Mizân Tefsiri, Cilt:5

 

272 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

 

Mâide Sûresi 1-3 ..............................................................

 

272 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

1- Ey inananlar! (Yaptığınız) akitleri yerine getirin. Ihramlı iken

avı helâl saymamak üzere, size (haram oldukları) okunacaklar dışında

kalan dört ayaklı hayvanlar size helâl kılındı. Allah şüphesiz,

dilediği hükmü verir.

 

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 273

 

2- Ey inananlar! Ne Allah'ın işaretlerine (hac ibadetlerine), ne

haram aya, ne (işaretsiz) kurbana, ne gerdanlıklı kurbanlara ve ne

de Rablerinin lütuf ve rızasını arayarak Beyt-i Hara-m'a yönelenlere

saygısızlık etmeyin. Ihramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Sizi

Mescid-i Haram'dan alıkoyduklarından dolayı bir topluluğa olan

kininiz, sizi haddi aşmaya sürüklemesin. Iyilik ve takva üzerinde

yardımlaşın; günah ve haddi aşma üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan

korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir.

 

3- Size (şunlar) haram kılındı: Leş, kan, domuz eti, Allah'tan

başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş,

boynuzlanmış ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş

olan hayvanlar -henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç-,

dikili taşlar üzerine boğazlanan hayvanlar ve (hayvanın etini) fal

oklarıyla bölmeniz. Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün inkâr edenler,

sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın,

benden korkun. Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi

tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum. O hâlde kim,

(istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse, (bunlardan

yiyebilir; çünkü) Allah hiç şüphesiz bağışlayan ve esirgeyendir.

 

AYETLERIN AÇIKLAMASI

 

Surenin girişi ve son bölümü, ayetlerinin geneli, bu ayetlerin

kapsadığı hükümler, öğütler ve kıssalar üzerinde durup düşündüğümüz

zaman, surenin kapsamlı hedefinin verilen sözlerin tutulmasına,

ne şekilde olursa olsun hakkın gözetildiği antlaşmalara

bağlı kalınmasına, bunları çiğnemekten, gereklerine aldırış etmemekten

azami ölçüde kaçınılmasına ilişkin bir çağrı olduğunu

görürüz. Bu çağrı bağlamında, ilâhî sünnetin sakınıp iman edenlerin,

daha sonra Allah'tan korkup da ihsanda bulunanların rahmete

kavuşmaları, işlerinin kolaylaştırılması ve yüklerinin hafifletilmesi,

buna karşılık azgınlaşanların, antlaşmaları çiğneyenlerin, sözlerinin

gereklerini yerine getirmeyip akitlerinin dışına çıkanların, din-

 

274 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

de sorumluluk gerektiren misakların sınırlarını çiğneyenlerin işlerinin

zorlaştırılması ve yüklerinin ağırlaştırılması şeklinde cereyan

ettiği ifade edilmektedir.

 

Bu yüzden surenin cezaî müeyyideler ve kısasla ilgili birçok

hükmü, Mâide (Sofra) kıssası, Mesih'in dileği ve Âdem'in iki oğlunun

kıssası gibi bölümler içerdiğini, İsrailoğullarınca işlenen birçok

zulme, kendilerinden alınan sözlere ve pekiştirilmiş akitlere aykırı

hareket edişlerine işaret edildiğini görüyoruz. Yine surenin, yüce

Allah'ın birta-kım lütuflarla insanları minnet altında bıraktığını dile

getiren ayetler içerdiğini görürüz. Örneğin: Dini kemale erdirmek,

nimeti tamamlamak, iyi ve temiz şeyleri helâl kılmak, onlara güçlük

ve zorluk çıkarmayı dilemeksizin insanları arındıracak yasalar

koymak gibi.

 

İşte bu tür uyarılar, surenin iniş zamanının atmosferiyle uygun

ve onunla örtüşmektedir. Çünkü nakil ehli, yani tarihçiler ve

muhaddİsler arasında, bu surenin Resulullah'a (s.a.a), hayatının

sonlarında inen en son uzun sure olduğu hususunda herhangi bir

ihtilaf yoktur. Gerek Sünnî ve gerekse Şiî rivayetlerde bu surenin

mensuh olmayıp nasih olduğu belirtilir. Dolayısıyla Allah'ın kullarından

almış olduğu sözlere bağlılığın tavsiye edilmesi ve akitlerinin

sağlam tutulmasının istenmesi, surenin bu özelliğine uygun

düşmektedir.

 

"Ey inananlar! (Yaptığınız) akitleri yerine getirin." Ayetin orijinalinde

geçen "ukûd" kelimesi, "akd" kelimesinin çoğuludur. Iki şeyden

birini diğerine ayrılması zor olacak şekilde bağlama, düğümleme

demektir. Bir ipi ya da bir halatı başka bir ipe veya halata bağlama

gibi. Bu, iki şeyden birinin diğerinden ayrılmamasını, ondan kopmamasını

gerektirir.

 

Bu ifade, Araplar arasında, önceleri somut olgularla ilgili olarak

kullanılırdı. Daha sonra istiare yöntemiyle, soyut olguları da

kapsayacak şekilde genelleştirildi. Söz gelimi alış veriş, kiralama

vb. gibi günlük işlemlerle ilgili antlaşmalar ve yine her türlü antlaşma

ve sözleşmeler de bu kavramla ifade edilir oldu. Bu kavra-

 

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 275

 

mın söz konusu soyut olgular için kullanılması, "düğümlemek ve

bağlamak" anlamının gereği olan "ayrılmazlık ve kopmazlık" niteliğinin

bu tür olgularda mevcut olmasından kaynaklanmıştır.

Akit (sözleşme, ahitleşme), Allah'ın kullarından aldığı tüm dinsel

misakları karşılayan bir ifadedir. Tevhit ve diğer temel öğretileri,

kulluk kastıyla yapılması gereken amelleri, ilk defa konulan yasaları

ya da sürdürülmesi öngörülen kuralları ve bu kapsamda insanlar

arasında yapılan muamele ve diğer akitleri, kısacası dinde

temel (rükün) olan ve temel olmayan bütün prensip ve parçaları

bu kapsamda değerlendirmek mümkündür. Diğer taraftan ayette,

"el-ukûd" kelimesi, yani başında "el" takısı bulunan çoğul bir kelime

kullanılmıştır. Bundan dolayı, ayette geçen akitler ifadesinin

akit denebilecek her şeyi kapsayacak genellikte algılanması daha

uygundur.

Dolayısıyla bazı tefsir bilginlerinin konuya ilişkin birtakım yorumları

da dayanaksızdır. Bunlardan bazıları diyorlar ki: Ayette geçen

"akitler"den maksat, insanların aralarında gerçekleştirdikleri

alış veriş, nikâh ve ahitleşme gibi karşılıklı antlaşmalar ya da insanın

kendi üzerinde taahhüt ettiği yemin gibi akitlerdir.

Diğer bazıları da şu değerlendirmede bulunmuşlardır: Bundan

maksat, cahiliye halkının kendilerine kötülük yapmak isteyenlere

ya da saldırıda bulunanlara karşı birbirlerine yardım etmek, destek

olmak üzere karşılıklı olarak verdikleri sözler ve ahitleşmelerdir.

Bu, işte cahi-liye döneminde yaygın bir ittifak türü olan kabileler

arasında yapılan "hilf" antlaşmasıdır.

Diğer bazı müfessirlerin değerlendirmeleri ise şöyledir: Burada,

Ehlikitap'tan Tevrat ve Incil'in içeriğine göre amel etmeleri hususunda

alınan misaklar kastedilmiştir.

Bu yorumların hiçbirini destekleyecek bir kanıtı, ifadenin lafzından

algılamak mümkün değildir. Ayrıca başında "el" takısı bulunan

çoğul kipinin ifade ettiği anlam [genellik] ve örf açısından

"akit" kavramının her türlü akdi ve hükmü kapsaması, bu değerlendirmelerle

uyuşmaz. Bu yüzden akdin anlamını yukarıdaki de-

 

276 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

ğerlendirmelerle sınırlı tutmak yanlıştır. En doğru olanı, kavramın

genel tutulmasıdır.

 

AKDIN ANLAMI ÜZERINE

 

"Akitleri yerine getirin." ifadesinin zahirinden de anlaşılacağı

gibi, Kur'ân akitlere uymayı emretmektedir. Ifade, zahiri itibariyle

geneldir ve geleneksel olarak akit denilebilecek ve yerine getirilmesi

söz konusu olabilecek her muameleyi kapsar. Akit, bu kavramın

sözlük anlamını temsil eden her türlü eylem ve söze denir.

Sözlükte, bir şeyin diğer bir şeye yapışıp ayrılmayacak şekilde bir

çeşit bağlanması anlamına gelir.

Satış muamelesini buna örnek gösterebiliriz. Çünkü bu akit

satılan şeyi satın alana mülk olmak suretiyle bağlar. Artık satın

alan satın alınan şey üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir.

Satış işleminden sonra satıcının satılan şey üzerinde ne sahipliği,

ne de tasarruf yetkisi söz konusudur. Kadını erkeğe bağlayan nikâh

akdini de buna örnek gösterebiliriz. Bu akdin gerçekleşmesinden

sonra erkek nikâh bağı uyarınca kadından yararlanır. Kadın

bundan sonra, akit yaptığı kişiden başkasını kendinden

yararlandıramaz. Ahd=söz verme de bunun gibidir. Söz veren kişi,

üzerine aldığı sözle ilgili olarak söz verilen şahıs için kendi üzerinde

bir hak doğurur ve üzerine aldığı sözü çiğneme hakkına sahip

değildir.

 

Kur'ân bütün anlamlarıyla bütün akitlerin ve sözlerin tutulmasını,

her anlamıyla, her türüyle ve her objesiyle yerine getirilmesini

vurgulamıştır; büyük önem vermiştir. Antlaşmalarını çiğneyenleri

sert bir dille yermiş, onları sert bir şekilde tehdit etmiştir. Buna

karşılık, burada sıralama gereğini duymadığımız birçok ayette, söz

verdiklerinde ahitlerini yerine getirenleri ve ahitlerini tutanları övmüştür.

Konuyla ilgili ayetlerin ifade tarzları ve konunun doğal bir akıcılıkla

sunulması, insanların fıtrî akıllarıyla bunu kavrayabilecekleri-

 

Mâide Sûresi 1-3 .......................................................... 277

 

ni göstermektedir. Ki öyledir de.

Bunun nedeni şudur: Söz verme ve sözünü tutma, insanın yaşamı

boyunca onsuz edemeyeceği bir realitedir. Bu hususta birey

ve toplum arasında herhangi bir fark yoktur. Insanın toplumsal hayatı

üzerinde düşündüğümüz zaman, istifade ettiğimiz bütün meziyetlerin

ve güvenip dayandığımız bütün toplumsal hakların genel

toplumsal sözleşme, akitleşme esasına ve bu genel sözleşmeden

kaynaklanan ayrıntı nitelikli sözleşmeler esasına dayandığını görürüz.

Bizler topluma kendi üzerimizde bir hak verirsek veya kendimiz

toplum üzerinde bir hakka sahip olursak, bu, ancak sözlü olmasa

bile pratik bir akdin gereği olabilir. Sözlü ifade, açıklamaya

gerek duyulan yerde devreye girer. Bir insanın güç veya otorite sahibi

olması ya da zorbalık yapması yahut bir mazeretinin bulunması

durumunda, kendi serbest iradesiyle gerçekleştirdiği bu akdi

bozabilmesi ve çiğnemesi doğru olursa, onun akdini çiğnemesiyle

birlikte ilk önce zarar gören şey, sosyal adalet olacaktır. Fakat

sömürü ve emeğin çalınması karşısında insanın tek sığınağı da

sosyal adalet ilkesidir.

 

Bundan dolayıdır ki, yüce Allah verilen sözlerin tutulmasını,

yapılan akitlerin yerine getirilmesini ısrarla vurgulamıştır. Nitekim

bir ayette şöyle buyurmuştur: "Ahdi yerine getirin, çünkü ahitten

sorulacaktır." (Isrâ, 34) Bu ayet, ahde vefayı öven ve verilen sözden

dönmeyi (ahde vefasızlık etmeyi) yeren ayetlerin genelinde olduğu

gibi, bir bireyin diğer bir bireye verdiği sözü kapsadığı gibi, uluslar

ve ümmetler arası sözleşmeleri de kapsar. Hatta dinsel açıdan

toplumsal sözleşmelere uymak, bireysel sözleşmelere göre daha

önemlidir. Çünkü toplumsal sözleşmenin yerine getirilmesi ile gerçekleşen

adalet daha kuşatıcı ve eksiksiz, böyle bir sözleşmenin

çiğnenmesinin doğurduğu felâket daha genel ve yıkıcı olur.

Bu yüzden Kur'ân-ı Kerim, göze gelmeyen en ufak ve çiğnenmesi

en kolay bir düzeyde olan ahitlerde bile son derece açık ve

kesin bir ifadeyle ahitlerin çiğnenmemesini emretmiş, bu tarz tutumları

yasaklamıştır:

 

278 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

"(Bu,) Allah ve Elçisinden, antlaşma yaptıgınız müşriklere uzaklaşma

(ihtarı)dır. Dört ay daha yeryüzünde dolaşın, bilin ki siz,

Allah'ı aciz bırakamazsınız ve Allah, kâfirleri rezil edecektir! En

büyük hac günü, Allah ve Elçisinden insanlara bir duyurudur: Allah

ve Elçisi puta tapanlardan uzaktır. Eger tövbe ederseniz bu

sizin için daha iyidir. Ve eger dönerseniz bilin ki siz Allah'ı aciz bırakacak

degilsiniz! Kâfirleri acı bir azap ile müjdele. Ancak antlaşma

yaptıgınız müşriklerden, antlaşma şartlarından hiçbir şeyi

size eksik bırakmayan ve size karşı hiç kimseye arka çıkmayanlar

bu hükmün dışındadırlar. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye

kadar tamamlayın. Çünkü Allah sakınanları sever. Haram

aylar çıkınca, Allah'a ortak koşanları nerede bulursanız öldürün,

onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde oturup onları

bekleyin..." (Tevbe, 1-5)

Bu ayetler, akışlarından da anlaşılacağı gibi Mekke'nin fethinden

sonra inmişlerdir. Allah müşrikleri alçaltmış, güçlerini yok etmiş,

otoritelerini ortadan kaldırmıştı. Bu arada Müslümanları egemen

oldukları ve ele geçirdikleri toprakları şirk pİsliğinden temizlemeye

teşvik ediyor. Iman etmeleri durumu dışında, hiçbir

kayda ve şarta bağlı olmaksızın müşriklerin kanlarını dökebileceklerini

dile getiriyor. Buna rağmen müşriklerden bir grubu bunun dışında

tutuyor. Bunlar, Müslümanlarla aralarında antlaşma ve

saldırmazlık sözleşmesi bulunan kimselerdir. Zayıf ve zelil düştüler

diye Müslümanların bunlara kötülük et-melerine izin vermiyor. Onların

caydırıcı ve savunucu bir güçleri yok-tur diye Müslümanlar onlara

zarar verici davranışlar içine giremezler. Bütün bunlar, ahitlerin

dokunulmazlığını koruma ve takvayı güçlendirme amaçlı önlemlerdir.

Kuşkusuz, karşı taraf yaptığı akdi bozarsa, Müslümanlar da bu

akitlerini bozar ve uğradıkları saldırıya mİsliyle karşılık verirler. Nitekim

yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Ortak koşanların, Allah'ın yanında ve elçisinin yanında nasıl

antlaşması olabilir? Ancak Mescid-i Haram'da antlaştıklarınız

 

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................... 279

 

hariç. Onlar size dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranın.

Çünkü Allah (ahdi bozmaktan) sakınanları sever... Bir mümine

karşı ne and, ne de antlaşma gözetmezler. Işte saldırganlar

onlardır. Eger tövbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse,

dinde sizin kardeşlerinizdirler. Biz bilen bir kavme ayetleri böyle

açıklıyoruz. Eger antlaşma yaptıktan sonra antlarını bozarlar ve

dininize dil uzatırlarsa, o küfür önderleriyle savaşın. Çünkü onların

antları yoktur, belki vazgeçerler." (Tevbe, 7-12)

"Kim size saldırırsa, onun size saldırdıgı kadar siz de ona

saldırın ve Allah'tan korkun..." (Bakara, 194) "Sizi Mescid-i Haram'-

dan alıkoyduklarından dolayı bir topluma olan kininiz sizi haddi

aşmaya sürüklemesin. Iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın; günah

ve haddi aşma üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan korkun."

(Mâide, 2)

İşin özü şudur: İslâm'a göre ahdi gözetmek, gereğini yapmak

her zaman için bir zorunluluktur. Karşılıklı sözler verildikten sonra

bu ahdin taraflardan birine zarar veya yarar sağlıyor olması bir şey

değiştirmez. Çünkü ilişkilerde sosyal adaleti gözetmek, özel ya da

kişisel çıkarları gözetmekten daha geçerli ve daha zorunludur. Fakat

ahitleşen taraflardan birinin tek taraflı olarak antlaşmayı

bozması başka. Bu durumda diğer tarafın da antlaşmayı bozması,

uğradığı saldırıya mİsliyle karşılık vermesi kaçınılmazdır. Böyle

yapması zillete, tutsaklaştırılmaya ve yersiz büyüklenmeye karşı

bir başkaldırıdır. Ki dinî hareketin hedefi, özgürlük hareketini destekleyip

zorbalığı bertaraf etmektir.

 

Andolsun ki bu husus, İslâm dininin insanları öz yaratılışlarının

gerektirdiği hükme uygun davranmaya yöneltme bağlamında ve

yine toplumsal hayatın ancak onun uygulanışıyla düzene girdiği

zulmün, sömürünün ve emek istismarının ortadan kaldırılmasının

bağlı olduğu sosyal adaletin korunması bağlamında getirmiş olduğu

yüce öğretilerden ve temel ilkelerden biridir. Kur'ân-ı Kerim,

bu gereği açık bir dille vurgulamış ve Hz. Peygamber (s.a.a) de bunun

kusursuz uygulayıcısı olmuştur. Konu Kur'ân eksenli olmasay-

 

280 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

dı, Peygamberimizin (ona en üstün salat ve selam olsun) hayatında

yaşanan olayların bir kısmını örnek olarak sunacaktık.

Okuyucuların siyer kitaplarına ve Peygamberimizin (s.a.a) hayatına

ilişkin eserlere müracaat etmesini salık veririz.

