Mizân Tefsiri, c:5

 

Mâide Sûresi 20-26 ............................................................

 

20- Hani bir zaman Musa, kavmine demişti ki: "Ey kavmim! Allah'ın

size olan nimetini hatırlayın; zira O, içinizden peygamberler

çıkardı, sizi krallar (bağımsız) yaptı ve âlemlerde (sizden önceki

dönemlerde) hiç kimseye vermediğini size verdi.

 

21- Ey kavmim! Allah'ın size (vatan olarak) yazdığı kutsal toprağa

girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa hüsrana uğrarsınız."

 

22- Onlar dediler ki: "Ey Musa! Orada zorba bir millet var. Onlar

oradan çıkmadıkça, biz oraya girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, o

zaman oraya gireriz."

 

23- (Allah'tan) korkanların içinden, Allah'ın kendilerine nimet

 

Mâide Sûresi 20-26 .................................................... 483

 

verdiği iki adam dedi ki: "Onların üzerine kapıdan (sınır şehirden)

girin. Eğer oradan girerseniz, muhakkak ki siz galip gelirsiniz. Haydi

eğer müminler iseniz, ancak Allah'a dayanın."

 

24- Dediler ki: "Ey Musa! Onlar orada olduğu sürece, biz oraya

asla girmeyiz. O hâlde sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz burada oturacağız."

 

25- Musa, "Rabbim! Ben kendimden başkasına malik değilim;

kardeşim de (öyle). O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun arasını

ayır." dedi.

 

26- Allah buyurdu ki: "Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklandı;

yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen yoldan çıkmış o

toplum için üzülme."

 

AYETLERIN AÇIKLAMASI

 

Bu ayetler grubu, önceki ayetlerden tamamen ayrı, bağımsız

değildirler. Çünkü burada İsrailoğullarının kendilerinden alınan

sözlerden birini çiğnemelerinden söz ediliyor. Ki daha önce, Musa'yı

dinleyip itaat edeceklerine söz vermişlerdi. Ama burada görülüyor

ki, Hz. Musa (a.s) onlara bir çağrıda bulununca, bunu gayet

açık bir dille reddedip ona cephe almışlar. Sonra bu günahlarının

bir cezası olarak yeryüzünde şaşkın dolaşma musibetine duçar oluyorlar.

Hiç kuşkusuz bu, ilâhî bir azaptır.

 

Bazı rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla bu ayetler, hicretin ilk

dönemlerinde, Bedir Savaşından önce inmişlerdir. Inşallah, bundan

sonraki rivayetler bölümünde bunun üzerinde de duracağız.

"Hani bir zaman Musa, kavmine demişti ki: Ey kavmim! Allah'ın size

olan nimetini hatırlayın..." Hz. Musa'nın kıssalarını içeren ayetlerden

anlaşıldığı kadarıyla, bu kıssa -Hz. Musa'nın Isra-iloğullarını

kutsal topraklara girmeye ilişkin çağrısı- İsrailoğullarının Mısır'dan

çıkışlarından sonra yaşanmıştır. Ayette geçen "sizi krallar yaptı."

ifadesi de bunu gösterir.

 

484 ................................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

"âlemlerde hiç kimseye vermedigini size verdi." ifadesi de,

bundan önce üzerlerine bazı olağanüstü ayetlerin indiğini gösterir.

Kudret helvası, bıldırcın eti, taştan pınarların fışkırması ve bulutların

üzerlerinde gölge yapması gibi.

 

"yoldan çıkmış toplum" ifadesinin iki kere tekrarlanmış olması

gösteriyor ki, İsrailoğulları bu kıssanın yaşanmasından önce peş

peşe birkaç kez elçiye karşı çıkmış, ona baş kaldırmışlardı. Öyle ki,

sonunda fasıklar=yoldan çıkmışlar niteliğini hakketmiş oldular.

Bu somut karineler gösteriyor ki söz konusu kıssa, yani

yeryüzünde şaşkınca dolaşmaları, Hz. Musa'nın (a.s) peygamber

olarak gönderilip aralarında kaldığı dönemin son diliminde

yaşanmıştır. Yine şunu anlıyoruz ki: Kur'ân'da onlarla ilgili olarak

anlatılan kıssaların büyük kısmı bundan önce meydana gelmiştir.

Buna göre Hz. Musa'nın, "Allah'ın size olan nimetini hatırlayın."

şeklindeki sözü, Allah'ın onlara verdiği ve bahşettiği bütün

nimetlere yönelik bir işarettir. Hz. Musa'nın söze böyle bir girişle

başlaması, biraz sonra, kutsal topraklara girmelerine ilişkin çağrısına

yönelik bir teşvik niteliğindedir. Önce onlara Rablerinin nimetlerini

hatırlatıyor ki, nimetin artmasına ve tamamlanmasına yönelik

olarak daha büyük bir çaba içine girsinler. Çünkü Allah, Musa'yı

elçi olarak kendilerine göndermekle büyük bir nimet bahşetmiş

oluyor. Onları dinine yöneltmiş olması, Firavun hanedanının zulmünden

kurtarması, Tevrat'ı indirmesi, şeriatı bir hukuk sistemi

olarak hükme bağlaması büyük bir nimettir. Artık bu nimetlerin

tamamlanması için yalnızca kutsal topraklara girmeleri gerekiyor.

Oraya girdiklerinde bağımsız ve egemen bir ulus olarak onurlu bir

hayat sürdürme imkânına kavuşacaklar.

 

Yüce Allah, İsrailoğullarına hatırlattığı nimetleri

ayrıntılandırırken bunları üç kısma ayırıyor. Önce şuna dikkatlerini

çekiyor: "zira O, içinizden peygamberler çıkardı." Bununla, soylarının

kökeni konumundaki peygamberler olan Hz. İbrahim, Ishak

ve Yakup ile onlardan sonra gelen peygamberler kastediliyor. Ya

da özel olarak İsrailoğullarına gönderilen Yûsuf, esbat [torunlar,

 

Mâide Sûresi 20-26 ..................................................... 485

 

Yakup soyundan gelen peygamberler veya İsrailoğulları boyları],

Musa ve Harun gibi peygamberler kast-ediliyor. Hiç kuşkusuz peygamberlik

başlı başına bir nimettir.

 

Sonra şöyle buyuruyor: "sizi krallar yaptı." Yani bağımsızlığa

kavuşmanızı, Firavunların köleci düzenlerinden ve zorbaların tahakkümünden

kurtulmanızı sağladı. Canı, ailesi ve malı üzerinde

tek başına egemen olabilen bir kimse için krallık söz konusu olabilir

ancak. İsrailoğulları Hz. Musa zamanında, temel bir sosyoloji

yasaya göre hareket ediyorlardı. Yasaların en güzeli olan tevhit

esaslı yasadan söz ediyoruz. Bu yasa Allah'a ve Resulüne itaat

etmelerini, sosyal yaşamlarında eksiksiz adaleti egemen kılmalarını,

diğer topluluklara yönelik haksız saldırılarda bulunmamalarını,

bunun yanında birbirlerine karşı komplolar içine girmemelerini,

bir olan toplumlarını farklı sınıflara ayırmamalarını öngörüyordu.

Aksi takdirde toplumsal düzen bozulurdu. Baş-larında da bir peygamber

olan Musa (a.s) vardı. O da kral veya aşiret reisi gibi üzerlerinde

haksız, tepeden bakmacı zorba bir egemenlik kurmamıştı.

Bir görüşe göre, onların krallar yapılmasından maksat, yüce Allah'ın

içlerinden krallar çıkarmaya yönelik takdiridir. Bu da Talut'u,

Davud'u ve diğer kralları kapsayan bir süreçtir. Bu durumda, ifade

onlara krallık bahşedeceğine ilişkin bir vaat niteliğinde olur. Yani

gaybî bir haber sunuluyor. Çünkü İsrailoğullarının krallığı Hz. Musa'dan

bir zaman sonra kuruluyor. Gerçi böyle bir yorumun sakıncası

yoktur; ama bu, "sizi krallar yaptı." ifadesinin vurgusuyla

örtüşmüyor. Öyle ya, "içinizden peygamberler çıkardı." denildiği

gibi, "içinizden krallar çıkardı." denilmiyor.

 

Krallıkla, doğrudan egemenliğin bir grubun elinde olması da

kastedilmiş olabilir. Bu, ak sakallı insanların bir topluluğu doğal

olarak yönetmeleri yasasını da kapsar. Bu bakımdan Hz. Musa

(a.s), ondan sonra Yuşa peygamber (a.s) birer kral sayılırlar. Hz.

Yûsuf (a.s) daha önce zaten kraldı. Nihayet bu, tanınan Talut,

Davud ve Süleyman gibi krallara kadar devam edip gider. Önceki

değerlendirme için işaret ettiğimiz sakınca bunun için de geçerli-

 

486 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

dir.

 

Sonra şöyle buyuruyor: "âlemlerde (sizden önceki dönemlerde)

hiç kimseye vermedigini size verdi." Burada apaçık ayetler

desteğindeki ilâhî yardımlara ve lütuflara işaret ediliyor. Şayet dediklerinde

dursalar ve verdikleri sözleri tutsalar, hayatlarında olumlu

yönde büyük bir değişim meydana gelecektir. Bunlar, Mısır'-

da bulundukları günlerde kendilerini çepeçevre kuşatan apaçık

mucizelerdir. Ardından yüce Allah, onları Firavun'dan ve soydaşlarından

kurtarmıştı. Hz. Musa (a.s) zamanında, İsrailoğullarına o

denli yoğun mucizeler, apaçık belgeler gösterilmiş ve nimetler

bahşedilmişti ki, o güne kadar hiçbir topluma böylesi bir onur

bahşedilmemişti; bu yoğunlukta mucizeler ve nimetler vermişti.

Bu bakımdan bazılarının, "Ayette geçen 'âlemler'den maksat,

Isra-iloğullarının çağdaşları olan topluluklardır." şeklindeki yorumlarının

yanlışlığı ortaya çıkıyor. Çünkü ayet, o güne kadar gelen

herhangi bir topluluğun İsrailoğullarına bahşedilen türden nimetlere

nail oluşunu olumsuzluyor, ki öyledir de.

 

"Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı kutsal toprağa girin ve arkanıza

dönmeyin, yoksa hüsrana uğrarsınız." Kutsal topraklara girmeleri

emrediliyor. ifadenin vurgusundan Hz. Musa'nın, on-ların serkeşlik

yapacaklarını, emri yerine getirmeye yanaşmayacaklarını beklediği

anlaşılıyor. Bu yüzden Hz. Musa, emrini bir de geri dönmeme

yasağıyla pekiştirme gereğini duyuyor. Bunun akabinde kaçınılmaz

bir hüsranın olacağını vurguluyor. Hz. Musa'nın (a.s) onlardan

olumsuz bir tepki beklediğinin kanıtı, emri reddetmelerinden sonra

on-ları "fasıklar" diye nitelendirmiş olmasıdır. Çünkü bir emre

olumsuz tepki göstermek, fısk ve yoldan çıkmadır. Dolayısıyla bir

kereyle "fasıklar" diye nitelenmeleri doğru olmaz. Bu da gösteriyor

ki, öteden beri bu tür tavırları yineliyorlardı.

 

Ayette sözü edilen yer, "kutsal" olarak nitelendiriliyor. Müfessirler

bu kelimeyi peygamberlerin ve müminlerin orada ikamet ediyor

olmasından dolayı "şirkten arınmış" olarak açıklamışlar.

Kur'ân'da bu kelimeyi açıklayıcı mahiyette bir ifade yer almıyor.

 

Mâide Sûresi 20-26 ....................................................... 487

 

Yalnızca bu çerçevede yararlanılacak, yakın bir anlam içeren şöyle

bir ifade var: "Çevresini bereketli kıldıgımız Mescid-i Aksa." (İsrâ,

1) Bu konuda yararlanılacak bir diğer ifade de şudur: "Hor görülüp

ezilmekte olan milleti de içini bereketlerle donattıgımız yerin,

dogularına ve batılarına mirasçı kıldık." (A'râf, 137) Bereketli olma

niteliği, yer açısından bol hayrı ve iyiliği barındırma anlamını ifade

eder. Dinin egemen kılınıp şirk pisliğinin giderilmesi de bol bir hayırdır.

"Allah'ın size yazdıgı..." ifadesine gelince; ayetlerin akışından,

yurt olarak oraya yerleşmelerine hükmedildiğine işaret edildiği anlaşılıyor.

Daha sonra, "Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklandı."

şeklindeki ifadeyle bunun arasında bir çelişki yoktur. Tam tersine,

onu pekiştirdiği bile söylenebilir. Çünkü, "Allah'ın size yazdıgı..."

ifadesi mücmeldir, zaman ve hatta şahıslar belirtilmemiştir. Çünkü,

bireylerin ve şahısların durumuna işaret etmeksizin bir ümmete

hitap edilmiştir. Nitekim söylendiğine göre, bu hitaba muhatap

olan, yükümlülüğü üstlenen kuşak çölde şaşkın dolaştıkları sırada,

geride bir kişi kalmayacak şekilde ölmüştü. Kutsal topraklara

Yuşa b. Nun önderliğinde oğulları ve oğullarının oğulları girmişlerdi.

Kısacası, "orası onlara kırk yıl yasaklandı." ifadesi, kutsal toprakların

bundan sonra onlara yazıldığına yönelik işaretler içermiyor

değildir.

 

Kutsal toprakların yurt olarak onlara bahşedilmesine ilişkin ilâhî

öngörüye şu ayette de işaret edilmiştir: "Biz de istiyorduk ki o

yerde ezilenlere lütfedelim, onları önderler yapalım, onları mirasçı

kılalım ve onları o yerde iktidara getirelim." (Kasas, 6) Hz.

Musa (a.s) onlar için bunu diliyordu; ama bu arada Allah'tan yardım

dilemelerini ve sabırlı olmalarını şart koşuyordu: "Musa kavmine,

'Allah'tan yardım isteyin, sabredin! Yeryüzü Allah'ındır, onu

kullarından diledigine verir. Sonuç, korunanlarındır' dedi. Onlar,

'Ey Musa, sen bize gelmezden önce de, sen bize geldikten sonra

da bize işkence edildi' dediler. Musa dedi: Umulur ki, Rabbiniz

düşmanınızı yok eder ve onların yerine sizi yeryüzüne hakim kılar

 

488 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

da nasıl hareket edeceginize bakar." (A'râf, 128-129)

Yüce Allah, aşağıdaki ayette bu vaadin gerçekleştiğini haber

veriyor: "Hor görülüp ezilmekte olan milleti de içini bereketlerle

donattıgımız yerin, dogularına ve batılarına mirasçı kıldık.

Rabbinin Isra-ilogullarına verdigi güzel söz, sabretmeleri yüzünden

tam yerine gel-di." (A'râf, 137) Bu ayet gösteriyor ki, kutsal toprakları

işgal edip yurt edinmeleri, ilâhî bir söz, hükme bağlanmış

bir yazı, kararlaştırılmış bir yargıdır. Bunun gerçekleşmesi için öngörülen

tek şart, sabırla itaat etmek, isyan etmekten kaçınmak ve

acı olaylar karşısında direnmektir.

 

Sabır kavramını genel tuttuk; çünkü ayette mutlak olarak kullanıl-

mıştır ve çünkü Hz. Musa (a.s) zamanında peş peşe meşakkatli

olaylara maruz kalmışlardı, bunun yanı sıra ilâhî emir ve yasaklara

da muhatap oluyorlardı. Günah işleme hususunda ısrar ettikçe,

kendilerine ağır yükümlülükler indirilmiştir. Nitekim

Kur'ân'da onlarla ilgili olarak anlatılan haberler de bunu göstermektedir.

Kutsal toprakların İsrailoğullarına yazılmasının Kur'ân bütünü

içinde ifade ettiği anlam budur. Bununla beraber, ayetlerde bu

öngörümün zamanı ve süresi açıkça zikredilmemiştir. Şu kadarı

var ki, Isrâ suresinde yer alan ilgili ayetlerin sonunda yer alan şu

ifade bu konuda bir fikir vermektedir: "Ama siz dönerseniz, biz de

döneriz. Cehennemi, kâfirler için kuşatıcı yapmışızdır." (Isrâ, 8)

Aynı şekilde, A'râf suresindeki ilgili ayetin sonunda Hz. Musa'dan

aktarılan şu ifadeler de bir ipucu niteliğindedir: "Umulur ki,

Rabbiniz düşmanınızı yok eder ve onların yerine sizi yeryüzüne

hakim kılar da nasıl hareket edeceginize bakar." (A'râf, 129)

Şu ayet de konuya ışık tutucu niteliktedir: "Musa kavmine

demişti ki: Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın... Ve Rabbiniz

size şöyle bildirmişti: Andolsun şükrederseniz elbette size daha

fazla veririm ve eger nankörlük ederseniz azabım pek çetindir."

(İbrâhim, 6-7) Bunun gibi daha birçok ayet gösteriyor ki söz konusu

öngörü, bir şarta bağlıdır; değişmez, yürürlükten kaldırılmaz mut-

 

Mâide Sûresi 20-26 ....................................................... 489

 

lak bir hüküm değildir.

 

Bazı müfessirlere göre, Hz. Musa'nın ayette aktarılan "Allah'ın

size yazdıgı..." ifadesinden maksat, Allah'ın Hz. İbrahim'e (a.s) yönelik

vaadidir. Sonra bu müfessirler, Tevrat'tan aktardıkları1 pasajlarla

yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e, Ishak'a ve Yakub'a yeryüzünü nesillerine

vereceğini vaat ettiğini kanıtlamaya çalışırlar ve konuyu

alabildiğine uzatırlar.2

 

Kitabımızın akışı içinde bu aktarma pasajların orijinal Tevrat'-

tan mı, yoksa tahrif edilen kısımlardan mı olduğunu tartışacak

değiliz ve bu bizi ilgilendirmez de. Çünkü Kur'ân Tevrat'la tefsir

edilmez.

 

"Onlar dediler ki: Ey Musa! Orada zorba bir millet var. Onlar oradan

çıkmadıkça, biz oraya girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, o zaman oraya

gireriz." Ragıp el-Isfahanî der ki: "Cebr" sözcüğünün etimolojik anlamı,

bir şeyi bir tür zorlamayla onarmak ve ıslah etmek demektir.

Araplar derler ki: Cebertuhu fe'nce-bere ve ictebere [zorla onu düzelttim,

o da düzeldi]... Bazen "cebr" sözcüğü, salt düzeltme anlamında

kullanılır. Hz. Ali'nin şu sözünde olduğu gibi: "Ey her kırığın

düzelticisi (Cabir) ve ey her zorluğun kolaylaştırıcısı!" Arapların

ekmek anlamında kullandıkları "Cabir b. Hab-be" (Buğday tanesi-

-----

1- Örneğin "Tekvin Kitabı"nda şöyle deniyor: "İbrahim Kenanlıların topraklarından geçerken Rab ona göründü ve ona dedi ki: Bu memleketi senin

zürriyetine vereceğim." (Bap 12 : 7)

Yine aynı kitapta şöyle deniyor: "O gün Rab, Abram'la [İbrahim'le] ahdedip

dedi: Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar, bu diyarı... senin

zürriyetine verdim." (Bap 15 : 18)

"Tesniye Kitabı"nda şu ifadelere yer verilir: "Allahımız Rab, Horebde bize

söyliyip dedi: Bu dağda oturmanız yeter; dönün ve göç edin, ve Amarîlerin

dağlığına, ve ona yakın olan Arabada, dağlıkta, ve Şefalada ve Cenupta, ve deniz

kenarında bütün yerlere, büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar Kenânlılar diyarına,

ve Libnana girin. Işte, diyarı önünüze koydum; girin, ve Rabbin atalarınıza,

İbrahime, Ishaka ve Yakuba kendilerine ve kendilerinden sonra onların zürriyetine

vermek için and ettiği diyarı kendinize mülk edinin." (Bap 1 : 6-8)

2- [el-Menar tefsiri, c.6, s.326-327.]

 

490 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

nin oğlu olan düzeltici) deyim de buna ilişkin bir örnektir. Bazen de

salt baskı, zorlama anlamında kullanılır. Hz. Ali'nin (a.s) şu sözü

buna örnektir: "Ne zorlama var, ne de tam özgürlük..."

"İcbar" kelimesi, etimolojik yapısı itibariyle bir başkasını diğer

birini düzeltmeye yöneltmek anlamını ifade eder. Ne var ki, bu ifade

salt zorlama anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bu yüzden

biri, "Ecber-tuhu ala keza" dediğinde, bu "onu zorladım" demektir...

Bir insanı nitelemek anlamında "cabbar" niteliği kullanıldığı

zaman, denmek isteniyor ki bu insan, hakketmediği bir üstünlük

iddiasında bulunmak suretiyle bir eksikliği gideriyor. Dolayısıyla bu

nitelik sadece yergi anlamında kullanılır. Buna şu ayetleri örnek

gösterebiliriz: "Ve her inatçı zorba perişan oldu." [Ibrâhim, 15], "Beni

baş kaldıran bir zorba yapmadı." [Meryam, 32], "Orada zorba bir

millet var." [Mâide, 22]

 

Bir şeyin akranlarına, hem cinslerine baskın çıkması, üstün

olmasıyla düşünülebilir olduğundan Araplar, "Nahletun

cebbaretun" (iri hurma ağacı) ve "nâketun cebbaretun" (kocaman

deve) derler." Ragıp'tan ihtiyaç duyduğumuz kadarıyla yaptığımız

alıntı burada son buldu. Bundan da anlaşılıyor ki, "zorbalar"

(cebbarin)dan maksat, halkı kendi isteklerine göre hareket etmeye

zorlayan güç ve iktidar sahipleridir.

 

"Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya girmeyiz." Bu ifade, kutsal

yerlere girmek için orada yaşayan zorba kavmin çıkmasını şart

koştuklarını gösteriyor. Ancak gerçekte, ikinci kez, "Eger çıkarlarsa,

o zaman oraya gireriz." demiş olsalar bile, Hz. Musa'nın emrini

reddetmek anlamındadır bu ifade.

 

Bazı rivayetlerde, o dönemde kutsal topraklarda yaşayan zorba

Amaliklerin nitelikleri, bedenlerinin iriliği ve boylarının uzunluğu

ile ilgili akıl almaz açıklamalara yer verilmiştir ki, aklıselimin bu

tür abartmaları onaylaması mümkün değildir. Öte yandan arkeolojik

kazılarda ve insan fizyolojisi alanında yapılan araştırmalarda

bunu destekleyecek herhangi bir bulguya rastlanmamıştır. Dolayısıyla

bu tür rivayetler, zihin bulandırıcı, asılsız uydurmalardan baş-

 

Mâide Sûresi 20-26 ................................................... 491

 

ka bir şey değildir.

 

"(Allah'tan) korkanların içinden, Allah'ın kendilerine nimet verdiği

iki adam dedi ki..." Ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, burada Allah

korkusu kastediliyor. Bu da gösteriyor ki, bazı adamlar Allah'ın

ve peygamberinin emrine karşı çıkmaktan korkuyorlardı ve ayetteki

sözleri söyleyen bu iki adam da onlar arasında yer alıyorlardı.

Aynı zamanda bu iki adam, Allah'tan korkanlardan farklı olarak

"Allah'ın nimet verdigi" kimseler olarak nitelendiriliyorlar. Tefsirimizin

bundan önceki birçok bölümünde, "nimet" kavramının,

Kur'ân literatüründe mutlak kullanılması durumunda "ilâhî velayet"

anlamını ifade ettiğini belirtmiştik. Dolayısıyla bu iki adam Allah'ın

velileriydiler. Bu da, ayette geçen "korku" ile "Allah korkusu"

nun kastedildiğine ilişkin somut bir karinedir. Çünkü Allah'ın

velileri O'ndan başkasından korkmazlar: "Iyi bil ki, Allah'ın velilerine

korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Yûnus, 62)

Ayette geçen "en'ame" fiilinin, ilintili olduğu mahzuf şeyin yani,

"nimet olarak verilen şeyin" "korku" olması mümkündür. Bu

durumda, yüce Allah'ın onlara korkusunu bahşettiği kastedilmiş

olur ve "yehafû-ne=korkanlar" fiilinin mef'ulunun hazfedilmiş olması,

"Allah'ın nimet verdigi iki adam" ifadesinin yeterli açıklığa

sahip olmasından dolayı olur. Çünkü korkularının, zorba kavimden

kaynaklanmadığı bilinmektedir. Öyle olsaydı, "Onların üzerine kapıdan

girin." diye İsrailoğullarını kutsal topraklara girmeye

çağırmazlardı.

 

Bazı müfessirler demişlerdir ki, "yehafûne=korkanlar" ifadesindeki

çoğul zamiri İsrailoğullarına dönüktür. Mevsule dönük zamirse

hazfedilmiştir. Dolayısıyla kastedilen anlam şudur:

"İsrailoğullarının kendilerinden korktukları ve Allah'ın kendilerine

Islâm'ı bahşettiği iki adam dediler ki..." İbn-i Cübeyr'in bu kelimeyi

"yuhafune" [edilgen fiil=kendilerinden korkulan] şeklinde okuduğuna

ilişkin rivayet de bu yorumu destekler mahiyettedir. Deniliyor

ki: Bu iki adam Amalik Oğullarına mensuptu. Hz. Musa'ya iman

etmiş, İsrailoğullarına katılmış-lardı. İsrailoğullarına bu sözleri söy-

 

492 ..........................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

leyerek onlara, Amalik Oğullarını nasıl yenilgiye uğratacaklarını,

yurtlarını ve topraklarını nasıl istila edeceklerini göstermek istemişlerdi.

Söz konusu müfessirler, ayetlerin tefsiri ile ilgili olarak aktarılan

bazı rivayetlere dayanarak bu tür bir açıklamada bulunmuşlardır.

Fakat bu tür rivayetler, Kur'ân veya başka güvenilir bir kaynak

tarafından desteklenmeyen tek kanallı haberlerdir.

"Onların üzerine kapıdan girin." Büyük bir ihtimalle, bununla

söz konusu zorba kavmin İsrailoğullarına en yakın olan şehirleri

kastedilmiştir. Söylendiğine göre, bu şehir Urayha'ydı. Sınır kentlerine

"ülkenin kapısı" demek yaygın bir kullanımdır. Bununla

"şehrin kapısı" kastedilmesi de muhtemeldir.

 

"Eger oradan girerseniz, muhakkak ki siz galip gelirsiniz." Allah'ın

nimet verdiği iki adam onlara fetih ve düşman karşısında

galip gelme vaadinde bulunuyorlar. Söz konusu iki adamın bu kadar

kesin konuşmaları, Hz. Musa'nın "Allah'ın kutsal toprakları

kendilerine yazdığı"na ilişkin açıklamasından ileri geliyor. Onlar

Hz. Musa'nın verdiği haberlerin kesin doğru olduğuna inanıyorlardı

ya da ilâhî velayet nuru sayesinde böyle bir öngörüde bulunuyorlardı.

Nitekim Ehlisünnet ve Şia müfessirlerinin büyük bir kısmı, bu

iki adamın Yuşa b. Nun ve Ka-leb b. Yefunne olduklarını söylemişlerdir

ki, bu ikisi İsrailoğulları arasından seçilen on iki nakib, yani

temsilcidendirler.

