunu savunanlar, ayetin açıklaması bağlamında buna ilişkin rivayetler sunmaktadırlar. Biz de önceki açıklamalarımızda bunların bir kısmına yer verdik.
Eğer kanıt derken kastettiği sadece kitap (Kur'ân) ise, bu kanıtsız zorlama eseri bir yaklaşımdır. Çünkü sünnet, kitaptan ayrılmaz ve kanıtsallık açısından ona paralel bir çizgide gelişir. Ayrıca müfessire sormak gerekir: Ehlikitab'ın dışındaki putperest ve materyalist kâfirlerin kestiklerine ne dersin? Acaba, meşru kesil-
366 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
me yöntemi esas alınmadığı için, onların kestiklerini leş kabul edip haram sayacak mısın? Bir hayvanı kıbleye doğru kesilmediğinden ve üzerine Allah'ın adı anılmadığından dolayı tezkiye edilmemiş saymakla onu gayr-i İslâmî bir yöntemle kesmek ve tezkiye etmek arasında ne fark vardır? Ki yüce Allah böyle bir uygulamadan hoşnut olmamış ve onun yerine İslâmî kesimi önermiştir? Şu hâlde dinin nazarında bunların tümü pistir. Allah da, pis şeyleri haram kılmıştır: "Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar." (A'râf, 157) Tefsirini sunduğumuz ayetin öncesindeki ayette de şöyle buyurmuştur: "Sana, kendilerine neyin helâl kılındıgını soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı." Gerek sorunun ve gerekse cevabın üslûbundan, helâlliğin sırf temiz şeylerle sınırlı olduğuna ilişkin gayet açık bir kanıt algılıyoruz. Tefsirini sunduğumuz ayetin girişinde yer alan, "Bugün size temiz şeyler helâl kılındı." ifadesi de, ayetin ana teması kullara yönelik lütuf ve minnet olduğu için, sözünü ettiğimiz sınırlandırmaya delâlet ediyor. Eğer kâfirlerin kestiklerinin haram oluşunun gerekçesi, onların Allah'tan başkasının adını, örneğin bir putunkini anarak kesmiş olmaları olsaydı, yeniden şu soru gündeme gelirdi: Bir hayvanı keserken üzerine Allah'tan başkasını anmakla, Allah'ın razı olmadığı için yürürlükten kaldırdığı bir yöntemle kesip üzerine Allah'ın adını anmak arasında ne fark vardır?
Adı geçen müfessir daha sonra şöyle diyor: "Yüce Allah, Arap müşriklerinin, yukarıda örnekleri sunulan leş türlerini yemelerini ve putlar için kurbanlar kesmelerini sert bir şekilde kınamıştır. Ki ilk Müslümanlar, gelenekleri üzere bu konuda yumuşak ve duyarsız davranmasınlar. Ehlikitap, leş yemek ve putlar adına hayvan kesmek geleneğine ilk Müslümanlardan daha uzaktılar. [Bu yüzden, Allah onların kestiklerine ilişkin hükmü açıklamamıştır.]" Mezkur müfessir, Ehlikitab'ın bir kolu olan Hıristiyanların domuz etini yediklerini unutmuş bulunuyor. Oysa yüce Allah, onların bu tutumunu gündeme getirerek sert bir üslûpla eleştirmiştir. Kal-
Mâide Sûresi 4-5 ............................................................ 367
dı ki Hıristiyanlar, Mesih'in kendini, feda etmesi suretiyle, haramlığın ortadan kalktığını ileri sürerek müşriklerin mubah gördüğü her şeyi yerlerdi. Kaldı ki bu çıkarsama, çürük bir istihsandır; bir yarar sağlamadığı gibi, Allah'ın sözünün, ayetlerinin anlamının ve dinî hükümlerinin kavranması bağlamında böylesine çürük bir mantık esas alınmaz.
Daha sonra şöyle diyor: "Kur'ân'ın bu yaklaşımı, dinsel siyasetin bir gereğiydi. Arap müşriklerine karşı sert davranılması gerekiyordu ki, Arap yarımadasında İslâm'ı kabul etmeyen kimse kalmasın. Buna karşın, Ehlikitap'la yumuşak ilişkiler geliştirildi." Müfessir, buna ilişkin bir kanıt olarak bazı sahabelerin kilise ve benzeri mekânlar için kesilen hayvanların etlerinin helâl olduğuna dair fetvalarını gösteriyor.