Antlaşmalara bağlılık hususunda İslâm'ın fiilî uygulaması ile

uygar ya da geri kalmış ulusların uygulamalarını karşılaştırır, özellikle

her gün tanık olduğumuz ve duyduğumuz güçlü uluslarla zayıf

uluslar arasında gerçekleştirilen antlaşmaları, kurulan ilişkileri,

güçlü ulusların kendi lehlerine, devletlerinin çıkarına uygun olanları

korumada gösterdikleri duyarlılığı, buna karşın çıkarlarına uygun

olmayan antlaşmaları da sudan bahanelerle tek taraflı olarak feshettiklerini

göz önünde bulundurursak, bu iki uygulamanın hakkı

gözetme, hakkın hizmetinde olma açısından taşıdıkları farkı iyice

anlarız.

 

İslâm'a bu, sözde uygar uluslara da o tavır yakışır. Çünkü ortada

iki mantık vardır. Mantıklardan biri diyor ki: "Her ne şekilde olursa

olsun, hakkı gözetmek gerekir. Hakkın gözetilmesi toplumun

yararınadır." Diğer mantık ise diyor ki: "Hangi yöntemle olursa olsun,

hakkın zedelenmesi pahasına bile olsa, ulusun çıkarlarını gözetmek

gerekir." Bunların ilki dinin [İslâm'ın] mantığıdır. Ikincisi

ise, diktatörlük, demokrasi, sosyalizm, komünizm gibi ilkel veya

uygar toplumsal ideolojilerin mantığıdır.

Şunu da biliyoruz ki, İslâm bu kararlılığı salt kavramsal olarak

ahit sayılan muameleler için göstermez. Bilâkis bu hükmünü herhangi

bir şeye dayanak oluşturan her olguyu kapsayacak şekilde

genelleştirir ve gözetilmesini tavsiye eder. Bu konunun devamı sayılabilecek

bazı açıklamaları, inşallah konunun akışı içinde sunacağız.

 

 

"İhramlı iken avı helâl saymamak üzere, size (haram oldukları) okunacaklar

dışında kalan dört ayaklı hayvanlar size helâl kılındı..." Ayetin

orijinalinde geçen "uhillet" fiilinin mas-tarı olan "el-ihlâl", bir

şeyi helâl kılma, mubah ve serbest bırakma demektir. Ayetin oriji-

 

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 281

 

nalinde geçen "behîme" kelimesi de, Mecma-ul Beyan tefsirinde

belirtildiği gibi, karada ve denizde yaşayan bütün dört ayaklı hayvanlar

için kullanılan bir isimdir. Buna göre "behîme" kelimesinin

"en'âm" kelimesine izafe edilişi, bir türün kendi cinsinden gruplara

izafe edilişine benzer. [Yani izafe, "min" edatı anlamına gelir.]

"Nev'ul insan=insan türü" ve "cins-ul hayvan=hayvan cinsi" deyişimiz

gibi. Bir görüşe göre, "behîme" dört ayaklı hayvanın cenini için

kullanılan bir kelimedir. Bu durumda [özgü olmayı ifade eden]

"lam" anlamında bir izafe söz konusudur [yani, sadece dört ayaklı

hayvanların cenini helâl kılınmıştır].

Her hâlükârda, "...hayvanlar size helâl kılındı." ifadesiyle sekiz

çift hayvan türünün, yani etlerinin yenmesinin helâl kılındığı kastediliyor.

"Size haram oldukları okunacaklar dışında" ifadesiyle

de üçüncü ayetin, yani "Size şunlar haram kılındı: Leş, kan, domuz

eti, Allah'tan başkası adına bogazlanan..." ifadesinin içeriğine

işaret ediliyor.

"Ihramlı iken avı helâl saymamak üzere..." ifadesi, "size helâl

kılındı." cümlesindeki ikinci çoğul şahıs zamirinden hâl konumundadır.

Bundan çıkan sonuç; helâl olduğu belirtilen bu hayvanların,

ihramlıyken avlanmalarının haram olduğudur. Geyik, yabanî sığır

ve yaban eşeği gibi. Bazılarına göre, bu ifade "baglı kalın..." sözünden,

diğer bazılarına göre de, "size okunacak..." ifadesindeki

ikinci çoğul şahıstan hâldır. Ayetin orijinalinde geçen "sayd" kelimesi

mef'ul anlamında ["avlanmış" anlamında] mastardır. "Hurum"

kelimesi "haram"ın çoğuludur ve ism-i fail, yani "ihramlı" anlamına

gelir.

 

"Ey inananlar! Ne Allah'ın işaretlerine [hac ibadetlerine], ne haram

aya, ne kurbana, ne gerdanlıklı kurbanlara ve ne de Rablerinin lütuf ve

rızasını arayarak Beyt-i Haram'a yönelenlere saygısızlık etmeyin." Hitap

yeniden müminlere yöneltiliyor ve yüce Allah'ın

dokunulmazlığını belirttiği şiarlara ve hususlara azami özenin gösterilmesi,

en üst düzeyde saygının sunulması isteniyor.

İfadede geçen "la tuhillû=saygısızlık etmeyin" fiilinin mastarı

 

282 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

olan "ihlâl" sözcüğü, "mubah sayma" anlamına gelir. Bu ise, olduğu

makamı ve saygın konumu dikkate almamayı gerektirir. Bu anlam,

ifadenin izafe edildiği cümle ile birlikte değerlendirilmesi hâlinde

belirginlik kazanır. Şu hâlde Allah'ın şiarlarını mubah saymak;

onlara saygı göstermemek, onları terk etmek demektir. Haram

ayı mubah saymaksa, dokunulmazlığına riayet etmemek ve

onda savaşmak... anlamına gelir.

 

"Şeâir" sözcüğü "şeîre"nin çoğuludur ve işaret, alamet anlamına

gelir. Bununla Hacca özgü sembol ve ibadetlerin kastedildiği

söylenebilir. Haram aydan maksat ise, yüce Allah'ın, Kamerî yılından

saygın kıldığı belirli aylardır. Onlar şu aylardır: Muharrem, recep,

zilkade ve zilhicce. "el-Hedyu" hacda kurban edilmek üzere

götürülen koyun, sığır ve deve demektir. "el-Kalâid" sözcüğü

"kalade"nin çoğuludur. Bununla kurbanlık hayvanın boynuna takılan

nal vb. gerdanlıklar kastedilmiştir ki, bu hayvanın hac için gönderilen

bir kurban olduğu bilinsin ve ona zarar verilmesin.

Ayette geçen "âmmîne" kelimesi, "âmm" kelimesinin çoğuludur.

Bu da "emme / yeummu=yöneldi, kastetti" fiilinin ism-i failidir.

Bu-nunla, Beyt-i Haram'ı ziyaret etmeye yönelenler kastediliyor.

"lütuf ve rızasını arayarak..." ifadesi, "yönelenler"den hâldir.

Lütuftan maksat ise, mal veya malî kazançtır. Nitekim şu ayette,

kelime bu anlamda kullanılmıştır: "Bunun üzerine, kendilerine

hiçbir kötülük dokunmadan Allah'ın nimet ve keremiyle geri

döndüler." (Âl-i Imrân, 174) [Bu ayette mealini "kerem" olarak aldığımız

"fazl"dan maksat, mal veya malî kazançtır.] Buna benzer

başka ayetler de vardır. Veya ahiret sevabı kastedilmiştir. Hem

dünyevî malı, hem de uhrevî ecri kapsaması da mümkündür.

Ayette geçen "şeâir" ve "kalâid" gibi kelimeler hakkında değişik

yorumlar ileri sürülmüştür. Ancak bizim yaptığımız açıklama,

ayetin akışına daha uygundur. Dolayısıyla değişik yorumların ayrıntılarına

dalmanın bir faydası yoktur.

 

"İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz." Bu, yasaktan sonra

gündeme gelen bir emirdir. Dolayısıyla, yasak sonrası serbestlik-

 

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 283

 

ten öte bir anlam ifade etmez. [Ayette geçen "haleltum", "hall"

kökündendir.] Gerek "hall" ve gerekse [if'âl kalıbına uyarlanmış türevi

olan] "ihlâl" (yani, mücerred ve mezid) aynı anlamı ifade ederler;

ihramdan çıkışı yani.

 

"Sizi Mescid-i Haram'dan alıkoyduklarından dolayı bir topluluğa olan

kininiz, sizi haddi aşmaya sürüklemesin." Araplar, "Ceremehu /

yecrimuhu" derler ve bununla "ona yükledi." anla-mını kastederler.

Günah işleyen insanın yüklendiği vebale de "cerîme" denilmesi bu

yüzdendir. Malî ve benzeri cezalar da, suçluya yüklenmesi açısından

"cerîme" olarak isimlendirilir. Ragıp el-Isfahanî, kelime-nin asıl

anlamının "kesmek" olduğunu söylemiştir.

Ayetin orijinalinde geçen "şeneân" ise, düşmanlık ve kin anlamına

gelir. "Sizi engelledikleri için" anlamına gelen "en

seddûkum" cümlesi, ayette geçen "şeneân=kin, düşmanlık" sözcüğünden

bedel veya atf-ı beyandır. Ayetin anlamının özü şudur:

Sizi Mescid-i Haram'ı ziyaret etmekten alıkoyan bir topluluğa karşı

beslediğiniz kin, Allah'ın sizi onlara karşı üstün hâle getirmesinden

sonra, sizi saldırganlığa sürüklemesin.

 

"İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın; günah ve haddi aşma üzerinde

yardımlaşmayın." Bu ifadenin anlamı açıktır. Bu anlam, İslâm'ın

insanlar arası ilişkiler için öngördüğü yasanın esasını oluşturur.

Yüce Allah Kur'ân'da "birr=iyilik" kavramını ibadetlerde ve muamelelerde

"iman ve ihsan" şeklinde açıklamıştır: "Asıl iyilik (birr) o

kimsedir ki, Allah'a ve ahiret gününe... inandı." (Bakara, 177) Buna

ilişkin değerlendirmelerimizi sunmuştuk. Takva ise, Allah'ın emir

ve yasaklarını gözetmek demektir.

 

Dolayısıyla, iyilik ve takvada yardımlaşmak, Allah'tan korkma

(takva) esasına dayalı olarak iman ve salih ameller üzerinde birleşmek

demek olur. Sosyal İslah ve takva yani. Bunun karşıt tablosu

ise, günah ve haddi aşma üzere yardımlaşmaktır. Günahtan

kasıt, mutlu bir hayat açısından geriletici bir etken olan kötü ameldir.

Haddi aşmaktan, gerçek insan haklarına saldırı kastediliyor.

İnsanların can, ırz ve mal güvenliklerini ortadan kaldırmak ya-

 

284 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

ni. Daha önce, "Ey inananlar! Sabredin; (düşman karşısında) topluca

sebat gösterin; sürekli (ilişki içinde ve) hazırlıklı olun." (Âl-i

Imrân, 200) ayetini kitabımızın 4. cildinde tefsir ederken konuya bir

parça açıklık getirdik.

Ardından yüce Allah günah ve haddi aşmakta yardımlaşmaya

ilişkin yasağı şu ifadelerle pekiştiriyor: "Allah'tan korkun. Çünkü

Allah'ın azabı çetindir." Bu, gerçekte tekit üzerine tekit ve vurgu

üzerine vurgudur.

 

"Size (şunlar) haram kılındı: Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası

adına boğazlanan..." Bu dört madde, bu sureden önce inen En'âm

ve Nahl gibi Mekke inişli surelerde ve Bakara suresi gibi Medine'-

de inen ilk uzun surede zikredilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"De ki: Bana vahy olunanda, yiyen kimse için haram kılınmış

bir şey bulamıyorum. Ancak leş yahut akıtılmış kan yahut domuz

eti -ki pistir- ya da Allah'tan başkası adına bogazlanmış bir fısk

olursa başka. Ama başkasına zarar vermeden ve sınırı aşmadan

kim bunlardan yemek zorunda kalırsa, bilsin ki Rabbin bagışlayandır

ve esirgeyendir." (En'âm, 145)

"Allah size leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesileni

kesin olarak haram kıldı. Ama kim zulmetmeden ve sınırı

aşmadan mecbur kalırsa, ona bir günah yoktur. Çünkü Allah bagışlayandır,

esirgeyendir." (Bakara, 173) [Aynı içerik az bir farkla

Nahl suresinin 115. ayetinde de vurgulanmıştır.]

Görüldüğü gibi ayetler, tefsirini sunduğumuz ayetin baş tarafında

haram olduğu zikredilen dört maddenin haramlığını ortaya

koymaktadır ve ayetin sonunda yer alan istisna cümlesi açısından

da bu ayetle benzerlik oluşturmaktadır: "O hâlde kim, (istekle)

günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse, (bunlardan yiyebilir;

çünkü) hiç şüphesiz Allah bagışlayan ve esirgeyendir." Dolayısıyla

Mâide suresinin bu ayeti, diğer ayetlerle ortak anlamları

açısından söz konusu ayetleri destekleyici bir nitelik arz etmektir.

Daha doğrusu bunlara, özellikle leş, kan ve domuz etine ilişkin

yasak, Mekke inişli En'âm ve Nahl surelerinin inişinden daha önce

 

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 285

 

hükme bağlanmıştır, yasalaştırılmıştır. Çünkü En'âm suresindeki

ilgili ayet, üç maddenin veya sadece domuz etinin yasaklanışını

"rics" (pis-necis) oluşlarıyla gerekçelendiriyor. Bu da pis-necis (rics)

şeyleri yemenin haram olduğuna delâlet eder. Oysa yüce Allah

bisetin ilk dönemlerinde nazil olan "Müddessir" suresinde şöyle

buyuruyor: "Pİslikten kaçın." (Müddessir, 5)

Aynı şekilde ayette: "bogulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş,

boynuzlanmış ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş

olan hayvanlar." şeklinde sıralanan durumların tümü leş hükmündedir.

Bunun kanıtı da, "kestikleriniz hariç" ifadesidir. Ayette bu

şekilde özel olarak zikredilmeleri, leş kavramının kapsamına girmeyi

gerektiren durumları açıklama amacına yöneliktir. Dolaysıyla,

ayet yeni bir yasamaya gitmeden yenilmesi yasak olan şeylere

daha fazla bir açılım getirmiştir.

Yine ayette, "dikili taşlar üzerine bogazlanan hayvanlar ve fal

oklarıyla bölmeniz. Bunlar yoldan çıkmaktır." şeklinde sıralanan

hususlar, ilk kez bu surede zikredilmelerine karşın, yüce Allah bunların

veya ikincisinin -en zayıf ihtimal olmasına rağmen- haram kılınışını,

fısk (yoldan çıkma) olmalarıyla gerekçelendiriyor. Fısk ise

En'âm suresindeki ilgili ayette haram kılınmıştır. Ayrıca, "(istekle)

günaha yönelmeden" ifadesi ayette zikredilen hususların haram

kılınışlarının dayanağının onların günah olmaları olduğuna delâlet

etmektedir. Bakara suresinde ise günahın haram kılındığı belirtilmiştir.

Ayrıca yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Günahın açıgını da

gizlisini de bırakın!" (En'âm, 120) "De ki: Rabbim, ancak fuhuşları,

gerek açıgını, gerek kapalısını ve [ismi yani] günahı... haram etmiştir."

(A'râf, 33)

Dolayısıyla açıkça anlaşılıyor ki, tefsirini sunduğumuz ayetin

haram kılınan maddeler bağlamında saydığı şeyler, yeni bir eklemede

bulunmuyor, sadece Mekke ve Medine inişli ayetlerde haram

oldukları belirtilen etler ve yiyecekler sıralanıyor.

 

"Boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı

hayvan tarafından parçalanarak ölmüş olan hayvanlar -henüz canları

 

286 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

çıkmadan kestikleriniz hariç-." Ayetin Arapça metninde geçen

"munhanika" kelimesi, boğularak ölen hayvan demektir. Hayvanın,

kendiliğinden veya bir dış etken tarafından bilinçli olarak boğulması

arasında fark yoktur. Aynı şekilde bunun hangi aletle yapılmış

olması da durumu değiştirmez. Örneğin, nefes almasını önleyecek

şekilde bir iple boynunun sıkılması ya da başının iki tahta

arasında sıkıştırılması gibi. Nitekim bu ve benzeri uygulamalar

cahiliye Arapları arasında oldukça yaygındı.

"Mevkûze" kelimesi, 'ölünceye kadar dövülen hayvan' demektir.

"Mutereddiye" ise, 'bir dağ uçurumu veya bir kuyu gibi yukarıdan

düşerek ölen hayvan' anlamına gelir.

"Natîha" da, 'bir başka hayvan tarafından boynuzlanarak öldürülen

hayvan' için kullanılan bir ifadedir. "Mâ ekele's-sebuu=yırtıcı

hayvanın yediği"nden maksat, yırtıcı bir hayvan tarafından eti yenen

hayvandır. Çünkü "yeme" fiili tamamı yenilen şeyle ilintili olarak

kullanıldığı gibi, bir kısmı yenilen şeyle ilintili olarak da kullanılır.

Yırtıcı hayvan ifadesiyle de arslan, kurt ve kaplan gibi yırtıcı

hayvanlar kastedilmiştir.

 

"Henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç" ifadesi, yukarıda

sayılanlar içinde boğazlanacak durumda olanların istisna tutulması

amacına yöneliktir. Bununla da boyundaki dört damarın kesilmesi

kas-tedilmiştir. Ancak bunun için, söz konusu hayvanda kuyruğun

hareket etmesi veya nefes alış verişi gibi canlılık belirtilerinin

olması gerekir. Söylediğimiz gibi istisna, sayılan hayvanların içinde

kesilmeye elverişli olanların tümüyle ilintilidir. Istisnayı sadece

sonuncusuyla ilinti-lendirmenin kanıtı yoktur.

Ayette "boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış,

yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş" şeklinde sıralanan

durumların tümü, "leş" kavramına giren hususlardır; onun

nesnel karşılıklarıdır. Söz gelimi, yukarıdan düşmüş veya boynuzlanmış

hayvanlar, düşmenin ve boynuzlanmanın sonucu ölmeleri

durumunda haram olurlar. Bunun kanıtı da "kestikleriniz hariç."

ifadesidir. Şurası bir gerçektir ki, adı geçen hayvanlar canlı olduk-

 

Mâide Sûresi 1-3 ......................................................... 287

 

ları sürece yenmezler. Ancak can verdikten sonra yenilirler. Bu da

ya boğazlanma sonucu gerçekleşmiş bir ölümdür ya da değildir.