 

Sonra bu iki adam İsrailoğullarını Allah'a güvenip dayanmaya

çağırıyorlar: "Haydi eger müminler iseniz, ancak Allah'a dayanın."

Allah, kendisine güvenip dayananlara yeter. Bu ifade aynı zamanda,

onlara moral aşılama ve yüreklendirme amacına yöneliktir.

 

"Dediler ki: Ey Musa! Onlar orada olduğu sürece, biz oraya asla

girmeyiz..." "Oraya girmeyiz" sözünü bir kez daha tekrarlıyorlar.

Bununla Hz. Musa'yı (a.s) ısrarlı davetlerinden, çağrı üstüne çağrı

yapmaktan vazgeçirmeyi, davetlerinin bir yarar sağlamayacağını

düşünmesini amaçlıyorlar.

 

Bu ifade, birçok açıdan Hz. Musa'nın konumunu küçümsedik-

 

Mâide Sûresi 20-26 ....................................................... 493

 

lerini, kendilerine hatırlattığı Rablerinin emirlerini ve vaadini ciddiye

almadıklarını yansıtmaktadır. Bir kere, söze girişleri ilginçtir.

Öncelikle, Hz. Musa'nın çağrısına uymaya davet eden iki adamı

muhatap almaya tenezzül etmiyorlar. Sonra açıklamayı kısaca

kestirip atıyorlar. Oysa bunun öncesinde uzun açıklamalarda bulunup

nedenleri ve özellikleri ileri sürmüşlerdi. Karşılıklı atışma ve

cevap verme ortamlarından biri, başlangıçta uzun tuttuğu açıklamalarını

kısaca geçiştiriyorsa bu, konuşmanın sıkıcı olmaya başladığını,

muhatabın karşı tarafın sözlerini dinlemeyi istemediğini

gösterir.

 

Sonra İsrailoğulları, ikinci kez tekrarladıkları "biz oraya girmeyiz."

sözlerini, "asla" vurgusuyla pekiştiriyorlar. Ardından, cehaletleri

bundan daha büyük, daha küstahça bir söz sarf etmelerine

neden oluyor. Çağrıyı kesin olarak reddettikten sonra şunu

söylüyorlar: "O hâlde sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz burada oturacagız."

Bu ifade, onların putperestler gibi Allah'ı insanlara benzetenmü-

şebbihe olduklarının açık bir kanıtıdır. Öyledirler de. Çünkü yüce

Allah, onların bu anlayışının bir ifadesi olarak şöyle dediklerini

açıklamaktadır: "İsrailogullarını denizden geçirdik, kendilerine

mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar: Ey Musa,

dediler, bak bunların nasıl tanrıları var, bize de öyle bir tanrı yap!

Musa dedi: Siz gerçekten cahil bir toplumsunuz." (A'râf, 138) Bugün

ellerinde bulunan kutsal kitaplarının da tanıklığıyla hâlâ tanrıyı

somutlaştırıcı, insana benzetici anlayışlarını sürdürmektedirler.

 

"Musa: Rabbim! Ben kendimden başkasına malik değilim; kardeşim

de öyle. O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun arasını ayır."

Ayetin akışı gösteriyor ki, "Ben kendimden ve kardeşimden başkasına

malik degilim." ifadesi, kendisinden ve kardeşinden başkasını,

sunduğu davete yöneltme gücünden yoksun olduğun-dan

kinayedir. Çünkü o, kendisini yaptığı çağrıya yürütmeye yöneltme

gücüne sahipti. Kardeşi Harun'u da buna yöneltebilirdi. Harun Allah

tarafından gönderilen bir peygamberdi. Musa yaşadığı sürece,

 

494 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

onun halifesiydi. Bu yüzden Allah'ın emrine karşı çıkmazdı. Ya da

demek istiyordu ki, kendisi ancak kendi nefsine ve kardeşi de ancak

kendi nefsine hükmedebiliyordu.

 

Bu ifadeden maksat, mutlak olarak tüm yapabilirliği olumsuzla-

mak değildir. Çünkü, her şeyden önce Hz. Musa bazı insanları

iman etmek suretiyle yapılan çağrıya olumlu karşılık vermeye yöneltmişti.

Kaldı ki, ayetin akışı açık biçimde gösteriyor ki, Allah'tan

korkanlardan iki adam ve başkaları ona iman etmiş, çağrısına olumlu

karşılık vermişlerdi. Bunları, malik olduğu kimseler arasında

saymamış olsa bile, durum değişmez. Çünkü emirlerine karşı çıkmayacakları

açık olan kendi ailesini ve kardeşinin ailesini de zikretmemiştir.

Bunun nedeni, ortamın ancak bu tür bir ifadeye elverişli olmasıdır.

Çünkü Hz. Musa (a.s) onları, insan fıtratının öngördüğü meşru

bir işe davet ediyordu. Tebliğ görevini eksiksiz yerine getirmiş, her

türlü bahaneyi boşa çıkarmıştı. Ama İsrail toplumu onun çağrısını

son derece iğrenç ve çirkin bir tavırla reddetti. Işte böyle bir atmosferde

ancak şunu söyleyebilirdi: Ya Rabbi! Ben mesajını tebliğ

ettim, bahaneleri boşa çıkardım. Ben senin emrini yerine getirmede

ancak kendi nefsime hük-medebilirim. Kardeşim de öyle. Biz

yükümlülüğümüzün gereğini yerine getirdik. Fakat halk, bizi çok

sert bir tutumla reddetti. Şu anda onlardan ümidi kesmiş bulunuyoruz.

Yol kesilmiştir. Bu düğümü sen çöz; rubbiyetinle sen, onlara

yönelik nimetinin tamamlanmasına, yeryüzüne mirasçı kılınmalarına

ve orada halifelik-önderlik görevini yerine getirmelerine giden

yolu hazırla. Hükmü sen ver. Bizimle şu fasık-lar topluluğunun arasını

ayır.

 

Bu ortam, onların öteden beri sürdürdükleri Hz. Musa'nın

emirlerine karşı çıkma geleneklerinden tamamen farklıdır. Bunu

derken, Allah'ı çıplak gözle görme isteklerini, buzağıya

tapmalarını, kentin kapısından girişlerini, "hıtta" deyişlerini vs.

kastediyoruz. Ancak bu son olay, İsrail toplumunun Hz. Musa'nın

emrine açıkça karşı çıkışının en somut örneğidir. En ufak bir

yumuşaklık ve uzlaşma belirtisi göstermiyorlar. Eğer Hz. Musa

 

Mâide Sûresi 20-26 ..................................................... 495

 

laşma belirtisi göstermiyorlar. Eğer Hz. Musa (a.s) onları bu hâlde

bıraksa ve emrine karşı takındıkları tavrı görmemezlikten gelse,

bütün davası temelden çürümüş olurdu. Bundan sonra hiçbir emrini

ve yasağını dinlemezlerdi. Aralarında tesis ettiği toplumsal birliğin

dayanakları tuz buz olurdu.

 

Bu açıklamayla sırasıyla şu hususlar açığa çıkıyor:

1- Böyle bir atmosfer, Hz. Musa'nın kendisinin ve kardeşinin

durumunu Allah'a arz etmesini gerektiriyordu. Onlar Allah tarafından

tebliğle görevlendirilmişlerdi. Kendilerine karşı çıkmamış olsalar

bile, diğer müminlerin durumlarını arz etmelerine gerek yoktu.

Çünkü dinin tebliği ve daveti bazında diğer müminlerin bir fonksiyonu

yoktu. Ortam, hükmü tebliğ edenin durumunu arz etmeyi gerektiriyordu;

hükmü benimseyenin, olumlu tepki gösterenin değil.

 

2- Gelinen nokta, Hz. Musa'nın (a.s) Rabbine şikayette bulunmasını

gerektiriyordu. Bu, aslında ilâhî emir ve yasakları uygulama

hususunda Allah'tan yardım istemekti.

 

3- "Kardeşim" anlamına gelen "ahî" kelimesi, "ben" demek olan

"innî" kelimesinin sonundaki "ya" harfine matuftur. Dolayısıyla

ifadenin anlamı şudur: "Kardeşim de benim gibi sadece kendi nefsine

maliktir." Yoksa "ahî" kelimesi "nefsî" kelimesine matuf değildir.

Gerçi her iki durumda da elde edilen anlam doğrudur; fakat

"ahî" kelimesinin "nefsî" kelimesine matuf olması, ayetlerin akışıyla

oluşan anlam atmosferiyle örtüşmüyor. Çünkü gerek Musa, gerekse

Harun itaat ve emirlere uyma açısından nefislerine hükmedebiliyorlardı.

Ayrıca Hz. Musa (a.s) Hz. Harun'a da bu bakımdan

hükmetme gücüne sahipti. Harun, yaşadıkça Hz. Musa'nın halifesiydi.

Aynı zamanda her ikisi, Allah'ın elçilerini içtenlikle dinleyip

itaat eden samimi müminleri de yön-lendirecek konumdaydılar.

 

4- "O hâlde bizimle, o yoldan çıkmış toplumun arasını ayır."

Bu söz, üzerlerine azap indikten sonra kaçınılmaz olan ayırma veya

onları kavimlerinden çıkarmaları yahut ölmeleri suretiyle ayırmaya

ilişkin bir beddua değildir. Çünkü Hz. Musa (a.s) soydaşlarını,

Allah'ın kendilerini vaat ettiği nimetin tamamlanması ödülünü ka-

 

496 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

zanmak için gerekli olan adımları atmaya davet ediyordu. Bu ödüldü

ki, yüce Allah onunla İsrailoğullarına minnet ediyordu, kendilerini

kurtardığını ve yeryüzünde egemen kıldıklarını vurguluyordu:

"Biz de istiyorduk o yerde ezilenlere lütfedelim, onları önderler

yapalım, onları mirasçı kılalım." (Kasas, 5) Şu ayetten de anlaşıldığı

gibi, İsrailoğulları bu durumu Hz. Musa'dan (a.s) biliyorlardı: "Ey

Musa, sen bize gelmezden önce de, sen bize geldikten sonra da

bize işkence edildi." (A'râf, 129)

 

"Artık sen yoldan çıkmış o toplum için üzülme." ifadesi de

buna tanıklık etmektedir. Çünkü bu ifadeden anlaşılıyor ki Hz. Musa,

soydaşlarının üzerine ilâhî gazabın inmesinden endişe duyuyordu.

Dolayısıyla çölde şaşkın dolaşma cezasına çarptırılmış olmalarından

dolayı üzüntü duyması beklenen bir şeydi.

 

"Allah buyurdu ki: Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklandı; yeryüzünde

şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen yoldan çıkmış o toplum için

üzülme." "Orası" ifadesindeki zamir "kutsal topraga" dönüktür. Yasaklamadan

maksat, tekvinî=varoluşsal yasaktır. Yani evrensel

takdir kapsamındadır. Ayetin orijinalinde geçen "yetîhûne" fiilinin

mastarı olan "el-tîhu" kelimesi şaşkınlık anlamına gelir. "el-Ard"

kelimesinin başındaki "el" takısı ise, muhatapların zihninde önceden

belirginleşen anlama göndermede bulunmaktadır. "fela te'se"

ifadesi Hz. Musa'nın soydaşlarının durumundan dolayı üzülmemesi

için yapılan bir uyarıdır. Böylece yüce Allah, Hz. Musa'nın dua

ederken soydaşları için kullandığı, "fasıklar=yoldan çıkmışlar" niteliğini

onaylamış oluyor.

 

Dolayısıyla kastedilen anlam şudur: Kutsal toprak, yani oraya

girmek ve orayı mülk edinmek onlara yasaklanmıştır. Yani, kırk yıl

boyunca oraya girmemelerine hükmettik. Bulundukları yerde şaşkın

şaşkın dolaşacaklar, ne uygar bir toplum olup bir yerleşim biriminde

ikamet edecekler, ne de Bedeviler gibi kabilevî bir hayat

yaşayacaklar. Böyle bir cezaya çarptırıldılar diye, yoldan çıkmış

toplum için üzülme. Çünkü onlar fasıktırlar, yoldan çıkmışlardır.

Suçlarının cezasını çektikleri zaman onlara üzülmek yakışmaz.

 

Mâide Sûresi 20-26 ................................................. 497

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Ebi Hatem Ebu Said el-Hudri'den

şöyle rivayet eder: Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki:

"İsrailoğullarından bir kimsenin hizmetçisi, bineği ve karısı olsaydı,

o adam kral olarak yazılırdı."

 

Aynı eserde, Ebu Davud'un mürsel hadisleri topladığı "Merasil"

adlı kitabından naklen Zeyd b. Eslem'in "sizi krallar yaptı." ifadesiyle

ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu

ki: "Bundan maksat, eş, ev ve hizmetçi sahibi olmalarıdır."

 

Ben derim ki: Bu iki rivayetin dışında, aynı anlamı içeren başka

rivayetler de aktarılmıştır. Ne var ki, ayet akışı itibariyle bu tarz

bir yoruma elverişli değildir. Gerçi İsrailoğulları geleneğinde, bir evi,

bir karısı ve bir hizmetçisi olan herkese kral adının verilmesi veya

böylesini kral olarak yazmaları mümkün olabilir; ancak şurası

açıktır ki İsrail-oğullarının tümü, hizmetçilerine varıncaya kadar,

bu şekilde ev, eş ve hizmetçi sahibi değildiler. Dolayısıyla, bu niteliğe

sahip olanlar, içlerindeki bazı kimselerdi.

 

Kaldı ki bu hususta başka toplumlar ve kuşaklar da benzeri bir

konumdaydılar. Ev, eş ve hizmetçi sahibi olmak bütün toplumlarda

yaygın olan bir gelenektir, bu geleneği olmayan bir toplum

gösterilemez. Durum böyle olunca, İsrailoğullarına özgü bir uygulama

olmadığı ortaya çıkıyor. Yüce Allah'ın bunu kastederek, onları

krallar yaptığından söz edip minnet etmesi de mümkün değildir.

Oysa ayetin akışı, ilâhî minnetin somut örneklerini sergilemeye

yöneliktir.

 

Bu gerçek dikkatleri çekmiş olmalı ki, bazı rivayetlerde kimi

yorumlara gerek duyulmuştur. Örneğin Katabe'den şöyle rivayet

edilir: "İlk kez hizmetçi edinenler İsrailoğullarıdır." Ancak bu değerlendirme

tarihsel gerçeklerle bağdaşmıyor.

 

Şeyh Müfid, Emalî adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle Ebu

Hamza'dan, o daİmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Hz.

Musa (a.s) İsrailoğullarını kutsal topraklara getirdiğinde onlara

 

498 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

dedi ki: 'Allah'ın size yazdıgı kutsal topraga girin ve arkanıza

dönmeyin, yoksa hüsrana ugrarsınız.' Yüce Allah, kutsal toprakları

onlar için yazmış olmasına rağmen "Onlar dediler ki, 'Ey Musa!

Orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya

girmeyiz. Eger oradan çıkarlarsa, oraya gireriz.' (Allah'tan) korkanların

içinden, Allah'ın kendilerine nimet verdigi iki adam dedi

ki: 'Onların üzerine kapıdan girin. Eger oradan girerseniz, muhakkak

ki siz galip gelirsiniz. Haydi eger müminler iseniz, ancak

Allah'a dayanın.' Dediler ki: 'Ey Musa! Onlar orada oldugu sürece,

biz oraya asla girmeyiz. O hâlde sen ve Rabbin gidin, savaşın; biz

burada oturacagız. Musa, 'Rabbim! Ben kendimden başkasına

malik degilim; kardeşim de öyle. O hâlde bizimle o yoldan çıkmış

toplumun arasını ayır' dedi.' Kutsal topraklara girmekten kaçınınca,

Allah orayı onlara yasakladı. Bunun üzerine dört fersahlık bir

yerde kırk yıl boyunca şaşkın şaşkın dolaşıp durdular. Sen yoldan

çıkmış o toplum için üzülme."

İmam Cafer Sadık (a.s) dedi ki: "Akşam olunca içlerinden biri,

yolculuk var, diye seslenirdi. Bunun üzerine denklerini yükleyip

hayvanlara özel bir âhenk okuyarak ve onları dürtükleyerek telaşla

yola koyulurlardı. Şafak sökünceye kadar durmaksızın yürürlerdi.

Bu sırada yüce Allah yere bir yuvarlak şeklini almasını emrederdi.

Böylece sabah olunca, kendilerini akşam ayrıldıkları konaklama

yerlerinde buluverirlerdi ve yolu şaşırdınız, derlerdi. Kırk yıl boyunca

bu minval üzere orada bekleyip durdular. Üzerlerine kudret helvası

ve bıldırcın eti indiriliyordu. Yuşa b. Nun ve Kaleb b. Yufenna

ile bunların oğullarının dışındaki herkes öldü. Yaklaşık kırk fersahlık

alanda şaşkın bir hâlde do-laşıp dururlardı. Göç etmek istedikleri

zaman elbiseleri ve ayakkabıları kuruyarak taş kesilirlerdi."

İmam şunları da ekledi sözlerine: "Beraberlerinde bir taş vardı.

Taşı yere koyduklarında, Hz. Musa (a.s) asasıyla taşa vururdu ve

taştan on iki pınar fışkırırdı. Her kabileye bir pınar düşüyordu. Tekrar

yola çıktıklarında su taşa geri dönüyordu. Taşı hayvana yükleyip

yola çıkarlardı..."

 

Mâide Sûresi 20-26 ........................................................ 499

 

Ben derim ki: Buna yakın anlamlar içeren rivayetlerin sayısı

oldukça fazladır ve gerek Şiî, gerekse Sünnî kaynaklarda aktarılmıştır.

Hadisin akışı içinde, "İmam Cafer Sadık (a.s) dedi ki" diye

başlayan ifade başka bir rivayettir. Bu rivayetler çölde şaşkın şaşkın

dolaştıkları sırada İsrailoğullarının yaşadıkları çeşitli serüvenlere

işaret eden anlamlar içeriyor olmakla beraber, Allah'ın

kelâmında bunları destekleyen ifadeler bulunmamaktadır. Ama

aynı zamanda, Kur'ân'la çelişen anlamlar da içermemektedirler.

Hz. Musa zamanında İsrailoğullarının durumu, hayret uyandırıcıdır,

hayatlarının her alanında olağanüstü gelişmelere tanık oluyorlar.

Dolayısıyla yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşmalarının rivayetlerde

tasvir edildiği gibi olması için hiçbir sakınca yoktur.

Tefsir-ul Ayyâşî'de Mes'ade b. Sadaka'dan, o daİmam Cafer

Sa-dık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "İmama, "Allah'ın size yazdıgı

kutsal topraga girin." ayetinin anlamı soruldu. Buyurdu ki: "Allah,

orayı on-lara yazdı, sonra sildi, sonra onların çocuklarına yazdı. Çocukları

oraya girdiler. "Allah diledigini siler, diledigini yerinde bırakır.

Ana kitap O'nun katındadır." [c.,1 s.904, h:72]

 

Ben derim ki: Bu anlamda bir hadis, İsmail Cu'fi aracılığıyla

İmam Cafer Sadık'tan Zürare, Hamran ve Muhammed b. Müslim

aracılığıyla daİmam Bâkır'dan rivayet edilmiştir.1 Bu rivayetteİmam

(a.s) kutsal toprakların yazılmasını, Hz. Musa'nın (a.s) "kutsal

toprağa girin" hitabına muhatap olanlarla, oraya girenler açısından

mukayese etmiştir. Dolayısıyla yerlerin yazıldığı kimseler açısından

"bedâ" gerçekleştiği sonucu çıkıyor. Bununla ayetin zahirinden

anlaşıldığı şekliyle "yazılma oraya girenlerle ilgilidir." anlamı

arasında bir çelişki yoktur. Olay şudur:

 

Kırk yıl boyunca oradan yoksun bırakılıyorlar, sonra yeniden

orası kendilerine bahşediliyor. Çünkü ayette hitap, anlam itibariyle

İsrail toplumuna yöneliktir. Bu açıdan, kendilerine "giriş" yazılanlarla

bizzat girenler birdir. Onlar bir ümmettiler ve Allah kutsal top-

------

1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.304, h:69 ve 71]

 

500 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

raklara girmeyi bu ümmete yazmıştı. Sonra oraya girişleri bir süre

yasaklandı, ardından tekrar onlara söz konusu yerlere girmeyi

bahşetti. Kişiler açısından bir başlangıç söz konusu olsa da, genelde

böyle bir şeyden söz edilemez.

 

el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle

Abdurrahman b. Yezid'den, o daİmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle

rivayet eder: Resu-lullah (s.a.a) efendimiz buyurdu ki: "Davut Peygamber

(a.s) cumartesi günü ansızın öldü. Kuşlar kanatlarıyla cenazesinin

üzerine gölge yaptılar. Musa İsrailoğullarının çölde şaşkın

şaşkın dolaştıkları sırada öldü. Biri gökten şöyle bağırdı: Musa

öldü! Hangi nefis ölmeyecek ki?!" [Füru-u Kâfi, c.6, s.111-112, h:4]

 

Mâide Sûresi 27-32 ..................................................... 501

 

27- Onlara Âdem'in iki oğlunun gerçek haberini oku: Hani her

biri, (Allah'a) yaklaşmak için (bir şey) sunmuşlardı da birisinden

kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. (Ameli kabul edilmeyen,

kabul edilene) "Seni öldüreceğim" demişti. (O da,) "Allah ancak

takva sahiplerinden kabul eder." dedi.

 

28- "Andolsun ki eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan,

ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü

ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.

 

502 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

29- Ben isterim ki sen, benim günahımı da, kendi günahını da

yüklenip ateş ehlinden olasın. Zalimlerin cezası işte budur."

 

30- Nefsi, kardeşini öldürme hususunda yavaş yavaş ona boyun

eğdi; (nihayet) onu öldürdü ve böylece ziyana uğrayanlardan

oldu.

 

31- Derken Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini

göstermesi için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Katil kardeş)

"Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini

gömmekten aciz miyim (ben)?" dedi ve böylece pişman olanlardan

oldu.

 

32- Bundan dolayı İsrailoğullarına şöyle yazdık: Kim, bir cana

veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir

canı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de onu diriltirse,

bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun elçilerimiz onlara

açık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu, yine

yeryüzünde aşırı gitmektedirler.

 

AYETLERIN AÇIKLAMASI

 

Ayetler, Âdem'in iki oğlunun kıssasını bildiriyorlar. Bu bağlamda

şunu da vurgulamış oluyorlar: Kıskançlık, o denli tehlikeli bir

duygudur ki, Âdem'in bir oğlunu kardeşini haksız yere öldürecek

kadar çılgına çevirebiliyor. Sonuçta büyük bir hüsrana uğruyor ve

derin bir pişmanlık duyuyor ki, hiçbir yararı olmuyor. Bu bakımdan

ayetler, önceki ayetler grubuyla bağlantılıdır. Orada

İsrailoğullarının Hz. Muhamme-d'in (s.a.a) elçiliğine inanmaktan

kaçınmaları üzerinde durulmuştu. Ki hak içerikli mesajı kabul etmekten

kaçınmalarının tek nedeni kıskançlık ve çekememezlikti.

Kıskançlık böyledir; insanı, kardeşini öldürmeye sürükler, sonra

onu ebediyen kurtulamayacağı bir vicdan azabının, onulmaz bir

pişmanlığın, yakıcı bir yürek sızısının pençesine atar. Öyleyse bu

kıssadan ibret alsınlar, kıskançlıkta ve inatla küfürleri içinde yüzmesinler.

 

Mâide Sûresi 27-32 .............................................................. 503

 

"Onlara Âdem'in iki oğlunun gerçek haberini oku..." "Utlû=oku" fiilinin

mastarı olan ve okumak anlamına gelen "tilavet" kelimesi,

"et-tulvu=takip etme" kökünden gelir. Bu şekilde isimlendirilmesinin

nedeni, bir haberi okuyan kimsenin, haberin bazı bölümlerini,

diğer bölümlerinin ardından, takip ettirerek okumasıdır. "en-Nebe"

ise, yararlı ve olumlu etkiler bırakan haber demektir. "Kurban" da,

kendisiyle yüce Allah'a veya bir başkasına yaklaşılmak istenen şey

anlamını ifade eder. Bu kelime, yapısı itibariyle mastardır, ikili

(tesniye) ve çoğul (cem) kalıbı almaz. "el-Takabbul" ise, önemseyerek,

özen göstererek kabul etmek demektir. "Aleyhim=onlara..."

kelimesindeki zamir, Ehlikitab'a dönüktür. Çünkü daha önce de

işaret ettiğimiz gibi, ayetlerin akışı içinde onlar kastedilmektedir.

Ayette Âdem adıyla anılan kişi, Kur'ân'ın insanlığın babası olduğunu

söylediği Âdem'dir. Bazı müfessirlere göre, burada sözü

edilen kişi İsrailoğullarına mensup bir adamdı. Bu adamın iki oğlu,

Allah'a sundukları kurbanlar yüzünden kavgaya tutuşmuş ve biri

diğerini öldürmüştü. Katilin adı Kabil veya Kain, öldürdüğünün adı

da Habil'di. Bu yüzden yüce Allah, kıssanın akışı içinde, "Bundan

dolayı İsrailogullarına şöyle yazdık..." buyurmuştur.

 

Ne var ki, bu yorum üç açıdan yanlıştır:

Birincisi: Kur'ân, insanlığın babası olan zattan başka "Âdem"

adında birinden söz etmemiştir. Dolayısıyla bu insanlığın babası

olan Âdem'den başkası kastedilmiş olsaydı, kıssada herhangi bir

belirsizlik olmaması için buna ilişkin somut bir karineye yer verilmiş

olması gerekirdi.

 

İkincisi: Kıssanın akışı içinde, "Allah... bir karga gönderdi." gibi,

yer verilen motifler, ancak düşünsel basitlik düzeyinde yaşayan

yalın kavrayışlı ilkel insanın durumuyla bağdaşabiliyor. Çünkü ilkel

insan, doğal algılayışıyla, yaşanan gelişmelerin toplamından oluşan

deneyimler sonucu bilgi edinirdi. Bu ayet ise, açık bir şekilde

katilin, cesedin toprağa gömülerek örtüleceğini bilmediğini ifade

etmektedir ki, bu insanlığın babası olan Âdem'in oğullarının durumuyla

örtüşüyor, İsrailoğullarına mensup bir adamın oğullarının

 

504 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

durumuyla değil. İsrail-oğulları, ulusal ölçekte de olsa, bir uygarlığa

sahiptiler; toplumsal yaşam açısından deneyimler edinmişlerdi.

Ölüleri gömmek gibi bir olguyu, herhangi bir İsraillinin bilmemesi,

bu bakımdan makul değildir.

 

Üçüncüsü: Söz konusu görüşü savunan müfessirler, "Bu yüzden

Allah, kıssanın akışı içinde, 'Bundan dolayı İsrailogullarına

şöyle yazdık' buyurmuştur." sözleriyle, ayetle ilgili olarak yöneltilen

bir soruyu cevaplandırmak istemişlerdir. Soru şudur: Kıssanın

işaret ettiği durum, yani bir insanı öldüren, bütün insanları öldürmüş

gibidir; bir insanı dirilten de bütün insanları diriltmiş gibidir,

hükmü bütün insanları kapsayan bir olgu olduğu hâlde, neden

hükmün yazılışı salt İsrail-oğullarına özgü kılınmıştır?