Müfessirin bu değerlendirmesi, yüce Allah'ın Arapları diğer uluslar arasında seçtiğine, diğer uluslara karşı bir üstünlüğe sahip olduklarına ilişkin rivayetlere dayanan bir tezden kaynaklanmaktadır. Nitekim bu tezin resmi ideoloji olarak benimsendiği dönemlerde Arap olmayan Müslüman uluslar "mevâlî" (köleler, hizmetçiler) olarak isimlendirilirlerdi. Ancak bu tez, Kur'ân ayetleriyle hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, günahlardan en çok korunanızdır." (Hucurât, 13) Ehlibeyt İmamlarından gelen birçok hadis, bu tezin tersini içeren ifadeler kapsamaktadır. İslâm dini, mesajını sunarken Arapları bir yana, diğer ulusları da bir yana koymamıştır. Aksine Arap olsun, olmasın Ehlikitap'tan olmayan tüm müşrikleri aynı kefeye koymuştur. Müşriklerin önüne, İslâm'a girip mümin olmaktan başka bir seçenek bırakmamıştır. Arap olsun, olmasın tüm Ehlikitab'ı da bir kefeye koymuştur. Onlardan da, Müslüman olmamaları durumunda zimmet kapsamına girip cizye ödemelerini kabul etmiştir.
Adı geçen müfessirin bu yaklaşımını bir an için doğru kabul etsek bile, bu cümlenin kapalılığından dolayı en fazla onlar için bir
368 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
kolaylaştırma yönüne gidildiğine delâlet eder, başka değil. Fakat bu kolaylaştırmanın, kendi yöntemlerine ve geleneklerine göre kesseler bile kestikleri hayvanın etinin yenilebileceği şeklinde gerçekleşmesinin gerekliliğine ilişkin bir kanıtın bu ifadeden çıkamayacağı açıktır.
Söz konusu müfessirin, bazı sahabelerin uygulamaları ve sözleri ile ilgili olarak söylediklerine gelince, bu hususta söyleyeceğimiz şudur: Sahabenin uygulaması ve sözü kanıt değildir. Buraya kadar yapılan açıklamalardan, ne tefsirini sunduğumuz ayetin, ne de herhangi bir ayetin, Ehlikitab'ın gayr-i İslâmî bir yöntemle kestiği hayvanların etinin de yenebileceğine yönelik bir kanıt içermediği anlaşılıyor. Bizim mezhebimize mensup bazı âlimlerin de belirttiği gibi, ayetin zahirinden hareketle, Ehlikitab'ın kestiklerinin helâl olduğunu kabul etsek bile, bunun İslâmî ve meşru bir boğazlamayla gerçekleştiğinin bilinmesini şart koşuyoruz.
Daha önce işaret ettiğimiz gibi el-Kâfi ve et-Tehzib adlı eserlerde yer alan İmam Sadık'ın (a.s) sözünden şu anlaşılmaktadır: "Hayvan kesilirken önemli olan, üzerine Allah'ın adının anılmasıdır. Bu hususta da Müslüman'dan başkasına güvenilmez. [Önemli olan, Allah'ın adının anılması ise, bu durumda Ehlikitab'ın hayvan keserken Allah'ın adını andığını kesin olarak biliyorsak, bizim için helâl olur.]" Daha ayrıntılı bilgi için fıkıh kaynaklarına başvurulabilir. Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s), "Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." ifadesi hakkında, "Burada [muhsan kadınlardan,] iffetli kadınlar kastedilmiştir." dediği rivayet edilir. [c.1, s.296, h:39]
Aynı eserde İmam Sadık'ın (a.s), "İnanan kadınlardan iffetli olanlar..." ifadesinden Müslüman [Şiî-Sünnî] kadınlar kastedilmiştir." dediği de rivayet edilir.
Tefsir-ul Kummî'de Peygamberimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu belirtilir: "Sadece cizye ödeyen kitabîlerin kadınlarıyla evlenmek helâldir. Bunun dışındakilerle evlenmek helâl değildir."