Yüce Allah boğazlanma durumunu istisna ettiğine göre, haram

olma durumu için, söz konusu hayvanların boğazlanmaksızın yukarıdan

düşme veya boynuzlanma sonucu ölmeleri kalıyor.

Örneğin bir koyun bir kuyuya düşse, sonra oradan sağ salim

olarak çıkarılsa, koyun kısa bir süre yaşadıktan sonra kendiliğinden

veya boğazlanma sonucu ölse, ona "yukarıdan düşmüş"

denmez. Bunun kanıtı da ayetin akışıdır. Çünkü ayette sayılan

hayvanların tümünün söz konusu durumlarda ölmüş olmaları esas

alınmıştır. Ölümleri de boğulma, vurulma, yukarıdan düşme ve

boynuzlanma gibi niteliklere isnat edilmiştir.

Leş kavramının somut karşılıkları kapsamında özellikle bu hususların

zikredilmesinin nedeni, bazı zihinlerde belirebilecek bir

vehmi ortadan kaldırmaktır. Böyle bir vehim de bunların nadiren

karşılaşılan durumlar olmalarından ötürü leş olmadıkları sanısına

dayandırılır. Çünkü zihin, bir kavramın yaygın karşılığını esas almaya

yatkındır. O da bir hastalıktan veya sürpriz olmayan bir başka

nedenden hayvanın ölmesidir. Bu yüzden yüce Allah, karışıklığı

ortadan kaldırmak ve haramlığa açıklık getirmek amacıyla leş

kavramının bu az rastlanan karşılıklarını birer birer saymıştır.

"Dikili taşlar üzerine boğazlanan" Ragıp el-Isfahanî, el-Müfredat

adlı eserinde şöyle der: Nasb, dik duracak şekilde koymak demektir.

Mızrak, bina veya taş dikmek gibi. en-Nasib, bir şeyin üzerine

konulan taş demektir. Çoğulu, "nasaib" ve "nusub"dur. Arapların,

taptıkları ve üzerlerinde kurbanlarını kestikleri bu tür dikili taşları

vardı. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onlar dikilenlere dogru koşar

gibidirler." [Meâric, 43] Ve yine şöyle buyurmuştur: "Dikili taşlar

üzerine bogazlanan..." [Mâide, 3] Bu kelimenin çoğulu olarak "elensab"

kelimesi de kullanılır. Nitekim şu ayette bu anlam şu kelimeyle

ifade edilmiştir: "...dikili taşlar, şans okları..." [Mâide, 90]

"en-Nusb" ve "en-nasab" kelimeleri, yorgunluktan bitkin düşmek

demektir..." [el-Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.]

 

288 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Şu hâlde dikili taşlar üzerinde kesilen hayvanların etlerinin haram

kılınmasından maksat, bu hususla ilgili cahiliye geleneğinin

sürdürülmesinin önlenmesidir. Çünkü cahiliye döneminde Araplar,

Kâbe'nin etrafında birtakım taşlar dikmiş, bunları kutsuyor ve üzerlerinde

hayvanlarını kesiyorlardı. Bu, bir putperestlik geleneği

idi.

 

"Fal oklarıyla bölmeniz" Ayette geçen "el-ezlam" kelimesi, 'fal

okları' demektir. Fal oklarıyla bölmek, devenin -veya başka bir

hayvanın- ok çekimi sonucu paylaşılması, kimin pay alacağının ve

kimin almayacağının ve aynı zamanda değişik payların oklarla belirlenmesi

demektir ki bu, kumardır. Tefsirimizin ikinci cildinde,

"Sana içkiyi ve kumarı sorarlar." (Bakara, 219) ayetini tefsir ederken

konuya açıklık getirdik.

Ragıp el-Isfahanî der ki: el-Kasm, pay belirleme, taksim etme

demektir. "Kasemtu keza kasmen ve kısmeten=falan şeyi taksim

ettim" derler. Miras ve ganimet taksimi, hak sahiplerine paylarının

verilmesidir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Her kapıya onlardan bir

bölüm ayrılmıştır." [Hicr, 44] "Onlara suyun aralarında paylaştırılacagını

haber ver." [Kamer, 28] "Istaksamtuhu" yani taksim etmesini

istedim. Ancak bu kalıp zamanla "kaseme=taksim etme" anlamında

kullanılmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Fal

oklarıyla bölmeniz..." [el-Müfredat'tan alınan alıntı burada sonra

erdi.]

 

"İstakseme" kalıbının "kaseme" anlamında olması, nesnel

karşılığın uyuşması açısından söz konusudur. Yoksa gerçekte bu

kalıbın ifade ettiği anlam, bu tür bir fiilin aletleri olarak kabul edilen

oklarla paylamak istemektir. Çünkü bu aleti kullanmak, o alete

terettüp eden fiilin gerçekleşmesini istemek demektir. Böylece

"istif'al" kalıbının anlamsal kapsamına girmiş olur. Şu hâlde, ayetin

akışı içinde yasaklanan fal oklarıyla bölmekten maksat, deve

ve benzeri bir hayvan üzerine ok çekerek etinden pay almaktır.

Bazı tefsir bilginleri ise, "fal oklarıyla bölmeniz" ifadesinin, yapılmak

istenen bir fiilin hayır mı, şer mi; yararlı mı, zararlı mı

olduğunun fal oklarını çekmek suretiyle belirlemeye işaret ettiğini

 

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 289

 

ğunun fal oklarını çekmek suretiyle belirlemeye işaret ettiğini söylemişlerdir.

Yolculuğa çıkmak isteyen, evlenmek isteyen veya bir iş

yapmak isteyen bir kimsenin bu tür bir yönteme baş vurması gibi...

Bunlar söz konusu fiillere başlamadan ok çekerek hayırlı olanı hayırlı

olmayandan ayırmak isterlerdi. Derler ki: Bu gelenek, cahiliye

Arapları arasında yaygındı. Bu, bir tür fal bakmaydı. Ileride ayetleri

hadİslerle açıklama bölümünde konuyu daha etraflıca ele alacağız.

Ne var ki ayetin akışı, "istiksam" kalıbının bu anlama alınmasına

elverişli değildir. Çünkü ayet, "size okunacak olanlar" ifadesiyle

işaret edilen haram yiyeceklerin belirtildiği bu akışın içinde,

yenmesi haram olan on kısımdan söz ediyor. Bunlar; leş, kan, domuz

eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurulmuş,

yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış, yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış,

dikili taşlar üzerine boğazlanmış hayvanlardır. Sonra fal

oklarıyla bölmeden söz ediliyor. Ki bunun bir anlamı kumar şeklinde

etlerin taksim edilmesidir. Bir diğer anlamı da kimi işlerle ilgili

hayır ve şer tarafların belirlenmesidir. Ayetin bu apaçık akışından

ve peş peşe sıralanan karinelerden sonra, kumar yöntemiyle

etlerin taksim edilmesinin kastedildiğinden kuşku duyulabilir mi?

Konuşma sanatının inceliklerini bilen biri bundan kuşku duyar mı?

Bunu bir örnekle şöyle izah edebiliriz: "Umre" kelimesi "imaret"

(yapı) anlamında bir mastardır. Ama bu kelimenin diğer bir

anlamı daha vardır: Beyt-i Haram'ı ziyaret etmek. Bu kelime, "ev"e

izafe edildiğinde her iki anlamı da ifade etmiş olabilir. Fakat,

"Haccı ve Umreyi Allah için tamamlayın." (Bakara, 119) ayeti söz

konusu olduğunda ancak "ziyaret etme" anlamı esas alınabilir. Bu

tür örnekler çoktur.

 

"Bunlar yoldan çıkmaktır." Bu ifadeyle yukarıda sayılmış olanların

tümüne işaret edilmiş olabilir. Aynı şekilde, araya istisna girdiği

için "kestikleriniz hariç" ifadesinden sonra zikredilen iki duruma

da işaret edilmiş olabilir. Yine, en sonuncusuna da işaret edilmiş

olması ihtimal dâhilindedir. Fakat üç ihtimal içinde ortadaki daha

 

290 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

güçlüdür.

 

"Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık

onlardan korkmayın, benden korkun." Bu ayet, bulunduğu yer ve içerdiği

anlama açıklık getirme açısından ilginçtir. Çünkü ayetin

baş tarafını yani, "Size (şunlar) haram kılındı: Leş, kan, domuz eti...

Bunlar yoldan çıkmaktır." kısmını incelediğin ve buna son

kısmını, yani "O hâlde kim (istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde

dara düşerse, (bunlardan yiyebilir; çünkü) hiç şüphesiz Allah,

bagışlayan ve esirgeyendir." ifadesini eklediğin zaman, bunun

eksiksiz bir ifade olduğunu görürsün; anlamının tamamlığının

ve maksadının anlaşılırlığının, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden

umudu kesmişlerdir..." ifadesine bağlı olmadığını gözlemlersin

ve bu ifadenin tam bir ayet olduğunu, daha önce nazil olan

En'âm, Nahl ve Bakara surelerinde haram yiyecekleri açıklayan

ayetlere benzediğini görürsün. Örneğin, Bakara suresindeki ilgili

ayette şöyle buyruluyor:

"Allah size leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesileni

kesin olarak haram kıldı. Ama kim zulmetmeden ve sınırı

aşmadan mecbur kalırsa, ona bir günah yoktur. Çünkü, Allah bagışlayandır,

esirgeyendir." (Bakara, 173) En'âm ve Nahl surelerindeki

ilgili ayetler de bunun benzeridir.

 

Buradan şu sonuç çıkıyor: "Bugün inkâr edenler... umudu kesmişlerdir..."

ifadesi, bir ara söz niteliğindedir ve ayetin ortasına

yerleştirilmiştir. Ayetin kanıtsallık ve açıklık bakımından bu ara

söze bağlılığı yoktur. Artık bundan sonra dilersek şunu söyleyebiliriz:

Bu ara söz, ilk baştan bu ayetin ortasında nazil olmuştur ve indiği

andan itibaren bu ayetle birlikte inmiştir. Ya da şöyle diyebiliriz:

Bunlar iki ayrı ayettiler ve farklı zamanlarda nazil olmuşlardı.

Birini diğerinin ortasına yerleştirmeyi Hz. Peygamber (s.a.a) vahiy

katiplerine emretti. Ya da şöyle deriz: Bu ifade, ayetin geneliyle

aynı zamanda inmediği hâlde, Mushaf'ın cemi esnasında ayetin

bir parçası olarak yazıldı. Bu ihtimallerin hangisi doğru olursa olsun,

"ayetin başı ile son kısmını birlikte mütalâa ettiğimiz zaman,

 

Mâide Sûresi 1-3 ....................................................... 291

 

ifade bir ara söz gibi belirginleşiyor" şeklindeki değerlendirmemiz

üzerinde bir etkisi söz konusu olmaz.

Bu çıkarsamamızı destekleyen bir diğer husus da, -büyük bir

yekûn tutan rivayetlerin tamamı olmasa bile- nüzul sebebine ilişkin

rivayetlerin büyük bir kısmının özel olarak, "Bugün inkâr edenler..."

ifadesini esas almaları ve ayetin aslını yani, "Size (şunlar)

haram kılındı..." diye başlayan kısmını esas almamalarıdır. Buradan

şu sonuç çıkıyor: "Bugün... umudu kesmişlerdir..." kısmı, ayetin

başından ve sonundan ayrı ve bağımsız olarak nazil olmuştur.

Bu ifadenin, ayetin ortasında yer alması ya Peygamberimizin

(s.a.a) direktifleriyle ya da Mushaf'ın cemi esnasında gerçekleşmiştir.

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Abd b. Hamid kanalıyla Şa'bi'den

aktarılan rivayet de bu yaklaşımı destekler mahiyettedir: "Peygamberimiz

(s.a.a) Arefe'de bulunduğu sırada ona şu ayet indi:

 

'Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım.' Bazı ayetler Peygamberin

(s.a.a) ilgisini çektiğinde onu surenin baş tarafında koyardı." Daha

sonra Şa'bî şöyle ekledi: "Ona hac ibadetlerini nasıl yapacağını

Cebrail öğretiyordu."

 

Öte yandan, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu

kesmişlerdir." cümlesi ile, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım."

cümlesi, içerik bakımından birbirine yakındır ve anlam itibariyle

birbiriyle irtibatlı oldukları da kuşku götürmez. Çünkü kâfirlerin

Müslümanların dinlerinden umudu kesmiş olmaları ile Müslümanların

dinlerinin olgunlaştırılmış, kemale erdirilmiş olması arasındaki

bağıntı açıktır. Ayrıca her iki cümlenin içerikleri iç içe geçebilir

ve parçaları birbiriyle ilintili, birbiriyle bütünleşmiş tek bir içerik

hâline gelebilir. Kaldı ki, iki cümle arasında belirgin bir akış birliği

de göze çarpmaktadır.

 

Bunu destekleyen bir diğer unsur da sahabe ve tâbiin kuşaklarının

ilk ve son dönem müfessirleri ile sonradan gelen tefsir bilginlerinden

günümüze kadar ortaya çıkan tefsir âlimlerinin bu iki

cümleyi birbirini bütünleyen bitişik iki cümle olarak ele almaları-

 

292 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

dır. Bunun tek nedeni, söz konusu iki cümleden bizim anladığımız

şeyi anlamış olmaları, iki cümlenin birlikte indiğini ve aynı anlama

delâlet etme noktasında birleşmelerini esas almış olmalarıdır.

Bundan da şu sonuç çıkar: Ayetin akışı içinde bir ara söz olarak

yer alan, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir...

din olarak İslâm'a razı oldum." ifadesi, parçaları birbiriyle

bütünlük arz eden tek bir sözdür ve tek bir hedefi vurgulamaya

yöneliktir. Arada bir farklılık olmaksızın iki cümle bütünlük içinde

bu hedefe işaret etmektedir. Bu açıdan, bu iki cümleyi de içeren

ayetle irtibatlı olduğunu söyleyip söylememiz arasında herhangi

bir fark yoktur. Çünkü bu, söz konusu ifadenin bir söz oluşunu

olumsuz yönde etkilemez. Bu bir ara sözdür. Iki ayrı hedefe yönelik

iki ayrı söz değil. Yine, "Bugün inkâr edenler..." ve "Bugün sizin

dininizi..." ifadelerinde tekrarlanan "gün"le, kâfirlerin umut

kestikleri ve dinin olgunlaştığı bir tek gün kastediliyor.

Acaba, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir.

Artık onlardan korkmayın." ifadesinde geçen "gün"le ne

kastediliyor? Peygamberin (s.a.a) gönderilişi ve davete başlaması

ile birlikte İslâm'ın ortaya çıkış zamanı mı? Bu durumda şöyle bir

anlam elde etmiş oluruz: "Allah size İslâm'ı gönderdi. Böylece dininizi

olgunlaştırdı, üzerinizdeki nimeti tamamladı ve kâfirleri sizin

dininizden umutsuz kıldı."

 

Fakat böyle bir sonuç elde etmenin imkânı yoktur. Çünkü ayetin

zahirî akışı gösteriyor ki, onların bir dinleri vardı ve kâfirler bu

dini yok etmeyi veya değiştirmeyi umuyorlardı. Müslümanlar da

dinlerinden dolayı onlardan korkuyorlardı. Ancak şimdi yüce Allah,

kâfirleri beklentileri noktasında umutsuzluğa düşürdü ve Müslümanlara

bu açıdan güvence verdi. Yine anlaşılıyor ki, bu güne kadar

din eksikti, Allah onu kemale erdirdi ve üzerinizdeki nimetini

tamamladı. Oysa, onların İslâm'dan önce bir dinleri yoktu ki, kâfirler

onu yok etmeyi kursunlar ya da yüce Allah onu kemale erdirsin,

böylece üzerlerindeki nimetini tamamlasın.

Kaldı ki, yukarı da ileri sürülen bir anlam elde etmek için, ifa-

 

Mâide Sûresi 1-3 ........................................................ 293

 

denin akışında bir değişikliğin yapılması ve "Bugün sizin dininizi

olgunlaştırdım." ifadesinin, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden

umudu kesmişlerdir." ifadesinden önce yer alması gerekir ki, söz

dizimi böyle bir anlama uygun hâle gelsin.

 

Acaba "gün"den maksat, Mekke fethinden sonraki dönem midir?

Ki yüce Allah o gün Kureyş müşriklerinin plânlarını boşa çıkarmış,

tuzaklarını başlarına geçirmiştir; müşriklerin etkinliklerini

yok etmiştir. O gün dinlerinin temeli yıkılmış, putları parçalanmış,

artık dizlerinin üstüne dikilmekten umutlarını kesmişlerdir. İslâm'a

karşı koyacak, egemenliğini ve yayılmasını önleyecek güçleri kalmamıştır.

Acaba bu mudur kastedilen?

 

Ayetten hareketle böyle bir sonuca varmak da mümkün değildir.

Çünkü ayette dinin kemale erdirilmesinden ve nimetin tamamlanmasından

söz ediliyor. Oysa, hicretin sekizinci yılında gerçekleşen

Mekke fethiyle din kemale erdirilmiş değildir. Bundan sonra

nice farzlar nazil olmuştur. Bugünden Peygamberin (s.a.a) vefatına

kadar geçen süre içinde nice helâller ve haramlar hükme bağlanmıştır.

Kaldı ki, "İnkâr edenler..." (kâfirler) ifadesi geneldir; bütün Arap

müşriklerini kapsar, ki müşriklerin tümü Müslümanların dinini

yok etmekten ümitlerini kesmiş değillerdi. Bunun bir kanıtı da

müşriklerin İslâm'a karşı saldırgan tutumlarını sürdürmeleri ve

kimi taraflar arası saldırmazlık anlaşmalarının yürürlükte kalmalarıdır.

Müşrikler, müşrik geleneklere uygun olarak hac ziyaretinde

bulunuyor, müşrik kadınlar çıplak hâlde tavaf yapabiliyorlardı. Bu

durum, Resulullah Efendimizin (s.a.a) Hz. Ali'yi (a.s) Tevbe suresindeki

ilgili ayetleri okumak üzere gönderip cahiliye geleneklerinin

kalıntılarını geçersiz kılıncaya kadar sürdü.

 

Acaba, ayette geçen "gün"den maksat, Tevbe suresinin inişinden

sonraki bir dönem midir? Çünkü Tevbe suresinin inişinin ardından

İslâm, yaklaşık olarak bütün Arap yarımadasına yayılmıştı.