İşte söz konusu müfessirler bu soruya şu cevabı vermişlerdir:

"Bu yüzden Allah, kıssanın akışı içinde... buyurmuştur: "Yani katil

ve maktul, insanlığın babası Âdem'in oğulları değildirler ki, kıssaları

da insan türünün ilk bireyleri arasında yaşanan bu olayı içermiş

olsun. Aksine onlar, İsrailoğullarına mensup bir adamın çocuklarıydılar.

Dolayısıyla onlara ilişkin kıssa da, özel-ulusal bir haber

niteliğindedir. Bu yüzden kıssadan alınması gereken ibret de salt

İsrailoğullarına özgü olarak yazılmıştır.

 

Ama bu yorum sorunu çözmeye yetmiyor. Soru hala zihinleri

kurcalamaya devam ediyor. Çünkü bir insanı öldürmenin bütün insanları

öldürmek gibi olması, bir insanı diriltmenin de bütün insanları

diriltmek gibi olması, insan türünün arasında meydana gelen

tüm öldürmelerle irtibatlı bir olgudur. İnsanların sadece belli bir

kısmıyla sınırlandırılamaz. İsrailoğullarından önce nice adam öldürmeler

olmuştur. Işaret edilen bu öldürme olayından önce de.

Öyleyse bu hükmü özel bir öldürmeyle irtibatlandırmak ve belli bir

kavim için öngörmek niye?

 

Kaldı ki, şayet durum söz konusu müfessirlerin anladığı gibi

olsaydı: "Sizden kim bir canı öldürse..." şeklinde bir ifadenin kullanılmış

olması daha uygun olurdu. Böylelikle, hükmün onlara özgü

olduğu ancak o zaman belirginlik kazanabilirdi. Sonra, kendi için-

 

Mâide Sûresi 27-32 ..................................................... 505

 

de tutarlı olmayan bu özgü kılma olgusuyla ilintili soru yeniden

gündeme gelirdi.

 

Oysa sorunu kökünden çözecek cevap şudur: "Kim, bir cana...

karşılık olmaksızın bir canı öldürürse..." ifadesi, yasal bir hükümden

çok evrensel bir hikmeti içermektedir. Dolayısıyla,

"İsrailoğullarına yazılması"nın anlamı, bu hikmetin yararlarının ve

sonuçlarının onlarla birlikte tüm insanları kuşatacak genellikte

olmakla birlikte, onlara açıklanmasıdır. Tıpkı, Kur'ân'da birtakım

hikmet ve öğütlerin yararlarının sırf Hz. Muhammed'in (s.a.a) ümmetine

özgü kılınmamasına karşın, doğrudan onlara açıklanması

gibi. Ayette, bu hikmetin onlara açıklanmasından söz edilmesinin

gerekçesi de, genel ayetler grubunun, onlara öğüt verme, onları

uyarma ve Hz. Muhammed'i (s.a.a) kıskanmalarından, inatçı tutumlarını

sürdürmelerinden, fitne ateşini alevlendirmelerinden,

savaşlara sebebiyet vermelerinden ve doğrudan doğruya Müslümanlara

savaş açmalarından dolayı onları kınama, ayıplama ve

utandırma amacına yönelik olmasıdır.

 

Bu nedenledir ki, "Kim... bir canı öldürürse..." ifadesinin devamında,

şu değerlendirme cümlesine yer verilmiştir: "Andolsun

elçilerimiz onlara açık deliller getirdiler; ama bundan sonra da

onlardan çogu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler." Kaldı ki söz

konusu müfessirlerin, kıssadan çıkardıkları sonucu destekleyecek

mahiyette herhangi bir rivayet veya tarihsel bir vakıa söz konusu

değildir.

 

Dolayısıyla, "Âdem'in iki oglunun gerçek haberini..." ifadesiyle

insanlığın babası Âdem'in (a.s) kastedildiği anlaşılıyor. ifadenin -

haber veya oku kelimesiyle ilintili- "hakk=gerçek olarak" ifadesiyle

kayıtlandırılması da gösteriyor ki, bu haberle ilgili olarak aralarında

dolaşan rivayetlerde tahrif ve eksiklik söz konusuydu. Ki öyledir.

Bu kıssa Tevrat'ın "Tekvin Kitabı"nın dördüncü babında yer alır.

Ama burada, bir karganın gönderilişinden ve onun toprağı eşeleyişinden

söz edilmez. Öte yandan Tevrat'ın anlatımıyla kıssada ulu

Allah'ı bir cisim gibi görme anlayışı son derece belirgindir ki, Allah

 

506 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

bu tür asılsız yakıştırmalardan münezzehtir, yücedir.

"Hani her biri (Allah'a) yaklaşmak için (bir şey) sunmuşlardı

da birisinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti." ifadenin

akışından anlaşıldığı kadarıyla, kardeşlerden her biri yüce Allah'a

yaklaş-mak kastiyle bir şey sunmuştu. "Kurban" sözcüğünün

tesniye kalıbında kullanılmış olmaması, bu kelimenin mastar olup

tesniyesinin ve çoğu-lunun olmamasından dolayıdır.

 

"Seni öldürecegim, demişti. O da, 'Allah, sadece takva sahiplerinden

kabul eder.' dedi." Ilk sözü söyleyen katil, ikincisini söyleyen

de maktuldür. ifadenin akışı, onların birisinin kurbanının kabul

edildiğini, ötekisinin de kabul edilmediğini bildiklerini gösteriyor.

Peki, bunu nereden öğrendiler? Veya hangi kanıta dayanarak böyle

bir çıkarsama da bulundular? Ayette bu sorulara cevap olabilecek

bir açıklamaya yer verilmiyor.

 

Şu kadarı var ki, Kur'ân'ın bir yerinde, geçmiş ümmetler devrinde

veya özellikle İsrailoğulları arasında sunulan şeylerin kabul

edildiklerinin, bir ateşin gelip onları yakmalarıyla anlaşıldığına ilişkin

açıklamalar buluyoruz. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Onlar: 'Allah

bize; bize, gökten gelen ateşin yiyecegi (yakacagı) bir kurban getirmedikçe

hiçbir peygambere inanmamamızı emretti' derler. Onlara

de ki: Ben-den önce açık delillerle ve bu dediginiz ile nice

peygamberler geldi. Eger dogru söylüyorsanız, peki onları ne diye

öldürdünüz?" (Âl-i Imrân, 183)

 

Bir şeyler sunmak, bugün bile Ehlikitap arasında uygulanan bir

ibadettir.1 Dolayısıyla, bu kıssada işaret edilen kurbanın kabulü de

bu tarzda gerçekleşmiş olabilir. Özellikle kıssanın, bu tarz bir kurban

kabulüne inanan Ehlikitab'a yönelik olduğunu göz önünde bulundurduğumuz

zaman bu ihtimal daha bir güçleniyor. Artık nasıl

------

1- Yahudiler arasında çeşitli kurban sunma şekilleri vardır. Hayvan boğazlamak,

un, yağ ve ağız (yeni doğum yapmış hayvanın memesinden sağılan ilk

sütten elde edilen bir mamul) ve mevsimin ilk meyveleri gibi gıda maddelerini

sunmak. Hıristiyanlarsa ekmek ve şarap sunarak bunun gerçek anlamda Mesih'in

etine ve kanına dönüştüğüne inanırlar.

 

Mâide Sûresi 27-32 ..................................................... 507

 

olmuşsa, hem katil, hem de maktul, birinin kurbanının kabul edildiğini,

ötekisinin de kabul edilmediğini biliyorlardı.

 

Yine ayetin akışı, "Seni öldürecegim..." diyen kişinin, kurbanı

kabul edilmeyen kişi olduğunu ve bunu, içini kemiren kıskançlıktan

dolayı söylediğini gösteriyor. Çünkü ortada başka bir sebep

yoktur. Sonra maktul, bu tür bir sözü ve ölüm tehdidini gerektirecek

şekilde kendi iradesiyle bir suç işlemiş de değildir.

Şu hâlde, katilin "Seni öldürecegim..." şeklindeki tehdidi, kendi

kurbanı değil de maktulün kurbanının kabul olmasından dolayı

duyduğu kıskançlığın bir ifadesidir. Maktulün "Allah sadece takva

sahiplerinden kabul eder." diye başlayan ve yüce Allah tarafından

bize anlatılan sözleri ise, katilin dediklerine bir cevap niteliğindedir.

Bu bağlamda öncelikle şunu söylüyor: Kurbanın kabul edilmesinde

ve edilmemesinde kendisinin bir etkinliği ya da bir suçu yoktur.

Bir suç varsa, o da katil tarafından işlenmiştir. Allah'tan korkup

sakınmadığı için Allah, kurbanını kabul etmemek suretiyle

onu cezalandırmıştır.

 

İkincisi: Eğer katil, onu öldürmek istese ve bu amaçla ona elini

uzatsa, o onu öldürmek için elini uzatmayacaktır. Çünkü Allah'tan

korkup-sakınmaktadır. Bu takdirde sadece katilin, hem maktulün

günahını, hem de kendi günahını üstlenerek dönmesini istemektedir.

O zaman ateşin ehli olacak, ki zalimlerin cezası budur.

"Allah, sadece takva sahiplerinden kabul eder." sözü, fertleri

sınırlandırmaya yönelik bir ifadedir. Şöyle ki kabul, hem korunan,

hem korunmayan herkesin kurbanını kapsamaz. Ya da kalb (tersine

çevirme) sanatı açısından sınırlandırmayı ifade etmektedir.

Öyle anlaşılıyor ki, katil maktulün değil, kendi kurbanının kabul

edileceğini sanıyordu. Onun iddiasına göre, bu işin takvayla bir ilgisi

yoktu. Ya da yüce Alla-h'ın işin iç yüzünü bilmediğini, insanların

olguları birbirine karıştırıp yanılmaları gibi, O'nun da gerçeği karıştırıp

yanılabileceğini düşünüyordu.

 

Bu sözlerde, bir yandan ibadet ve kurbanların kabul olmalarıyla

ilgili bir gerçeğe parmak basılıyor; öbür yandan adam öldürme,

 

508 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

zulmetme ve kıskanma olgularıyla ilgili etkili öğütler veriliyor. Bu

arada, bu tür suçları işleyen kimselerin kaçınılmaz olarak ilâhî cezalandırılmaya

maruz kalacakları vurgulanıyor. Bunun, âlemlerin

Rabbi olan Allah'ın Rabliğinin bir gereği olduğunun altı çiziliyor.

Çünkü Rablik, evrenin unsurları arasında sağlam temelli bir düzen

kurmakla, amelleri adalet terazisiyle değerlendirmekle ve haksızlıkları

elem verici azapla cezalandırmakla gerçekleşebilir. Bu düzenin

amacı da zalimi zulümden caydırmak, değilse, kendi elleriyle

kazandığı azabı, ateş cezasını tattırmaktır.

 

"Andolsun ki, eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan,

ben... sana elimi uzatacak değilim..." ifadenin orijinalinin başındaki

"lam" harfi, yemin edatıdır. "El uzatmak", birini öldürmeye ilişkin

girişimlerde bulunmak, ölümüne sebebiyet verecek eylemlerde

bulunmak anlamında kullanılan bir deyimdir. Burada şart cümlesinin

cevabının başında, isim cümlesinin başına gelen nefiy (olumsuzlama)

edatına yer verilmiştir. Ayrıca fiil yerine "bibasitin"

şeklinde sıfat kullanılmış ve olumsuzluk durumu "ba" harfiyle, açıklama

da yeminle pekiştirilmiştir. Bütün bunlar, onun kardeşini

öldürmek isteğinden fersah fersah uzak olduğunu gösterme amacına

yöneliktir. Böyle bir şeyle ilgilenmek şöyle dursun, aklından

bile geçirmediğini açıklamak içindir.

 

Ayrıca, "Ben sana elimi uzatacak degilim..." sözünü, "Çünkü

ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." ifadesiyle gerekçelendirmesi

de, kardeşini öldürme düşüncesinden çok çok uzak olduğu

gerçeğini pekiştirici bir unsurdur. Çünkü muttakilerin, işlenen

her günahı bir azapla cezalandıran âlemlerin Rabbi olan Allah'ı hatırlamaları,

içlerindeki Allah korkusu duygusunu uyandırır. Bu duygu,

herhangi bir zulüm işleyip bundan dolayı helâk olmalarına fırsat

vermez.

 

Sonra maktul, "Andolsun ki, eger sen beni öldürmek için

bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak

degilim." sözünü, haber verdiği bu olayın ifade ettiği gerçek anlam

ile yorumluyor. Dolayısıyla işin özü şu şekilde belirginlik kazanıyor:

 

Mâide Sûresi 27-32 ......................................................... 509

 

Ya o, kardeşini öldürecek, dolayısıyla zalim olup günahı yüklenerek

cehenneme girecek ya da kardeşi kendisini öldürecek ve o bu

akıbete uğrayacaktır. Zalim kardeşini öldürmeyi, zalim olmaması

durumunda nefsinin sahip olacağı mutluluğa tercih etmiyor. Aksine,

kendisini öldürmek suretiyle zalim kardeşinin mutsuz olmasını,

zalim olmayan kendisinin de mutluluğa kavuşmasını tercih ediyor.

"Ben isterim ki...." sözünden maksat budur. Burada "istemek"

ifadesiyle, işin iki şıklı olması durumunda şıklar arasında tercih

yapma durumu kastedilmiştir.

 

Dolayısıyla ayet, "eger sen... elini bana uzatırsan..." ifadesinin

te-vili niteliğinde olması bakımından, Hz. Musa ve yol arkadaşının

kıssasında yaşanan bir olayı çağrıştırmaktadır. Arkadaşı karşılaştıkları

bir çocuğu durduk yerde öldürünce, Musa; "Bir can karşılıgı

olmadan temiz bir cana kıydın ha? Dogrusu sen, çirkin bir iş yaptın!"

(Kehf, 74) diyerek itiraz eder. Arkadaşı ise, şu sözlerle eylemini

yorumlar: "Çocuga gelince; onun anası, babası mümin insanlardı.

Bunun onlara azgınlık ve küfür sarmasından korktuk. Istedik ki,

Rableri onun yerine onlara ondan daha temiz, daha merhametli

birini versin." (Kehf, 80-81)

 

Öyle anlaşılıyor ki, maktul mutlulukla birlikte olan ölümü mutsuz

bir hayata ve zalimler gurubuna katılmaya karşın istemiş, yani

onu bunlara tercih etmiştir, kardeşinin kendi kötü iradesiyle bedbahtlığını

gerektirse bile. Tıpkı Hz. Musa'nın arkadaşının, çocuk için

mutlu bir ölümü anne ve babasının üzülmesini gerektirse bile,

çocuğun azgın bir kâfir olarak hem kendisini, hem de anne babasını

saptırarak yaşamasına tercih etmesi gibi. Üstelik yüce Allah,

buna karşılık olarak anne ve babasına ondan daha temiz, daha

merhametli bir çocuk bahşetmiştir.

 

Adam, yani Âdem'in (a.s) maktul oğlu, Allah'ı bilen bilgin bir

mut-takidir. Muttaki oluşunu, "Allah sadece korunanlardan kabul

eder." sözünden anlıyoruz. Bu ifade, takva sahibi oluşuna dair bir

iddia içermektedir. Yüce Allah da bu sözü reddetmeksizin naklederek

onayladığını göstermiştir. Allah'ı bilen bir bilgin oluşunu ise,

 

510 ...................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

"Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." ifadesinden

anlıyoruz. Burada Allah'tan korktuğunu iddia etmiş, yüce Allah

da olduğu gibi aktarmakla onayladığını göstermiştir. Nitekim yüce

Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Kulları içinde ancak bilginler,

Allah'tan korkarlar." (Fâtır, 28) Dolayısıyla yüce Allah'ın onun söylediği

"Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." sözünü

aktarıp onaylaması, onu ilimle nitelendirmesi anlamına gelir.

Nitekim Hz. Musa'nın yol arkadaşını da bu şekilde nitelendirmiştir:

"Ona katımızdan bir ilim ögretmiştik." (Kehf, 65)

Âdem'in maktul oğlunun ne kadar bilgin bir kimse olduğunu,

azgın kardeşine söylediği hikmet dolu, güzel öğütle bezeli sözleri

göstermektedir. O, tertemiz bir karakter ve berrak bir fıtrattan

kaynakla-nan şu gerçeği açıklamıştır: "İnsanlar ileride çoğalacak,

beşer doğaları gereği farklı topluluklara ayrılacaklardır. Kimileri

muttaki, kimileri de zalim olacaktır. Bütün insanların olduğu gibi

bütün âlemlerin Rabbi birdir. Bu Rab, plânlaması ve yönetimiyle

onlara egemendir. O'nun sağlam ve sarsılmaz evrensel düzeninin

bir gerçeği, adalet ve iyiliği sevip hoşnut olması, zulüm ve azgınlıktan

hoşnut olmayıp öfke duymasıdır. Bunun bir gereği de insanın

takva sahibi olması, Allah'tan korkmasıdır. Din dediğimiz de budur

zaten. Kimi davranışlar ibadet ve kurban şeklindedir, kimisi de

günah ve zulüm niteliklidir. İbadetler ve kurbanlar, ancak takva

destekli oldukları zaman kabul edilirler. Günahlar ve zulümler, zalimlerin

omuzlarına vebal yükleri olup binerler. Bu da, başka bir

hayatın olmasını, bu hayatta, önceki hayatta işlenen amellerin

karşılığının eksiksiz verilmesini ve zalimlerin cezasının da cehennem

ateşi olmasını gerektirmektedir."

 

Görüldüğü gibi, bunlar dinî bilgilerin temelini, dünyevî ve uhrevî

bilgilerin ana hatlarını içeren açıklamalardır. Bu salih kul, bunları,

kar-ga kendisine öğretmedikçe bir şeyi toprağa gömerek saklamanın

mümkün olduğunu bilmeyecek kadar cahil olan kardeşine,

gayet hikmetli bir üslupla açıklıyor. Kardeşiyle konuşurken

"Beni öldürmek istediğinde, kendimi senin kollarına bırakacağım,

 

Mâide Sûresi 27-32 ................................................... 511

 

kendimi savunmayacağım ve ölümden sakınmayacağım."

demiyor. Bilâkis, "Ben seni öldürmeyeceğim." diyor.

"Zalim olup cehennem halkından olman için ne şekilde olursa

olsun senin ellerinle öldürülmeyi istiyorum." da demiyor. Çünkü

hayatta birinin sapmasına ve mutsuzluğuna neden olmak, fıtrat

yasasına göre zulümdür, sapıklıktır. Bu konuda hukuk sistemleri

arasında bir farklılık yoktur. Yalnızca şunu söylüyor: "Elini beni öldürmek

için uzatırsan, bunu isterim, tercih ederim."

 

Bu kıssayla ilgili olarak yapılan bir değerlendirmenin dayanaksızlığı

da böylece ortaya çıkmış oluyor. Diyorlar ki: Âdem'in iki oğlundan

katil olanı, zulüm ve saldırganlıkta aşırı gitmiştir. Maktul

olanı ise, aşırı derece de edilgen davranıp zulmü kabullenmek hususunda

aşırı gitmiştir. Zalim olanla konuşmamış, kendini savunmak

suretiyle karşılık vermemiştir. Tersine, canını ona teslim etmiş,

kendisini öldürme isteğine, "eger sen... elini uzatırsan..." demek

suretiyle boyun eğmiştir.

 

Bu değerlendirmenin dayanaksızlığı şudur: Maktul, "Kendimi

savunmayacağım, bana istediğini yapman için kendimi koyuvereceğim."

demiş değildir. Sadece "Seni öldürmeyi istemiyorum" demiştir.

Ayette ise onu öldürürken, bilerek kendini savunmadığına

ilişkin bir açıklama yoktur. Belki de onu arkadan, haince bir pusu

kurarak vurmuştur. Ya da kendini savunmuş, gerekli tedbirleri almışken

öldürülmüştür.

 

Yine bu kıssaya ilişkin yorumlardan birinde deniyor ki: Maktul,

sonsuz azaba uğramak suretiyle mutsuz olsun diye kardeşinin

kendisini öldürmesini istediğini, böylece mutlu olacağını belirtmiş

ve şöyle demiştir: "Ben isterim ki sen, benim günahımı da, kendi

günahını da yüklenip ateş ehlinden olasın! Bu yaklaşım, ibadet ve

takva ehli görünümüne bürünen bazı insanların tutumuna benzer.

Bunlar, görevlerinin dünyadan eletek çekip ibadet etmekten ibaret

olduğunu düşünürler. Bir zalim onlara zulmedecek olursa, bir haksızlıkta

bulunursa, zalimin kendi zulmünün günahını yüklendiğine,

hakkını savunması gerekmedi-ğine, sadece sabretmesi ve sabrı-

 

512 .................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

nın ecrini beklemesinin yeterli olduğuna inanırlar! Kuşkusuz bu, bir

cehalet örneğidir. Çünkü böyle bir davranış, günaha yardımcı olmanın

ta kendisidir. Bu konuda yardım edenle yardım edilen ortak

sorumluluğa sahiptir. Sadece zalim olan, her iki günahı yüklenmez.

Bu yorumun dayanaksızlığı şuradan gelir: Maktulün, "Ben isterim

ki sen, benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip ateş

ehlinden olasın!" sözü, daha önce açıkladığımız tarzda bir takdirî

anlama dayanmaktadır.

 

Bu iki problemin çözümü amacına yönelik bazı çürük açıklamalar

yapılmıştır ki, bunları burada zikretmeye değmez.

 

"Ben isterim ki sen, benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip

ateş ehlinden olasın!" Yani bazılarının açıkladıkları gibi, "Benim

ve kendi günahınla dönesin." Ragıp el-Isfahanî el-Müfredat adlı

eserinde diyor ki: "el-Bevâ kelimesi, etimolojik olarak, bir şeyi oluşturan

parçaların yer bakımından eşit oluşunu ifade eder. 'en-

Nebve' ise, bunun tam aksini, yani bir yerin parçalarının uyumsuzluğunu,

girintili, çıkıntılı oluşunu ifade eder. Bir yer, konaklayan

kimse açısından uyumsuz, girintili çıkıntılı değilse ona, 'Mekanun

bevâun' (düz yer) derler. 'Bevve'tu lehu mekanen' yani, yeri düzelttim.

Parçaları uyumlu hâle geldi."

 

Ardından şöyle diyor: "Ben isterim ki sen, benim günahımı da,

kendi günahını da yüklenip..." Yani, bu hâl üzere olasın. '"Enkertu

batileha ve bu'tu bi-hakkiha' denir (yani batılını inkâr ettim ve

hakkını üstlendim)." Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.

Şu hâlde kelimeyi "dönmek" şeklinde açıklamak, kelimenin asıl

anlamı değil de anlamının gereği ile yapılan bir açıklamadır.

Şu hâlde, "benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip."

ifadesinden maksat, haksız yere öldürülen kişinin günahının, katilin

günahlarına eklenmesi, böylece katilin iki günahı da üstlenmesidir.

Buna göre maktul, üzerinde hiçbir günah yükü olmadan Allah'ın

huzuruna çıkar. "Benim günahımı da, kendi günahını da

yüklenip." ifadesinden anlaşılan budur. Bunu destekleyen rivayet-

 

Mâide Sûresi 27-32 .................................................. 513

 

ler olduğu gibi, aklî değerlendirme de bunu destekler niteliktedir.

Kitabımızın ikinci cildinde amellerin hükümleri hakkında açıklamada

bulunurken, bu hususa da bir parça değinme imkânını bulduk.

Ancak bu yorumla ilgili olarak şöyle bir problem çıkıyor

karşımıza: Bunun anlamı bir insanın başkası tarafından işlenen bir

günahtan sorumlu tutulmasıdır. Akıl da bunun aksine

hükmetmektedir. Nitekim yüce Allah, "Hiçbir günahkâr,

başkasının günah yükünü yüklenmez." [Necm, 38] buyurmuştur.

Bu problemi şu şekilde aşmak mümkündür: Burada teorik akla

ilişkin bir hüküm söz konusu değildir ki, böyle bir şey olmaz, diye

kestirip atılsın. Bilâkis pratik akla ilişkin bir hüküm duruyor karşımızda.

Pratik akılsa, değişip değişmeme hususunda insan topluluklarının

çı-karlarına uyar. Dolayısıyla toplum, bir insan tarafından

işlenen bir eylemi, bir başkası tarafından işlenmiş gibi değerlendirip

onun sorumluluk hanesine yazabilir. Ya da birinden sâdır olan

fiili, ondan sâdır olmamış gibi algılayabilir. Söz gelimi, bir kimse

bir adam öldürse, toplumun da öldürülen kimseden alacağı olsa,

katil bunları topluma ödemek zorundadır. Çünkü toplumun zayi

olan haklarını katilden alması caizdir. Veya örneğin bir kimse topluma

baş kaldırsa, bozgunculuk yapsa, kamu güvenliğini tehlikeye

düşürse, toplum bu asi insanın bütün iyiliklerini hiç olmamış gibi

değerlendirebilir. Vs.

 

İşte bu gibi durumlarda toplum, mazlum insan tarafından işlenen

bütün kötülükleri zalimin günah yükleri olarak görür. Zalim insan,

mazlumun günah yükünü, kendi nefsinin günahı olarak yüklenir,

başkasının değil. Çünkü zalim insan, başkasına uyguladığı

zulüm ve kötülük aracılığıyla bu günahları kendi mülkiyetine geçirmiştir.

Bir insanın başkasının mülkiyetinde olan bir malın bedelini

ödeyerek satın alması gibi. Yeni sahibin söz konusu şey üzerindeki

tasarrufları, ilk sahibinin bir süre o şeye sahip olması için,

engellenemez. Çünkü bu başkasına intikal etmiştir.

Aynı şekilde, "Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yük-

 

514 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

yüklenmez." [Necm, 38] sözü de, sırf zaman olarak günahı işleyen

kimse başkasıdır diye, katil kimsenin sorumlu tutulmasına engel

oluşturmaz. Aynı zamanda, yeni bir nedenden dolayı günah yükünün

bir başkasına intikal etmesinin caiz oluşu da, "Hiçbir

günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez." sözünün de yararsız

ve işlevsiz hâle gelmesini ifade etmez. Aynı şekilde, bir mülkün

satış veya başka bir muamele sonucu el değiştirmesini caiz

görmek de, "Bir Müslüman'ın malı, gönül hoşnutluğuyla vermesi

dışında bir başkasına helâl olmaz." hadisinin işlevsiz olması anlamına

gelmez.

 

Bazı müfessirler demişlerdir ki: "Benim günahımı da, kendi

günahını da" ifadesinden maksat, "beni öldürmen durumunda, işlediğin

öldürme günahı ve bundan önce işlediğin günah"tır. Bu görüş

İbn-i Mesud, İbn-i Abbas ve başkalarından aktarılmıştır. Bazılarına

göre de maksat şudur: Beni öldürmenin günahı ile, kurbanının

kabul edilmemesine neden olan günahı... Bu görüş de Cubbaî'den

ve Zeccac'dan nakledilmiştir. Yine diğer bazılarına göre de maksat,

beni öldürmenin günahı ile bütün insanları öldürmüş gibi olmanın

günahıdır.