Mâide Sûresi 4-5 ........................................................... 369
Ben derim ki: Çünkü cizye ödemeyen Ehlikitap, bu sırada muharib kâfir olur, ki onlarla evlenmek câiz değildir.
el-Kâfi ve et-Tehzib adlı eserlerde, İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Ehlikitap kadınları içinde sadece kıt akıllılarıyla evlenmek caizdir." [Füru-u Kâfi, c.5, s.357, h:2; Tehzib-ul Ahkâm, c.7, s.299, h:7]
Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, İmam Sadık'ın (a.s) Hıristiyan ve Yahudi bir kadınla evlenen bir adamla ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Eğer Müslüman bir kadın bulabiliyorsa, Yahudi ve Hıristiyan kadını ne yapacak?" Bunun üzerine denildi ki: "Ama adam bu kadına aşık olmuşsa ne yapsın?" buyurdu ki: "Eğer illa da bu işi yapmak zorundaysa, kadının içki içmesini, domuz eti yemesini yasaklasın. Şunu da bil ki, bu evlilik adamın dini açısından, bir kusur göstergesidir." [c.3, s.407, h:4422]
et-Tehzib adlı eserde İmam Sadık'ın şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Özgür, [köle olmayan] bir kadınla evli olan bir kimsenin, Yahudi veya Hıristiyan bir kadınla müt'â evliliği yapmasının herhangi bir sakıncası yoktur." [c.7, s.300, h:1253.]
Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Bir gün ona, Müslüman bir erkek Mecusî bir kadınla evlenebilir mi?" diye soruldu: "Hayır, dedi. Fakat Mecusî bir cariyesi varsa, onunla birleşmesinin; ancak azil yapmasının (meniyi dışarı akıtması) ve ondan çocuk edinmeyi düşünmemesinin bir sakıncası yoktur." [c.3, s.407, h:4423]
el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Abdullah b. Sinan'dan, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) bir hadiste şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Müslüman bir erkeğin Yahudi ve Hıristiyan bir kadınla evlenmesini istemem, çocuğunun Yahudileşmesinden veya Hıristiyanlaşmasından korkarım." [Füru-u Kâfi, c.5, s.351, h:15]
el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare'den, Tefsir-ul Ayyâşî'de müellif Mes'ade b. Sadaka'dan şöyle rivayet ederler: "İmam Bâkır'dan (a.s): 'Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden
370 ...............................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
iffetli kadınlar...' ayetini sordum." Buyurdu ki: "Bu ayet, 'Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın.' ayetiyle neshedilmiştir." [Füru-u Kâfi, c.5, s.358, h:8.]
Ben derim ki: Bu rivayette bir problem var. Çünkü "...tutmayın..." ayeti, "iffetli kadınlar..." ayetinden önce inmiştir. Oysa nesheden ayetin neshedilen ayetten önce inmiş olması caiz değildir. Kaldı ki, rivayetlerde, Mâide suresinin neshedilen değil, nesheden olduğu belirtilir. Daha önce bu hususa değindik. Ayrıca ayetin neshedilmediğinin kanıtı, yukarıda yer verdiğimiz ve Ehlikitap kadınlarıyla müt'a evliliği yapılabileceğini ifade eden rivayettir. Ashap, Ehlikitap kadınlarıyla müt'a evliliği yapmışlardır. Müt'a ayetini (Nisâ, 24) tefsir ederken, müt'anın meşru bir nikâh ve evlilik şekli olduğunu belirtmiştik.
Evet! Biri diyebilir ki: "Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın..." ifadesi, önceden inmiş olması ve tahsis edici özelliğiyle, "Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." ifadesini sınırlandırarak, daimi evliliği bu ifadenin mutlaklığının dışına çıkarmıştır. Çünkü bu ayet, nikâhı tutmanın yasaklığına delâlet eder. Bu ise, daimi nikâhla örtüştüğü gibi ayetin inişine konu olan, kocanın Müslüman olmasından sonra nikâhın tutulmasına da delâlet eder.