Şirkin izleri silinmiş, cahiliye gelenekleri ölmüştü. Müslümanlar

dinî ayinlerde ve hac ibadetinde bir tek müşrike rastlamaz olmuş-

 

294 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

lardı. İş Müslümanlar için netlik kazanmıştı. Allah, korkularını güvene

dönüştürmüştü. O'na kulluk ediyor ve hiçbir şeyi O'na ortak

koşmuyorlardı. Acaba bu dönem midir kastedilen?

Ayetten böyle bir sonuç çıkarmanın imkânı yoktur. Çünkü Arap

müşrikleri, Tevbe suresindeki ilgili ayetlerin inişi, şirkin yarımadadan

silinişi ve cahilî geleneklerin ortadan kalkışı karşısında Müslümanların

dinlerini yok etmekten umut kesmişlerdi; ancak din

henüz kemale erdirilmemişti. Çünkü bundan sonra da çeşitli farzlar

ve hükümler içeren ayetler inmişti. Bunlardan biri de Mâide suresinde

yer alan kimi ayetlerdir. Mâide suresinin Peygamberimizin

(s.a.a) son dönemlerinde indiği hususunda âlimler arasında görüş

birliği vardır. Bu surede helâl, haram, hadler ve kısas gibi meselelere

ilişkin birçok hüküm vardır.

 

Bundan şu sonuç çıkıyor: Ayette geçen "gün" kelimesiyle ilk

bakışta ayetin anlamıyla uyum sağlayacak örneğin, İslâm davetinin

ortaya çıktığı zaman veya Mekke fethinden sonraki zaman ya

da Tevbe suresindeki ilgili ayetlerin indiği dönemden sonraki günler

gibi günün geniş anlamının [dönem] kastedilmiş olmasına

imkân yoktur. Dolayısıyla şunu söylemekten başka seçeneğimiz

yoktur: Ayette geçen "gün"den maksat, ayetin indiği gündür. Bu da

bizzat surenin indiği gündür de. Bunun için de, "Bugün inkâr edenler...

umudu kesmişlerdir." ifadesinin anlam itibariyle kendisini

kuşatan ayetle irtibatlı bir ara cümle olarak algılanması gerekir.

Ya da Peygamber efendimizin (s.a.a) son zamanlarında ve Mâide

suresinden sonra inmiş olması lazım gelir. "Bugün sizin dininizi

olgunlaştırdım." ifadesi bunu gerektirmektedir.

Acaba belirli günlerle, bizzat Mekke'nin fethedildiği gün mü

kastedilmiştir? Yoksa Tevbe suresinin ilgili ayetlerinin indiği gün

mü? Bu yaklaşımın yanlışlığını göstermek bakımından, önceki ikinci

ve üçüncü ihtimale ilişkin olarak gündeme getirdiğimiz müşküller

yeterlidir.

 

Bazı müfessirlerin savunduğu ve çeşitli rivayetlerde işaret edildiği

gibi, kastedilen gün, veda haccındaki Arefe günü müdür?

 

Mâide Sûresi 1-3 .......................................................... 295

 

Şu hâlde, o gün Müslümanların dinlerini yok etmekten umudu kesenlerden

kimler ve ne kastedilmiştir? Şayet umutsuzluktan maksat,

Kureyş müşriklerinin, Müslümanların dinlerine üstünlük sağlamaktan

ümit kesmeleriyse, bu, hicretin sekizinci yılında gerçekleşen

Mekke'nin fethedildiği gün ortaya çıkan bir durumdur, onuncu

yılın Arafe günü değil. Eğer kastedilen tüm Arap müşriklerinin

bu konuda ümitsizliğe düşmeleriyse, bu da Tevbe suresinin inişinden

sonraki dönemde, yani hicretin dokuzuncu yılında ortaya çıkan

bir durumdur. Eğer maksat, Yahudi'si, Hıristiyan'ı ve

Mecusî'siyle bütün kâfirlerse -ki "Inkâr edenler..." şeklindeki mutlak

ifade bunu gerektirir- bunlar henüz İslâm'ı yenilgiye uğratmaktan

umutlarını kesmemişlerdi ve henüz İslâm, Arap yarımadasının

dışında üstünlük, egemenlik, güç ve caydırıcılık kazanmamıştı.

Öte yandan -Hicretin onuncu yılının zilhicce ayının dokuzuna

denk düşen- bu günün, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size

nimetimi tamamladım." ifadesine uygun düşecek özelliğini, ayrıcalığını

düşünüp üzerinde durmamız gerekir.

 

Denebilir ki: Bununla, Peygamber efendimizin (s.a.a) bizzat

katılarak hac merasimini kemale erdirmesi sözlü öğreticiliğinin

yanı sıra, fiilî olarak da insanlara hac ibadetinin nasıl yerine

getirileceğini öğretmesi kastedilmiştir.

 

Ne var ki: Sırf Peygamberimizin (s.a.a) hac merasimini öğretmesinin

-insanlara temettü haccını öğrettiği hâlde, kulak ardı edilişi

somut bir örnek olarak ortadayken ve ondan önce de namaz,

oruç, hac, zekât ve cihat gibi dinî farzlar hükme bağlanmışken- dinin

kemale erdirilmesi olarak isimlendirilmesi doğru olmaz. Dinin

gereklerinden bir vacibin öğretilmesi, o vacibin tamamlanması ve

kemale erdirilmesi olarak isimlendirilebilir mi? Bu bile olmazken,

dinin bir vacibinin öğretilmesi dinin tümünün kemale erdirilmesi

olarak nasıl kabul edilebilir?

 

Kaldı ki bu ihtimal, "Bugün inkâr edenler... umudu kesmişlerdir."

cümlesi ile, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." cümlesi arasındaki

bağıntının kesilmesini gerektirir. Resulullah'ın (s.a.a) in-

 

296 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

sanlara temettü haccını öğretmesi ile kâfirlerin dinden ümitlerini

kesmeleri arasında ne gibi bir bağlantı vardır?

Bazılarının şöyle demeleri de mümkündür: Bundan maksat,

söz konusu günde, Mâide suresinde yer alan diğer helâl ve haramlara

ilişkin hükümlerin indirilerek dinin kemale erdirilmesidir.

Çünkü bundan öte helâl ve haram yoktur. Dinin bu şekilde kemale

erdirilmesiyle kâfirlerin kalplerini ümitsizlik kaplamıştır. Bu ümitsizliğin

ve karamsarlılığın belirtileri yüzlerine yansımıştır.

Fakat, bu takdirde ayette "inkâr edenler" şeklinde ifade edilen

bu kâfirleri belirlemede titiz davranmamız gerekir. Kim bunlar?

Eğer Arap kâfirler kastediliyorsa, o gün İslâm onları kaplamıştır,

hiç kimse İslâm'dan başka bir görünümle ortaya çıkamıyordu, ki

bu da gerçek İslâm'ın aynısıydı. [Çünkü gerçek İslâm, zahirî teslimden

başka bir şey değildir.] Şu hâlde ümitleri kırılan kâfirler

kimlerdir?

 

Eğer bunların dışında, Arap olmayan diğer kâfir topluluklar ve

kuşaklar kastedilmişse, az önce işaret ettiğimiz gibi, onlar henüz

Müslümanlara üstünlük kurmaktan ümitlerini kesmemişlerdi.

Sonra, Mâide suresinin inişi ve Arefe gününün sona erişiyle birlikte

hüküm koyma işleminin sona erdiği meselesini irdeliyoruz ve

görüyoruz ki, elde birçok rivayet vardır ve azımsanmayacak bir

yekûn tutan bu rivayetlerde, bu günden sonra da birçok hüküm ve

farzın indirildiğine işaret ediliyor. "Sayf Ayeti" [=Yaz Ayeti] diye adlandırılan

ayeti1 ve faiz ayetlerini buna örnek gösterebiliriz. Nitekim

Ömer'in yaptığı bir konuşmada şöyle dediği rivayet edilir:

"Kur'ân'ın en son inen ayeti faiz ayetidir. Resulullah (s.a.a) bu ayeti

bize açıklamadan vefat etti. Dolayısıyla bu hususta kuşku duyduğunuz

şeylerden kaçının ve kuşku duymadıklarınızı uygulayın..."

Buharî, Sahih'inde İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder:

"Resulullah'a (s.a.a) inen en son ayet faiz ayetidir." Bunun gibi da-

------

1- Nisâ suresinin sonunda yer alan kelâle yani, geride mirasçı olarak anababa

ve çocuk bırakmadan ölen kimsenin durumuna ilişkin ayet.

 

Mâide Sûresi 1-3 ........................................................ 297

 

ha birçok rivayet örnek gösterilebilir.

 

O hâlde hiç bir araştırmacı, bu rivayetleri zayıf kabul ederek,

ayete öncelik tanıyamaz. Çünkü ayet söz konusu günle, falan günün

kastedildiği hususunda kesin ve açık bir ifadeye sahip değildir.

Bilâkis bu, verilen ihtimallerden sadece biridir. Bunun kesinlik

kazanması için bununla bağdaşmayan ihtimallerin olumsuzlanması

gerekir. Bu rivayetlerinse, hiçbir dayanağı olmayan diğer ihtimallerden

eksik bir yanı yoktur.

 

Ayetle ilgili olarak şöyle de denebilir: Dinin kemale erdirilmesinden

maksat, Kâbe'nin kâfirlerden temizlenmesi, müşriklerin

oradan uzaklaştırılmasıdır. Böylece Müslümanlar, aralarına müşrikler

karışmadan haccettiler.

 

Bu ihtimale karşı şunu diyebiliriz: Söz konusu iş bundan bir yıl

önce Müslümanlar için netlik kazanmıştı ve sadece Müslümanlar

haccediyorlardı. Dolayısıyla bunu, "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım."

ifadesinde geçen "bugün" sözcüğüyle sınırlandırmanın

anlamı nedir acaba?

 

Kaldı ki, Beytullah'ın sadece Müslümanlara has kılınışı ve

müşriklerden arınması, nimetin tamamlanması olarak değerlendirilse

bile, dinin kemale erdirilmesi olarak değerlendirilmesi kabul

edilmez. Kâbe'nin şirk kalıntılarından ayıklanmasının, dinin kemale

erdirilmesi olarak nitelendirilmesi ne anlam ifade ediyor? Değil

mi ki din, inançlar ve hükümler toplamıdır. Dolayısıyla dinin kemale

erdirilmesi, parçalarının ve kısımlarının sayısına başka sayıların

eklenmesi anlamını ifade eder. Ortamın dinin uygulanmasına uygun

hâle getirilmesi, dinî pratiğin önündeki engellerin ve barikatların

kaldırılması ise, kesinlikle dinin kemale erdirilmesi olarak

isimlendirilmez. Kaldı ki, kâfirlerin dini yok etmekten yana umutsuzluğa

düşmeleri problemi de olduğu gibi duruyor.

 

Ayetle ilgili olarak şöyle bir değerlendirmenin söylenmesi de

mümkündür: Dinin kemale erdirilmesinden maksat, söz konusu

haramların ayrıntılı bir şekilde açıklanmasıdır. Bundan maksat da

Müslümanların açıklamaları dikkate alıp haramlardan kaçınmaları

 

298 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

ve bu konuda kâfirlerden korkmamalarıdır. Çünkü kâfirler, Müslümanların

dinlerini yok etmekten ümit kesmiş bulunuyorlardı. Bu,

Allah'ın Müslümanları desteklemesi, dinlerini üstün kılması ve onları

kâfirler karşısında galip getirmesi sayesinde gerçekleşmiştir.

Konuyu biraz daha açacak olursak: Ilâhî hikmet, İslâm'ın ilk

dönemlerinde dört temel haramdan, yani leş, kan, domuz eti ve

Allah'tan başkasının adına kesilenlerden bazı Mekke inişli surelerde

genel olarak söz edilmesini yeterli görmüştür. Bu surelerde ayrıntıya

baş vurulmamıştır. İslâm'ın Müslümanlar açısından uygun

görmediği daha başka detaylar bu ayrıntıların kapsamında peyderpey

açıklanmak üzere terk edilmiştir. Mekke'nin fethinden sonra,

tefsiri sunulan ayetin kapsamında ayrıntıya baş vurulmuştur.

Bu, söz konusu pİsliklerin haramlılığına yönelik aşamalı bir yasaklama

ve zorlaştırmadır.

 

Nitekim aynı yöntem, şarabın haram kılınışında da uygulanmıştır.

Bununla güdülen amaç, Arapların İslâm'dan kaçmamalarıdır.

İslâm'da zorluk görüp de inanan yoksulların geri döneceği ümidine

kapılmamalarıdır. Ki ilk Müslümanların büyük çoğunluğunu

yoksullar oluşturuyordu.

 

Fakat İslâm güçlendikten sonra, bu haramların ayrıntılı açıklamasına

baş vuruldu. Artık Allah Müslümanlara bolluk bahşetmişti,

onları güçlendirmişti. Müşrikler de Müslümanların dinlerinden

kaçıp uzaklaşmalarından ümitlerini kesmişlerdi. Müslümanları

yenilgiye uğratacaklarına ve caydırıcı, ezici bir güç toplayıp İslâm'ı

ortadan kaldırmalarına dair bir duygu taşımaz olmuşlardı.

Dolayısıyla artık müminlere onları dikkate almaları, dinlerinden ve

canlarından yana onlardan korku duymaları yakışırdı.

Şu hâlde ayette geçen "gün"den maksat, Veda Haccı yılının

Arefe günüdür. Geri kalan hükümleri açıklayan bu ayet o günde

inmiştir. Bu hükümlerle yüce Allah cahiliyenin basit anlayışlarının,

pİsliklerinin ve asılsız kuruntularının kalıntılarını da geçersiz kılıp

ortadan kaldırdı. Bu ayet, Müslümanların müşriklere tam anlamıyla

üstünlük sağlamalarının müjdesiydi. Artık müşrikler İslâm'ın

 

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................... 299

 

yok olacağını umacak durumda değildiler. Bundan sonra onlarla

hoş geçinmeye bakmanın, onlardan korkmanın, sonuçtan endişe

etmenin gereği yoktu.

 

Dolayısıyla yüce Allah, bu ayette Müslümanlara, kâfirlerin onların

dinlerini yok etmekten umut kestiklerini haber vermektedir.

Şu hâlde -zayıflıkları güce, korkuları güvene ve yoksullukları zenginliğe

dönüştüğü bu süreçte- Allah'tan başkasından korkmamaları

gerekmektedir. Ayette ayrıntılı biçimde açıklanan haramlardan

uzak durmaları lazım gelir. Bu, dinlerinin kemale ermesi anlamını

ifade eder. İşte bazıları özet olarak sunulan bu alıntı şeklinde, ayet

hakkında bir görüş ileri sürmüşlerdir.

 

Yukarıdaki yoruma ilişkin açıklamamız şudur: Bu değerlendirmeyi

yapan kişi, sözü edilen ihtimallerden birkaçını birleştirmek,

böylece her ihtimal ile bir başka ihtimalin karşılaştığı problemi

savmak amacındadır. Bunu yaparken bütünüyle bir çıkmaza

girmekte ve hem ayetin anlamını, hem de lafzını bozmaktadır.

Şunun farkında değildir: Eğer umutsuzluğa düşmekten maksat,

Mekke'nin fethiyle veya Tevbe suresindeki ilgili ayetlerin inmesiyle

birlikte İslâm'ın üstünlük sağlaması ve güçlenmesi, dolayısıyla

kâfirlerin içine düştükleri karamsarlıksa, bunun hicretin onuncu

yılının Arefe gününde gerçekleştiğini söylemek doğru olmaz.

"Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir."

Oysa kâfirler, bu bağlamda bundan bir veya iki yıl önce ümitlerini

kesmişlerdi zaten. Bu konuda adı geçen zatın da ayetle ilgili değerlendirme

yaparken belirttiği gibi, zamanını belirten "ümitsizliğe

düşmüşlerdi" veyahut [zamanı belirtmeyecek örneğin] "onlar şüphesiz

ümitsiz olanlardırlar" şeklinde tabirler kullanılması gerekirdi.

Yine, bazı yiyeceklerin haram kılınışının aşamalı olduğunu

söyleyip içkinin haram kılınışıyla mukayese ederken de

yanılmaktadır. Eğer aşamalılıktan kastı, bazı maddelerin bazı

maddelerden sonra haram kılınmış olması ise, bilindiği gibi ayet,

kendinden önce inen Bakara, En'âm ve Nahl surelerindeki ilgili

ayetlerin içerdikleri maddelerden fazlasını içermiyor ve bu ayette

söz konusu edilen boğulmuş, vurulmuş... gibi maddeler, bu

 

300 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

len boğulmuş, vurulmuş... gibi maddeler, bu surelerde zikredilen

kavramlara giren hususlardır.

 

Şayet aşamalılıktan kastı, insanların kabul etmekten kaçınacakları

korkusuyla baş vurulan icmalî, sonra ayrıntılı açıklama ise,

bu, yersiz bir değerlendirmedir. Çünkü Mâide suresinin inişinden

önce, haram oldukları açıkça belirtilen leş, kan, domuz eti ve Allah'tan

başkasının adına kesilen hayvanlar nesnel karşılıkları itibariyle

daha belirgin, daha ağır gelen ve boğulmuş ya da vurulmuş

hayvanlara göre daha etkileyicidir. Bunlarsa az rastlanan ve nadiren

yaşanan olgulardır. Şu hâlde, nasıl oluyor da daha önemli ve

daha etkileyici olan bu dört maddenin haram olduğu, en ufak bir

korku duyulmadan açıklanıyor da, bunlara göre pek önemli olmayan

bu maddelerin gündeme getirilişinden korku duyuluyor, haram

oluşları aşamalı olarak açıklanıyor, açıkça belirtme hususunda

insanlardan korku duyuluyor?

 

Kaldı ki, böyle bir şey olmuş olsa bile bu, dinin kemale erdirilmesi

anlamına gelmez. Hükümlerin yasalaştırılması din olarak adlandırılabilir

mi ki, bunların tebliğ edilişi ve açıklanışı dinin kemale

erdirilmesi olarak adlandırılsın? Bu, doğru kabul edilse bile, ancak

dinin bir kısmının kemale erdirilmesi ve nimetin bazısının tamamlanması

anlamına gelir; tamamının ve bütünün değil. Oysa yüce

Allah, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım."

buyurmuştur. Yani hiçbir kayıt belirtmeksizin, sözü mutlak

tutmuştur.

 

Kaldı ki, yüce Allah, daha birçok günde birçok hüküm açıklamıştır.

Öyleyse bu günde açıklanan hükmün ayrıcalığı nedir ki, yüce

Allah onu veya ayrıntılı açıklamasını dinin kemale erdirilmesi ve

nimetin tamamlanması olarak isimlendirmiştir?