 

Ayetin lafzı itibariyle, bu çıkarsamaların hiçbirine ilişkin bir kanıt

elde etmemiz mümkün değildir. Aklî değerlendirme yoluyla da

buna ilişkin bir sonuca varılmaz.

 

Kaldı ki, iki günahın karşılıklı zikredilmesi, her ikisinin katile

yüklenmesi ve birinin maktulün günahı, diğerinin de katilin günahı

olarak isimlendirilmesi, bu çerçevede açıklığa kavuşmuyor.

 

"Nefsi, kardeşini öldürme hususunda yavaş yavaş ona boyun eğdi;

(nihayet) onu öldürdü ve böylece ziyana uğrayanlardan oldu." Ragıp elIsfahanî "el-Müfredat" adlı eserinde şöyle der: "et-Tav'u" kelimesi,

boyun eğmek, bağlanmak demektir. Bunun karşıtı "el-kurhu" istememek,

eğilim göstermemektir. "Taat" da "tav'u" gibidir; fakat

daha çok, emredilenlere uyma, çizilen çerçevelerde hareket etme

anlamında kullanılır. Dolayısıyla, "Nefsi... ona boyun egdi." ifadesi,

nefsi onun için gerekçeler hazırladı, nefsi ona isteyerek ram oldu,

 

Mâide Sûresi 27-32 ......................................................... 515

 

bağlandı gibi bir anlam taşımaktadır. "Tavvaat" kelimesi, "etâet"

fiilinden daha güzel anlamı ifade edicidir. Araplar, "Tavvaat lehu

nef-suhu" (nefsi onu itti) ifadesini, "Teebbet an keza nefsuhu"

(nefsi falan şeyi kabul etmekten kaçındı.) ifadesinin karşılığı olarak

kullanırlar." Müfredat'tan aktarılan özet alıntı burada sona erdi.

Aslında "tavvaat" kelimesi, boyun eğmek ve öneride bulunmak

an-lamını kapsıyor, demek istemiyor. Onun demek istediği,

"et-tatvi'" kalıbının tedricîliğe delâlet etmesidir. Itaatin bir kez oluşa

delâlet etmesi gibi. Nitekim if'al ve tef'il kalıpları genel olarak,

bu anlamı ifade ederler. Buna göre, ayette geçen "et-tatvi" kelimesi,

vesveseler ve fısıldamalar sonucu nefsi tedricî olarak istenen fiili

işlemeye yöneltmek anlamına gelir. Böylece nefis, sürekli empozeler

sonucu isteğe bağlı olarak boyun eğip, eksiksiz bir itaat

gerçekleştirmiş olur. Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz:

Nefsi ona boyun eğdi, emrine uydu. Kardeşini öldürme hususunda

tedricî olarak isteğini kabul etti. Bu bakımdan, "kardeşini öldürme"

ifadesi, emredilen şeyin, emrin yerine konulmasına bir örnek

oluşturmaktadır. Nitekim "falan şeye yönelik emre uydu" yerine,

"falan şeye uydu." ifadesi kullanılmaktadır.

 

Bazıları, "tavvaat" kelimesi "süsledi, çekici kıldı." anlamına gelir;

dolayısıyla, "kardeşini öldürme" ifadesi, cümle içinde "mef'ulu

bih" konumundadır, demişlerdir. Diğer bazılarına göre de, sözcük

"tâvaat" anlamındadır. Yani kardeşini öldürme hususunda nefsi

ona itaat etti. Dolayısıyla, "öldürme" kelimesinin orijinali [katle],

cer harfinin hazfedilmesi dolayısıyla mansuptur. Ayetin anlamı

buna göre açıktır.

 

Bazıları, "ziyana ugrayanlardan oldu." ifadesinin orijinalinde

geçen "esbahe" fiilinden hareketle, onun kardeşini geceleyin öldürdüğünü

söylemişlerdir. Ancak söylendiği gibi "esbaha" sabahladı,

"emsa" akşamladının karşıtı olarak etimolojik yapısı itibariyle

böyle bir anlam ifade ediyor olsa da Arap geleneğinde bu sözcük,

etimolojik aslı göz ardı edilerek "sare=oldu" anlamında kullanılır.

 

516 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Kur'ân'da buna ilişkin birçok örnek gösterebiliriz: "O'nun nimetiyle

kardeşler oldunuz." (Âl-i Imrân, 103), "Içlerinde gizlediklerine pişman

oldular." (Mâide, 52) Dolayısıyla bu ayet bağlamında, sözcüğün

asıl anlamının kastedildiğini kanıtlamanın imkânı yoktur.

 

"Derken Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermesi için yeri eşeleyen bir karga gönderdi." Ayetin orijinalinde geçen "yebhesu" fiilinin mastarı olan "el-bahsu" sözcüğü, toprakta bir şeyi aramak anlamına gelir. Daha sonra her türlü araştırma için kullanılır olmuştur.

Mecma-ul Beyan tefsirinde böyle geçer. Yine ayetin orijinalinde geçen "yuvârî" fiilinin mastarı olan "el-muvarat" kelimesi, örtmek demektir. Kendini örtünme anlamında kullanılan "Tevârîi" ise, buradan gelir. "el-Vera" da bu kabildendir;

bir şeyin ötesi, arkası anlamında kullanılır. "es-Sev'etu", insanın

tiksindiği çirkin, ayıp şey anlamına gelir. "el-Veyl", helâk demektir.

"Ya veyleta", helâk anında söylenen bir ünlemdir. "el-Acz=acizlik,

çaresizlik" yapabilirliğin karşıtıdır.

 

Ayetin akışı, katilin bir süre, yaptığı işin şaşkınlığıyla bocaladığını,

başkasının bunu öğrenmesinden çekindiğini, maktulün cesedinin

başkaları tarafından görünmemesi için nasıl bir tedbir alacağını

bilemediğini gösteriyor. Nihayet yüce Allah, bir karga gönderir

de, ona nasıl davranacağını gösterir. Şayet karganın gönderiliş ve

yeri eşeleyişiyle onun kardeşini öldürüşü eşzamanlı olsalardı,

"Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini

gömmekten aciz miyim (ben)?" sözünün bir anlamı kalmazdı.

Yine ayetin akışından anlaşıldığı kadarıyla, karga yeri eşeledikten

sonra oraya bir şey saklamış. Çünkü ayetin zahiri, karganın

ona bir şeyin nasıl saklanacağını göstermek istediğini vurgulamaya

yönelikti, nasıl yeri eşeleyeceğini göstermeye değil. Sırf eşelemek

de ona bir şeyi nasıl gizleyeceğini anlatmak bakımından yetersizdi.

Çünkü katil, henüz ilkel bir düşünce düzeyindeydi. Zihni

henüz araştırma yapma kapasitesine erişmemişti. Böyle bir insan,

kendiliğinden aralarında kaçınılmaz bir bağıntı bulunmayan yeri

eşeleme olayından, yere bir şey saklama eylemine zihinsel olarak

 

Mâide Sûresi 27-32 .................................................... 517

 

adapte olabilir mi? Dolayısıyla, karganın yeri eşeledikten sonra oraya

bir şey gömdüğünü görünce, gömme eylemine intikal edebilmiştir.

Kuşlar arasında karganın özelliği, avladığı hayvanların ve topladığı

tahıl tanelerinin bir kısmını toprağa gömerek depolamasıdır.

Gerçi onun gibi toprağı eşeleyen başka kuşlar da vardır; ancak onlar

tahıl tanesi ve solucan gibi şeyler aramak için eşelerler, bir şeyler

saklamak için değil.

 

Yukarıda "liyuriyehu= göstermesi için" fiilindeki zamiri "karga"

ya döndürmüş olmamız, ayetin anlamının gerektirdiği bir durumdur.

Çün-kü zamiri döndürebileceğimiz en yakın isim odur. Bununla

beraber bazıları, zamirin yüce Allah'a dönük olduğunu söylemişlerdir.

Bunun bir sakıncası olmamakla beraber, uzak bir ihtimal

olduğu da görülmektedir. Her iki durumda da anlam doğru

olur.

 

"Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da... aciz miyim

(ben)?" sözü de, karganın bir şeyi gizlemek için baş vurduğu yöntemin

aslında ne kadar basit olduğunu gördüğü için söylemiştir.

Çünkü, karganın yaptığı gibi yeri eşeledikten sonra, bir şeyi gizleyebileceğini

gör-müştür. Bunu eşeleme ile gizleme arasındaki bağıntının

açıklığı dolayısıyla algılamıştır. Bundan dolayı, daha önce

böyle bir şeyi akıl edememenin üzüntüsünü duymuş, kardeşinin

cesedini gömmek için bir yöntem düşünmeyi ihmal etmiş olmaktan

dolayı pişman olmuştur. Nihayet, karga sayesinde bir şeyi

gömmenin en yakın yönteminin yeri eşelemek olduğunu anlamıştır.

Bu pişmanlığı şu sözlerinden algılıyoruz: "Yazıklar olsun bana!

Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz

miyim (ben)?"

 

Burada olumsuzlayıcı soru (istifham-i inkârî) yöntemiyle, kendisiyle

nefsi arasında geçen bir konuşma hikaye ediliyor. ifadenin

açılımı, olumsuzlayıcı bir soru şeklinde ve şöyledir: "Sen şu karga

kadar olamadın ki kardeşinin cesedini gizleyesin?" Cevap da şu

şekilde belirginleşiyor: "Hayır." Sonra bir daha olumsuzlayıcı tarzda

 

518 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

bir soru yöneltiliyor: "Şu hâlde niçin bunu düşünemedin? Bu kadar

açık bir yönteme başvurmayı akıl edemedin? Sebepsiz yere bu süre

zarfında kendini mutsuz kıldın?" İşte bu soruya verilecek bir cevap

yoktur. Bu aynı zamanda bir pişmanlığın ifadesidir. Pişmanlık,

insana özgü ruhsal bir etkilenmedir. Içsel bir acı duymadır. Bir

menfaatin elden kaçmasına veya bir zararın görülmesine yol açacak

şekilde birtakım sebeplere sarılmayı ihmal ettiğini gözlemlemesi

sonucu insana arız olan duygusal bir durumdur. Dilersen şöyle

de diyebilirsin: Pişmanlık, bazı imkânlar-dan yararlanmayı ihmal

ettiğini hatırlayan insanın etkilenmesidir.

 

İnsanın içine düştüğü bu psikolojik durum, insanların bilmesini

istemediği zulümleri yaptığında yakalandığı durumdur. Cüzleri arasında

sağlam bir bağlantı bulunan bir düzen doğrultusunda hareket

eden toplumun kabul edemeyeceği işlerdir. Dolayısıyla,

meydana geldikleri sırada insanlardan gizlenseler dahi, toplumun

olumsuzladığı etkilerinin çok geçmeden gün yüzüne çıkmaları kaçınılmazdır.

Zulmeden suçlu insan, yaptığı zulmün, işlediği suçun,

toplumsal düzen tarafından benimsenmesini, içselleştirilmesini ister;

ama bunun doğal-sosyal düzen tarafından benimsenmesi

mümkün değildir.

 

Bu, zehirli bir yiyeceği veya içeceği yiyip ya da içip, hiçbir şey

olmadan sindirim sistemince sindirilmesini isteyen bir adamın

davranışına benzer ki, sindirim sisteminin söz konusu zehirli yiyecek

veya içeceği sindirmesi mümkün değildir. Zehirli yiyecek veya

içeceğin mideye gönderilmesi mümkün olsa da bunun belirtilerinin

ortaya çıkmasının şaşmaz bir süresi, aşılmaz bir bekleme anı

vardır. Unutma ki Rabbin gözetleme yerindedir.

 

Bu sırada insan, plânlamasının eksikliklerini görür, gözetleyip

denetleyebilme imkânına sahip olduğu hâlde gereken önlemi almamış

olduğunu fark eder ve pişman olur. Geri dönüp birini onarsa,

bir gediği kapatsa, bir başkası bozulacak, bir başka delik açılacaktır.

Allah onu ta-nıkların huzurunda utanç verici bir duruma düşürünceye

kadar bu böyle devam eder. Bu açıklamadan şu sonuca

 

Mâide Sûresi 27-32 ......................................................... 519

 

varıyoruz: "ve böylece pişman olanlardan oldu." ifadesi, kardeşinin

cesedini gömmemekten dolayı duyduğu pişmanlığa yönelik bir

işarettir. Onun aslında kardeşini öldürmekten pişman olduğu da

söylenebilir ki, uzak bir ihtimal değildir.

 

ALGILAMA VE DÜŞÜNME ÜZERİNE

 

Âdem'in iki oğlunun yaşam öyküsünün bu kesiti, yani; "Derken

Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl gömecegini göstermesi için

yeri eşeleyen bir karga gönderdi. 'Yazıklar olsun bana! Şu karga

kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim ben?'

dedi ve böylece pişman olanlardan oldu." ayeti, türü arasında bir

benzeri bulunmayan tek bir ayettir. Bu ayette, duyu organlarının

algılarından yararlanan insanın durumu somutlaştırılıyor. İnsanın,

algılama yoluyla eşyanın niteliklerini, özelliklerini kavradığı anlatılıyor.

Ardından insanın bu algılarını, hayata ilişkin amaçlarını gerçekleştirmeye

yönelik düşüncenin malzemeleri hâline getirdiği dile

getiriliyor. Ki bu, bilimsel araştırmaların vardığı şu sonucu haklı

çıkarıyor: İnsanın sahip olduğu bilgiler algılara ve sezgilere dayanır.

Ve bu, anma ve fıtrî bilgi te-orisini savunanların tezlerine aykırı

bir söylemi ifade eder.

 

Bunu biraz daha açacak olursak: İnsanı, sahip olduğu bilgi

formları yani tasarım ve yargı nitelikli, tikel veya tümel olanı, çeşitli

nitelikler arz eden bilgileri ve kavrayışlarıyla birlikte gözlemlediğimiz

zaman, insanların en cahilinin, anlama ve düşünme kapasitesi

bakımından en zayıf bile olsa, birçok formlara ve büyük bir

yekûn tutan bilgilere sahip olduğunu görürüz. Öyle ki bunları neredeyse

saymak mümkün olmayacaktır. Daha doğrusu, âlemlerin

Rabbinden başka kimse bunların sayısını bilemez.

Çokluğuna ve istatistiklerin kapasitesini aşmasına rağmen, insanın

dünya hayatı boyunca sürekli arttıkları, geliştikleri de gözlemlenen

bir olgudur. Süreci geriye doğru işletmek mümkün olsa,

yavaş yavaş azalıp sonunda sıfıra dayandığını görürüz. İnsan, bilgi

namına hiçbir şeye sahip olmayan bir varlık olarak belirginleşir.

 

520 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İnsana bilmedigini ögretti."

(Alak, 5)

 

Bu ayette verilmek istenen mesaj; Allah, insana bilmediğini öğretir,

bildikleri hususunda ise insanın Allah'ın eğitimine ihtiyacı yoktur,

değildir. Çünkü şurası göz ardı edilemez bir gerçektir ki, hangisi

olursa olsun, insanın sahip olduğu bilgi, varoluşunu olgunlaştırma

ve hayatı çerçevesinde yararlanma sürecinde ona yol göstericilik

yapma işlevini görür. Doğal uyarılmalar ve etkilenmeler sonucu

cansız varlık türlerinin vardıkları hedefe, canlı varlıklar -bu arada insan

oğlu- da bilgi aydınlığıyla ulaşır. Bu demektir ki bilgi, hidayetin

nesnel karşılıklarından biridir.

 

Yüce Allah, birçok ayette hidayet olgusunu mutlak olarak

kendisine nispet etmiştir: "Her şeye yaratılışını verip sonra onu

dogru yola iletendir." (Tâhâ, 50), "O ki her şeyi yarattı, düzenledi.

Ve O ki her şeyin miktarını, biçimini belirleyip hedefini gösterdi."

(A'lâ, 2-3) Algılama ve düşünme yoluyla yol göstermenin bir türüne

işaret edilen bir diğer ayette de şöyle buyruluyor: "Yahut karanın

ve denizin karanlıkları içinde size yol gösteren kim?" (Neml, 63)

Önceki bölümlerde, "hidayet"in anlamına ilişkin bazı açıklamalara

yer vermiştik. Kısacası her bilgi hidayet ve her hidayet de Allah'tan

olduğuna göre, insan sahip olduğu tüm bilgileri, Allah'ın

eğitmesiyle öğrenmiştir.

 

"Allah sizi, hiçbir şey bilmediginiz durumda annelerinizin karın-

larından çıkardı; size işitme, gözler ve gönüller verdi ki şükredesiniz."

(Nahl, 78) ayeti, bu açıdan, "İnsana bilmedigini ögretti."

(Alak, 5) ayetine yakın bir anlam içermektedir.

İnsan davranışları ve bunlarla ilgili Kur'ân ayetleri üzerinde eş

zamanlı olarak durup düşündüğümüz zaman, insanın sahip olduğu

teorik bilgilerin, yani eşyanın özelliklerine ilişkin bilgilerin ve bunların

birer yansıması olarak beliren aklî marifetlerin başlangıcı olarak

sezgi ve algıdan kaynaklandıklarını görürüz. Allah, insana eşyanın

özelliklerini bu yolla öğretiyor. "Derken Allah, ona kardeşinin

cesedini nasıl gömecegini göstermesi için... bir karga gön-

 

Mâide Sûresi 27-32 ......................................................... 521

 

derdi." ayeti bunu açıklıyor.

 

Şu hâlde, cesedin nasıl gömüleceğini göstermek için karganın

gönderilişinin Allah'a nispeti, gömmenin nasıl olacağının bilinmesinin

de O'na nispet edilmesi anlamına gelir. Gerçi karga, kendisini

gönderenin Allah olduğunun bilincinde değildi. Aynı şekilde Hz.

Âdem'in (a.s) oğlu da, düşünme ve öğrenme yeteneğini yönlendiren

bir yönlendiricinin farkında değildi. Karganın nedenselliğinin

ve yeri eşelemesinin onun öğrenmesiyle ilintisi, yüzeysel bir bakış

açısına göre, insana dünya ve ahiret işleriyle ilgili yöntemleri öğreten

diğer tesadüfî yöntemler gibi, tesadüfî bir nedensellikti.

Ancak insanı yaratan ve hayattaki hedeflerini gerçekleştirmek

için ilmî olgunlaşmaya yönelten yüce Allah'tır. Yüce Allah, evrene

öyle bir düzen egemen kılmıştır ki bu düzen, bilgi aracılığıyla olgunlaşmayı

gerektirici niteliktedir. İnsan evrenin parçalarıyla kurduğu

ilişkiler ve etkileşimler sonucu bilgi edinme imkânını bulmaktadır.

Dolayısıyla insan, hayattaki hedeflerini gerçekleştirmesine

yardımcı olacak bilgiyi, eğitimi evrenden alır. Kargayı ve başka

şeyleri göndererek insanın bir şeyler öğrenmesini sağlayan Allah'tır.

O hâlde O, insanın öğreticisidir.

 

Bu anlama yakın ifadeler içeren benzer ayetlerin sayısı çoktur:

"Allah'ın size ögrettiginden ögreterek yetiştirdiginiz av köpeklerinin..."

(Mâide, 4) Bu ayette yüce Allah, insanların bildiklerini ve avcı

hayvanlara öğrettiklerini, Allah'ın kendilerine öğrettiği şeyler olarak

nitelendiriyor. Oysa, o bilgileri ya başka insanlardan öğrenmişler

ya da bizzat kendileri düşünerek icat etmişlerdir. "Allah'tan

korkun, Allah size ögretiyor." (Bakara, 282) Oysa onlar elçiden öğreniyorlardı.

"Yazıcı Allah'ın kendisine ögrettigi gibi yazmaktan

kaçınmasın." (Bakara, 282) Oysa bir katip, bildiklerini diğer bir katipten

öğrenir. Fakat bütün bun-lar, yaratılış düzeninde ve evrensel

plânlama çerçevesinde öngörülen olgulardır. Dolayısıyla bunlar

aracılığıyla elde edilen ve insanın olgunlaşmasına katkıda bulunan

bilgiyi, bu sebepler aracılığıyla Allah öğretir. Tıpkı bir öğretmenin

öğrencilerine söz ve empozeyle, bir katibin söz ve kalemle bildikle-

 

522 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

rini öğretmesi gibi.

 

Sebepler dünyasında yüce Allah'ın kendisine nispet ettiği olguları

bu şekilde algılamak gerekir. Çünkü onların yaratıcısı Allah'tır.

Allah ile yarattığı varlıklar arasında sebepler yer alır. Bunlar, zahirî

işlevleri itibariyle sebeptirler, bir şeyin varoluşunun gerçekleşmesini

sağlayan aletlerdirler. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Bunlar,

varlığı her yönüyle ve her tarafıyla sebeplerle ilintili varlığın koşullarıdır.

Söz gelimi, Amr ve Hind'den olma Zeyd'in varoluşunun koşulu,

öncesinde Amr ve Hin-d'in olmaları, bunların evlenmeleri ve

aralarında cinsel birleşmenin olmasıdır. Aksi takdirde, varsayılan

Zeyd olmayacaktır. Gören bir göz-le görmenin koşulu, önceden gören

bir gözün olmasıdır. Benzeri şeylerde de durum aynıdır.

Bir kimse, sebepleri olumsuzlayarak, onları geçersiz kılarak Allah'ı

birlediğini iddia eder, O'nun mutlak kudretini olumlamak ve

acizliği olumsuzlamak bakımından bunun çok daha etkili olduğunu

ileri sürerse, bunun yanında, arada sebeplerin varlığının zorunlu

olduğunu savunmanın yüce Allah'ın yaratma hususunda, adeta iradesiz

imiş gibi, özel bir yol izlemek zorunda olduğu anlamına

geldiğini söylerse, farkında olmadan kendisiyle çelişkiye düşmüş

olur.

 

Kısacası, insanların duygu organları aracılığı ile bir şekilde algıladıkları

eşyanın özelliklerini onlara öğreten Allah'tır. Allah, bunları

duyu organları aracılığıyla öğretir. Bunun yanında yerde ve gökte

bulunan her şeyi onların hizmetine sunmuştur: "Göklerde ve yerde

bulunan şeyleri, kendinden bir lütuf olarak size boyun egdirdi."

(Câsiye, 13)

 

Hiç kuşkusuz, bu boyun eğdirme, insanın bir şekilde onlar üzerinde

tasarrufta bulunup onları hayattaki hedeflerine ulaşmanın ve

beklentilerini gerçekleştirmenin aracıları olarak kullanmasından

başka bir şey değildir. Diğer bir ifadeyle yüce Allah, onlardan yararlansın

diye, göklerde ve yerde bulunan her şeyi insanın varoluşuyla

irtibatlandır-mıştır. İnsanı da bunlar üzerinde nasıl tasarrufta bulunacağını,

onları nasıl kullanacağını ve nasıl aracı edineceğini kav-

 

Mâide Sûresi 27-32 ..................................................... 523

 

rasın, algılasın diye düşünme yeteneğiyle donatmıştır. Bu çıkarsamamızın

kanıtları şu ayetlerdir: "Görmedin mi Allah, yerdekileri

ve emriyle, denizde akıp giden gemileri sizin buyrugunuza verdi."

(Hac, 65) "...Size bineceginiz gemiler ve hayvanlar yarattı." (Zuhruf,

12) "...Onların ve gemilerin üstünde taşınırsınız." (Mü'min, 80) Buna

benzer daha birçok ayeti örnek göstermek mümkündür.

Ayetlerin ifade tarzları son derece ilginçtir: İnsan yapımı olan

geminin varlığı Allah'a nispet ediliyor. Geminin ve hayvanların yaptığı

taşıma işi de öyle. Gemilerin denizde akıp gitmeleri de O'na

nispet edilerek zikrediliyor. Oysa, gemilerin yüzmeleri doğrudan

deniz akıntısıyla, rüzgarın esişiyle veya buhar gibi şeylerle ilintilidir.

Sonra bütün bunlar, O'ndan insanın lehine bir boyun eğdirme olarak

isimlendiriliyor. Çünkü yüce Allah'ın iradesinin gemiler ve yerde

ve gökte benzeri işlevi gören hayvanlar üzerinde bir tür egemenliği

vardır, onları öngörülen hedeflere yöneltir.

 

Kısacası, yüce Allah, insana algıladığı şeyler üzerinde düşünme yeteneğini

bahşetmiştir, ki o bu düşüncesi aracılığıyla kendisi için

öngörülen olgunlaşma hedefine yönelir. Varlıklar âlemindeki olgulara

ilişkin teorik bilgileri yani, nazarî ve kesbî bilgileri nedeniyle

bu öngörülen amaçları gerçekleştirme çabası içine girer. Yüce Allah

bir ayette şöyle buyuruyor: "Size işitme, gözler ve gönüller

verdi ki şükredesiniz." (Nahl, 78)

 

Yapılması ve yapılmaması gereken şeylerle ilintili pratik bilimlere

gelince, bu alanda belirleyici olan Allah'ın ilham etmesidir, algı

yeteneğinin ya da teorik aklın bu hususta bir etkinliği olmaz.

"Nefse ve onu biçimlendirene, ona bozuklugunu ve korunmasını

ilham edene andolsun ki, nefsini yücelten kazanmış, onu alçaltan

da ziyana ugramıştır." (Şems, 7-10) "Sen yüzünü Allah'ı birleyici

olarak dogruca dine çevir: Allah'ın yaratma kanununa (fıtrat) ki,

insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması degiştirilmez.

Işte dogru din odur." (Rûm, 30) Bu ayetlerde, yapılması gerekenlerin,

yani iyiliğin ve yapılmaması gerekenlerin, yani kötülüğün bilinmesi,

ilâhî ilhamla, yani Al-lah'ın kalbe telkinde bulunmasıyla

 

524 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

elde edilen bir durum olarak değerlendirilmiştir.

Dolayısıyla insanın elde ettiği bilgiler, ilâhî yol göstericiliğin

yansıması ve ilâhî yol göstericilikle gerçekleşmiştir. Ancak bunların

da tür olarak farklılık arz ettiklerini görüyoruz. Eşyanın dışsal

özellikleri söz konusu olduğunda yüce Allah'ın, bunları öğrenme

hususunda insanı yönelttiği yol, algılama yeteneğidir. Tümeldüşünsel

bilgiler söz konusu olduğunda, bunlara ulaşmanın yolu,

ilâhî bağış ve boyun eğdirmedir. Aynı zamanda algı yeteneğinin de

işlevsel olması, bu durumu olumsuzlamaz ya da insan, bu bağlamda

hiçbir şekilde ilâhî boyun eğdirmeden müstağni olmaz. Salih

ya da fasit amellerle, takva ve günahla ilintili pratik bilimlere

gelince; bunun yolu ilâhî ilhamdır, kalplere telkin etmesidir, fıtrat

kapısını açmasıdır.

 

Özü itibariyle ilhama dayanan üçüncü kısmın işlevsel olarak

başarılı olması ve beklenen sonuçları vermesi, ikinci kısmın salih

oluşuna, doğru ve tutarlı bir zemine dayanmasına bağlıdır. Nitekim

aklın doğru ve tutarlı bir etkinlik göstermesi de insanın takva ve

fıtrî dini açısından dosdoğru bir çizgide hareket etmesine bağlıdır.