Buna şu şekilde itiraz edilebilir: "Söz konusu ayet, kocanın Müslüman olması, karısının küfür üzere kalması problemi bağlamında inmiştir." Ancak bu itiraza kulak asmamak gerekir. Çünkü hiçbir zaman ayetin iniş sebebi, onun lafzının açıkça işaret ettiği anlamı sınırlandırmaz. Tefsirimizin 1. cildinde Bakara suresinin nesh konusunu içeren ayetini incelerken, Kur'ân geleneğinde ve aslı itibariyle nesh olgusunu tahsis kılma gibi terminolojide belirtilmeyen nesh eylemini de kapsadığını belirtmiştik.
Bazı rivayetlerde bu ayetin, "Müşrik kadınlarla evlenmeyin..." ayetiyle neshedildiği belirtilmiştir. Daha önce bu tür rivayetlerin problematiğine dikkat çekmiştik. Bu konuyla ilgili doyurucu bilgi için fıkıh kitaplarına baş vurulabilir.
Mâide Sûresi 4-5 ........................................................... 371
Tefsir-ul Ayyâşî'de, "Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır..." ifadesiyle ilgili olarak Eban b. Abdurrahman'dan şöyle rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini duydum: "Kişinin İslâm'dan çıkması için yeterli olan en basit şey, hakka aykırı bildiği bir görüşü belirtmesi ve bu görüşte ayak diretmesidir. Nitekim yüce Allah, 'Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır.' buyurmuştur." İmam devamla şöyle buyurmuştur: Imanı inkâr eden kimse, Allah'ın emrettiği şekilde amel etmeyen ve ona razı olmayan kimsedir." [c.1, s.297, h:42]
Aynı eserde Muhammed b. Müslim, İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sa-dık'tan (a.s) birisinden şöyle rivayet eder: "Imanı inkâr etmek, sonunda bütünü terk edecek şekilde peyderpey amelleri işlememektir." [c.1, s.297, h:43]
Ben derim ki: Önceki açıklamalarımıza bakılırsa, bu tür rivayetlerin içerdikleri tefsirle ilgili özelliklerin açıklığa kavuşturulduğu net bir şekilde anlaşılır.
Aynı eserde, Ubeyd b. Zürare'den şöyle rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır." ayetinin ne anlama geldiğini sordum." Buyurdu ki: "Kişinin kendisinin de kabul edip inandığı ameli terk etmesi kastediliyor. Sözgelimi hastalık ve engelleyici bir mazeret olmaksızın namazı terk etmesi bunun bir örneğidir." [c.1, s.296, h:41]
Ben derim ki: Yüce Allah, "Allah sizin imanınızı zayi edecek degildir." (Bakara, 143) ayetinde, namazı iman olarak nitelendirmiştir. İmamın da özellikle namazı örnek göstermesi bu yüzden olabilir. Tefsir-ul Kummî'de belirtildiğine göre, İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "İman ettikten sonra şirk ehline itaat eden kimse, imanı inkâr etmiş olur."
el-Besâir adlı eserde, Ebu Hamza'nın şöyle dediği rivayet edilir: İmam Bâkır'dan (a.s), "Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır ve o, ahirette kaybedenlerdendir." ayetinin anlamını
372 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân c.5
sordum. Buyurdu ki: "Bu ayetin, Kur'ân'ın batınî anlamı açısından açıklaması, 'Kim Ali'nin velayetini inkâr ederse...' şeklindedir. Çünkü Ali, somut imandır." [Besair-ud Derecat, s.77, h:5.]
Ben derim ki: Bu açıklama anlam itibariyle Kur'ân'ın zahirinin karşısında yer alan batınî yönünün yansımasıdır. Tefsirimizin 3. cildinde muhkem ve müteşabih kavramları üzerinde dururken, bu konuda ayrıntılı bilgiler sunduk.
İmamın bu değerlendirmesi bir uyarlama, soyut ve genel bir anlamın somut ve özel bir olguya tatbiki de olabilir. Nitekim Peygamber efendimiz (s.a.a), Hendek Savaşında Amr b. Abduved karşısında er meydanına çıkan Hz. Ali'yi (a.s), "İmanın tamamı küfrün tamamının karşısına çıktı." sözleriyle iman olarak nitelendirmiştir.1 Bu anlamı destekleyen başka rivayetler de vardır. ------ 1- [Bihar-ul Envar, c.20, s.215, h:2]
|