 

Yoksa, dinin kemale erdirilmesinden maksat, haram yiyecekleri

ayrıntılı bir şekilde açıklayan bu ayetin inişinden sonra yasama

kapısının kapanması şeklindeki tamamlanışı mıdır? Bu durumda

Mâide suresinin inişi ile Peygamberin (s.a.a) bu dünyadan göç edişi

arasında inen hükümlerin durumu ne olacaktır? Hatta bizzat

 

Mâide Sûresi 1-3 ......................................................... 301

 

Mâide suresinin içinde bulunup da bu ayetten sonra inen öteki hükümler

için ne diyeceğiz? Varın siz düşünün!

 

Bütün bunlardan sonra, eğer maksat hicrî onuncu yılın Arefe

gününde inen ayetin kapsadığı haramların zikredilişinden dolayı

yapılan iyiliği anmaksa, "size din olarak İslâm'a razı oldum." (ki

cümlenin takdiri, "Bugün razı oldum"dur) ne anlam ifade ediyor?

Bu günün ayrıcalığı nedir ki, yüce Allah özellikle o günde din olarak

İslâm'dan razı olsun? Ki bu razı oluşa uygun düşecek nitelikte

bu güne özgü bir durum da söz konusu değildir?!

Bundan önceki yaklaşımlar için ileri sürülen problemlerin birçoğu

ya da çoğunluğa yakın miktarı bunun için de söylenebilir. Fakat

biz onları tekrarlayarak sözü uzatmak istemiyoruz.

Acaba, ayette geçen "gün"den maksat, Arefe günü ile

Peygamberimizin (s.a.a) Medine'ye vardığı gün arasındaki

herhangi bir gün müdür, demek isteniyor? Nitekim kâfirlerin

ümitsizliğe düşmeleri ve dinin kemale erdirilişi bazılarınca bu

şekilde yorumlanmıştır!

 

Bundan önceki yaklaşımlara ilişkin problemler, aynı detayıyla

bunun için de geçerlidir.

Şimdiye kadar ayetin anlamını belirleme yolunda sunduğumuz

araştırma, ayetin anlamı ile ilgili olarak söylenenler veya

söylenebilecek şeyler üzerine yapılan değerlendirmelerdir, ki bu

bizim ayetle ilgili araştırmamızın bir kısmıdır sadece. Şimdi

tefsirimizin kendine özgü araştırma yöntemine uygun olarak diğer

kısmına bakalım.

 

"Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık

onlardan korkmayın." Ayette geçen "ye's=umutsuz-luk" kelimesi,

"recâ=umut" kelimesinin karşıtıdır. Din ise, Allah katından peyderpey

inmiştir. Buna göre bu ifade gösteriyor ki, kâfirler, Müslümanların

dini olan İslâm'dan yana olumsuz bir beklenti içindeydiler.

Uzun süreden beri onun bir şekilde ortadan kalkmasını umuyorlardı.

Onların bu tavırları, zaman zaman İslâm için de bir tehdit oluşturuyordu.

Din onlardan yana gün be gün tehditle karşı karşıya

 

302 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

kalıyordu. Bu da müminleri sakınmaya ve korku duymaya iten bir

durum olmalıydı zaten.

 

Buna göre, "Artık onlardan korkmayın." ifadesi, yüce Allah'tan

müminlere, karşı karşıya bulundukları tehlikeye ve içlerinde biriken

korkuya karşı bir güvence niteliğindedir. Nitekim yüce Allah

şöyle buyurmuştur: "Ehlikitap'tan bir grup sizi şaşırtıp saptırmayı

arzuladı." (Âl-i Imrân, 69) "Ehlikitap'tan çogu, gerçek kendilerine

besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi

imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allah emrini getirinceye

kadar affedin, hoşgörün. Şüphesiz Allah, her şeye gücü

yetendir." (Bakara, 109)

 

Kâfirlerin, Müslümanların başlarına çorap örmek için fırsat kollamaları,

Müslümanların dinlerine duydukları hınçtan kaynaklanıyordu.

İslâm dini karşısında göğüslerinin daralması, kalplerinin sıkışmasının

tek nedeni İslâm'ın onların zorba egemenliklerine son

vermesi, haksızlıklarla elde ettikleri onurlu görüntünün sahteliğini

ortaya çıkarmasıdır. Canlarının istediğini yapmalarına engel olmasıdır.

Nefİslerinin alışkanlıklarına son noktayı koymasıdır. Her istediklerini

hiçbir koşula ve kayda bağlı kalmaksızın yapmalarına izin

vermemesidir.

 

Onların öfkeleri dinin kendisine yönelikti, dinin inananlarına

yönelik öfkeleri hak dinlerinden dolayıydı. Onların amacı bütün

Müslümanları öldürmek, yeryüzünde bir tek Müslüman bırakmamak

değildi. Aksine onların amacı, Allah'ın nurunu söndürmek ve

sarsılan ve yılmaya yüz tutan şirkin temellerini sağlamlaştırmak,

müminleri yeniden küfre döndürmekti. Nitekim yukarıda yer verdiğimiz

ayette de buna işaret edilmiştir: "Sizi küfre döndürmek isterler."

Bir diğer ayette şöyle buyruluyor: "Agızlarıyla Allah'ın nurunu

söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasa da Allah,

nurunu tamamlayacaktır. O, Elçisini, hidayet ve hak din ile gönderdi

ki müşrikler hoşlanmasa da onu, bütün dinlere üstün getirsin."

(Saff, 8-9) "Kâfirlerin hoşuna gitmese de siz, dini yalnız Allah'a

hâlis kılarak O'na yalvarın." (Mü'min, 14)

 

Mâide Sûresi 1-3.............................................................. 303

 

Bu yüzden kâfirlerin tek derdi, bu güzel ağacı kökünden kesmekti.

Müminlere dinden döndürme amaçlı baskılar uygulayarak,

topluluklarına nifak tohumlarını saçarak, dini bozmaya dönük

kuşku ve hurafeler yayarak bu görkemli yapıyı temelinden yıkmaktı.

Ilk etapta Hz. Peygamberin (s.a.a) moralini bozup kararlılığını

kırmaya, mal ile, mevki ile o zatın dinî davetine ilişkin azmini boş

ve sonuçsuz göstermeye dönük faaliyetlere giriştiler. Nitekim yüce

Allah buna şu şekilde işaret etmiştir: "Onlardan bir grup fırladı;

yürüyün, tanrılarınıza baglı kalın. Çünkü bu, arzu edilen bir şeydir."

(Sâd, 6) Aralarına sızıp yağcılık yaparak bu işi yapmayı düşündüler.

Şu ayetlerde de buna işaret edilmiştir: "istediler ki, sen

yagcılık yapasın da onlar da yagcılık yapsınlar." (Kalem, 9) "Eger

biz seni saglamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça yanaşacaktın."

(Isrâ, 74) "De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam.

Siz de benim taptıgıma tapmazsınız." (Kâfirûn, 1-3) Bu ayetlerde,

nüzul sebebiyle ilgili rivayetlerde açıklanan iniş sebeplerine

göre bu hususlara işaret edilmektedir.

 

Bu dinin son bulmasıyla ilgili son beklentileri şuydu: "Bu misyonu

yerine getiren şahsın erkek çocuğu yoktur. Dolayısıyla onun

ölümüyle birlikte bu hak çağrısı da son bulacaktır." Onlara göre

Hz. Muhammed (s.a.a) peygamber kılığında bir kraldı, çağrısı da

risalet kalıbı içinde sunulan bir saltanat davasıydı. Eğer o ölür veya

öldürülürse, arkasından onun da, dininin de adı sanı unutulur gider.

Sultanların ve Tiranların yaşamında gözlemlenen bir durumdur

bu. Iktidarları ne kadar görkemli, zorbalıkları ne denli kapsayıcı

olursa olsun, insanları hangi düzeyde boyun eğdirmiş olurlarsa

olsunlar, ölümleriyle birlikte adları, sanları da unutulur. Insanların

hayatlarına egemen kıldıkları yasaları ve kuralları da kendileriyle

birlikte mezara gömülür. Işte kâfirlerin bu beklentilerine şu şekilde

işaret edilmiştir: "Asıl sonu kesik olan, sana kin duyandır." (Kevser,

3) Nüzul sebebine ilişkin rivayetlerde, ayetin kâfirlerin bu tür beklentilerine

cevap olarak indiği ifade edilir.

 

304 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Bu ve benzeri duygular, kâfirlerin ruhlarına sinmiş beklentilerdi.

Böylece Allah'ın dininin nurunu söndürmeyi umuyorlardı. Bir kuruntu

olarak, bu tertemiz davetin bir türedi hareket olduğunu ve

gelişmelerin onu yalancı çıkaracağını, işini bitireceğini, günlerin ve

gecelerin geçmesiyle birlikte etkisinin geçeceğini düşünüyorlardı.

Ancak İslâm'ın peyderpey ulaştığı bölgelerde halkına ve halkının

dinine üstünlük kurması, sesinin gitgide yayılması, mesajının güç

ve etkinlik kazanması kâfirlerin bu tür beklentilerini boşa çıkardı.

Bu yüzden kâfirler Peygamberin (s.a.a) kararlılığını kırmaktan yana

umutsuzluğa düştüler. Mal ve mevki vaadiyle hedeflerinden alıkoyacaklarına

ilişkin ümitlerini suya düştü.

 

İslâm'ın ulaştığı güç ve caydırıcı egemenlik, biri hariç diğer

tüm beklentilerden yana onları karamsarlığa itti. Ümit bağladıkları

diğer neden ise, Peygamberin (s.a.a) erkek çocuğunun olmaması,

ondan sonra misyonunu yürütecek, onun yerine geçip dinsel daveti

yürütecek birinin bulunmamasıydı. Şu hâlde, onun ölümüyle birlikte

dini de ölecekti. Hiç kuşkusuz, hükümler ve bilgiler bağlamında

dinsel kemale eriş ne düzeyde olursa olsun, dinin kendini koruması

açısından tek başına yeterli bir unsur değildir. Icat edilen yasalar

ve insanlarca tâbi olunan dinler, ne kendi kendilerini ve ne de yayılmalarıyla,

bağlılarının çokluğuyla varlıklarını ve orijinalliklerini

koruyamazlar. Aynı şekilde, dinler ve yasa sistemleri baskıyla, zorbalıkla,

diktacı uygulamalarla, tehditle, dinden döndürme amaçlı

baskı ve işkenceyle silinip gitmezler. Ancak taşıyıcılarının, koruyucularının

yok olmalarıyla, yöneticilerinin bulunmamasıyla tarih

sahnesinden silinirler.

 

Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan şu sonuç ortaya çıkıyor:

Kâfirlerin dini yok etmekten ümitlerini kesmeleri şu realiteden ileri

geliyordu: Yüce Allah, dini koruyacak, hareketini yönlendirecek ve

dine inanan ümmete yol gösterecek birini Peygamberin (s.a.a) yerine

tayin etmiştir. Bunun üzerine kâfirler, Müslümanların dinlerini

ortadan kaldırmaktan yana ümitsizliğe düşmüşlerdir. Onlar dinin

kişisel taşıyıcı aşamasından, tüzel taşıyıcı aşamasına adım attığını

 

Mâide Sûresi 1-3 .......................................................... 305

 

gözlemliyorlardı. İşte dinin kemale ermesi buydu. Oluşum aşamasından,

kalıcılık aşamasına geçiş yani. Bunun anlamı, nimetin tamamlanmasıydı.

Dolayısıyla, "Ehlikitap'tan çogu, gerçek kendilerine besbelli

olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan

sonra küfre döndürmek isterler. Allah emrini getirinceye kadar

affedin, hoş görün. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir."

(Bakara, 109) ayetinde geçen, "Allah emrini getirinceye kadar..." ifadesiyle

buna işaret edilmiş olması uzak bir ihtimal değildir.

Bu değerlendirme, ayetin Gadir-i Hum günü, yani hicretin onuncu

yılının zilhicce ayının on sekizinde Hz. Ali'nin (a.s) velayeti

ile ilgili olarak indiğine ilişkin rivayetleri destekleyen bir açıklamadır.

Bunu esas almamız durumunda, ayetin iki bölümü arasında

net bir irtibat kurulmuş ve yukarıda işaret ettiğimiz problemler

bertaraf edilmiş olur.

 

Ayette geçen "umutsuzluk" ifadesinin anlamını öğrendiğine

göre, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir."

ifadesinde geçen "bugün" kelimesinin "umudu kesmişlerdir" ifadesiyle

ilintili zarf olduğunu ve cümlenin akışı içindeki takdimin

[yani "el-yevm=bugün" ifadesinin ilintili olduğu "yeise=umudu

kesmişlerdir" ifadesinden öne geçirilmesi] günün önemini ve büyüklüğünü

vurgulamaya yönelik olduğunu bilirsin. Çünkü o günde

din, kişisel denetçiyle ayakta durma aşamasından tüzel denetçi

kontrolünde ayakta durma aşamasına, ortaya çıkış ve doğuş aşamasından

kalıcılık ve süreklilik aşamasına adım atmıştır.

 

Bu ayeti, bundan sonra yer alan "Bugün size temiz şeyler helâl

kılındı" ayetiyle karşılaştırmak doğru değildir. Çünkü her iki ayet

farklı akışlara sahiptirler. "Bugün... umudu kesmişlerdir." ifadesi,

bir ara söz, "Bugün... helâl kılındı." ifadesi ise, konuya yeni bir başlangıç

konumundadır. Ayrıca, her iki ifadenin hükmü de farklıdır.

Birinci ifadenin hükmü, tekvinî=varoluşsaldır; bir yandan müjde,

bir yandan da uyarı ifade etmektedir. [Kâfirlerin umutsuzluğa kapılması,

tekvinî bir olgu olup Müslümanlar için müjde ve kâfirler i-

 

306 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

çin tehdittir.] İkinci ifadenin hükmü ise, teşriî=yasamasaldır; kurallara

yönelik ilâhî lütfu vurgulamaya yöneliktir. Buna göre, "Bugün...

umudu kesmişlerdir." ifadesi, o günün büyük önemini göstermektedir.

O gün, büyük ve önemli bir hayrın gerçekleştiği gündür.

Kâfirlerin müminlerin dinlerini yok etmekten umudu kesmeleri

yani... Daha önce de söylediğimiz gibi, ayette geçen "kâfirler"den

maksat, Putperesti, Yahudisi ve Hıristiyanıyla bütün kâfirlerdir. Bu

sonucu, ifadenin mutlaklığından çıkarıyoruz.

 

"Artık onlardan korkmayın, benden korkun." ifadesi, yol gösterici

bir tavsiyedir, yaptırım gerektirici bir buyruk değildir. Bunun

anlamı şudur: Daha önce sizin için tehlike oluşturan kâfirlerin umutsuzluğa

düşmelerinden sonra korkmanızı gerektirecek bir şey

yoktur. -Bilindiği gibi insan, bütünüyle ümitsizliğe düşmüş olduğu

işe yönelmez; tüm çabasının boşa gideceğinden emin olduğu işte

çaba sarf etmez. Dolayısıyla siz kâfirlerden yana güvendesiniz.

Bundan sonra dininiz için onlardan korkmanız gerekmez. Artık onlardan

korkmayın; benden korkun.

 

Bundan da anlaşılıyor ki, ayetin akışının oluşturduğu atmosferin

de desteğiyle, "benden korkun." ifadesiyle şu anlam kastediliyor:

Kâfirlerin umudu kesmemeleri durumunda onlardan yana

korkuya kapılacağınız hususta, yani dininiz ve onun elinizden alınması

hususunda şimdi benden korkmalısınız. Görüldüğü gibi bu,

Müslümanlara yönelik bir tür tehdittir. Bu yüzden ayeti, lütfün vurgulanışı

esasına göre yorumlamadık.

 

Söylediklerimizi destekleyen bir husus da şudur: Allah'tan

korkmak her hâlükârda bir zorunluluktur. Bir durumdan diğerine,

bir koşuldan diğerine göre değişmez. Dolayısıyla, eğer burada söz

edilen korkudan özel bir alanda korkma anlamı kastedilmezse,

"Artık onlardan korkmayın" ifadesinden "benden korkun." ifadesine

vurgulu geçiş yapmanın anlamı olmazdı.

Bu ayeti, "Eger inanmış kimseler iseniz, onlardan korkmayın,

benden korkun." (Âl-i Imrân, 175) ayetiyle karşılaştırmak yanlıştır.

Çünkü Âl-i Imrân suresinin ilgili ayetinde işaret edilen "havf=korku"

 

Mâide Sûresi 1-3 ......................................................... 307

 

iman koşuluna bağlı olduğu gibi, ayetteki hitap da mevlevî buyruksaldır.

Dolaysıyla şu anlamı ifade eder: Müminlerin, kendileri

için kâfirlerden korkmaları caiz değildir. Bilâkis yalnızca yüce Allah'tan

korkmaları gerekir.

 

Bundan da anlaşılıyor ki, ayet kâfirlerden duydukları, kendi nefİsleri

açısından hissettikleri gereksiz bir korkuyu yasaklıyor. Bu

açıdan Allah'tan korkmalarının emredilip emredilmemesi arasında

fark yoktur. Bu yüzden Allah'tan korkmaya ilişkin emir ikinci

kez, illeti çağrıştıran bir kayıtla gerekçelendiriliyor. Bununla, "eger

inanıyorsanız." sözünü kastediyoruz. Ama "Artık onlardan korkmayın,

benden korkun." ifadesi açısından farklı bir durum geçerlidir.

Çünkü müminlerin duydukları bu korku, dinleri açısından hissettikleri

bir endişeden kaynaklanıyordu. Böyle bir korku da Allah-

'ın gazabını gerektirmez. Çünkü bu korku gerçekte Allah'ın hoşnutluğunu

kazanmaya dönüktür. Bu yasak, korkuyu gerektiren sebebin

-kâfirlerin umudu kesmemiş olmaları- ortadan kalkmış olmasından,

etkisinin giderilmesinden kaynaklanıyor.

 

Şu hâlde yasak, irşadî yani, yol gösterme ve öğüt niteliklidir.

Yüce Allah'ın kendisinden korkmalarını emretmesi de yol gösterme

amaçlıdır. Bundan şu sonuç çıkıyor: "Din konusunda endişeye

kapılıp korkmanız gereklidir. Fakat, korkunun sebebi bu güne kadar

kâfirlerden kaynaklanıyordu. Siz, onların sizin dininizle ilgili kötü

emeller beslemelerinden dolayı onlardan korkuyordunuz. Ama

bu gün onların umudu kesilmiştir. Sebep artık Allah'ın katındaki

gerekçelere bağlanmıştır. Şu hâlde yalnızca O'ndan korkun."