Yüce Allah, konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Sagduyu sahiplerinden

başkası düşünüp ögüt almaz." (Âl-i Imrân, 7) "Allah'a yönelenden

başkası ibret almaz." (Mü'min, 13) "Gönüllerini ve gözlerini

ters çeviririz, ilkin ona inanmadıkları gibi." (En'âm, 110) "Nefsini

aşagılık yapan beyinsizden başka, kim İbrahim dininden yüz çevirir?"

(Bakara, 130) Demek isteniyor ki, aklını ifsat edip, onu normal

çizgisinden saptıranlardan başkası fıtratın gerektirdiği eylemleri

yapmaktan kaçınmaz.

 

Akıl ile takva arasındaki bu gerektiriciliği pratikte de gözlemlemek

mümkündür. Hiç kuşkusuz, insanın teorik gücünde bir anormallik

varsa hakkı hak olarak, batılı da batıl olarak

algılayamaz. Bu bakımdan hakka sarılmanın ve batıldan kaçınmanın

gerekliliğini de sezinleyemez, yüce Allah tarafından bu yönden

bir ilhama da muhatap olamaz. Söz gelişi, dünya hayatının

ötesinde bir hayatın olduğuna inanmayan bir kimse, ahiret hayatı

 

Mâide Sûresi 27-32 ................................................................ 525

 

açısından en iyi azık konumunda olan dinî takva duygusunun ilham

edilmesini algılayamaz.

 

Aynı şekilde, insanın fıtrî dini bozulur ve dinî takva duygusuyla

beslenmezse, şehvet (çekici güç) gazap (itici güç), sevgi veya nefret

gibi içsel algı güçlerinin dengesi bozulur. Bu güçlerin arasındaki

denge durumunun bozulmasıyla birlikte, teorik kavrama gücü, istenen

düzeyde bir işlevsellik görmez.

 

Kur'ân'ın, insanlar arasında dinî bilgileri yayma ve onlara yararlı

bilgiyi öğretme amacına yönelik açıklamaları bu tarzda devam

eder. Bu bağlamda bilgileri edinmek için belirginleştirdiği

yöntemleri esas alır. Söz gelimi, algılanmaya elverişli özelliklere

sahip olgular, unsurlar söz konusu olduğunda, açık bir ifadeyle duyu

organlarına hitap eder. Mesela,"Görmedin mi?, Görmüyorlar

mı?, Gördünüz mü?, Görmez misiniz?" gibi ifadeler içeren ayetleri

buna örnek gösterebiliriz.

 

Maddî tümel olgularla ilintili aklî-soyut tümel olgular ya da fizik

âleminin ötesi söz konusu olduğunda, duyular açısından madde

ve maddî çevrenin dışında gaybî olgular bile olsalar, aklın işlevi

kesin belirleyici görülür. Dünya ve ahiret hayatına ilişkin olguları

içeren ayetlerin genelini buna örnek gösterebiliriz. Bu gibi ayetlerde,

özellikle "akleden bir kavim için...", "Düşünen bir kavim için...",

"Hatırlayan bir kavim için..." ve "derin kavrayış sahibi bir

kavim için..." gibi ifadelere yer verilir.

 

Amel, takva ve günahlar bağlamında hayır, şer, yarar ve zarar

gibi olgularla ilintili pratik önermeler söz konusu olduğunda, bu

sefer ilâhî ilham esas alınır. İnsanın içsel ilham algılamasını anımsatıcı

olgulara dikkat çekilir. "Bu, sizin için daha hayırlıdır...", "Onun

kalbi günah-kârdır.", "O ikisinde günah vardır.", "Günah ve

haksız yere azmadır.", "Allah hidayet vermez..." gibi ifadeler kapsayan

ayetleri buna örnek gösterebiliriz. Hiç kuşkusuz bu tespitimiz,

üzerinde durup düşünmeye değerdir.

 

Bu tespitten hareketle öncelikle şunu anlıyoruz: Kur'ân-ı Kerim,

duyu organlarının algılamasını ve deneyimi esas alanların

 

526......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

yöntemlerini yanlış bulur. Bunlar, bilimsel araştırmalarda, salt aklın

yargılarını o-lumsuzlarlar. Kur'ân'ın açıklamalarında öncelikle

önem yüce Allah'ın birliğine, yani tevhit ilkesine verilir. Sonra açıklanan

ve insanlara sunulan tüm gerçek bilgiler bu temele dayandırılır.

Bilindiği gibi, duyu organlarının algılama kapasitesinden en

uzak meselelerden biri de tevhittir. Maddî olgulardan uzak ve salt

aklın yargılarıyla ilintilidir.

 

Kur'ân, söz konusu gerçek bilgilerin fıtrat menşeli olduklarını

açıklar: "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak dogruca dine çevir:

Allah'ın yaratma kanununa (fıtrata) ki, insanları ona göre yaratmıştır."

(Rûm, 130) Buna göre, insan yaratılışı, bu tür bilgi ve kavrayışlara

kaynaklık eden bir varoluş şeklidir. Yaratılışının değişmesinin

bir anlamı yoktur; elbette bizzat değişim de bir yaratma ve

var etme olursa o başka. Mutlak olarak var etmeyi değiştirmek,

yani varolan hükmü geçersiz kılmak ve iptal etmek tasavvur edilecek

bir anlam değildir. İnsanın buna gücü yetmez; fıtratına

yerleştirilen bilgileri iptal edemez ve hayat için fıtratın kesin yolundan

başka bir yol izleyemez.

 

Pratik hayatta, fıtratın hükümlerinden sapma olarak gözlemlenen

durumlar, fıtratın hükümlerinin iptal edilmesi anlamına

gelmezler; bilâkis hükümlerin ve gerektiği gibi ve gereken yerlerde

kullanılmaması olarak değerlendirilmelidirler. Tıpkı bir atıcının, atışı

esnasında hedefi tutturmaması gibi. Hiç kuşkusuz atış aleti ve

diğer malzemeler, öz doğaları gereği isabet etme özelliğine sahip

kılınmışlardır. Fakat bunların kullanımında yanılmalar, hedeften

saptırabilir onları. Bıçak, testere, matkap ve iğne gibi aletler bir

motora yanlış monte edilirlerse, kesme, delme ve biçme gibi fıtrî

işlevlerini görürler; ama istenen şekilde değil. Bunların fıtrî işlevlerinden

sapmalarına gelince; söz gelimi, testere ile dikiş yapılması,

testerenin iğne gibi kullanılması, dikişin bıçkı hâline getirilmesi,

işte bu, imkânsızdır.

 

Bazı grupların bilimsel yöntemlerinin doğruluğunu kanıtlamak

için ileri sürdükleri delillerin geneli üzerinde düşünüldüğü zaman

 

Mâide Sûresi 27-32 ...................................................... 527

 

bütün bunlar açık bir şekilde ortaya çıkar. Örneğin diyorlar ki: Salt

aklî araştırmalarda ve duyu organlarının algılama alanlarından

uzak öncüllerin bileşiminden ibaret olan kıyaslarda yanılma payı

çok olur. Salt aklî meselelere ilişkin ihtilafların çokluğu da bunu

gösterir. İnsanın içine sinmediği için bunlara güvenmemek gerekir.

Yine bazıları somut algı ve deney yöntemlerinin doğruluğunu

kanıtlamak için diyorlar ki: Algılama, zorunlu olarak eşyanın özelliklerini

kavramayı sağlayan bir alet konumundadır. Özel şartlarıyla

birlikte herhangi bir objede bir belirti algılanır, sonra bu belirti,

söz konusu şartlarla birlikte aynı objede tekrar tekrar gözlemlenirse,

her defasında, önceki gözleme göre bir farlılık ve ayrıtlık

gözlemlenmezse, bu, objenin özelliğidir, tesadüfî bir ilinti değildir.

Çünkü tesadüf kesin olarak devamlılık göstermez.

Yukarıda sunulan iki kanıt, görüldüğü gibi, duyu organlarının

algısına ve deneye dayanmanın zorunluluğunu ve salt aklın yönteminden

uzak durmanın gerekliliğini kanıtlama amacına yöneliktir.

Bununla beraber, her iki kanıtta da esas alınan önermeler, algı

ve deney dışı aklî önermelerdir. Sonra da, bu aklî önermelere dayanarak,

aklî önermeleri esas alan yaklaşımları geçersiz kılma

çabası içine girmişlerdir. Dedik ya: Fıtrat, kesin olarak iptal

edilemez. Yalnızca insan, fıtratı kullanmada yanlışlık yapar! Bu

değerlendirme de buna ilişkin bir örnektir.

 

Bundan daha da kötüsü, yasal hükümlerin ve yürürlüğe konulan

kanunların belirlenmesinde deneyim esaslı bir yöntemin izlenmesidir.

Örneğin bir hüküm konulur ve bu hüküm insanlar arasında

uygulanarak, istatistik veya başka bir yolla, bu hükmün iyi

sonuçlarının olup olmadığı sınanır. Şayet uygulandığı alanlarda,

genel olarak iyi sonuçlar alınırsa, değişmez, uyulması zorunlu bir

yasa hâline getirilir. Aksi takdirde, bu hüküm bir yana bırakılır, yeni

bir hükmün denenmesine gi-rişilir. Kıyas ve istihsan yoluyla hüküm

belirlemek de en az bunun kadar hatalı ve kötü bir yöntem-

 

528 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

dir.1

 

Kur'ân, bu değerlendirmelerin ve anlayışların tümünü yanlış

sayar, geçersiz kılar ve şeriat kapsamında konulan hükümlerin

apaçık ve fıtrat menşeli olduklarını ortaya koyar. Kur'ân'a göre,

genel olarak takva ve günah olguları ilâhî ilham menşeli bilgilerdir.

Bunların ayrıntılarınınsa vahiy kanalıyla öğrenilmesi gerekir. Yüce

Allah şöyle buyuruyor: "Bilmedigin bir şeyin ardına düşme." (Isrâ,

36) "Şeytanın adımlarını izlemeyin." (Bakara, 168)

Kur'ân, fıtrat yasasıyla uyumlu olarak konulan şeriatı "hak" diye isimlendirir.

Örneğin şöyle buyurur: "...Beraberlerinde, insanların

an-laşmazlıga düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm

vermek üzere hak kitapları indirdi." (Bakara, 213) "Zan ise haktan

hiçbir gerçek kazandırmaz." (Necm, 28) Nasıl kazandırsın ki, zanna

tâbi olma durumunda, her zaman için sapıklık olan batılın

kucağına düşme tehlikesi vardır?! Nitekim şöyle buyurur: "Haktan

sonra sapıklıktan başka ne var?" (Yûnus, 32) Yine şöyle buyurmuştur:

"Allah saptırdıgını yola getirmez." (Nahl, 37) Yani, sapıklık insanı

hayra ve mutluluğa ulaştırmaya elverişli bir yol değildir.

Dolayısıyla hakka ulaşmak amacıyla batılı, adalet sağlamak adına

zulmü, güzelliği elde etmek için kötülüğü, takva duygusuna sahip

olmak uğruna günahı bir yol olarak izleyen kimse, yanlış bir yola

girmiştir.

 

Ayrıca yeni baştan, kendiliğinden kanun koymaya, yasa icat

etmeye kalkışmıştır ki, insanın kesinlikle böyle bir yetkisi yoktur.

Eğer böyle bir şey mümkün olsaydı, zıt şeylerin özellikleri bazında

pratize edilme imkânını bulurdu. Birbirine zıt olan şeyler, yek diğerinin

işlevini ve etkinliğini yerine getirme misyonunu icra ederdi.

Kur'ân-ı Kerim, bilimsel-düşünsel yöntemi iptal etmeyi, fıtrî

mantığı bir yana bırakmayı esas alan "anma" yöntemini de geçer-

-------

1- Fıkıh bilimi bağlamında kıyas, istihsan ve fakihlik sezgisi dediğimiz olgular,

yeni baştan hüküm koymanın değil, ilâhî hükümleri ortaya çıkarmanın yöntemleridir. Ve bunlar usûl-ü fıkıh biliminin alanına girerler.

 

Mâide Sûresi 27-32 ................................................................ 529

 

siz sayar. Ki daha önce buna değindik.

 

Aynı şekilde Kur'ân, insanlar açısından, Allah korkusuyla at

başı gitmeyen düşünceyi de sakıncalı kabul eder. Bu konuda da

genel bir açıklamaya daha önce yer verdik. Bu yüzden, Kur'ân'ın

dinsel yasaları öğretirken, açıkladığı hükümleri ahlâkî faziletlerle

ve övgüye değer hasletlerle desteklediğini görürüz. Kur'ân'ın bunu

yaparken güttüğü amaç, söz konusu ahlâkî faziletleri ve övgüye

değer hasletleri anımsatarak insanın iç dünyasındaki takva duygusunu

uyandırmak, böylece hükmün anlaşılması ve derin kavranması

hususunda insanı takviye etmektir. Bunun örneklerini aşağıdaki

ayetlerde görmek mümkündür:

 

"Kadınları boşadıgınız zaman bekleme sürelerini bitirdiler mi,

birbirleriyle maruf bir biçimde anlaştıkları takdirde, kendilerini

ko-calarına nikâhlamalarına engel olmayın. Işte içinizde Allah'a

ve a-hiret gününe inanan kimseye bununla ögüt verilir. Bu sizin

için daha iyi ve daha temizdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz." (Bakara,

232), "Fit-ne kalkmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya

dek onlarla savaşın. Eger vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına

karşı düşmanlık yoktur." (Bakara, 193), "Namazı kıl. Çünkü

namaz, kötü ve igrenç şeylerden meneder. Elbette Allah'ı anmak

daha büyüktür. Allah ne yaptıgınızı bilir." (Ankebût, 45)

 

"Bundan dolayı İsrailoğullarına şöyle yazdık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir canı öldürürse,

bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de onu diriltirse, bütün insanları

diriltmiş gibi olur." Mecma-ul Beyan tefsirinde "el-ecl"in "cinayet"

anlamına geldiği belirtilir. Ragıp el-Isfehanî de el-Müfredat adlı eserinde

şöylr der: "el-Ecl", sonradan olmasından korkulan cinayet

demektir. Dolayısıyla her "ecl" cinayet, ama her cinayet "ecl" değildir.

Araplar: "Fealtu zali-ke min eclihi" (Bunu onun için yaptım)

derler." Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.

Daha sonra bu kelime, bir şeyin gerekçesi anlamında kullanılmıştır.

Araplar, "Min ecli keza" derler. Yani, falan şey, benim fiilimin

sebebidir. Belki de bu kelimenin gerekçe anlamında kulla-

 

530 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

nılması, ilk kez cinayet ve suç konularıyla ilintili olarak söz konusu

olmuştur. Tıpkı, "Esae fulanun ve min ecli zalike eddebtuhu biddarb=

Falan adam kötülük yaptı. Ben de onu terbiye etmek için

dövdüm" dememiz gibi. Yani, benim onu dövmem, onun işlediği

suçtan, kabahattan -ki, yaptığı kötülüktür- kaynaklanıyor. Ya da, işlediği

kötülük olan suçtan ileri geliyor. Daha sonra kayıtsız olarak

gerekçe anlamında kullanılmış ve "Ezûruke min ecl-i hubbî leke ve

li-ecli hubbî leke=Seni sevdiğimden ve seni sevdiğim için seni ziyaret

ediyorum" gibi ifadelerde yer almaya başlamıştır.

ifadenin akışından anlaşıldığı kadarıyla, "Bundan dolayı..."

ifadesiyle, önceki ayetlerde anlatılan Âdem'in iki oğlunun

kıssasına işaret ediliyor. Demek isteniyor ki, bu korkunç olayın

meydana gelmiş olması, İsrailoğullarına şunları, şunları

yazmamıza neden oldu. Bazılarına göre, "Bundan dolayı..." ifadesi,

önceki ayette geçen "ve böylece piş-man olanlardan oldu."

ifadesiyle ilintilidir. Yani, bu, onun pişmanlığına neden oldu. Bu

değerlendirme, "Allah size ayetleri böyle açıklıyor ki, düşünesiniz.

Dünya ve ahiret hakkında. Ve sana öksüzlerden soruyorlar."

(Bakara, 219- 220) ayetlerinde örneği olduğu gibi, kendi içinde pek

de uzak değildir. [Bu ayetin başlangıcında yer alan "fid-dünya velahireti=

dünya ve ahiret hakkında" ifadesi önceki ayetin sonundaki

"tetefekkerûne=düşünesiniz" ifadesiyle ilintilidir.] Fakat bunun için,

"İsrailogullarına şöyle yazdık..." ifadesinin sözün girişi olması

gerekir ki, Kur'ân'ın ifade tarzının belirgin özelliği, az önce yer verdiğimiz

Bakara suresindeki ilgili ayette ve benzerlerinde olduğu

gibi, bu tür ifadeleri başlangıç "vav"ı (vav-ı istinaf) ile başlatmasıdır.

"Bundan dolayı..." ifadesinin, Âdem'in iki oğlunun kıssasına

işaret ediş şekline gelince, bu kıssa, insan türünün karakteristik

bir özelliğinin, hevaya ve ellerinde olmayan özellikleri dolayısıyla

insanlara kin beslemekten ibaret olan haset duygusuna tâbi olmak

olduğunu gösteriyor. Işte bu özellik, en basit bir meselede insanı,

yüce Rablık makamına karşı çıkmaya, yaratılışın amacını bir

 

Mâide Sûresi 27-32 .................................................... 531

 

kenara bırakmaya yöneltebilir. Kendi hemcinsini, hatta öz kardeşini

öldürmeye itebilir.

 

Hiç kuşkusuz insanlar, teker teker bir türün bireyleri, bir

gerçeğin fertleridirler. Bütün bireyler insanlık adına neye sahipseler,

bir tanesi de aynısına sahiptir. İnsanlığın bütünü, bireylerin

birer birer taşıdıkları özellikleri taşır. Yüce Allah, bireyleri yaratmakla,

kuşakları çoğaltmakla, özelliği sadece küçük bir zaman diliminde

yaşamak olan bu gerçeğin kalıcı olmasını dilemiştir. Bu

gerçeğin sürekliliğini istemiştir. Şöyle ki, sonradan gelenler, önceden

gelenlere ulaşsın ve Allah'ın arzında O'na ibadet edilsin.

Dolayısıyla, öldürme yoluyla bir insan bireyini yok etmek, yaratılış

sistemini bozmak ve yüce Allah'ın insanlık için öngördüğü

amacı geçersiz kılmaktır. Yaratılış sistemi ve insan varoluşunun

amacı ise, bireylerin çoğalması ve kuşakların birbirlerinin yerini

almasıyla kalıcılık sağlar. Nitekim Âdem'in maktul oğlu da kardeşine

hitap ederken bu gerçeğe işaret etmiştir: "Ben seni öldürmek

için sana elimi uzatacak degilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi

olan Allah'tan korkarım." Âdem'in maktul oğlu bu sözüyle, haksız

yere adam öldürmenin rubû-biyetle savaşmak anlamına geldiğine

işaret etmiştir.

 

İnsan, basit bir sebepten dolayı zulüm işleyecek tıynette olduğu

için onun bu tıynete dayalı olarak işlediği suçlar, gerçek anlamda

rubû-biyetin egemenliğinin ve insanlığın genel yaratılış amacının

iptali olarak yorumlanmıştır. Bu ayetten önce yüce Allah-

'ın işaret ettiği gibi, İsrailoğullarının karakteristik özellikleri arasında

kıskançlık, kibir, he-vaya tâbi olma ve hakkı inkâr etmek gibi

olumsuz nitelikler yer alıyor. Nitekim bununla ilgili kıssaları önce

anlatmıştı. Bu yüzden yüce Allah onlara, bu korkunç zulmün gerçek

mahiyetini ve ifade ettiği anlamı büyük bir itinayla anlattı. Bu

bağlamda, bir insanı öldürmenin, katında bütün insanları öldürmek

kadar ağır bir suç, buna karşılık bir insanı diriltmenin, katında

bütün insanları diriltmek kadar büyük bir iyilik olduğunu vurgula.

Bu hükmün bu şekilde İsrailoğullarına yazılması, her ne kadar

 

532 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

yaptırım gücü olan bir yasal yükümlülük niteliğine sahip olmasa

da, konum ve yaklaşım itibariyle yasal açıdan ağırlaştırma niteliğinden

de büsbütün uzak değildir. Dünya ve ahirette ilâhî gazap ve

öfkeyi gerektirici bir işlevinin olduğuna, böylece işaret edilmiş oluyor.

Özetleyecek olursak, cümlenin ifade ettiği anlam şudur: İnsan,

en basit bir sebepten dolayı böylesine korkunç bir zulmü işleme

karakterine sahip olduğundan ve İsrailoğullarının karakteristik özellikleri

de bilindiğinden, onlara bir cana kıymanın mahiyetini açıkladık

ki, adam öldürmede aşırı gitmekten kaçınsınlar. Bu amaçla

elçilerimiz onlara apaçık belgeler getirdiler, fakat onlar bundan

sonra da yeryüzünde aşırı tutumlarını sürdürdüler.

 

"Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık

olmaksızın bir canı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir."

ifadesinde yüce Allah, bir cana karşılık olarak birini öldürmeyi,

yani kısası genel yargının dışında tutmuştur. Ki kısası öngören

hükmü içeren ayet şudur: "Öldürmede kısas size farz kılındı."

(Bakara, 178) Yine yeryüzünde bozgunculuk yapmanın karşılığı olarak

birini öldürmek de istisna edilmiştir. Buna ilişkin hükme de şu

ayet işaret etmektedir: "Allah ve Elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde

bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası..." (Mâide, 33)

"Keennema=gibidir" ifadesiyle dikkat çekilen konuma gelince,

bu-nu yukarıda şöyle açıkladık: Birey olarak insanın yaşayan ve ölen

bir olgu olarak taşıdığı gerçekliği, insanlık da taşımaktadır.

Çünkü insanlık, bireyleriyle, kısımlarıyla ve bütünüyle bir tek gerçeklikten

ibarettir. Bu bakımdan bir tek kişiyle, birçok kişi arasında

herhangi bir fark yoktur. Bu itibarla, bir tek insanı öldürmek, bütün

insanları öldürmek; aynı şekilde bir tek insanı diriltmek de bütün bir

insanlık türünü diriltmek konumundadır. Ayet-i kerimenin üzerinde

durduğu husus da budur.

 

Bu ayetle ilgili olarak iki problem öne sürülmüştür. Birincisi:

Bütün insanları öldürmeyi, bir insanı öldürme konumuna indirgeme,

amacın çürütülmesine yol açar. Çünkü amaç, adam öldür-

 

Mâide Sûresi 27-32 ...................................................... 533

 

menin günah ve etki bakımından önemini ve büyüklüğünü vurgulamaktır.

Bunun doğal gereği de, öldürülen kişilerin sayısı arttıkça

önemin de artmasıdır. Bir kişinin öldürülmesini, herkesin öldürülmesi

gibi algılamak, birden fazla öldürmelerin karşılığının olmamasını,

artı bir cezanın olmamasını gerektirir. Çünkü bir kişi on

adamı öldürse, bu öldürülenlerin bir tanesinin öldürülmesi, herkesin

öldürülmesi anlamına gelir. Bu durumda, geriye kalanlara karşılık

olabilecek bir değer kalmaz.

 

"On kişiyi öldürmek, on kere herkesi öldürmek gibidir. Herkesi

öldürmek de, herkes kadar herkesi öldürmek gibidir." demekle

yukarıdaki problemi çözmüş olmayız. Çünkü bu değerlendirme,

cezanın sayısının katlanmasına dönüktür. Oysa, problemin ifadesi

için kullanılan üsluptan bunu anlamamız mümkün değildir. Kaldı

ki, herkes, bireylerden meydana gelen bir olgudur. Bu bireylerin

her biri de, diğer bireylerle birlikte oluşturdukları topluma, yani

herkese denktir. Bu, sonsuza kadar sürer. Dolayısıyla bu tür bir

bütünün anlamı olmaz. Çünkü kendine ait bir bireyi yoktur. Bireysiz

toplum da düşünülemez.

 

Öte yandan yüce Allah, "Kim kötülük getirirse, sadece onun

dengiyle cezalandırılır." (En'âm, 160) buyuruyor.

İkincisi: Bir kişinin öldürülmesinin, herkesin öldürülmesine

denk olması, bununla söz konusu bir kişiyi de kapsayan herkesin

öldürülmesi kastedilirse bu birin, kendisinin ve başkasının toplumundan

ibaret olan bir topluma eşit olmasını gerektirir ki, böyle

bir şey kesin olarak muhaldir. Eğer böyle bir sözle, söz konusu birin

dışındaki herkesin öldürülmesi kastedilirse, bunun anlamı, bir

kişiyi öldüren kimse ondan başka kimseleri öldürmüş gibidir. Ki

bu, bir söz için yakışık almaz bir anlamdır, amacı bozucudur. Özellikle

zulmün ne büyük bir günah olduğunu vurgulama amacına yönelik

bir ifade açısından bu durum daha belirgindir. Ayrıca "bütün

insanları öldürmüş gibidir." ifadesinin, bir istisnaya yer verilmeksizin

mutlak bırakılmış olması böyle bir ihtimali ortadan kaldırmaktadır.

 

534 ................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Sonra böyle bir problemin de, "Burada kastedilen, ceza açısından

denkliktir ya da cezanın kat kat arttırılmasıdır." şeklindeki açıklamalarla

ortadan kalkmayacağı da açıktır.

 

Bu iki probleme vereceğimiz cevap şudur: "Kim... bir canı öldürürse,

bütün insanları öldürmüş gibidir." ifadesi, bütün insanların

tek bir insanî gerçeklik bakımından bir olduklarına yönelik bir

kinayedir. Bu gerçeklik bağlamında bir insanla, bütün insanlar birdir.

Bu bakımdan, insanların birinde somutlaşan insanlık gerçeğine

yönelen bir kimse, herkeste somutlaşan insanlık gerçeğine yönelmiş

gibidir. Örneğin su, ayrı ayrı kaplara konulsa, bu kaplardan

birinde bulunan suyu içen kimse, su içmiş olur. Su olması hasebiyle

suya yönelmiştir. Bütün kaplarda bulunan su, su olmak noktasında

suya herhangi bir katkıda bulunmuş olmazlar. Dolayısıyla

bütün suyu içmiş gibidir.

 

Şu hâlde, "Kim... bir canı öldürürse..." ifadesi, benzetme

kalıbın-da bir kinayedir. Bu bakımdan yukarıdaki iki problem ortadan

kalkmış olurlar. Çünkü iki problemin dayanağı, benzetmenin

basit veya kinaye dışı olduğu varsayımıdır. Buna göre benzerlik

noktası, benzeyenin sayısının artmasıyla orantılı olarak artar. Bu

nedenle bu esnada bir kişiyle herkes eşit tutulursa, anlam bozulur

ve problem baş gösterir. Tıpkı; falan kavmin bir kişisi, aslanlardan

bir tane gibidir. Onlardan bir tanesi, düşmanı kapmak ve cesur

olmak bakımından tümü gibidir, denilmesi gibi.

 

"Kim de onu diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur." ifadesine

gelince; bu konuda söyleyeceğimiz, önceki cümle ile ilgili

sözlerimizden farklı olmayacaktır. Hiç kuşkusuz, ifadede geçen

"yaşatma" akıl erbabının literatüründe, boğulmakta olan birini

kurtarmak ve bir esiri serbest bırakmak gibi bir anlamı ifade eder.

Nitekim yüce Allah, bir insanın hakka yöneltilmesini diriltme olarak

nitelendirmiştir: "Ölü iken kendisini dirilttigimiz ve kendisine

insanlar içerisinde yürüyebilecegi bir ışık verdigimiz kimse..."

(En'âm, 122) Buna göre, bir insanı imana yönelten kimse, onu diriltmiş

olur.

 

Mâide Sûresi 27-32 ...................................................... 535

 

"Andolsun elçilerimiz onlara açık deliller getirdiler." Bu ifade, ayetin

baş tarafına matuftur. Demek isteniyor ki: Onlara elçilerimiz

apaçık belgelerin desteğinde geldiler, onları adam öldürmekten ve

benzeri yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya yönelik davranışlardan

sakındırdılar.

 

"Ama bundan sonra da onlardan çoğu, yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler." Bu ifade, açıklamanın akışını bütünleyici niteliktedir.

Bunun eklenmesiyle, açıklamadan beklenen sonuç elde edilmiş

oluyor. Ki bu sonuç onların bozguncu, büyüklük taslama ve dik

başlılık yapma hususunda bir kavim olduklarının anlaşılmasının

sağlanmasıdır. Deniliyor ki: Biz onlara adam öldürmenin ne denli

ağır bir suç olduğunu açıkladık. Bu amaçla birtakım belgeler eşliğinde

elçilerimizi gönderdik. Elçiler onlara açıklamalarda bulundular,

onları uyardılar. Ama onlar buna rağmen, dik başlı ve büyüklenici

tavırlarında ısrar ettiler. Öteden beri yeryüzünde bozgunculuk

yaptılar ve hala bu bozguncu tavırları sürmektedirler.

Israf, yani aşırı gitmek, insanın yaptığı her işte maksadın dışına

çıkması ve sınırı aşması anlamına gelir. Bununla beraber,

Ragıb'ın el-Müfredat'ta dediği gibi, genellikle harcamalarla ilgili

olarak kullanılır: "Ve harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne de

cimrilik ederler; har-camaları bu ikisinin arasında dengeli olur."

(Furkan, 67)

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de Hişam b. Salim, Habib Sicistanî'den, o da

İmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Âdem'in iki oğlu Allah'a

yaklaşmak için bir şey sunup, birininki kabul edilip, diğerininki

kabul edilmeyince, -İmam dedi ki: Habil'in sunduğu şey kabul

edildi; ama Ka-bil'inki kabul edilmedi- Kabil'in içinde şiddetli bir

kıskançlık duygusu yerleşti ve Habil'e saldırdı. Sürekli onu

gözetliyordu, yalnız yakalayıp, Âdem'in görmediği bir sırada onu

öldürmeyi amaçlıyordu. Nihayet böyle bir anda üzerine atlayıp

öldürdü. Kıssaları ve öldürme olayından önceki konuşmaları

Kur'ân'da anlatılmıştır..." [c.1, s.306-309, h:77]

 

536 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

mıştır..." [c.1, s.306-309, h:77]

 

Ben derim ki: Bu rivayet, kıssayla ilgili en güzel rivayetlerdendir.

Oldukça uzun olan bu rivayetteİmam, "Bundan sonra Âdem'in

Hibetullah (Şis) adlı oğlunun dünyaya gelmesini, Hz. Âdem'in ona

vasiyette bulunmasını ve bu vasiyetin peygamberler arasında yürürlüğe

konulmasını" açıklamıştır. Biz, inşallah uygun bir yerde bu

rivayeti aktaracağız. Bu rivayetten anlaşıldığı kadarıyla Kabil

Habil'i pusu kurarak ve kendini savunmasına fırsat vermeyerek

öldürmüştür. Daha önce de açıkladığımız gibi, böylesi konuyla ilgili

değerlendirmemize uygundur.

 

Biliniz ki, rivayetlerde Âdem'in oğullarının adları Habil ve Kabil,

bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat'ta da, Habil ve Kayin şeklinde

geçer. Ancak Tevrat, bu konuda kanıt olarak ele alınamaz.

Çünkü Tevrat, durumu bilinmeyen bir insana dayanıyor, birtakım

tahriflere de maruz kalmıştır.

 

Tefsir-ul Kummî'de deniliyor ki, bize babam anlattı, o da Hasan

b. Mahbub'dan duymuş, ona Hişam b. Salim anlatmış, ona Ebu

Hamza Sumali, Süveyr b. Ebi Fahita'dan aktarmış ki, Ali b. Hüseyin'in

(a.s) Kureyş'den bazı adamlarla şöyle konuştuğunu duydum:

"Âdem'in iki oğlu kurban sunarlarken, biri sahibi olduğu en semiz

koçu sundu, diğeri de bir demet başak sundu. Koç sahibinin, yani

Habil'in kurbanı kabul edildi; ama diğerininki kabul edilmedi. Kabil

bu olay karşısında öfkelendi. Habil'e dedi ki: 'Allah'a andolsun ki

seni öldüreceğim.' Bunun üzerine Habil şöyle dedi: Allah ancak

takva sahiplerinden kabul eder. Andolsun ki, eger sen beni öldürmek

için bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi

uzatacak degilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan

korkarım. Ben isterim ki sen benim günahımı da, kendi günahını

da yüklenip ateş ehlinden olasın. Za-limlerin cezâsı işte budur."

"Derken, nefsi ona kardeşini öldürme hususunda boyun eğdi.

Fakat onu nasıl öldüreceğini bilmiyordu. İblis geldi, kardeşini nasıl

öldüreceğini öğretti. Dedi ki: 'Kafasını iki taşın arasına koyup parçala.'

Böylece kardeşini öldürdü. Ama ne yapacağını bilmiyordu.

 

Mâide Sûresi 27-32 ....................................................... 537

 

Bu sırada iki karga geldi. Bu kargalar vuruşmaya başladılar. Nihayet

biri ötekini öldürdü. Sonra sağ kalanı, pençesiyle yeri eşeledi

ve öbürünü oraya gömdü. Bunu gören Kabil, 'Yazıklar olsun bana!

Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim

(ben)?' dedi ve böylece pişman olanlardan oldu.' Bir çukur

kazdı ve kardeşini oraya gömdü. Ölüleri toprağa gömme geleneği

bu ilk örnekten itibaren başlamış oldu."

"Kabil babasının yanına döndüğünde, babası Habil'i yanında

göremedi. Âdem dedi ki: 'Oğlumu nerede bıraktın?' Kabil şu cevabı

verdi: 'Beni onun başında çoban olarak mı gönderdin?' Âdem

dedi ki: 'Benimle kurban yerine gel.' Kabil'in yaptığı işle ilgili olarak

Âdem'in içine bir kuşku düşmüştü. Kurban yerine ulaştıklarında

Âdem, Kabil'in Habil'i öldürdüğünü anladı. Âdem Habil'in kanını

kabul eden toprağı lânetledi. Âdem'e Kabil'i lânetlemesi emredildi.

Gökten Kabil'e şöyle seslenildi: 'Kardeşini öldürdüğün gibi,

lânete uğradın.' Işte bu yüzden toprak kanı çekmez."

"Âdem oradan döndü ve kırk gün kırk gece Habil için ağladı.

Oğlunun acısına dayanamaz hâle gelince, durumu Allah'a şikayet

etti. Bunun üzerine Allah ona, 'Ben sana bir oğul bağışlayacağım.

Bu oğul Habil'in yerine geçecektir.' diye vahyetti. Derken Havva

temiz ve kutlu bir oğul doğurdu. Doğumun üzerinden yedi gün geçince

Allah ona şöyle vahyetti: 'Ey Âdem! Bu oğul benden sana bir

bağış, bir hibedir. Onun adını Hibetullah (Allah'ın bağışı) koy.' Âdem,

oğluna Hibetullah adını verdi."

 

Ben derim ki: Bu rivayet kıssa ve onunla ilgili olaylar üzerine

aktarılan rivayetler içinde orta çizgiyi temsil eder özelliktedir. Bununla

beraber, metninde karışıklık da yok değildir. Söz gelimi, metinden

anlaşıldığı kadarıyla Kabil Habil'i ölümle tehdit ediyor, ama

onu nasıl öldüreceğini bilemiyor. İblis -Allah'ın lâneti üzerine olsun-

ona kardeşinin kafasını taşla ezmesini telkin ediyor. Gerek

Ehlisünnet, gerekse Şia kanallarında aktarılan başka rivayetler de

var. Bunların içerikleri bu rivayete yakındır.

 

Biliniz ki, bu kıssayla ilgili olarak, içerik bakımından birbirle-

 

538 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

rinden oldukça farklı, son derece ilginç rivayetler aktarılmıştır. Örneğin

bunlardan birinde deniyor ki: "Allah, Habil'in kurban ettiği

koçu aldı ve onu cennette kırk gün sakladı. Sonra İsmail yerine

kurban edilmek üzere İbrahim'e gönderdi. İbrahim de onu kurban

etti." Bir başkasında şöyle deniyor: "Habil, Kabil'in kendisini öldürmesine

müsaade etti ve kendisi kardeşine el uzatmaktan kaçındı."

Diğer bir rivayette şöyle deniyor: "Kabil kardeşini öldürünce,

yüce Allah öldürdüğü gün, ayaklarından birini butuna bağladı ve

bu durum kıyamet gününe kadar sürecektir. Yüzünü de sağ tarafa

döndürdü. Ne tarafa dönse, kış mevsiminde karlı bir hava, yaz

mevsiminde ateş gibi yakan kavurucu bir hava ona musallat olur.

Yanında yedi melek bulunmaktadır. Biri gidince bir başkası onun

yerine gelir."

 

Diğer bir rivayette şöyle deniyor: "Kabil denizin ortasındaki adaların

birinde işkence görmektedir. Ayaklarından asılı hâldedir ve

bu durumu kıyamet gününe kadar devam edecektir." Başka bir rivayet

de şöyledir: "Âdem'in oğlu Kabil, başının iki yanındaki saçlarla

güneş kursuna asılmıştır. Yaz kış onunla birlikte dönmektedir.

Kıyamet gününe kadar böyle kalacaktır. Kıyamet günü Allah onu

ateşe atacaktır." Diğer birinde şu ifadelere yer verilmektedir: "Âdem'in

kardeşini öldüren oğlu, cennette doğan Kabil'dir." Bir başkasında

deniliyor ki: "Âdem Habil'in öldürüldüğünü anlayınca, Arapça

birkaç mersiye söyledi." Bir diğer rivayetin ifadesi de şöyledir:

"Onların şeriatının hükmü şöyleydi: Bir kimseye birisi el uzatsaydı,

onu dilediğini yapmak üzere kendi hâline bırakırdı, ona engel

olmaya kalkışmazdı." Bunun gibi daha birçok rivayet vardır.

Ne var ki, bu benzeri rivayetlerin kanallarının büyük bir kısmı

veya tümü zayıftır. Ne doğru bir değerlendirme ile uyuşuyorlar, ne

de Kur'ân onların içerikleriyle örtüşüyor. Bunların bir kısmı besbelli

uydurma, bir kısmı tahrif edilmiş, bir kısmında da ravilerin hatası

söz konusudur. Çünkü hadisin asıl lafzını değil de algıladıkları anlamı

aktarmaya çalışmışlardır.

 

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Ebi Şeybe Ömer'den şöyle ri-

 

Mâide Sûresi 27-32 ......................................................... 539

 

vayet eder: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Sizden biriniz, neden

kendini öldürmeye gelen kimse karşısında böyle diyemez ki? Neden

bir elini diğerinin üzerine koyup, Âdem'in oğullarından en iyi

olanı gibi olmasın ki? Nasılsa kendisi cennette, katili de cehennemde

olacaktır."

 

Ben derim ki: Bu rivayet, fitne zamanı ile ilgili olarak aktarılan

çok sayıda rivayetten biridir. Bunların birçoğunu Suyutî ed-Dürr-ül

Mensûr tefsirinde derlemiştir. Örneğin bu tefsirde Beyhaki'nin, Ebu

Musa'dan, o da Resulullah'tan (s.a.a) şöyle rivayet ettiği aktarılır:

"Kılıçlarınızı kırın -yani fitne zamanında-, oklarınızı ve kemanlarınızı

par-çalayın. Evlerinizin bir köşesine kapanın. Âdem'in oğulları içinde,

en hayırlı olanı gibi davranın." Yine müellif İbn-i Cerir ve

Abdurrezzak kanalıyla Hasan'dan şöyle rivayet eder: Resulullah

buyurdu ki: "Âdem'in iki oğlunun hikayesi bu ümmet için verilmiş

bir örnektir. Siz ikisinden hayırlı olanın tavrını kendinize örnek alın."

Bunun gibi daha birçok rivayet vardır.

 

Ne var ki bu rivayetler, zahiri itibariyle öz savunmayı (nefsi

müdafa) ve hakka yardımcı olmayı emreden sahih rivayetlerin

desteklediği doğru anlayışla, doğal tepkimeyle bağdaşmamaktadır.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eger inananlardan iki

grup vuruşurlarsa, onların arasını düzeltin; şayet biri ötekine saldırırsa,

Allah'ın buyruguna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun."

(Hucurât, 9)

Ayrıca söz konusu rivayetlerin tümü, kıssada aktarılan Habil'in

"Andolsun ki, eger sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan,

ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak degilim." şeklindeki

sözlerinin, Habil'in kardeşinin kendisini öldürmesine ses çıkarmadığı,

kendini savunmadığı şeklinde yorumlanması esasına dayanmaktadır.

Ki bu yaklaşımın yanlış olduğunu daha önce açıklamıştık.

Bu rivayetlerle ilgili olarak, bir art niyet söz konusu olmasını

insanın aklına getiren bir olgu, bunların "fitnet-üd dar" [üçüncü halife

Osman'ın evinin muhasara edilmesi] olayında ve Hz. Ali (a.s)

 

540 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

ile Muaviye, Haricîler, Talha ve Zübeyr arasında yaşanan savaşlarda

bir kenarda oturup tarafsız kalmayı yeğleyenler tarafından

rivayet edilmeleridir. Bu durumda, rivayetleri mümkünse bir şekilde

yorumlamak gerekir. Yoksa nazarı dikkate almamak ve merdut

bilmek daha doğru olur.

 

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Asakir Ali'den şöyle rivayet

eder: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Şam'da Kasiyun adı verilen bir

dağ var. Âdem'in oğlu, kardeşini orada öldürdü."

 

Ben derim ki: Bu rivayetin bir sakıncası yok. Fakat İbn-i Asakir,

bir başka kanaldan Ka'b el-Ahbar'dan şöyle rivayet etmiştir:

"Kasiyun dağındaki kan Âdem'in oğlunun kanıdır." Bir başka kanaldan

da Amr b. Habir eş-Şa'bani'den şöyle rivayet etmiştir:

"Deyr-ul Meran dağında Ka'b el-Ahbar'la beraberdim. Dağın bir yerinde

akan bir dere gördü. Dedi ki: Âdem'in oğlu burada kardeşini

öldürdü. Bu, öldürülen kardeşin kanının izidir. Allah onu âlemler için

bir ayet kılmıştır."

 

Bu iki rivayet gösteriyor ki, orada kalıcı bir iz vardı ve insanlar

onun öldürülen Habil'in kanı olduğunu söylüyorlardı. Öyle anlaşılıyor

ki, bu da asılsız bir hurafeydi. İnsanların dikkatini oraya çekmek,

ziyaret amacıyla adaklar ve hediyeler sunmalarını sağlamak

amacıyla uydurulmuştur. Taşlara işlenmiş el ve ayak izlerini ve

Cidde'deki "büyük anne" (Havva) kabrini bu tür hurafelere örnek

gösterebiliriz.

 

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizi,

İbn-i Mace, İbn-i Cerir ve İbn-i Münzir'in İbn-i Mesud'dan şöyle rivayet

ettikleri belirtiliyor: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Haksız yere

öldürülen hiç kimse yoktur ki, ölümünün sorumluluğu Âdem'in ilk

oğlunun omuzlarına binmiş olmasın. Çünkü adam öldürme geleneğini

ilk o başlattı."

 

Ben derim ki: Bu anlamı içeren başka rivayetler, bunun dışındaki

kanallardan, hem Sünnî, hem de Şiî ravilerce aktarılmıştır.

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Hamran'dan şöyle

aktarır: "İmam Bâkır'a (a.s) dedim ki: 'Bundan dolayı

İsrailogullarına şöyle yazdık: Kim, bir cana veya yeryüzünde

 

Mâide Sûresi 27-32............................................................ 541

 

şöyle yazdık: Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk

çıkarmaya karşılık olmaksızın bir canı öldürürse, bütün insanları

öldürmüş gibidir.' sözü ne anlama gelir? Sadece bir kişiyi öldürdüğü

hâlde, nasıl bütün insanları öldürmüş gibi kabul edilir?' Buyurdu

ki: 'Cehennemin en şiddetli azap görülen kısmına konulur. Eğer

bütün insanları öldürmüş olsaydı, buraya konulacaktı.' Dedim ki:

'Birini daha öldürse ne olur?' Dedi ki: Azabı katlanır." [Füru-u Kâfi,

c.7, s.271, h:1]

 

Ben derim ki: Şeyh Saduk Maan-il Ahbar adlı eserde, benzeri

bir rivayeti Hamran kanalıyla aktarır. [s.379, h:2]

"Dedim ki: Birini daha öldürürse ne olur?" sözünde, daha önce

yaptığımız açıklamaya yönelik bir işaret vardır. Ki orada bir kişiyi

öldürmenin vebalının, birkaç adamın öldürmenin vebalına eşit olması

sorunu üzerinde durulmuştu.İmam burada, "Azabı katlanır."

cevabını veriyor. Burada, "Kim, bir cana... karşılık olmaksızın bir

canı öldürürse..." ayetinde işaret edilen indirgeme olgusunun gerektirdiği

eşitliği gündeme getirmiyor. Çünkü azabın katlanması,

birin çoğa veya herkese eşit olmamasını gerektirir, şeklinde bir

problem ileri sürülemez. Böyle bir problemin ileri sürülmeyecek

olmasının nedenine gelince, konum eşitliği azabın türüyle ilgilidir.

O da, bir kişiyi öldürenle, iki kişiyi öldüren ve herkesi öldürenin cehennemin

aynı vadisine konulacak olmalarıdır. Nitekimİmamın

sözü de buna işaret ediyor: "Eğer bütün insanları öldürmüş olsaydı,

buraya konulacaktı."

 

Bizim bu açıklamamız, Ayyâşî'nin tefsirinde Hamran'dan, onun

da söz konusu ayetle ilgili olarakİmam Cafer Sadık'tan (a.s) aktardığı

rivayetçe de desteklenmektedir.İmam (a.s) buyurdu ki:

"Cehennemde bir yer var ki burası, cehennem azabının şiddet bakımından

ulaştığı son noktadır. Adam öldüren kişi oraya konur." -

Ravi diyor- dedim ki: "Ya iki kişiyi öldürürse?" şu cevabı verdi: "Ateşte,

bu yerden daha şiddetli azap veren bir yer olmadığını bilmez

misin? Bu azap, yaptığıyla orantılı olarak arttırılır..." [c.1, s.312-313,

h:84]

 

542 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

İmamın (a.s) cevabında olumlamayla olumsuzlamaya birlikte

yer vermiş olması, bizim de rivayeti yorduğumuz amaca yöneliktir.

Şöyle ki: Birlik ve eşitlik azabın türüyle ilgilidir. Bu da konum birliğine

yönelik bir işarettir. Farklılık, şekil ve katilin tattığı azabın

mahiyeti bakımından söz konusudur.

 

Ayrıca Hannan b. Sudeyr'in İmam Cafer Sadık'tan (a.s) "Kim

bir canı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir." ayetiyle ilgili

olarak aktardığı şu sözler de bu yorumumuzu bir açıdan desteklemektedir:

"Cehennemde bir vadi var. Bir kimse bütün insanları

öldürse, oraya girer. Bir insanı öldürse, yine oraya girer." [c.1, s.313,

h:86]

 

Bu rivayette ayet, anlam olarak aktarılmış gibidir.

 

el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Fudayl b. Yesar'dan

şöyle aktarır: "İmam Bâkır'a (a.s), 'Kim de onu diriltirse, bütün insanları

diriltmiş gibi olur.' ayetini sordum. Buyurdu ki: 'Birini yangından

veya boğulmaktan kurtarması kastediliyor.' Dedim ki: 'Ya

birini sapıklıktan kurtarıp hidayete erdirirse?' Buyurdu ki: Işte bu,

ayetin en yüce yorumudur." [Usûl-ü Kâfi, c.2, s.210-211]

Ben derim ki: Bu hadisi Şeyh Tûsî el-Emalî adlı eserinde ve

Bar-kî, el-Mehasin adlı eserinde Fudayl'den, o daİmam Bâkır'dan

(a.s) ri-vayet etmiştir. Aynı hadis Semaa ve Hamran kanalıylaİmam

Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilmiştir. [el-Emalî, c.1, s.230. el-

Mehasin, c.1, s.232, h:181 ve 182]

Sapıklıktan kurtarmanın ayetin en yüce yorumu olmasından

maksat, en ince, en özenli tefsiri olmasıdır. Çünkü Islâm'ın ilk çağlarında

"tevil" kelimesi çoğu yerde "tefsir"in eşanlamlısı olarak

kullanılırdı.

 

Yaptığımız açıklamayı destekleyen bir kanıt da Tefsir-ul

Ayyâşî'de Muhammed b. Müslim aracılığıylaİmam Bâkır'dan (a.s)

aktarılan rivayettir: "İmama (a.s), 'Kim, bir cana veya yeryüzünde

bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir canı öldürürse,

bütün insanları öldürmüş gibidir.' ayetini sordum. Buyurdu ki: 'Ona

ateşten bir oturak verilir ki, bütün insanları öldürmüş olsaydı,

 

Mâide Sûresi 27-32 ......................................................... 543

 

bundan fazla bir azaba çarptırılmayacaktı.'İmam devamla buyurdu

ki: 'Kim de onu diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur.'

Onu öldürmezse veya boğulmaktan ya da yangından kurtarırsa.

Bütün bunlardan daha büyük ve önemli olanı, onu sapıklıktan çıkarıp

hidayete ulaştırmasıdır." [c.1, s.313, h:87]

 

Ben derim ki: İmam "Onu öldürmezse..." sözünü, öldürülmeyi

hakkettiği hâlde öldürmezse, anlamında kullanmıştır. Kısasta örneğin.

 

Aynı eserde Ebu Basir'den, o daİmam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet

eder: "İmama, 'Kim de onu diriltirse, bütün insanları

diriltmiş gibi olur.' ayetinin anlamını sordum. Buyurdu ki: Küfürden

çıkarıp imana ulaştırması kastedilmiştir." [c.1, s.313, h:88]

Ben derim ki: Bu anlamı içeren birçok rivayet Ehlisünnet kanallarında

da aktarılmıştır.

 

Mecma-ul Beyan tefsirinde deniliyor ki:İmam Bâkır'dan (a.s)

şöyle rivayet edilmiştir: "İsraf edenler (aşırı gidenler), haramları helâl

sayanlar ve kan dökenlerdir."

 

BİLİMSEL BİR YAKLAŞIM VE KARŞILAŞTIRMA

 

Tevrat'ın "Tekvin Kitabı"nın dördüncü babında şöyle deniyor:

"(1) Ve Âdem karısı Havvayı bildi; ve gebe kalıp Kaini doğurdu;

ve: Rabbin yardımı ile bir adam kazandım, dedi. (2) Ve yine kardeşi

Habili doğurdu. Ve Habil koyun çobanı oldu, fakat Kain çiftçi oldu.

(3) Ve Kain, günler geçtikten sonra, toprağın semeresinden

Rabbe takdime getirdi. (4) Ve Habil, kendisi de sürünü ilk doğanlarından

ve yağlarından getirdi. Ve Rab Habile ve onun takdimesine

baktı; (5) fakat Kaine ve onun takdimesine bakmadı. Ve Kain çok

öfkelendi, ve çehresini astı. (6) Ve Rab Kaine dedi: Niçin öfkelendin?

Ve niçin çehreni astın? (7) Eğer iyi davranırsan, o yükseltilmeyecek

mi? Ve eğer iyi davranmazsan, günah kapıda pusuya yatmıştır;

ve onun istediği sensin; fakat sen ona üstün ol. (8) Ve Kain,

kardeşi Habile söyledi. Ve vaki oldu ki, kırda oldukları zaman, Ka-

 

544 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

in, kardeşi Habile karşı kalktı, ve onu öldürdü. (9) Ve Rab Kaine

dedi: Kardeşin Habil nerede? Ve dedi: Bilmiyorum; kardeşimin

bekçisi miyim ben? (10) Ve dedi: ne yaptın? Kardeşinin kanının

sesi topraktan bana bağrıyor. (11) Ve şimdi sen toprak tarafından

lânet edildin, o toprak ki kardeşinin kanını senin elinden almak için

ağzını açtı; (12) toprağı işlediğin zaman, artık sana kuvvetini

vermiyecektir; yeryüzünde kaçak ve serseri olacaksın. (13) Ve Kain

Rabbe dedi: Cezam taşınamıyacak derecede büyüktür. (14) Işte,

bugün toprağın yüzü üzerinden beni kovdun; ve senin yüzünden

gizli kalacağım; ve yeryüzünden kaçak ve serseri olacağım; ve vaki

olacak ki, her kim beni bulursa, beni öldürecektir. (15) Ve Rab ona

dedi: Bunun için Kaini her kim öldürürse, ondan yedi kere öç alınacaktır.

Ve Rab, her kim onu bulursa kendisini vurmasın diye, Kain

üzerine bir nişane koydu. (16) Ve Kain Rabbin önünden çıktı, ve

Adenin şarkında Nod diyarında oturdu." (Tevrat'tan alınan alıntı

burada sona erdi.)1

 

Âdem'in iki oğlunun kıssasının Kur'ân'daki şekli ise şöyledir:

(27) "Onlara Âdem'in iki oglunun gerçek haberini oku: Hani her

biri, Allah'a yaklaşmak için (bir şey) sunmuşlardı da birisinden

kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. (Ameli kabul edilmeyen,

kabul edilene) 'Seni öldürecegim.' demişti. (O da,) 'Allah

sadece takva sahiplerinden kabul eder.' dedi. (28) 'Andolsun ki,

eger sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek

için sana elimi uzatacak degilim. Çünkü ben, âlemlerin

Rabbi olan Allah'tan korkarım. (29) Ben isterim ki sen, benim

günahımı da, kendi günahını da yüklenip ateş ehlinden olasın!

Zalimlerin cezası işte budur.' (30) Nefsi, kardeşini öldürme

hususunda yavaş yavaş ona boyun egdi. (Nihayet) onu öldürdü ve

------

1- [el-Mizan'ın Arapça orijinalinde, bu konuyla ilgili tüm alıntılar, Kitab-ı

Mukaddes'in Miladî 1935 yılında Cambridge'de basılan Arapça çevrisinden yapılmıştır.