Okuyucu bu hususta iyice düşünmelidir.

 

Dolayısıyla, "Artık onlardan korkmayın, benden korkun." ifadesini

içermesinden dolayı, ayetin tehdit ve sakındırma, uyarma

niteliği de vardır. Çünkü müminler için her takdirde ve her durumda

zorunlu olan genel korku yerine, özel bir korku duymaları emrediliyor.

Öyleyse, bu korkunun özelliği üzerinde durmamız, onu

gerektiren ve emredilmesini sağlayan sebebi irdelememiz gerekir.

Şunda kuşku yoktur ki, "Bugün... umudu kesmişlerdir." cüm-

 

308 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

lesi ve "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım."

cümlesi, ayet içinde birbiriyle bağlantılı ve bir hedefe yöneliktir.

Daha önce bu hususu açıkladık. Dolayısıyla Allah'ın bugün

kemale erdirdiği ve bugün tamamlamış olduğu nimet -ki gerçekte

bu ikisi aynı şeydir- kâfirlerin daha önce beklentiye düştükleri ve

müminlerin onlardan korktukları husustur. Fakat yüce Allah, kâfirleri

bu hususta umutsuzluğa düşürdü. Dinini kemale erdirdi, nimetini

tamamladı. Müminlerin bu konuda kâfirlerden korkmalarını

yasakladı. Dolayısıyla kendisinden korkmalarını istediği şey de,

kâfirlerden korkmalarına neden olan şeyin kendisidir. O da yüce

Allah'ın dini ellerinden çekip çıkarması ve bu bahşedilmiş nimeti

gidermesidir.

 

Yüce Allah, nimeti gidermenin tek sebebinin nankörlük olduğunu

belirtmiş ve nankörleri son derece sert ifadelerle tehdit etmiştir.

Nitekim şöyle buyurmuştur: "Bu böyledir, çünkü bir millet

kendilerinde bulunan nimeti degiştirmedikçe Allah onlara verdigi

nimeti degiştirmez. Allah işitendir, bilendir." (Enfâl, 53) "Kim, Allah'ın

kendisine gelen nimetini degiştirirse, şüphesiz, Allah'ın cezası

çetindir." (Bakara, 211) Ayrıca yüce Allah, bahşettiği nimetlere

ve bu nimetleri inkâr edenlerin akıbetlerine ilişkin bütünsel bir örnek

vermektedir: "Allah şöyle bir kenti örnek olarak anlattı: Güven,

huzur içinde idi, her yerden rızkı bol bol kendisine geliyordu.

Fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük etti, bunun üzerine yaptıklarından

ötürü Allah ona açlık ve korku elbisesi tattırdı." (Nahl, 112)

Buna göre, "Bugün... umudu kesmişlerdir... din olarak İslâm'a

razı oldum." ifadesi, Müslümanların dinlerinin kâfirlerden yana

güvende olduğunu, kâfirler tarafından gelecek bir tehlike karşısında

koruma altında olduğunu duyurmaktadır. Bu demektir ki, kâfirler

bu dini bozmaya ve yok etmeye yönelik bir yol bulamayacaklardır.

Olsa olsa bu, bizzat Müslümanların elinden olacaktır. Yani,

bu eksiksiz nimeti inkâr etmeleri, bu razı olunmuş dini reddetmeleri

ile dinin yok olması söz konusu olabilir. Bunu yaptıkları gün,

yüce Allah nimeti ellerinden alacak ve onu ceza ile değiştirecektir.

 

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 309

 

Onlara açlık ve korku elbisesini tattıracaktır. Nitekim Müslüman

halklar İslâm dinini kulak ardı ettiler, Allah da onlara açlık ve korku

elbisesini giydirdi.

 

Bu ayetin, "Artık onlardan korkmayın, benden korkun."

cümlesinin içerdiği geleceğe dair gaybî haberin ne ölçüde doğru

olduğunu somut örnekleriyle kavramak isteyenler, bugün İslâm

âleminin içinde bulunduğu pratik durumu gözlemlesinler, sonra

tarihsel olayları analiz ederek geriye doğru gitsinler ve

problemlerin temellerine ve tarihsel arka plânlarına ulaşsınlar.

Kur'ân'da "velayet"le ilgili olarak yer alan ayetlerin, tefsirini

sunduğumuz ayetin içerdiği uyarı ve azap tehdidi ile tam bir bağlantısı

vardır. Yüce Allah, kitabında sadece "velayet" konusunda

kullarını kendisinden sakındırmıştır. Bu konuda defalarca, "Allah

sizi kendisinden sakındırır." (Âl-i Imrân, 28, 30) buyurmuştur. Bu

konuyu etraflıca ele alırsak, kitabımızın tefsir yönteminin dışına

çıkmış oluruz.

 

"Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve

size din olarak İslâm'a razı oldum." "İkmal=ol-gunlaştırma" ve "itmam=

tamamlama" kelimeleri, anlam itibariyle birbirlerine yakın

kavramlardır. Ragıp el-Isfahanî der ki: "Bir şeyin kema-le ermesi

(olgunlaşması), o şeyle güdülen amacın gerçekleşmesi demektir."

Ve yine şöyle der: "Bir şeyin tamamlanması da, kendisi dışındaki

bir şeye ihtiyaç duymayacağı bir sınıra gelmesidir. Eksik, kendisi

dışındaki bir şeye ihtiyacı olan demektir."

 

Bu iki kavramın anlamını başka bir yöntemle de belirginleştirebiliriz.

Şöyle ki: Etkinlik gösteren şeylerin etkileri iki kısımda incelenebilir.

Bunların bir kısmı, -şayet cüzleri varsa- bütün cüzlerinin

var olması durumunda o şeye terettüp ederler. Şöyle ki, bu cüzlerden

veya koşullardan biri ortadan kalkarsa, bu olgular ona terettüp

etmeyeceklerdir. Oruç ibadetini buna örnek gösterebiliriz.

Çünkü oruç, gündüzün bir vaktinde, bir şeyler yemekle bozulur. Bu

şeyin bu nitelikte olmasına tamamlama denir. Yüce Allah şöyle

buyuruyor: "Ta gece oluncaya dek orucu tamamlayın." (Bakara,

 

310 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

187) "Rabbinin sözü hem dogruluk, hem de adalet bakımından

tamamlanmıştır." (En'âm, 115)

Diğer kısmı ise, bir şeyin bütün cüzlerinin oluşmasına bağlı

olmaksızın ona terettüp eden etkiler, sonuçlardır. Dolayısıyla bütünün

etkisi, cüzlerin etkilerinin toplamı hükmündedir. Bir cüz var

oldukça, ona özgü olan sonuçlar ve etkiler de ona terettüp ederler.

Bütün cüzler var olursa, onlara da istenen bütün etkiler terettüp

eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kurbanı bulamayan kimseye üç

gün hacda, yedi gün de döndügünüzde oruç vardır. Işte bu, kamil=

tam on gündür." (Bakara, 196) "Bu, sayıyı kamil etmeniz=

tamamlamanız içindir." (Bakara, 185) Çünkü bu sayının bütününe

terettüp ettiği gibi, bir kısmına da sonuç terettüp eder. Araplar

derler ki: "Temme li-fulanin emruhu ve kemule akluhu=falanın

işi tamamlandı, aklı olgunlaştı." Ama, "Işi olgunlaştı, aklı tamamlandı."

demezler.

 

Kemale erdirme, olgunlaştırma anlamına gelen "ikmal" ile

"tekmil" ve tamamlama anlamına gelen "itmam" ile "tetmim" kelimeleri

arasındaki fark, if'al ve tef'il kalıplarının ifade ettikleri anlamlar

arasındaki farktan kaynaklanır. Çünkü if'al kalıbı, köken itibariyle

eylemin bir defada oluşuna, tef'il kalıbı da peyderpey oluşuna

delâlet eder. Ancak konuşma sanatındaki gelişmeler ve dilin

kapasitesinin genişlemesi bu iki kalıbın kökeni üzerinde etkinlikte

bulunmuş, kalıpları bir ölçüde kökünün mecrasından ya da asıl anlamından

uzaklaştırmıştır. Ihsan [iyilikte bulunmak] ve tahsin [diğerini

övmek], isdak [mehir vermek] ve tasdik [onaylamak], imdad

[yardıma koşmak] ve temdid (süreyi uzatmak], ifrat ve tefrit kelimelerini

buna örnek gösterebiliriz. Bunlar, kullanıldıkları konuların

özelliği doğrultusunda ortaya çıkan sonra da kullanım dolayısıyla

lafızda yerleşen anlamlardır.

 

Buraya kadar yapılan açıklamalardan şu sonuç çıkıyor: "Bugün

sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." ifadesi

gösteriyor ki, "din" kelimesiyle bütün bilgiler ve yasalaştırılan tüm

hükümler kastediliyor. Bu gün de bunların sayısına başka bir şey

 

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................... 311

 

eklenmiştir. Ve nimet ne kastedilirse kastedilsin, tek bir manevî

olguydu. Eksik ve etkisi yoktu. Bu gün söz konusu nimet tamamlandı

ve ondan beklenen etki terettüp etti.

"Nimet" kavramı türe işaret eden bir kalıp ve köktür. Bununla,

şeyin öz doğasıyla uyum içerisinde olup doğasının onu kendisinden

itmediği şey kastedilir. Varlıklar, düzen içinde olmaları açısından

bitişik ve bağlantılıdırlar, birbirleriyle uyum içerisindedirler;

bunların büyük kısmı veya tüm varsayılan başka bir şeye izafe edildiğinde

nimet niteliğini kazanırlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Eger Allah'ın nimetini saymak isteseniz sayamazsınız."

(Ibrâhim, 34) "Size zahir ve batın nimetlerini bol bol verdi."

(Lokmân, 20)

 

Fakat yüce Allah varlıkların bir kısmını kötülük, basitlik, oyun,

eğlence vb. övgü ifade etmeyen olumsuz vasıflarla nitelendirmiştir:

"Inkâr edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet ve fırsat

vermemiz, onlar için daha hayırlıdır. Onlara sırf suçlarını arttırmaları

için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Âli

Imrân, 178) "Bu dünya hayatı, eglence ve oyundan başka bir şey

degildir. Ahiret yurdu, işte asıl hayat odur." (Ankebût, 64) "Inkâr

edenlerin, (zevk içinde) diyar diyar gezip dolaşmaları sakın seni

aldatmasın! Azıcık bir faydalanmadır bu. Sonra varacakları yer

cehennemdir. Orası ne kötü bir yurttur, yataktır!" (Âl-i Imrân, 196-

197) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.

Bu ayetler gösteriyor ki, nimet olarak sayılan şeyler insan için

yaratılışlarının gerisindeki ilâhî amaçla örtüştüklerinde nimet kategorisine

girerler. Çünkü bunlar, insanlara yönelik ilâhî bir yardım

olarak yaratılmışlardır. Ki insanlar kendi gerçek mutlulukları yolunda

onlar üzerinde tasarrufta bulunsun. Insanın gerçek mutluluğu

da kulluk sunmak ve Rabbani otoritesine boyun eğmek suretiyle

her türlü eksiklikten münezzeh olan Allah'a yaklaşmasıdır. Konuya

ilişkin olarak yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ben cinleri ve

insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattın." (Zâriyât, 56)

Şu hâlde insanın Allah'ın huzuruna yaklaşmak ve hoşnutluğu-

 

312 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

nu elde etmek amacıyla üzerinde tasarrufta bulunduğu her şey

nimettir. Aksi takdirde bu nimet onun hakkında azaba dönüşür.

Buna göre, varlıklar kendi başlarına nötrdürler. Ama kulluk ruhunu

kapsadıkları zaman, bu tasarruf açısından Allah'ın velayeti altında

oldukları zaman nimet niteliğini kazanırlar. Allah'ın velayeti ise,

yüce Allah'ın kulların işlerini rubûbiyetiyle düzenlemesi demektir.

Bu da gösteriyor ki gerçek nimet Allah'ın velayetidir. Bir şey, Allah-

'ın velayetinden etkilendiği takdirde nimet sayılır.

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah, inananların dostudur.

Onları karanlıklardan aydınlıga çıkarır." (Bakara, 257) "Bu böyledir,

çünkü Allah inananların velisidir. Kâfirlerin ise velileri yoktur."

(Muhammed, 11) Yüce Allah Elçisi hakkında da şöyle buyuruyor:

"Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklar

hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdigin hükmü, içlerinde

hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam anlamıyla kabullenmedikçe inanmış

olmazlar." (Nisâ, 65) Bunun gibi birçok ayet örnek gösterilebilir.

Şu hâlde İslâm, kulları O'nun kuralları doğrultusunda ibadet

etsinler diye Allah katından indirilen hükümlerin toplamı olması

açısından dindir. Amelde esas alınması koşuluyla, Allah'ın,

Elçisinin ve ondan sonra ululemrin velayetini kapsaması açısından

da nimettir.

 

Allah'ın velayeti, yani din aracılığıyla kullarının hayatını

yönetmesi, ancak Elçisinin velayeti aracılığıyla gerçekleşir. Elçinin

velayeti de, ondan sonra ululemr aracılığıyla gerçekleşir. Elçinin ve

ondan sonra ululemrin velayeti, Allah'ın izniyle ümmetin dinsel

işlerini yönetmeleri anlamını ifade eder. Yüce Allah şöyle

buyuruyor: "Ey inananlar! Allah'a itaat edin, Peygambere ve

sizden olan ululemre de itaat edin." (Nisâ, 59) Bu ayetin ifade ettiği

anlam üzerinde daha önce durduk. Bir diğer ayette de şöyle

buyruluyor: "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun elçisi ve namaz kılan

ve rükû hâlinde zekât veren müminlerdir." (Mâide, 55) Inşallah bu

ayetin ifade ettiği anlam üzerinde etraflıca duracağız.

 

Mâide Sûresi 1-3 ................................................................. 313

 

Dolayısıyla tefsirini sunduğumuz ayetin anlamı gelip şu noktaya

dayanıyor: Bu gün -yani kâfirlerin sizin dininizi yok etmekten

umutlarını kestikleri gün- velayeti farz kılmak suretiyle, size indirmiş

bulunduğum dinî bilgileri kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi

tamamladım. Bu nimet, dinsel işlerin ilâhî bir tarzda yönetilip

yönlendirilmesi anlamına gelen velayettir. Bu güne kadar Allah ve

Resulünün velayeti şeklindeydi ve vahiy indiği sürece bu yetiyordu.

Fakat bundan sonra, vahyin iniş zamanının sona erişiyle ve Allah-

'ın dininin hamisi ve koruyucusu konumundaki Resulün insanların

arasından ayrılışıyla birlikte bu velayet yetmez. Bu yüzden bu misyonu

yürütecek kimsenin tayin edilmesi bir zorunluluktur. O,

Resulullah'tan (s.a.a) sonra dini ve ümmetin yönetimini üstlenecek

veliyy-i emr (emir sahibi-yönetici)dir.

Buna göre, velayet bir tek meşru (yasalaştırılmış olgu) idi,

Resulullah'tan sonra veliyy-i emrin tayinine kadar eksikti, tam değildi.

Dinin yasaması kemale erip velayet nimeti tamamlanınca, din

olarak sizin için İslâm'dan razı oldum. Ki İslâm, tevhid dinidir; bu

dine göre sırf Allah'a kulluk edilir, itaat (itaat ibadet demektir) O'-

na ve itaatini emrettiği Resule veya veliyye edilir ancak.

Bu açıdan ayet, müminlerin bu gün korkudan kurtuluş ve güvene

kavuştuklarını, yüce Allah'ın, tevhit dini olan İslâm'a göre hayatlarını

düzenlemelerinden razı olduğunu haber vermektedir.

 

Öyleyse onların Allah'a ibadet etmeleri, Allah'tan başkasına ve Allah'ın

itaat edilmesi gerektiğini açıkladığı kimseden başkasına itaat

etmek suretiyle O'na herhangi bir şeyi ortak etmemeleri gerekir.

"Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir. Onlardan

öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran

kılacak ve kendileri için seçip begendigi dinlerini kendilerine

saglamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini tam

bir güvene erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi

ortak koşmayacaklar. Ama kim bundan sonra da inkâr ederse,

 

314 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

işte onlar yoldan çıkanlardır." (Nûr, 55) ayetini düşünüp cümleleri,

"Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir..." ayetiyle

karşılaştırdığın zaman, Mâide suresindeki ayetin, Nûr suresinin

ilgili ayetinin içerdiği vaadin gerçekleştiğinin somut ifadesi

olduğunu göreceksin. Çünkü bize göre, "Bana kulluk edecekler ve

bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar." ifadesi, amaç bildirir niteliktedir.

Nitekim, "Kim bundan sonra da inkâr ederse, işte onlar

yoldan çıkanlardır." ifadesi de bunu ima ediyor.

Nûr suresi, Ifk Kıssası'nı, zina cezasını, örtü vb. hükümleri içerme-

sinin de gösterdiği gibi Mâide suresinden önce nazil olmuştur.

"Kim (istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse

(bunlardan yiyebilir; çünkü) hiç şüphesiz Allah bağışlayan ve esirgeyendir."

Ayette geçen "mahmase" kelimesi, "açlık" demektir.

"Mutecanif" kelimesinin mastarı olan "tecânuf" ise, "eğilim" anlamına

gelir. Kelimenin kökü olan "cenef" kelimesi, ayakların dışa

eğilimli olması demektir. Ayakların içe eğilimli olması da "henef"

kelimesiyle ifade edilir.

 

Ayetin akışı şuna delâlet eder: Öncelikle hüküm mecbur kalma

ve dara düşme durumuna ait sanevî=ikinci derecede gelen hükümdür.

Ikincisi: Caizlik ve mubahlık zorunluluğu kaldırma ve açlığı

dindirme miktarına bağlıdır [yani, insanı ölümden kurtaracak

miktarda sadece bunlardan yenilebilir]. Üçüncüsü: Bağışlama ve

rahmet sıfatları cezayı gerektiren günahlarla ilintili olabildiği gibi,

bunların kaynağıyla da ilintili olabilir. Yani muhalefet edilmesi, beraberinde

cezayı taşıyan günah niteliğini gerektiren hükümle ilintili

olabilir [ve böylece bu iki sıfat, haram kılınan şeyin helâl olmasını

gerektirir].