 

Ancak biz, bu alıntıları direkt olarak Kitab-ı Mukaddes'in Türkçe çevirisinden

yapmayı daha uygun bulduk ve Kitab-ı Mukaddes Şirketi tarafından

1985 yılında İstanbul'da basılan Türkçe çevrisini esas aldık. -tatbik heyeti-]

 

Mâide Sûresi 27-32 ......................................................... 545

 

böylece ziyana ugrayanlardan oldu. Derken Allah, ona kardeşinin

cesedini nasıl gömecegini göstermesi için yeri eşeleyen bir karga

gönderdi. (Katil kardeş) 'Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup

da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim (ben)?' dedi

ve böylece pişman olanlardan oldu." (Mâide, 27-31)1

Şimdi bize düşen, kıssanın Tevrat'taki anlatımıyla Kur'ân'daki

anlatımı üzerinde düşünmek, sonra bunları karşılaştırmak ve bir

yargıya varmaktır.

 

Tevrat'ın anlatımından ilk gözümüze ilişen şey, yüce Allah'ın

yeryüzünde yaşayan bir varlık gibi tasvir edilmesidir. İnsan suretinde,

insanlarla içli dışlı olan, aralarında yaşayan herhangi bir insan

gibi insanlar lehinde ve aleyhinde hüküm veren birisi gibi gösterilmesidir.

Kıssanın Tevrat'taki bu versiyonuna bakılırsa, yüce Allah'a

herhangi bir insan gibi yaklaşılabilir, dokunulabilir, onunla

konuşulabilir. Bir şey uzak veya kaybolmak suretiyle O'ndan gizlenebilir

ve O yakını, görüneni görebildiği gibi uzağı ve görünmeyeni

göremiyor. Kısacası, O, her haliyle yeryüzünde yaşayan bir insan

gibidir. Bir farkla: O, irade ettiği zaman iradesini yürütebiliyor.

Hükmettiği zaman hükmünü yürürlüğe koyabiliyor. Tevrat ve Incil-

'in yüce Allah'la ilgili tüm anlatımları bu esasa dayanıyor. Hiç kuşkusuz

ulu Allah bu tür yakıştırmalardan münezzehtir, yücedir.

Tevrat'ta anlatılan kıssaya bakılırsa, insanlar o zamanlar, yüce

Allah'la beraber, yüz yüze yaşıyorlardı. Sonra Kain'den veya ondan

ve onun benzerlerinden gizlendi. Diğer insanlar eski hâlleri üzere

kaldılar. Oysa kesin kanıtlar şunu ortaya koyuyor ki, insan tek bir

türdür. Bütün bireyleri insanlık bakımından denk ve benzerdirler.

Yeryüzünde, dünyevî ve maddî bir hayat yaşamaktadırlar. Yüce Allah

ise, maddî niteliklerle, bu hallerle nitelendirilmekten münezzehtir.

Arazlarla ilintilen-dirilmekten, mümkünlükten, eksiklik ve

-------

1- Ayetleri burada yeniden vermemizin nedeni kıssanın Tevrat'taki versiyonu

ile Kur'ân'daki anlatımı arasında kolay ve sağlıklı bir karşılaştırma

yapabilmektir.

 

546 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

sonradan olmalık gibi durumlara maruz kalmaktan yücedir.

Kur'ân'ın vurguladığı budur.

 

Kur'ân'da ise, kıssa bireylerin benzerliği esasına dayalı olarak

anlatılır. Bunun yanında Kur'ân, kıssaya ek olarak karganın gönderilişi

hikayesini de anlatır. Böylece insanın aşamalı olarak olgunluk

düzeyine ulaştığı gerçeğini ortaya koyar. Yaşamsal olgunluk derecelerinde

ilerleme kaydederken insanın duyu organları aracılığıyla

algılama ve buna bağlı olarak düşünme yöntemine dayandığını

anlatır.

 

Sonra iki kardeş arasındaki diyalogu aktarır. Maktulün insanîfıtrî

bilgilerle, tevhit, peygamberlik ve ahiret inancı gibi dinî marifetlerle

donanmış olduğunu ifade eder. Takva ve zulmü gündeme

getirir ki, bu ikisi ilâhî yasalar ve şer'î hükümler bazında etkin rol

oynayan faktörlerdir. Ardından kabul ve ret bazında, uhrevî ceza

hususunda adl-i ilâhînin etkin olduğunu belirtir.

 

Bunun akabinde katilin, yaptığı işten pişman oluşunu, dünya

ve ahirette hüsrana uğrayışını dile getirir. Bütün bunlardan sonra,

adam öldürmenin ne denli ağır bir cürüm olduğunu vurgulayarak,

bir kişiyi öldürmenin herkesi öldürmek gibi, bir kişiyi yaşatmanın

da herkesi yaşatmak gibi olduğunu anlatır.

 

 

Mâide Sûresi 33-40 ...................................................... 547

 

33- Allah ve Elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk

yapmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri ya asılmaları ya

elleri veya ayaklarının çapraz kesilmesi veya bulundukları yerden

sürülmeleridir. Bu, onların dünyada çekecekleri rezilliktir. Ahirette

ise onlara büyük bir azap vardır.

 

34- Ancak, sizin kendilerini ele geçirmenizden önce tövbe e-

 

548............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

denler başka; bilin ki Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.

 

35- Ey inananlar! Allah'tan korkun, O'na yol arayın ve O'nun yolunda

cihat edin ki, kurtuluşa eresiniz.

 

36- Şüphe yok ki inkâr edenler, eğer yeryüzünde olanların

hepsi ve onun bir katı daha kendilerinin olsa da, kıyamet gününün

azabından kurtulmak için onu fidye verseler, kendilerinden kabul

edilmez. Onlar için acı bir azap vardır.

 

37- Ateşten çıkmak isterler, ama oradan çıkacak değillerdir.

Onlar için sürekli bir azap vardır.

 

38- Hırsızlık eden erkek ve kadının, elde ettiklerine karşılık Allah

tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin. Allah üstündür,

hikmet sahibidir.

 

39- Kim yaptığı haksızlıktan sonra tövbe eder ve durumunu

düzeltirse, şüphesiz Allah rahmetiyle ona dönüp tövbesini kabul

eder. Çünkü Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.

 

40- Göklerin ve yerin egemenliğinin Allah'a ait olduğunu bilmedin

mi? Dilediğine azap eder, dilediğini bağışlar. Allah'ın her

şeye gücü yeter.

 

AYETLERIN AÇIKLAMASI

 

Bu ayetler grubunun önceki ayetlerle bütünüyle bağlantısız

olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü bundan önce sunulan Âdem'in

oğlunun kardeşini öldürmesi kıssası, bundan dolayı da yüce Allah'ın

İsrailoğullarına bir hükmü yazması, her ne kadar İsrailoğullarına yönelik

açıklamayı bütünleyici ve direkt olarak herhangi bir yaptırım

veya hüküm içermeksizin onların durumlarını açıklayıcı mahiyette

olsa da, içeriğinin bir gereği olarak, yeryüzünde bozgunculuk ve

hırsızlık yapan kimselere uygulanacak cezayı işleyen bu ayetlerle

bir şekilde ilintili olduğu açıktır.

 

"Allah ve Elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk

yapmaya çalışanların cezası" Ayetin orijinalinde geçen "fesad" keli-

 

Mâide Sûresi 33-40 ..................................................... 549

 

mesi, cümle içinde "hâl" yerine kullanılan bir mastardır. Allah ile

savaşmak gerçek anlamı itibariyle imkânsızdır. Dolayısıyla bu kullanımda

mecazî anlamda kullanıldığı açıktır. Bununla beraber, geniş

bir anlama sahip bir kavram olarak, şeriatın öngördüğü herhangi

bir hükme karşı çıkmayı, zulüm işlemeyi ve aşırı gitmeyi ifade

eder. Fakat, Resulullah'ın da eklenmesi gösteriyor ki, burada,

Resulullah'ın da etkinliğinin söz konusu olduğu bazı olaylar

kastediliyor.

 

Dolayısıyla, bununla Resulullah'ın (s.a.a) yüce Allah tarafından

ve-lâyet (yöneticilik) hakkına sahip kılındığı kimi etkinliklerin iptal

edilişinin kastedildiği belirginlik kazanıyor. Kâfirlerin Peygambere

(s.a.a) savaş açmaları ve Peygamberin egemenliğinin somut göstergesi

olan genel güvenliğin kimi eşkiyalar tarafından ihlâl edilmesi

gibi. ifadenin hemen ardında, "ve yeryüzünde bozgunculuk

yapmaya çalışanlar" ifadesinin yer alması da, bu anlamın

kastedildiğini pekiştiriyor. Bu da, yol kesmek suretiyle genel güvenliği

bozarak yeryüzünde bozgunculuk yapmaktır.

 

Dolayısıyla mutlak olarak "Müslümanlarla savaşma" durumunun

kastedildiğini söyleyemeyiz. Kaldı ki, ortada bizi böyle bir çıkarsamayı

kabul etmeye zorlayan somut bir örnek vardır. Şöyle ki:

Peygamberimiz (s.a.a) kendisiyle savaşan kâfirlere üstünlük sağlayıp

onları yenilgiye uğrattıktan sonra, onlara karşı öldürme, asma,

organlarını kesme veya sürgün etme gibi bir uygulamaya

gitmemiştir.

 

Öte yandan, hemen sonrasındaki ayetin içerdiği istisna, bu savaşmaktan

maksadın sözü edilen bozgunculuk olduğuna ilişkin

somut bir karine konumundadır. Çünkü bu istisna açık bir şekilde,

sözü edilen tövbenin savaşma durumuyla ilgili olduğunu gösteriyor,

şirk veya benzeri bir günahla değil.

Dolayısıyla ayetten anlaşıldığı kadarıyla savaşma ve bozgunculuk

yapmaktan maksat, genel güvenliği, kamu güvenliğini bozmaktır.

Genel güvenlik de, genel bir korku meydana getirip onu

genel güvenliğin yerine etkin kılmak suretiyle bozulur. Genellikle

 

550 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

ve doğal olarak böyle bir durum, ancak doğaları gereği ölüm tehdidini

ifade eden silâhlar aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Nitekim,

bundan dolayı hadislerde yeryüzünde bozgunculuk yapma "kılıç

çekme" gibi nitelemelerle anılmıştır. Inşallah bundan sonraki

hadisler bölümünde buna değineceğiz.

 

"ancak öldürülmeleri ya asılmaları..." "et-Taktil, et-taslib ve ettakti'"

kelimeleri "el-katl, es-salb ve el-kat'" kelimelerinin tef'il kalıbına

uyarlanmış şekilleridir. Bu kalıbın özelliği, kök anlamda şiddeti

veya artışı ifade etmesidir. Ayetin orijinalinde "ya" anlamını

verdiğimiz "ev" edatı, sayılan cezaların tümüne karşılık bunlardan

sadece birinin uygulanacağını anlatmaya yöneliktir. Sıralama veya

sayılan cezalardan birinin tercihi, tavır veya söylem nitelikli dışsal

bir karineye göre belirlenir. Çünkü ayet, bu açıdan bir ölçüde

mücmel bir anlatıma sahiptir ve ancak hadisler bu kapalılığı giderebilir.

Ileride göreceğimiz gibi, Ehlibeytİmamlarından (a.s) aktarılan

hadislerde ayette sayılan bu dört cezanın bozgunculuğun derecesine

göre düzenlenmiş olduğu belirtilmiştir. Birinin kılıç çekerek,

bir cana kıyıp bir malı gasp etmesi veya sadece bir adamı öldürmesi

ya da sadece bir malı gasp etmesi yahut sadece kılıç çekmesi

gibi. Inşallah gelecek ha-disler bölümünde bu ayrıntıları ele

alacağız.

 

"Ya elleri ve ayaklarının çapraz kesilmesi" Çapraz kesmekten

maksat, ellerden kesilenin ayaklardan kesilenin karşıtı olmasıdır.

Sağ el ve sol ayak gibi. Bu da gösteriyor ki, ellerin ve ayakların kesilmesinden maksat, tümünün değil, bir kısmının kesilmesidir.

Çapraz olmaları gözetilerek bir elin ve bir ayağın kesilmesi yani.

"Veya bulundukları yerden sürülmeleridir." Sürmek, kovmak

ve gözden kaybolmasını sağlamaktır. Hadislerde, bir beldeden

başka bir beldeye kovmak şeklinde açıklanmıştır.

Ayetle ilgili olarak başka fıkhî meseleler de ele alınmıştır. Fıkıh

kitaplarında bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgiler edinilebilir.

 

"Bu, onların dünyada çekecekleri rezilliktir. Ahirette ise, onlara bü-

 

Mâide Sûresi 33-40 ........................................... 551

 

yük bir azap vardır." Rezillik, utanç verici, yüz kızartıcı bir duruma

düşmektir. Dolayısıyla kastedilen anlam açıktır.

Bu ayetten hareketle, suçlu bir kimseye ceza uygulamanın,

ahiret azabının ortadan kalkmasını gerektirmediği

çıkarsamasında bulunulmuştur. Ki bir yere kadar doğru bir çıkarsamadır

bu.

"Ancak sizin kendilerini ele geçirmenizden önce tövbe edenler başka..."

Bu gibi suçlular yakalanıp suçu işlediklerine dair kesin kanıtlar

ortaya konduktan sonra, cezanın düşmesi söz konusu olmaz.

"Bilin ki Allah, bagışlayandır, esirgeyendir." ifadesi, onlara yönelik

cezanın kaldırılmasına ilişkin bir kinayedir. Dolayısıyla bu ayet, uhrevî

olmayan hususlarla ilgili olarak bağışlamayı ele alan

açıklamaların bir örneğidir.

 

"Ey inananlar! Allah'tan korkun, O'na yol arayın..." Ragıp elIsfahanî

"el-Müfredat" adlı eserinde der ki: "Vesîle, bir şeye istekle

ulaşma demektir. Istek anlamını da içermesinden dolayı

"vasîle"den daha özel bir anlamsal alanı kapsamaktadır. Yüce Allah:

"Ona yol (vesile) arayın." buyurmuştur. Allah'a yol aramak,

gerçek anlamıyla, bilgi ve ibadet aracılığıyla O'nun yolunu

gözetmek, şeriatın değerleriyle bezenmektir. Dolayısıyla O'na yol

(vesile) aramak, O'na yaklaşmak gibi bir anlam ifade etmektedir".

Buna göre "vesile" bir tür ulaşma anlamına gelir. Ki kastedilen,

Rab ile kulu birbirine bağlayan manevî bir ulaşma ve kavuşmadır.

Kul-luk kastı taşıyan boyun eğmeden başka kulu Rabbine bağlayan

her-hangi bir bağ söz konusu olmadığına göre de vesile, kulluk

gerçeğini yerine getirmek, zayıflık ve fakirlik nitelikleriyle ulu Allah'a

yönelmek demektir. Kulu Rabbine bağlayan rabıta anlamındaki

vesile budur. Ilim ve amele gelince, bunlar vesilenin gerekleri

ve araçlarıdır. Ki bu husus gayet açıktır. Ancak ilim ve amel bu durumu

ifade etmek için kullanılırsa başka.

 

Buradan hareketle anlıyoruz ki: "O'nun yolunda cihat edin..."

ifadesiyle, hem nefse karşı, hem de kâfirlere karşı verilen mücadeleyi

kapsayan genel cihat kastedilmiştir. Cümle kendisinden ön-

 

552 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

ceki vesile arama meselesiyle bağlantılı olduğundan, "vesile arama"

nın da ne anlama geldiğini öğrenmiş bulunduktan sonra onu

sırf kâfirlere karşı verilen cihatla sınırlandırmak dayanaksız, kanıtsız

bir yorum olur. Kaldı ki, bundan sonraki iki ayetin içerdiği gerekçe,

ancak "O'nun yolunda cihat edin" ifadesiyle mutlak cihadın

kastedilmesi durumunda amacına ulaşmış olabilir.

Bununla beraber, ayette geçen "cihat" ile kâfirlerle savaşmanın

kastedilmiş olması ihtimalini de büsbütün göz ardı edemeyiz.

Çünkü "cihad"ın "Allah yolunda..." nitelemesiyle kayıtlandırılması,

özellikle savaş anlamında "cihad"ı emreden ayetlerde rastlanan

bir olgudur. Genel kullanımlarda ise, böyle bir kayıtlamaya

rastlanmıyor. "Ama bizim ugrumuzda cihat edenleri, biz, elbette

yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah, iyilik edenlerle beraberdir."

(Ankebût, 69) ayetinde olduğu gibi. Bu bakımdan "Allah'a yaklaşmaya

yol arama"ya ilişkin emirden sonra "Allah yolunda

cihad"ın emredilmesi, önemine binaen, daha özel olanın daha genel

olandan sonra zikredilmesine ilişkin bir örnek konumundadır.

Büyük bir ihtimalle, "takvanın, Allah'tan korkmanın" emredilmesinden

sonra "vesile aramanın" emredilmesi de böyle bir amaca

yöneliktir.

 

"Şüphe yok ki inkâr edenler, eğer yeryüzünde olanların hepsi...

Onlar için sürekli bir azap vardır." Bu ifade yukarıda da işaret edildiği

gibi, önceki ayetin içerdiği açıklamanın gerekçesi konumundadır.

Özetle verilen mesaj şudur: Allah'tan korkmanız, O'na yaklaşmaya

yol aramanız ve O'nun yolunda cihat etmeniz gerekir. Bu, sizi elem

verici ve kalıcı bir azaptan koruyacak önemli bir husustur. Bunun

yerine sarılacağınız başka bir vesile de yoktur. Çünkü Allah'tan

korkmayan, O'na yaklaşmaya yol aramayan ve O'nun yolunda

cihat etmeyen kâfirler, yeryüzünde bulunan her şeye sahip olsalar,

ki Âdemoğlunun dünyada isteyebileceği en son şey budur, sonra

buna bir kat fazlası eklense ve yeryüzündeki her şeyin bir katı daha

kendilerine verilse de bunların tümünü verip kıyamet gününün

o korkunç azabından kurtulmak isteseler, yine de kabul edilmeye-

 

Mâide Sûresi 33-40 ............................................................553

 

cektir ve onlar için acı veren bir azap vardır. Ateşten, yani azaptan

çıkmak isterler, ama çıkamazlar. Çünkü bu, sonsuz bir azaptır,

ebediyen onlardan ayrılmayacak kalıcı bir işkencedir.

Ayetten, öncelikle azabın özü itibariyle insana yakın olduğunu

ve ancak iman ve takvanın onu insandan uzaklaştırdığını

anlıyoruz. Nitekim şu ayetlerden de bu yönde bir mesaj algılıyoruz:

"İçinizden oraya (cehenneme) girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu,

Rabbinin üzerine aldıgı kesin borçtur. Sonra korunanları

kurtarırız ve zalimleri orada öyle diz üstü çökmüş olarak

bırakırız." (Meryem, 72), "İnsan kesinlikle ziyandadır; ancak inanıp

iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine

sabrı tavsiye edenler hariç." (Asr, 2-3)

İkinci olarak da ayetten, insanın temel fıtratı ve öz doğasının

değişmeyeceğini, geçersiz olmayacağını ve

olumsuzlanmayacağını anlı-yoruz. Aksi takdirde onlar acı duymaz,

azabı hissetmez ve oradan çıkmayı istemezlerdi.

 

"Hırsızlık eden erkek ve kadının... ellerini kesin..." Ayetin orijinalinin

başındaki "vav" harfi, yeni bir cümleye başlanıldığını gösteren

başlangıç edatıdır ve ifade ayrıntılandırma amacına yöneliktir. Bu

bakımdan ifade: "Hırsızlık eden erkek ve kadına gelince..." anlamındadır.

Haber cümlesinin, yani "ellerini kesin" ifadesinin orijinalinin

başında "fa" harfinin yer alması da bu yüzdendir. Çünkü cümle,

ayrıntılandırma amacına yönelik "emma" edatının cevabı konumundadır.

Nitekim başka müfessirler de buna işaret etmişlerdir.

Maksat, iki el olduğu hâlde ayette "ellerini" şeklinde çoğul bir

ifadenin kullanılmış olmasına gelince, bazılarına göre, bu Araplar

arasında yaygın olan bir kullanımdır. Şöyle ki: İnsan bedeninde bulunan

organların bir kısmı ya da çoğu çifttir. İki şakak, iki göz, iki

kulak, iki el, iki bacak ve iki ayak gibi. Bunlar iki kişiye izafe edildikleri

zaman sayı dörde çıkar, dolayısıyla çoğul ifadenin kullanılması

zorunlu olur. O ikisinin gözleri, elleri ve ayakları gibi.

Sonra, çift olmayan bir organ da iki kişiye izafe edildiğinde,

 

554 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

çoğul ifadeyle kullanılır oldu. Araplar, "O ikisinin sırtlarını ve karınlarını

dayakla doldurdum." derler. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulur:

"Eger ikiniz de kalplerinizin sapmış olmasından dolayı Allah'a

tövbe ederseniz..." (Tahrîm, 4) "Yed=el"den maksat, omuzdan başlayıp

parmak uçlarında son bulan organdır. Sünnetten algıladığımız

kadarıyla, kastedilen sağ eldir. Elin kesilmesi, elin bir kısmının

veya tümünün kesici bir aletle bedenden ayrılmasıyla

gerçekleşmiş olur.

 

"Elde ettiklerine karşılık Allah tarafından ibret verici bir ceza

olarak." Öyle anlaşılıyor ki, bu ifade, "ellerini kesin" emrinden anlaşılan

kesme eyleminden hâl konumundadır. Yani bu el kesme,

onların yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak uygulanmaktadır.

Ayette geçen "nekal", suçlunun suçundan vazgeçmesi ve diğer

insanların da ibret almaları için uygulanan ceza demektir.

El kesmenin suçlunun suçundan vazgeçmesi ve diğer insanların

da ibret almaları için bir ceza oluşu, şu tür bir değerlendirme

yapmaya anlam kazandırmaktadır: "Kim yaptıgı haksızlıktan sonra

tövbe eder, durumunu düzeltirse, şüphesiz Allah rahmetiyle

ona dönüp tövbesini kabul eder." Demek isteniyor ki: El kesme,

cezaya uğrayanın günahından dönmesi için uygulanan caydırıcı ve

ibret verici bir ceza olduğuna göre, kim işlediği zulümden sonra

tövbe ederse ve tövbe ettiğinin belirtisi olarak ardından durumunu

düzeltip hırsızlıkla ilgisini keserse, hiç kuşkusuz yüce Allah, onun

tövbesini kabul eder, bağışlaması ve esirgemesiyle ona döner.

Çünkü Allah bağışlayandır, esirgeyendir: "Eger şükreder ve inanırsanız,

Allah size niçin azap etsin? Allah şükrün karşılıgını veren

ve (her şeyi) bilendir." (Nisâ, 147)

 

Bu ayetle ilgili olarak, fıkıh biliminin kapsamında olmak üzere

çeşitli meseleler üzerinde durulmuştur. Daha detaylı bilgi için fıkıh

kitaplarına baş vurulabilir.

 

"Göklerin ve yerin egemenliğinin Allah'a ait olduğunu bilmedin

mi?..." Bu ifade, önceki ayette işaret edilen tövbe etmeleri ve işledikleri

zulmün ardından durumlarını düzeltmeleri durumunda hır-

 

Mâide Sûresi 33-40 ........................................................ 555

 

sızlık eden erkek ve kadının tövbesinin kabul edileceğine ilişkin

hükmün gerekçesini bildirme amacına yöneliktir. Buna göre, göklerin

ve yerin egemenliği yüce Allah'a aittir. Bir hakimiyet sahibi de

mülkü üzerinde ve tâbileri arasında dilediği gibi hükmetme hakkına

sahiptir. İsterse azap eder isterse merhamet eder. Dolayısıyla

ulu Allah da hikmet ve maslahat uyarınca dilediğine azap etme,

dilediğini bağışlama yetkisine sahiptir. Tövbe etmezlerse hırsızlık

eden erkek ve kadınlara azap edebilir. Tövbe ederlerse de bağışlayabilir.

"Allah'ın her şeye gücü yeter." ifadesi, "Göklerin ve yerin egemenligi

Allah'a aittir." ifadesinin gerekçesi konumundadır. Çünkü

egemenlik, gücün, kudretin belirtisidir. Nitekim mülkiyet de yaratmanın

ve var etmenin detayıdır. Her şeyin O'na dayanır olması

ve O'nun her şeyi ayakta tutuyor ve koruyor olması yani.

Açıklayacak olursak: Yüce Allah, varlıkların yaratıcısı ve var edicisidir.

Hiçbir şey yoktur ki, hem kendisi, hem de etkinlikleri Allah'ın

mülkü olmasın. Bahşettiğinin bahşedicisi, vermediğinin alıkoyucusu

O'dur. O, her şey üzerinde tasarrufta bulunma yetkisine

sahiptir. Işte mülkiyet sahibi olmak budur: "De ki: Her şeyin yaratıcısı

Allah'tır; O tektir, kahredendir." (Ra'd, 16) "Allah ki, O'ndan

başka tanrı yoktur, daima diri ve yaratıklarını koruyup yöneticidir.

Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutmaz. Göklerde ve

yerde olanların hepsi O'-nundur." (Bakara, 255)

Bunun yanında yüce Allah, dilediği her tasarrufta bulunma gücüne

sahiptir. Çünkü varsayılan her şey O'ndandır. Dolayısıyla

hükmünü yürütmek ve iradesini etkin kılmak O'nun yetkisi

dâhilindedir. Işte her şey üzerinde egemenlik ve saltanatın sahibi

olmak da budur. Böylece ulu Allah hem maliktir, çünkü her şey

üzerinde sınırsız tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir; hem de

meliktir, hükümrandır, çünkü güçlüdür, âciz değildir, iradesini, dileğini

etkin kılmasına engel olunamaz.

 

556 ..................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Salih'ten, o da

İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Dabbeoğullarından

bir hastalığa yakalanmış bir topluluk Resulullah'ın (s.a.a) yanına

gelir. Resulullah onlara, 'Yanımda kalın. İyileştiğinizde sizi bir

müfrezeyle birlikte devriye görevine gönderirim.' dedi. Onlar: 'Bizi

Medine'den çıkar.' dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) onları

zekât develerinin bulunduğu bölgeye gönderdi, orada develerin sidiklerini

(ilaç niyetine) içiyor, sütleriyle besleniyorlardı. İyileşip güçlerini

toparlayınca, çobanlardan üçünü öldürdüler."

"Peygamberimiz (s.a.a) bu gelişmeyi haber alınca, Hz. Ali'yi

(a.s) onları yakalamak üzere görevlendirdi. Hz. Ali, onları bir vadide

yollarını şaşırmış bir hâlde yakaladı. Yemen sınırına yakın bu vadiden

yollarını bulup çıkamıyorlardı. Hz. Ali (a.s) onları tutsak aldı ve

Resulullah'ın (s.a.a) yanına getirdi. Bunun üzerine, 'Allah ve

Elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların

cezası an-cak, öldürülmeleri ya asılmaları ya elleri ve

ayaklarının çapraz kesilmesidir.' ayeti indi." [Füru-u Kâfi, c.7, s.245,

h:1]

 

Ben derim ki: Bu hadisi "et-Tehzib" adlı eserde, müellif kendi

rivayet zinciriyle Ebu Salih'ten, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s)

bazı küçük değişikliklerle rivayet eder.1 Ayyâşî de, kendi tefsirinde

İmam Cafer Sadık'tan rivayet eder. Sonuna da şu eklemede bulunur:

"Resulullah (s.a.a), onların ellerini ve ayaklarını çapraz kesmeyi

tercih etti."2

Bu olay, başta Kütüb-i Sitte olmak üzere Ehlisünnet

kaynaklarında, çeşitli kanallardan rivayet edilmiştir. Fakat bunlar

arasında özellik farklılıkları vardır. Bunların bazısına göre,

Resulullah (s.a.a) onları ele geçirdikten sonra ellerini ve ayaklarını

çapraz kesmiş, sonra da gözlerini oymuştur. Bazısında şöyle

deniyor: "Resulullah (s.a.a) onların bir kısmını öldürdü, bir kısmını

------

1- [et-Tehzib, c.10, s.134, h:150.]

2- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.314, h:90.]

 

Mâide Sûresi 33-40 ......................................................... 557

 

(s.a.a) onların bir kısmını öldürdü, bir kısmını astı, bir kısmının ellerini

ve ayaklarını çapraz kesti ve gözlerini oydu." Bazısında da

şöyle deniyor: "Resulullah (s.a.a) onların gözlerini oydu, çünkü onlar

da çobanların gözlerini oymuşlardı." Diğer bazısında şöyle deniyor:

"Yüce Allah, gözleri oymasını yasakladı. Ayet de bu tarz bir

işkence uygulayan Peygamberi azarlamak için inmiştir." Bazısında

deniyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.a) onların gözlerini oymak istedi,

fakat yapmadı." Ehlisünnet kaynaklarında konuya ilişkin bunlar

gibi farklı değerlendirmeler içeren rivayetler vardır.

Ehlibeytİmamlarından (a.s) aktarılan konuya ilişkin rivayetlerde,

gözlerin oyulmasından söz edilmiyor.

 

el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Amr b. Osman b. Abdullah

el-Medainî'den, o daİmam Ebu-l Hasan er-Rıza'dan (a.s)

şöyle rivayet eder: "İmama, 'Allah ve Elçisiyle savaşanların ve

yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası ancak, öldürülmeleri...'

ayetiyle ilgili olarak şöyle soruldu: 'Hangi suçu işlemek,

ayette işaret edilen dört cezadan birinin uygulanmasını gerektirir?'

Buyurdu ki: Bir kimse Allah'a ve Elçisine (s.a.a) savaş

açar ve yeryüzünde bozgunculuk yapar da adam öldürürse, öldürülür.

Eğer adam öldürür ve mal gasp ederse, asılarak öldürülür. Eğer

mal gasp eder, ama kimseyi öldürmezse, elleri ve ayakları

çapraz kesilir. Eğer kılıcını çeker, Allah'a ve Elçisine savaş açar ve

yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışır da kimseyi öldürmezse

ve herhangi bir malı gasp etmezse, bulunduğu yerden sürgün edilir."

"Dedim ki: 'Nasıl sürgün edilir, sürgün edilişinin süresi ne

kadardır?' Buyurdu ki: 'Suçu işlediği yerleşim biriminden başka bir

yerleşim birimine sürgün edilir ve yerleşim biriminin halkına, bu

adam sürgündür, onunla oturmayın, ona bir şey satmayın, kadınlarınızı

onunla evlendirmeyin, onunla birlikte bir şey yemeyin, bir şey

içmeyin, ona ortak olmayın, diye bildirimde bulunulur. Bir yıl boyunca

bu muamele devam eder. Şayet o beldeden çıkıp başka bir

yere giderse, o beldenin halkına da benzeri bir yazıyla bildirimde

 

558 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

bulunulur. Ta ki bir yıl doluncaya kadar.' Dedim ki: 'Şirk yurduna

gitmek isterse ne yapılır?' Buyurdu ki: Şirk yurduna gitse oranın

halkına savaş açılır." [Füru-u Kâfi, c.7, s.246-247]

 

Ben derim ki: Şeyh Tusî, "et-Tehzib" adlı eserinde1, Ayyâşî de

kendi tefsirinde2 Ebu Ishak el-Medainî'den, o da Resulullah'tan

(s.a.a) aynı hadisi rivayet etmişlerdir. Bu anlamda Ehlibeyt

İmamlarından aktarılan hadislerin sayısı oldukça fazladır. Aynı şekilde,

bazı Ehlisün- net kanallarında da bu tür rivayetler aktarılmıştır.

Bazı Ehlisünnet rivayetlerinde, imamın serbest olduğu, dilerse

öldüreceği, dilerse asacağı, dilerse elleri ve ayakları çapraz keseceği

ya da dilerse sürgün edeceği belirtilir.

 

Şiî kanallarda da imamın bu hususta serbest olduğuna ilişkin

bazı rivayetlere rastlanmaktadır. Söz gelimi el-Kâfi'de Cemil b.

Derrac'dan o daİmam Sadık'tan (a.s) ayetle ilgili olarak şöyle rivayet

eder: "Dedim ki: 'Yüce Allah'ın teker teker saydığı bu cezaların

hangisi onlara uygulanır?' Buyurdu ki: 'Bu tercihi yapmak imama

kalmıştır. Dilerse elleri ve ayakları çapraz keser, dilerse sürgün

eder, dilerse asar, dilerse öldürür.' Dedim ki: 'Nereye sürer?' Buyurdu

ki: 'Bir yerleşim biriminden başkasına.' Sonra şunu ekledi:

Hz. Ali (a.s) iki kişiyi Kufe'den Basra'ya sürmüştür." [Füru-u Kâfi, c.7,

s.245-246, h:3]

 

Bu konunun devamı, fıkıh bilimini ilgilendirir. Şu kadarı var ki,

ayetten bozgunculukların derecesine göre, cezaların sıralandığını

algılamak mümkündür. Çünkü, birbirleriyle denk ve eşit olmayan,

bilâkis şiddet ve zayıflık bakımından farklılık arz eden öldürme,

asma, kesme, ve sürme cezaları arasında tercihli bir üslûp kullanılması

aklen, buna ilişkin somut bir karine olarak algılanabilir.

Nitekim ayet, bunların Allah ve elçisine karşı savaşmanın ve

yeryüzünde bozgunculuk yapmanın cezaları olduklarını vurgulayıcı

bir ifade tarzına sahiptir. Dolayısıyla bir kimse kılıcını çekip yeryü-

-------

1- [et-Tehzib, c.10, s.132-133, h:143]

2- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.317]

 

Mâide Sûresi 33-40 ....................................................... 559

 

zünde bozgunculuk yapsa veya bir kimseyi öldürse, onu öldürmek

gerekir. Çünkü o bu tavrıyla savaş açan ve bozgunculuk yapan bir

kimse konumundadır. Bu ceza, saygın olan bir cana kıymasına

karşılık olarak kısas uygulanması şeklinde algılanamaz.

Dolayısıyla maktulün yakınları diyete razı olsalar da böyle bir kimse

için öngörülen öldürme cezası düşmez.

 

Nitekim bu yönde bir açıklamayı Ayyâşî tefsirinde Muhammed

b. Müslim'den, o daİmam Bâkır'dan (a.s) rivayet etmiştir. Bu rivayetin

kapsamında deniliyor ki: "Ebu Ubeyde şöyle dedi: 'Allah senin

işlerini yoluna koysun! Maktulün yakınları katili affetseler, ne olacak?'

İmam Bâkır (a.s) buyurdu ki: 'Maktulün yakınları, onu affetseler

de, imamın onu öldürmesi gerekir. Çünkü o, savaş açmış,

adam öldürmüş ve hırsızlık yapmıştır.' Ebu Ubeyde şöyle dedi:

'Maktulün yakınları ondan diyet almak isteyip serbest bıraksalar,

bunu yapmaya hakları var mıdır?' İmam, hayır dedi. Onun öldürülmesi

gerekir." [c.1, s.314, h:89]

 

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Ebi Şeybe, Abd b. Hamîd,

İbn-i Ebi Dünya -Kitab-ul Eşraf'ta-, İbn-i Cerir ve İbn-i Ebi Hatem Şa'-

bi'den şöyle rivayet ederler: "Basralı Harise b. Bedr et-Temimî,

yeryüzünde bozgunculuk yapmış, genel güvenliğe karşı savaş

açmıştı. [Sonra pişman olmuş] ve Kureyş'ten bazı adamlarla

konuşarak onun için Ali'den güvence almalarını istemişti. Ama

onlar, bu işi üstlenmeyi kabul etmemişlerdi. Bunun üzerine Said b.

Kays el-Hemedanî'ye gidip onu Ali'nin yanına gönderdi. Said b.

Kays şöyle dedi: 'Ey Müminlerin emiri, Allah'a ve Elçisine savaş

açan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerin cezası nedir?'

Dedi ki: 'Öldürülmeleri veya asılmaları ya da elleri ve ayaklarının

çapraz kesilmesi yahut bulundukları yerden sürülmeleridir.'

Sonra şöyle dedi: Ancak sizin kendilerini ele geçirmenizden önce

tövbe edenler başka."

"Bunun üzerine Said şöyle dedi: 'Bu, Harise b. Bedr de olsa!'

Sonra Said şöyle dedi: 'Harise b. Bedr, tövbe edip gelmiştir, acaba

ona güvence var mıdır?' Hz. Ali: 'Evet.' dedi. Bunun üzerine Said,

 

560 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Harise'yi getirdi. O da Ali'ye biat etti. Hz. Ali de biatini kabul etti ve

canının bağışlandığına dair kendisine bir yazı verdi."

 

Ben derim ki: Rivayetin akışı içinde Said'in: 'Bu, Harise b. Bedr

de olsa!' şeklindeki sözü, ayetin akışının oluşturduğu havaya uygun

olarak söylenmiştir. Çünkü ayetin mutlak ifadesi, savaşma ve

bozgunculuk yapmaktan sonra tövbe eden herkesi kapsayacak niteliktedir.

Normal konuşmalarda da bunun örnekleri çoktur.

 

el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Sevre b. Küleyb'den

şöyle rivayet eder: "İmam Cafer Sadık'a (a.s) sordum: 'Bir adam

evinden çıkıp mescide gitmek ister ya da bir ihtiyacını gidermeyi

amaçlar. Bu sırada bir adam karşısına çıkıp onu durdurur, döver ve

elbiselerini gasp eder. Bunun için ne lâzım gelir?'İmam buyurdu

ki: 'Sizin yanındakiler (Sünni âlimler) bu konuda ne diyorlar?' Dedim

ki: 'Onlar diyorlar ki 'Bu, korku ve dehşet salmadır. Savaş

açan ise, ancak müşriklerin beldelerinde olur.' Buyurdu ki: 'Hangisinin

saygınlığı daha büyüktür: İslâm yurdunun mu, şirk yurdunun

mu?' Dedim ki: 'İslâm yurdunun.' Bunun üzerine şöyle dedi: Bu gibi

adamlar, 'Allah ve Elçisiyle savaşanlar...' ayetinin kapsamındaki

kimselerdendirler." [Füru-u Kâfi, c.7, s.245, h:2]

 

Ben derim ki: Ravinin sözünü ettiği görüş, Ehlisünnet

kanallarında yer alan rivayetlerin bir kısmında dile getirilmiştir.

Nitekim, ayetin iniş sebebiyle ilgili olarak Dahhak'tan şöyle rivayet

edilir: "Bu ayet, müşrikler hakkında inmiştir." Taberî tefsirinde

şöyle bir olay anlatılır: "Abdulmelik b. Mervan, Enes'e bir mektup

yazarak bu ayetle ilgili fikrini sordu. Enes ona ayetin iniş nedenini

içeren bir yazı gönderdi: 'Bu ayet, Becile soyundan gelen Uranîler

grubu hakkında inmiştir. Bunlar Islâm'dan döndüler, çobanı

öldürdüler, develeri önlerine katıp götürdüler, yollara korku

saldılar ve haram olan ırza tecavüz ettiler. Bunun üzerine

Resulullah (s.a.a) Cebrail'den bu şekilde kamu düzenine savaş

açanların hükmünü sordu. O da dedi ki: 'Hırsızlık yapıp yollara

korku salanları, haram olan ırza tecavüz edenleri as.'" Bunun gibi

daha birçok rivayet örnek gösterilebilir. Ayet, mutlak ifadesi itibariyle el-Kâfi'deki rivayeti destekler

 

Mâide Sûresi 33-40 .................................................... 561

 

mahiyettedir. Bilindiği gibi, bir ayetin iniş sebebi, o ayetten

anlaşılan anlamı kayıtlandırma, sınırlandırma sebebi olmaz.

Tefsir-ul Kummî'de, "Ey İnananlar! Allah'tan korkun. O'na yol

arayın." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Demek isteniyor ki:

İmam aracılığıyla Allah'a yaklaşın." [c.1, s.168]

 

Ben derim ki: Yani, imama itaat ederek Allah'a yaklaşın.

Rivayetteki bu yaklaşım, genel bir anlamın somut bir örneğe uyarlanması

kabilindendir.

 

Bunun bir benzerini de İbn-i Şehraşub rivayet eder: "Emir-ül Müminin, 'O'na yol arayın' ayeti hakkında dedi ki: Ben Allah'a yaklaştıran yolum." [Menakıb, c.3, s.75]

 

Buna yakın bir rivayet de "Besair-ud Derecat" adlı eserde yer

alır. Müellif kendi rivayet zinciriyle Selman'dan, o da Ali'den (a.s)

rivayet eder.1 Bu iki rivayetin, tevil olmaları da muhtemeldir. Rivayetleri

bir de bu gözle incelemek gerekir.

 

Mecma-ul Beyan tefsirinde, Peygamber efendimizden (s.a.a)

şöyle rivayet edilir: "Allah'tan benim için vesile isteyin. Çünkü vesile

cennette bir derecedir ve oraya sadece bir kul ulaşacaktır. Ben o

kul olmayı ümit ediyorum."

 

el-Maani'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Said el-

Hudrî'den şöyle rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) efendimiz buyurdu

ki: 'Allah'a dua edip bir şeyler istediğiniz zaman, benim için de vesile

isteyin.' Bunun üzerine Resulullah'a "vesile"nin ne olduğunu

sorduk. Buyurdu ki: O, cennette bir derecedir..."2 Bu, "vesile hadisi"

adıyla bilinen uzun bir hadistir.

 

Hadis üzerinde düşünüp ayetin anlamıyla karşılaştırdığımız

zaman "vesile"nin, yüce Allah tarafından Peygamberine (s.a.a)

bahşedilen bir makam olduğunu görürüz. Peygamberimiz (s.a.a)

bunu Allah'a yaklaşmak için bir yol olarak kullanır. Tertemiz

Ehlibeyti, ardından ümmetinden salih olanlar da onu izlerler.

Ehlibeytİmamlarından (a.s) şöyle rivayet edilir: "Resulullah (s.a.a)

------

1- [Besair-ud Derecat, s.216, h:21]

2- [el-Maâni, s.116]

 

562 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Rabbinin eteğine, biz onun eteğine, siz de bizim eteğimize yapışırsınız."

[el-Mehasin, c.1, s.182-183, h:179-180-181]

 

Kummî ve İbn-i Şehraşub'un rivayetleriyle ilgili olarak, bunların

te'vil olmaları muhtemeldir, derken maksadımız bu noktaya işaret

etmekti. Inşallah ileriki bölümlerde bu anlamı açıklama fırsatını

buluruz.

 

Ayyâşî'nin Ebu Basir'den aktardığı rivayeti de bu kategoride

incelemek gerekir. Diyor ki:İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediğini duydum:

"Ali'nin düşmanları, ateşte sonsuza dek kalacaklardır. Allah

buyuruyor ki: Onlar oradan çıkacak degillerdir." [c.1, s.317, h:100]

el-Burhan tefsirinde, "Hırsızlık eden erkek ve kadının... ellerini

kesin." ayetiyle ilgili olarak et-Tezhib adlı eserden naklenİmam

Musa Kâzım'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Hırsızın eli kesilir,

fakat baş parmağı ve avucu bırakılır. Ayağı kesilir, ama yürüyebilmesi

için topuğu bırakılır." [c.1, s.470, h:2]

 

Yine et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Muhammed

b. Müslüm'den şöyle rivayet eder: "İmam Cafer Sadık'a

(a.s) sordum: 'Hırsızın elinin kesilmesi için çalınan malın miktarı

en az ne kadar olmalıdır?' Buyurdu ki: 'Çeyrek dinar.' 'Ya iki dirhem

çalarsa?' diye sordum. Buyurdu ki: 'Çeyrek dinarın kaç dirhem

ettiğine bakılır.' Dedim ki: 'Çeyrek dinar etmeyen bir şey çalan

insana hırsız denir mi? O, bu durumda Allah katında hırsız mıdır?'

Buyurdu ki: Bir Müslümanın koruyup sakladığı bir şeyi çalan

herkes için hırsız adı geçerlidir. O, Allah katında hırsızdır. Fakat bir

hırsızın eli ancak çeyrek dinar ve daha fazla bir değere haiz bir şey

çalması durumunda kesilir. Eğer çeyrek dinardan daha az bir şeye

karşılık hırsızın eli kesilecek olsaydı, insanların çoğunun eli kesilmiş

olacaktı." [c.10, s.99, h:2]

 

Ben derim ki:İmam (a.s), "Eğer... hırsızın eli kesilecek

olsaydı..." sözüyle şunu demek istiyor: El kesme hükmünde bir hafifletme

söz konusudur. Bu, yüce Allah'ın kullarına yönelik rahmetinin

göstergesidir. Bu anlam, yani hırsızın elinin çaldığı malın değerinin

çeyrek dinar ve daha fazla tutması durumunda kesilmesi

 

Mâide Sûresi 33-40 ........................................................ 563

 

gerektiği hususu, Ehlisünnet kanallarında da aktarılmıştır. Örneğin,

Buharî ve Müslim Sahihlerinde Aişe'den şöyle rivayet edilir:

Resulullah efendimiz (s.a.a) buyurdu ki: "Hırsızın eli ancak çeyrek

dinar ve daha yukarısı için kesilir." [Sahih-i Buharî, c.8, s.199. Sahih-i

Müslim, c.5, s.112]

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de Sümaa'dan, o daİmam Cafer Sadık'tan

(a.s) şöyle rivayet eder: "Hırsız yakalandığında avucunun ortasından

eli kesilir, tekrar çalarsa tabanının ortasından ayağı kesilir,

tekrar çalarsa hapse atılır. Hapiste de hırsızlık yaparsa öldürülür."

[c.1, s.318, h:105]

 

Aynı eserde, Züurare'den şöyle rivayet edilir:İmam Bâkır'a

(a.s) hırsızlık yapan, bu yüzden sağ eli kesilen, sonra tekrar hırsızlık

yapan ve bundan dolayı sol ayağı kesilen, ardından üçüncü kez

hırsızlık yapan adam için hangi hükmün uygulanacağı soruldu. Buyurdu

ki: "Emir-ül Müminin (a.s) böyle kimseleri müebbet hapse

mahkûm ederdi ve şöyle derdi: Temizlenmek için kullanılacak eli

ve ihtiyacını gidermek amacıyla yürümek için ayağı olmadan onu

dışarı salmak hususunda Rabbimden utanırım."

 

İmam devamla şunları söyledi: "Hz. Ali (a.s) hırsızın elini kestiği

zaman mafsalın aşağısından keserdi. Ayakları kestiğinde de iki

topu-ğun aşağısından keserdi. Şeriatın öngördüğü cezalardan gafil

olunmasını da hoş karşılamazdı." [c.1, s.318, h:104]

 

Aynı eserde, İbn-i Ebu Davud'un arkadaşı ve yakın dostu

Zurkan'dan şöyle rivayet edilir: "Bir gün İbn-i Ebu Davud halife

Mu'tasım'ın yanından canı sıkkın bir hâlde döndü. Bunun sebebini

sordum. Dedi ki: 'Bugün, bundan yirmi yıl önce ölmüş olmayı istedim.'

'Niçin?' diye sordum. Dedi ki: 'Ebu Cafer Muhammed b. Ali b.

Musa [İmam Muhammed Taki] denen şu siyah adamın Emir-ül

Müminin Mu'tasım'ın yanında olduğu sırada meydana gelen bir

olaydan dolayı.' 'Nasıl oldu?' diye sordum. Dedi ki: 'Bir hırsız birinin

malını çaldığını itiraf etti ve Halife'den hakkında şer'î hükmü uygulamak

suretiyle kendisini arındırmasını istedi. Bunun üzerine halife

fıkıh bilginlerini meclisinde topladı. Muhammed b. Ali'yi de

çağırmıştı. Halife bizden elin nereden kesilmesi gerektiğini sordu.

 

564 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

çağırmıştı. Halife bizden elin nereden kesilmesi gerektiğini sordu.

Ben dedim ki: 'Bilekten kesilmesi gerekir. Çünkü yüce Allah, teyemmümle

ilgili olarak, 'Yüzlerinizin ve ellerinizin bir kısmını

meshedin.' buyurmuştur.' Orada bulunanlardan bazıları da benim

görüşümü benimsediler."

"Başkaları da dediler ki: 'Bilâkis, elin dirsekten kesilmesi

gerekir.' Halife 'Buna ilişkin kanıtınız nedir?' diye sordu. Dediler ki:

Çünkü yüce Allah abdestle ilgili olarak, "...ve ellerinizi dirseklere

kadar" buyurmuştur. Bu da, elin sınırının dirseklere kadar olduğunu

gösterir."

"Sonra halife, Muhammed b. Ali'ye döndü ve şöyle dedi: 'Bu

konuda sen ne dersin, ey Ebu Cafer?' Dedi ki: 'Bu zatlar, konu

hakkında konuştular, ey Emir-ül Müminin.' Halife, 'Onların dediklerini

bırak, sen ne diyorsun?' dedi. O, 'Beni bu hususta muaf tut, ey

Emir-ül Mü-minin.' dedi. Halife, 'Görüşünü belirtmen için seni Allah

adına yemine veriyorum.' diye diretince, o şöyle dedi: Madem ki,

beni Allah adına yemine veriyorsun, ben de görüşümü açıklayacağım.

Ben diyorum ki: Bu zatlar, sünnete aykırı görüşler ortaya koydular.

Çünkü elin parmakların mafsallarından kesilmesi ve avucun

bırakılması gerekir."

"Halife, 'Buna ilişkin kanıtın nedir?' diye sordu. Dedi ki:

'Resulullah'ın (s.a.a) şu sözü, 'Secde yedi organla yapılır: Yüz, iki

el, iki diz ve iki ayak.' Eğer adamın elini bilekten veya dirsekten

kesersen secde edeceği bir eli olmaz. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

'Secde yerleri Allah'ındır.' Burada secde edilirken yere konulan

bu yedi organ kastedilmiştir. 'O hâlde Allah'la beraber, bir

başkasını çagırmayın.' Dolayısıyla Allah'ın olan bir şey kesilmez.

Mu'tasım bu cevabı çok beğendi ve hırsızın elinin parmak mafsallarından

kesilmesini ve avucun bırakılmasını emretti. İbn-i Ebu

Davud dedi ki: Işte o zaman benim için kıyamet koptu ve keşke

yaşıyor olmasaydım, diye temenni ettim."

 

İbn-i Ebu Zurkan devamla şunları söyledi: İbn-i Ebu Davud dedi

ki: 'Üç gün sonra kalktım, Mu'tasım'ın yanına gittim ve dedim ki:

 

Mâide Sûresi 33-40 ............................................................. 565

 

'Emir-ül Müminin'e öğüt vermek benim için vaciptir. Bundan dolayı

cehenneme gireceğimi bilmeme rağmen kendisine bir şey söyleyeceğim.'

Mu'tasım, 'Nedir o?' diye sordu. Dedim ki: 'Emir-ül

Müminin, meclisine tebasının fukahasını ve ulemasını dinî bir meseleden

dolayı toplayıp, buna ilişkin hükmü onlara soruyor. Onlar

da konuya ilişkin görüşlerini belirtiyorlar. Mecliste Emir-ül Mümininin

oğulları, komutanları, vezirleri ve kâtipleri de hazır. Diğer insanlar

da kapı arkasından konuşulanları dinliyorlar. Sonra Emir-ül

Müminin kalkıp onca fukaha ve ulemanın sözünü bir yana bırakarak,

ümmetin bir kısmının imam olduğunu ve hilâfet makamına

daha lâyık olduğunu savunduğu bir adamın görüşünü benimsiyor,

diğerlerinin görüşlerini dikkate almıyor!' İbn-i Davud dedi ki: 'Benim

bu sözlerim üzerine Mu'tasım'ın yüzünün rengi değişti. Yaptığım

uyarının önemini kavradı ve bana, 'Allah, bu hayırlı uyarından

dolayı seni hayırla ödüllendirsin.' dedi."

"Sonra dördüncü gün, vezirlerinin kâtiplerinden birini, onu (Muhammed

b. Ali'yi) evine davet etmek üzere görevlendirdi. Adam

onu davet etti, fakat o daveti kabul etmedi ve: 'Biliyorsun ki, ben

sizin toplantılarınıza katılmam.' dedi. Adam: 'Ben seni yemeğe

davet ediyorum. Sergilerime ayak basmanı ve evime girmeni, böylece

evimi bereketlendirmeni istiyorum. Ayrıca Halifenin vezirlerinden

falan oğlu falan da seninle karşılaşmak istiyor.' dedi. Ebu

Cafer adamın evine gitti. Yemeği yiyince, zehirin acısını hissetti.

Binek hayvanının getirilmesini istedi. Ev sahibi kalmasını isteyince:

Gitmem, senin için evinde kalmamdan daha iyidir.' dedi. Ve

üzerinden o gün ve o gece geçmeden vefat etti." [c.1, s.319-320,

h:109]

 

Ben derim ki: Bu olay başka kanallardan da aktarılmıştır. Daha

önce tekrarlanan bazı rivayetler gibi bu rivayeti uzun olmasına

rağmen aktarmamızın sebebi, bazı Kur'ânî incelikleri içermesidir.

Ki ayetlerin anlaşılmasında bunlardan yararlanılabilir.

 

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Ahmed, İbn-i Cerir ve İbn-i Ebu

Hatem, Abdullah b. Ömer'den şöyle rivayet ederler: "Resulullah

 

566 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

(s.a.a) zamanında bir kadın hırsızlık yaptı. Kadının sağ eli kesildi.

Ardından kadın: 'Ya Resulullah, benim tövbem kabul olur mu?'

diye sordu. Resulullah (s.a.a)buyurdu ki: 'Evet, sen bu gün, annenden

doğduğun günkü gibi, günahından berisin.' Bunun üzerine Mâide

suresindeki şu ayet indi: Kim yaptıgı haksızlıktan sonra tövbe eder

ve durumunu düzeltirse, şüphesiz Allah rahmetiyle ona dönüp

tövbesini kabul eder. Çünkü Allah bagışlayandır,

esirgeyendir."

 

Ben derim ki: Bu rivayet, bir tür uyarlamadır. Çünkü ayetin

önceki ayetle bağlantılı olduğu ve her iki ayetinde birlikte indiği

apaçık ortadadır.