 

ÜÇ BÖLÜMDE BİLİMSEL ARAŞTIRMA

 

1- Et Yemeye İlişkin İnanışlar

Hiç kuşkusuz insan, diğer canlılar ve bitkiler gibi beslenme ve

 

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 315

 

sindirim sistemiyle donatılmıştır; bu yeteneği ve donanımıyla

işleyebileceği, bedenine katılımını sağlayabileceği, böylece

varlığını sürdürebileceği maddî unsurları alır. Diş geçireceği ve

midesine indirebileceği hiçbir şeyi yemesini engelleyen doğal

hiçbir mani söz konusu değildir. Yeter ki bunlar zararlı olmasın

veya onlardan tiksinmesin.

 

Zararlı olması bir yiyeceğin, insanın yediği şeyin bedenine zehir

veya benzeri bir şeyle zarar verdiğini fark etmesidir. Bu durumda

insan böyle bir yiyeceği yemekten kaçınır. Ya da bir yiyeceğin

manevî açıdan zararlı olduğunu fark eder. Değişik dinlerde ve şeriatlarda

haram kılınan maddeleri buna örnek verebiliriz. Insanın

bu tür şeyleri yemekten kaçınmasına düşünsel nitelikli kaçınma

diyoruz.

 

Tiksinme ise, karşılaşılan maddenin insan doğasının yaklaşmaktan

kaçınacağı oranda pis bilinmesinden doğan bir tepkimedir.

Nitekim insan pis ve iğrenç kabul ettiği için kendi pİsliğini

yemez. Ancak bu, bazı çocuklar ve delilerde görülmüştür. Buna bir

de değişik insan topluluklarında etkin olan dinlerin ve yasaların

öngördükleri inançsal etmenlere dayanan yaklaşımları ekleyebiliriz.

Örneğin Müslümanlar do-muz etini iğrenç kabul ederken Hıristiyanlar

temiz kabul ederler. Batılı toplumlar, doğulu toplumların

pis kabul ettiği yengeç, kurbağa ve fare gibi hayvanların etlerini yiyebiliyorlar.

Bu tür kaçınmayı ikincil doğa ve kazanılmış doğa kategorisinde

değerlendirmek gerekir.

 

Görüldüğü gibi etle beslenme konusunda insanlar mutlak serbestlikten

mutlak yasaklığa kadar uzanan geniş bir düzlemde

farklı eğilim-lere sahiptirler ve yenmesi mubah görülenler öz doğaya

tâbi olunarak mubah görülmüştür. Yine yemekten kaçınılanlara

yönelik davranışın arka plânında da ya düşünsel yaklaşım ya

da ikincil doğa dediğimiz müktesep huy vardır.

Buda yasası, bütün hayvanların etlerinin yenmesini yasaklar.

Bu negatif tefritin karşısında da olumsuz bir ifrat duruyor, Afrika'-

da ve başka bölgelerde yaşayan kimi barbar kavimler de her türlü

 

316 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

eti, hatta insanın etini bile yiyorlar.

 

Araplar dört ayaklı hayvanların ve diğer hayvanların, bu arada

fare ve kurbağa gibi hayvanların etlerini yedikleri gibi boğazlanarak

veya başka bir şekilde öldürülen hayvanların etlerini de yerlerdi.

Bunların dışında boğulmuş, vurularak öldürülmüş, yüksek bir

yerden düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı havanlar tarafından parçalanmış

gibi her türlü murdar eti yerlerdi. Derlerdi ki: Siz kendi öldürdüğünüz

hayvanın etini yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüğü hayvanın

etini yemiyor musunuz?! Nitekim günümüzde de benzeri

sözleri söyleyenlere rastlamak mümkündür: Ikisi de et değil mi,

aralarında ne fark vardır? Önemli olan insan bedenine zarar vermemesidir.

Bunu tıbbi ve kimyasal bir ilaçla da sağlamak mümkündür.

Çünkü sindirim sistemi açısından bunlar arasında fark

yoktur, diyorlar.

 

Araplar kan da içiyorlardı. Hayvanların bağırsaklarını kanla

doldurarak kızartıyor, sonra da konuklarına ikram ediyorlardı. Kuraklık

zamanında develerini sivri bir demirle yaralayarak akan kanını

içerlerdi. Bugün Müslüman olmayan birçok toplumlarda kan

içmek yaygın bir gelenektir.

 

Putperest Çinliler bu konuda mezhebi en geniş toplumdur.

Söylendiğine göre her türlü hayvanın, köpeklerin, kedilerin, hatta

solucanların, sedeflerin ve diğer haşerelerin etlerini bile yiyorlar.

İslâm bu konuda orta bir yol izlemiştir. Normal insanın öz doğasının

benimsediği, temiz gördüğü etleri mubah saymıştır. Sonra

bunu dört ayaklı hayvanlar içinde koyun, keçi, sığır ve deve gibi açıklamış,

at ve eşek gibi bazı dört ayaklıların etlerinin mekruh olduğunu

belirtmiştir. Kuşlarda ise yırtıcı olmayan, yani kursağı bulunan

ve kanat çırparak uçan ve pençeleri olmayan kuşlar olarak

açıklamıştır. Denizde yaşayan canlılarda da birçok balık türü olarak

açıklamıştır. Buna ilişkin ayrıntılı bilgiler fıkıh kitaplarında yer

almaktadır.

 

Bunun yanı sıra adı geçen hayvanların kanlarını, her türlü leşi

ve üzerinde yüce Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanları haram

 

Mâide Sûresi 1-3 .............................................................. 317

 

kılmıştır. Bu yaklaşımın gerisindeki amaç, fıtrat yasasını, yani insanın

et yemeye olan eğilimini diriltmek ve sahih düşünceye, istikamet

üzere olan sağlam öz doğaya saygı göstermektir. Bu ikisi

[sahih düşünce ve istikamet üzere olan öz doğa], tür olarak zararlı

olanların, pis ve tiksindirici kabul edilenlerin mubah sayılmasının

önündeki doğal engellerdir.

 

2- Rahmet Sıfatıyla Bağdaşmadığı Hâlde, Hayvanların

Öldürülmesi Nasıl Emredilmiştir?

 

Biri çıkıp şöyle bir soru yöneltebilir: Hayvanlar da tıpkı insanlar

gibi canlıdır; insanlar gibi işkencenin, yok oluşun ve ölümün acısını

hissederler. Bizi istenmeyen şeylerden sakınmaya, işkencenin ve

ölümün acısından kaçınmaya sevk eden kendini sevme iç güdüsü,

bu konuda bizim duyduğumuz acıyı duyuyorlar, bize ağır gelen onlara

da ağır geliyor ve bütün nefİsler aynı konumdadır diye, kendi

türümüzün bireylerine acımaya yöneltir.

 

Bu durum, aynen diğer canlı türleri için de geçerlidir. Öyleyse,

bize acı veren bir yöntemle onlara acı vermemiz, onlar açısından

yaşamın tadını ölümün acısıyla değiştirmemiz, onları en üstün, en

onurlu nimetlerden biri olan var olma, varlığını sürdürme nimetinden

yoksun bırakmamız doğru olabilir mi? Yüce Allah, acıyanların

en merhametlisidir. Her ikisi de O'nun tarafından yaratıldıkları

hâlde, O'nun rahmeti, insan zevk alsın diye hayvanın öldürülüşünü

emretmekle nasıl bağdaşıyor?

 

Buna verilecek cevap şudur: Bu sözler, duyguları gerçeklere ve

realiteye hakim kılma türündendir. Oysa yasalarda gerçek maslahatlar

esas alınır, vehim menşeli duygular değil.

 

Konuyu açacak olursak: Sahip olduğun yeteneklerle gözlemleme

imkânını bulduğun varlık âlemini inceleyecek olursan, varlık

bütününün oluşumu ve varlığını sürdürme açısından evrensel dönüşüm

yasasına tâbi olduğunu görürsün. Her şey aracılı veya aracısız

başka bir şeye, başkası da ona dönüşme imkânına sahiptir.

 

318 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Biri var oluyorsa, mutlaka başkası yok oluyordur. Şu yok olmadıkça

bu var olmaz. Maddî âlem, dönüşümler ve değişimler âlemidir.

Dilersen, "yiyenler ve yenilenler âlemi" de diyebilirsin.

Söz gelimi yer bileşikleri, toprağı yemektedirler, onu kendilerine

eklemekle, kendilerine uygun veya kendilerine özgü şekillere

sokmakta ve onlara biçimler vermektedirler. Sonra toprak onları

yemekte, yok etmektedir.

 

Bitkiler topraktan beslenirler, hava teneffüs ederler. Ardından

toprak tarafından yenilir, asli unsurlarına ve ilk elementlerine dönüştürülür.

Her zaman birinin diğerine dönüştüğüne tanık olabiliriz.

Hayvanlar bitkilerden beslenirler, su içerler ve hava teneffüs

ederler. Kimi hayvanlar da hemcinslerini yerler. Yırtıcı hayvanlar

avlanarak et yerler. Yırtıcı kuşlar güvercin ve serçe gibi kuşları yerler.

Sahip olduğu beslenme donanımı yüzünden başka türlü

davranamaz. Güvercin ve serçeler gibi kuşlar da hububat taneleri,

sinek, tahta kurusu ve sivri sinek yerler. Onlar da insanların ve

başka canlıların kanlarından beslenirler. Sonra toprak hepsini yer.

Şu hâlde, varlıklar âlemi üzerinde mutlak egemenliğe sahip,

istisnasız hükmüne tâbi olunan varoluş kanunu, yaratılış yasası, et

ve benzeri şeylerle beslenme hükmünü koymuştur. Sonra varlık

bütünün bireylerini buna yöneltmiş, onlara yol göstericilik yapmıştır.

Insanı hem hayvanlardan, hem de bitkilerden beslenecek şekilde

donatan, bu evrensel yasadır. Insanın beslenme donanımının

en önünde dişleri gelmektedir. Dişler kesmeye, kırmaya, ısırmaya

ve öğütmeye uygun bir şekilde dizilmişlerdir. Önde kesici dişler,

arkasında köpek dişleri, onların da arkasında azı dişleri amacına

uygun bir şekilde yer alırlar. Insan koyunlar ve sığırlar gibi kesme

ve ısırma yeteneğinden, yırtıcı hayvanlar gibi de öğütme ve çiğneme

yeteneğinden yoksun değildir.

 

Sonra ağız bölgesine yerleştirilen ve bununla yediği etin tadına

vardığı tat alma duygusu ve sindirim sistemini oluşturan bütün organlarda

yerleştirilen istek ve arzular, eti arzularlar ve iştahları çe-

 

Mâide Sûresi 1-3 ..................................................................... 319

 

ker. Bütün bunlar evrensel hidayetin, yöneltilişin göstergeleridir.

Yaratılış kongresinin serbestlik kararıdır. Evrensel hidayetle, bu hidayetin

etkisiyle oluşan eylemi birbirinden ayırmak, birini kabul

edip diğerini inkâr etmek mümkün müdür?

 

İslâm fıtrat dinidir. Tek hedefi, insan bilgisizliğinin yok ettiği fıtratın

eserlerini yeniden diriltmektir. Dolayısıyla yaratılışın işaret ettiği

ve fıtratın öngördüğü bir şeyi mubah saymak bir zorunluluktur.

İslâm, yasama sistemiyle bu fıtrî hükmü dirilttiği gibi, varoluş

çerçevesinde konulan başka hükümleri de diriltmiştir. Beslenme

hususunda sınır tanımazlığı önleyici unsurlar çerçevesinde buna

değindik. Buna göre, akıl bedensel ya da manevî açıdan zararlı olan

etlerden uzak durulmasını öngörür. Yine insan bünyesinin derinliklerinde

yer alan duyular ve duygular, bozulmamış öz doğanın

pis gördüğü ve tiksindiği şeylerden uzak durmayı gerekli görür. Bu

iki hükmün asılları sonuçta gelip varoluş sisteminin tasarrufuna

dayanır. İslâm bunları dikkate almış, bedenin gelişimine zararlı olan

etleri haram kıldığı gibi, insan toplumunun maslahatı açısından

zararlı olan etleri de haram kılmıştır. Üzerinde Allah'tan başkasının

adı anılarak kesilen hayvanların etlerini, kumar ve fal okları

vb. şeylerle kazanılan etleri buna örnek gösterebiliriz. İslâm, öz

doğanın tiksindiği pİslikleri de haram saymıştır.

 

İşkence etmeye ve öldürmeye engel olması gereken acıma ve

merhamet duygusuna gelince, merhametin latif bir varoluşsal bağış

olduğu kuşku götürmeyen bir gerçektir. Varoluş yasası uyarınca

insanın ve gözlemlediğimiz kadarıyla birçok hayvanın ruhsal

yapısına yerleştirilmiştir. Fakat varoluş yasası, her konuda mutlak

egemenliği olsun ve mutlaka sadece ona uyulsun diye bu hükmü

koymamıştır. Bir kere varoluş yasasının kendisi, merhameti mutlak

olarak uygulamaz. Öyle olsaydı, varlık âleminde acıların, afetlerin,

musibetlerin ve türlü azapların izine rastlanmazdı.

Kaldı ki, insanın sahip olduğu merhamet duygusu, söz gelimi

adalet gibi mutlak olarak üstün, faziletli bir karakter değildir. Öyle

olsa, zulmünden dolayı bir zalimi, bir suçluyu cezalandırmamız,

 

320 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

saldırıya mİsliyle karşılık vermemiz uygun olmazdı. Neticede bunda

yerin ve üzerindeki varlıkların helâki söz konusu olurdu.

Bununla beraber İslâm, evrensel varoluş yasasının bir bağışı

olarak merhamet duygusunu ihmal etmemiştir. Genel olarak

merhameti yaygınlaştırmayı emretmiş, hayvanları öldürürken onlara

eziyet etmeyi yasaklamıştır. Kesilen hayvanın canı çıkmadıkça

organlarının kesilmesini, derisinin yüzülmesini yasaklamıştır. -

Boğulmuş ve vurulmuş hayvanın etinin haram kılınması da bu

yüzdendir.- Diğer bir hayvanın gözünün önünde başka bir hayvanın

boğazlanmasını da nehyetmiştir. Kesilen hayvanın kesimine ilişkin

olarak son derece şefkatli hükümler koymuştur. Suyun sunulmasını

emretmiştir. Daha bunun gibi fıkıh kitaplarında ayrıntılı biçimde

açıklanan birçok hükmü örnek gösterebiliriz.

 

Bütün bunların yanında, İslâm akıl dinidir; duygu dini değil.

Duygusal hükümleri, toplumun maslahatına uygun olan hükümlerin

üzerine çıkarmaz. Bunlar arasından yalnızca aklın benimsediklerini

esas alır. Akla uygun oldukça duygusal hükümlere itibar eder.

Bu da aslında aklın hükümlerine uymak sayılır.

 

İlâhî rahmet ve yüce Allah'ın acıyanların en merhametlisi oluşu

meselesine gelince, şunu bilmek gerekir ki: Yüce Allah, acıyanı

acınana lütfetmeye iten kalp inceliği, yufka yüreklilik ve duygusallık

anlamında bir rahmet sıfatıyla muttasıf değildir. Bu söylediğimiz

maddî ve cismanî bir niteliktir. Ulu Allah bundan münezzehtir.

Bilâkis ilâhî rahmetin anlamı, yüce Allah'ın hakkedene hak ettiği

kadar hayır indirmesidir. Bu nedenle, bizim azap saydığımız bir şey

yüce Allah açısından rahmet, bizim rahmet saydığımız bir şey de

O'nun açısından azap olabilir. Dolayısıyla sahip olduğumuz sanal

merhamet duygusuna kapılarak şeriatın öngördüğü yasama çerçevesinde

esas maslahatları göz ardı etmemiz veya yasaların realiteye

uygun olması gerçeğinden ödün vermemiz, ilâhî hikmet açısından

caiz değildir.

 

Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan şu ortaya çıkıyor: İslâm

hayvanların etlerinin yenmesini serbest bırakırken ve bu ser-

 

Mâide Sûresi 1-3 ........................................................ 321

 

bestliği birtakım kayıtlarla ve koşullarla sınırlandırırken, fıtratın direktiflerini

esas almakta ve onları yansıtmaktadır bize. Allah'ın insanların

yaratılışına esas kıldığı fıtratı yani. Allah'ın yaratma yasasında

değişme, başkalaşma olmaz. Işte dimdik ayakta duran dosdoğru

din budur.

 

3- İslâm Neden Hayvanın Boğazlanmasını Öngörür?

 

Yukarıdaki sorunun bir devamı olarak sorulan bir diğer soru da

budur: Et yemenin, fıtratın ve yaratılış yasasının serbest kıldığı bir

husus olduğunu kabul ettik. Acaba bu konuda tesadüf ve benzeri

ölümlerle yetinilemez mi? Söz gelimi et yemek için hayvanın kendiliğinden

ölmesi ya da bizim dışımızda başka bir etkenle can

vermesi beklenemez mi? Böylece evrensel caizlikle, hayvana eziyet

etmeyi ve öldürerek işkence etmeyi hoş karşılamayan merhamet

duygusunun hükmü bir noktada buluşturulur; boğazlamaya

ve kesmeye gerek kalmaz.

 

İkinci bölümdeki açıklamalar, bu soruya da cevap teşkil edecek

niteliktedir. Çünkü bu anlamda merhamet duygusunun gereğini

yapmak zorunlu değildir. Aksine bu tarz bir merhametin gereğini

yapmak gerçeklere ilişkin hükümlerin geçersiz kılınmasına yol

açabilir. Öte yandan İslâm, mümkün olduğu kadarıyla tür arasındaki

bu latif duygusallığın korunmasına yönelik tedbirleri almaktan

geri kalmamış ve bunları tavsiye etmiştir.

 

Kaldı ki, mizaçların bozulması ve bedenlerin zarara uğramasıyla

sonuçlanan leş ve benzeri şeylerin yenilmesiyle yetinmek ve sadece

onları yemeği mubah kılmak, merhamet duygusuyla çelişmektedir.

Bütün bunların yanı sıra bertaraf edilmesi gereken genel

bir zorluk ve sıkıntıyı beraberinde getirir. [Sadece leş ve benzerini

mubah kılmak, genel bir sıkıntıya sebep olur.]

 

AYETLERIN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de İkrime kanalıyla İbn-i Abbas'ın şöyle dediği

 

322 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

rivayet edilir: "Ey iman edenler..." diye başlayan hiçbir ayet inmemiştir

ki, Ali (a.s) onun başı ve emiri olmasın. Allah Hz. Muhammed'in

(s.a.a) ashabını birçok kere azarladığı hâlde, Ali'den sadece

hayırla söz etmiştir." [c.1, s.289, h:7]

 

Ben derim ki: el-Burhan tefsirinde Muvaffak b. Ahmed kanalıyla

İkrime'den, o da İbn-i Abbas'tan aynı sözler, "...emiri olmasın..."

ifadesine kadar rivayet edilir.1 Bunu Ayyâşî de İkrime'den rivayet

etmiştir.2 Bu hadisi daha önce ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinden de alıntılamıştık.

Bazı rivayetlerde İmam Rıza'nın (a.s) şöyle dediği belirtilir:

"Kur'ân'da 'Ey iman edenler...' diye başlayan bir ayet yoktur

ki, biz Ehlibeyt (a.s) hakkında olmasın." Bu rivayet genelin özele

uyarlanmasının ya da vahyin batınî anlamının bir örneğidir.

Aynı kaynakta Abdullah b. Sinan'dan şöyle rivayet edilir. İmam

Cafer Sadık'tan (a.s) "Ey inananlar! Yaptıgınız akitleri yerine getirin."

ayetini sordum, buyurdu ki: "Burada ahitler, [yani sözleşmeler]

kastediliyor." [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.289.]

 

Aynı hadisi Kummî de kendi tefsirinde aynı ravi kanalıyla aktarmıştır.

[c.1, s.160]

 

et-Tehzib adlı eserde, rivayet zinciriyle birlikte Muhammed b.

Müslim'in şöyle dediği belirtilir: İmam Bâkır (a.s) veya İmam Sadık'tan

(a.s) birine, "dört ayaklı hayvanlar size helâl kılındı..." ayetini

sordum. Buyurdu ki: "Hayvanların rahmindeki yavrular, tüylenmiş

ve kıllanmışsalar, annelerinin boğazlanması, onların da

boğazlanması anlamına gelir. İşte yüce Allah bunu kastetmiştir."

[c.9, s.58]

 

Ben derim ki: Aynı hadis el-Kâfi ve el-Fakih adlı eserlerde aynı

ravi aracılığıyla iki İmamdan birinden aktarılmıştır. Aynı anlamda

bir hadis de Tefsir-ul Ayyâşî'de Muhammed b. Müslim aracılığıyla

iki İmamdan birinden ve Zürare kanalıyla da İmam Sadık'tan (a.s)

-------

1- [el-Burhan tefsiri, c.1, s.431.]

2- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.289.]

 

Mâide Sûresi 1-3 ........................................................... 323

 

aktarılır.1 Bunu Kummî de tefsirinde rivayet eder.2 Mecma-ul Beyan

tefsirinde İmam Bâkır (a.s) ve İmam Sadık'tan (a.s) rivayet ediliyor.

Tefsir-ul Kummî'de, "Ey inananlar! Ne Allah'ın işaretlerine...

saygısızlık etmeyin." ayetiyle ilgili olarak şöyle deniyor: "Allah'ın

şiarları; ihram, tavaf, Ibrahim makamında kılınan namaz, Safa ve

Merve Tepeleri arasında sa'ydır. Ayrıca hac mevsimine özgü tüm

ibadetler bu kategoriye girer. Kişinin deve kurbanlığını Mekke'ye

sevk ederken, kurbanlık olduğu bilinsin dolayısıyla kimse dokunmasın

diye onun hörgücünü yaralayıp kan akıtması veya hörgücün

derisini soymak yahut gerdanlık takması da Allah'ın şiarlarındandır.

Bunlara şiar denmesi, insanların onları fark edip tanımaları içindir."

"ne haram aya" bundan maksat, haram aylardan biri olan zilhicce

ayıdır. "ne kurban" hac ziyaretinde bulunan kişinin ihramı

giydikten sonra kurban edilecekleri yere sürdüğü hayvan kastediliyor.

"ne gerdanlıklara..." bundan maksat, hac ziyaretinde bulunan

kişinin namaz kılarken giydiği nalınları kurbanlık hayvanın boynuna

asmasıdır. "ve ne de... Beyt-i Haram'a yönelenlere" yani

Kâbe'ye hac ziyaretinde bulunanlara." [c.1, s.160]

 

Mecma-ul Beyan tefsirinde şöyle deniyor: İmam Bâkır (a.s) şöyle

buyurdu: "Bu ayet, Rebiaoğullarından Hutam adında biri hakkında

inmiştir."

 

Mezkur tefsirde devamla şöyle ekleniyor: Süddi'nin anlattığına

göre, Hutam b. Hind el-Bekri, yalnız başına Resulullah'ın (s.a.a)

yanına geldi, atını Medine'nin dışında bırakmıştı. Peygamberimize

(s.a.a) dedi ki: "Neye davet ediyorsun?" Bundan önce de Peygamberimiz

(s.a.a) ashabına demişti ki: "Bugün Rebiaoğullarından bir

adam yanınıza gelecek ve bu adam şeytanın diliyle konuşacaktır."

Resulullah (s.a.a) adama cevap verdikten sonra adam, "Bana

1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.289.]

2- [Tefsir-ul Kummî, c.1, s.160.]

 

324 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

mühlet ver, belki de Müslüman olurum. Istişare edeceğim kişiler

var." dedi. Sonra oradan ayrıldı."

Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: "Kâfir bir yüzle

içeri girdi, çıkarken arkasında hainlik bıraktı." Giderken Medine'ye

ait sürülerden biriyle karşılaştı. Sürüyü önüne katıp götürdü. Bir

yandan da şu beyitleri mırıldanıyordu:

"Hutam, bir çoban eliyle sürülerden birini ele geçirdi.

Oysa ne deve, ne de koyun çobanlığı yapmıştı.

Ne de satırla eti parçalayan bir kasaptı.

Sürü sahipleri geceleyin uyudular; ama Hind'in oğlu uyumadı.

Ok gibi hızlı hareket eden bir hizmetçi gibi geçirdi geceyi.

Otlatma zahmetini üzerine aldı.

Cılız bacağı ve düztaban ayağıyla."

Sonra ertesi yıl hac için tekrar geldi. Bu arada sunacağı kurbanı

da işaretlemişti. Resulullah (s.a.a) onun huzuruna getirilmesini

istedi. Bunun üzerine, "ve ne de... Beyt-i Haram'a yönelenlere..."

ayeti indi.

 

Müellif devamla şöyle der: İbn-i Zeyd dedi ki: "Bu ayet, Mekke'nin

fethedildiği gün, Beyt-i Haram'ı ziyaret etmek için gelen ve

umre yaparak ihramdan çıkmak isteyen bazı müşrikler hakkında

inmiştir. Onları gören Müslümanlar, "Bunlar da şunlar [Mekkeliler]

gibi müşriktir. Izin ver, onlara saldıralım." dediler. Bunun üzerine

yüce Allah söz konusu ayeti indirdi."

 

Ben derim ki: Taberî bu kıssayı Süddi ve Ikrime'den, ikinci kıssayı

da İbn-i Zeyd'den rivayet etmiştir.1 Ikinci kıssa ed-Dürr-ül Mensûr

tefsirinde İbn-i Ebi Hatem kanalıyla Zeyd b. Eslem'den rivayet

edilir. Bu rivayette, olayın Hudeybiye günü yaşandığından söz edilir.

Her iki kıssa da tefsircilerin ve nakilcilerin hemen hemen üzerinde

ittifak ettikleri, Mâide suresinin Veda Haccı esnasında nazil

olduğu husussuyla örtüşmemektedir. Eğer öyle olsaydı, "Allah'a

------

1- [Tefsir-ut Taberî, c.6, s.38-39.]

 

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 325

 

ortak koşanlar pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a

yaklaşmasınlar." (Tevbe, 28) "Allah'a ortak koşanları nerede

bulursanız öldürün." (Tevbe, 5) ayetinin, "ve ne de... Beyt-i Haram'a

yönelenlere" ayetinden önce inmiş olmaları gerekirdi. Bu durumda

da Beyt-i Haram'a yönelen müşriklere herhangi bir taarruzda

bulunmayı nehyetmeye ilişkin direktifin bir anlamı olmazdı.

Büyük bir ihtimalle bu iki kıssa ve bunların içeriklerine benzer

diğer kıssalar, bir bölümü İbn-i Abbas, Mücahit, Katade ve

Dahhak'tan aktarılan şu görüşün nedenini oluşturmuştur: Onlara

göre: "ve ne de... Beyt-i Haram'a yönelenler" ifadesi, "Allah'a ortak

koşanları nerede bulursanız öldürün..." ve "Allah'a ortak koşanlar

pİsliktir... artık... Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." ayetlerinin

inişiyle neshedil-miştir. Nesh hadisi Tefsir-ul Kummî'de yer

alır. Ki sözden anlaşıldığı kadarıyla, bu bir rivayettir, Kummî'nin

kendi sözleri değil.

 

Bütün bunların ötesinde, Mâide suresinin en son inen sure olması,

bu rivayetleri geçersiz kılmaktadır. Ehlibeyt İmamlarından

(a.s) gelen rivayetlerde, Mâide suresinin neshedilen değil

neshedici olduğu belirtilir. Kaldı ki, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım..."

ayeti, Mâide suresinin bazı ayetlerinin neshedilmiş olması

ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.

 

Buna göre, "ne de... Beyt-i Haram'a yönelenler..." ifadesiyle

güdülen amaç, daha sonra yer alan, "bir topluluga olan kininiz, sizi

haddi aşmaya sürüklemesin." ayeti vasıtasıyla açıklanmış gibi

bir niteliğe sahip olur. Yani, daha önce size taarruzda bulundukları

için Mescid-i Haram'a yönelenlere taarruzda bulunarak Kâbe'nin

saygınlığını, dokunulmazlığını yok etmeyin. Bunların dışında da

daha önce sizi ondan alıkoyanlara böyle davrandılar diye, onları

öldürmek gibi günah işlemeye veya ölüm dışında birtakım haksızlılıklara

yeltenerek tecavüz etmeye kalkışmayın; bilâkis iyilik ve

takva hususunda yardımlaşın.

 

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde de, "İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın."

ayetiyle ilgili olarak Ahmet ve Abd b. Hamid, ayrıca

 

326 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Vabisa kanalıyla da Buharî kendi Sahihinin "Tarih" adlı bölümünde

şöyle rivayet ederler: "Bir gün Resulullah'ın (s.a.a) yanına geldim.

Amacım iyilik ve günah namına sormadık bir şeyi bırakmamaktı.

Bana dedi ki: Ey Vabisa, niçin geldiğini ve neyi sormak istediğini

haber vereyim mi? Yoksa kendin mi söyleyeceksin? Dedim ki: Siz

bana haber verin ya Resulullah! Buyurdu ki: İyilikten ve günahtan

sormak için geldin. Sonra üç parmağını birleştirerek göğsümü dürtüyor,

bir yandan da şöyle diyordu: Fetvayı kalbinden ve nefsinden

iste. İyilik, kalbinin mutmain olduğu ve nefsinin yatıştığı şeydir.

Günah ise, onun hakkında insanlar sürekli sana fetva verseler bile

kalpte sıkıntıya yol açan, göğsünde huzursuzluk meydana getiren

şeydir."

 

Aynı eserde, Ahmet, Abd. b. Hamid, İbn-i Hibban, Taberanî,

Hakim -sahih olduğunu vurgulayarak- ve Beyhaki Ebu Emame'den

şöyle rivayet ederler: "Bir adam Resulullah'a (s.a.a) günahın ne olduğunu

sordu. Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: 'Içinde huzursuzluk

meydana getiren şeyden uzaklaş.' Bunun üzerine adam, 'Peki, iman

nedir?' diye sordu: 'Bir kimseyi işlediği kötülük üzüyor ve yaptığı

iyilik sevindiriyorsa, o mümindir.' cevabını verdi."

 

Yine aynı eserde, İbn-i Ebi Şeybe, Ahmed, Buharî kendi Sahihinin

"Edeb" adlı bölümünde, Müslim, Tirmizi, Hakim ve Beyhaki "eşŞu-

ab" kitabından Nuvas b. Sem'an'dan şöyle rivayet ederler:

"Resulul-lah'a iyilik ve günah olguları hakkında soru soruldu. Buyurdu

ki: Iyilik, güzel ahlâktır. Günah ise, nefsinde huzursuzluk

meydana getiren ve insanların haberdar olmasından hoşlanmadığın

şeydir." [c.2, s.255]

 

Ben derim ki: Görüldüğü gibi rivayetlerin içeriği, "Nefse ve onu

biçimlendirene, ona bozuklugunu ve korunmasını ilham edene..."

(Şems, 7-8) ayetlerinin anlamını esas alan bir mahiyette gelişmektedir.

Bu rivayetler günahın anlamı ile ilgili olarak yaptığımız açıklamayı

da desteklemektedir.

 

Mecma-ul Beyan tefsirinde, müellif şöyle der: "Bu ayet (maksadı

'Beyt-i Haram'a yönelenler' ifadesidir) ile ilgili olarak âlimler

 

Mâide Sûresi 1-3 .................................................. 327

 

arasında ihtilaf vardır. Bu ifadenin içerdiği hükmün, 'Allah'a ortak

koşanları nerede bulursanız öldürün.' ayetiyle yürürlükten kaldırıldığı

söylenmiştir. Müfessirlerin büyük kısmının görüşü bu yöndedir.

Diğer bazı âlimler; 'Ne bu surenin, ne de bu ayetin içerdiği

hiçbir hüküm neshe-dilmemiştir; çünkü, müşrikler başlatan taraf

olmadıkları sürece, haram aylarda onlara savaş ilân etmek caiz

değildir.' demişlerdir." Ardından müellif, "Bu görüş İmam Bâkır'-

dan (a.s) rivayet edilmiştir." demiştir.

 

Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, müellif kendi rivayet

zinciriyle Eban b. Tağlib'den, o da İmam Ebu Cafer Muhammed b.

Ali el-Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet eder: "Leş, kan ve domuz eti,

herkesçe bilinen şeylerdir. "Allah'tan başkası adına bogazlanan"

ifadesiyle, putların sunaklarında boğazlanan hayvanlar kastediliyor.

"bogulmuş" ifadesine gelince, Mecusîler kesilmiş hayvanı yemezlerdi,

murdar hayvanı yerlerdi. Bu nedenle sığırı ve koyunu

boğarak öldürürlerdi, hayvan bu şekilde ölünce etini yerlerdi.

"Vurularak öldürülmüş"ten maksat da şudur: Mecusîler hayvanın

ayaklarını bağladıktan sonra ölünceye kadar döverlerdi,

hayvan ölünce de etini yerlerdi.

"yukarıdan düşmüş"ten maksat da şudur: Yine Mecusîler

hayvanın gözlerini bağlayarak yüksekçe bir yerden aşağıya

atarlardı, bu şekilde ölen hayvanın etini yerlerdi.

"boynuzlanmış"tan maksat da şudur: Iki koçu dövüştürürlerdi.

Bu dövüşte ölenin etini yerlerdi.

"yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak ölmüş olan hayvanlar

-henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç-" ifadesiyle de şu husus

kastedilmiştir: Mecusîler kurt, arslan ve ayı gibi yırtıcı bir hayvan

tarafından parçalanarak öldürülmüş bulunan hayvanları yerlerdi.

Yüce Allah bunu haram kıldı.

"Dikili taşlar üzerine bogazlanan" ifadesine gelince, Mecusîler

ateş tapınakları için kurbanlar sunarlardı. Kureyşliler de ağaçlara,

 

328 ............................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

taşlara tapar ve onlar için hayvan keserlerdi.

 

"(hayvan etini) fal oklarıyla bölmeniz. Bunlar yoldan çıkmaktır."

Cahiliye döneminde Araplar, bir deveyi tutup on parçaya bölerlerdi.

Sonra üzerinde toplanıp on tane ok arasında taksim ederlerdi.

On oku bir adama verirlerdi. Bunlardan yedi tanesinin payı vardı,

üç tanesinin yoktu."

"Payı bulunan okların adları şöyleydi: 1) Fezz, 2) Tev'em, 3)

Musbil, 4) Nafis, 5) Hils, 6) Rakib, 7) Mualla. Fezz okunun bir payı,

Tev'em okunun iki payı, Müsbil okunun üç payı, Nafis okunun dört

payı, Hils okunun beş payı, Rakib okunun altı payı ve Mualla okunun

da yedi payı vardı."

"Payı olmayan oklar da şunlardı: 1) Sefih, 2) Menih, 3) Vağd.

Devenin bedelini kendisine hiç pay çıkmayan adamlar öderdi. Dolayısıyla

bir kumardı bu ve Allah tarafından haram kılındı."

Ben derim ki: Rivayette, boğulmuş, vurulmuş, yüksekten düşmüş

hayvanla ilgili açıklama, bir sonraki rivayetten de anlaşılacağı

gibi, örneklendirme şeklinde açıklama niteliğindedir. "Henüz canları

çıkmadan kestikleriniz hariç" ifadesinin "Yırtıcı hayvan tarafından

parçalanarak ölmüş olan" ifadesinin yanında ve aynı şekilde

"bunlar yoldan çıkmaktır" ifadesinin "fal oklarıyla bölmeniz"

ifadesinin yanında yer alması, herhangi bir sınırlandırmanın söz

konusu olduğuna kanıt oluşturmaz. [Yani, buna dayanarak sadece

yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanıp ancak canları çıkmadan

kestiğiniz helâldir ve aynı şekilde sadece fal oklarıyla bölmenin

fısk olduğuna delil olmaz.]

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de, Ayyuk b. Kasut'tan, o da İmam Cafer

Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet edilir: "Boğulmuş" ifadesiyle bağlı olduğu

yerde sıkışıp boğulan, "mevkûze" [mealde vurulmuş olarak

anlam verdiğimiz madde] hastalığın şiddetinden dolayı boğazlanmanın

acısını hissetmeyen, tepinmeyen ve vücudundan kan akmayan,

"yukarıdan düşmüş" (mütereddiye) ise, evin damından veya

benzeri şeyden aşağı düşen, "boynuzlanmış" (natiha) ise, hemcinsiyle

vuruşarak boynuzlanan hayvan demektir." [c.1, s.292]

 

Mâide Sûresi 1-3 ......................................................... 329

 

Aynı eserde, Hasan b. Ali el-Veşşa'dan, o da İmam Rıza'dan

(a.s) şöyle rivayet edilir: Veşşa şöyle der: İmamın şöyle dediğini

duydum: "Yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve yırtıcı hayvan tarafından

parçalanmış bir hayvanı henüz can vermeden yetişip boğazlarsan,

etini yiyebilirsin." [c.1, s.292]

 

Aynı eserde, Muhammed b. Abdullah'tan, o da bazı arkadaşlarından

şöyle rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'a (a.s) dedim ki:

"Kurban olduğum, söyler misin Allah niçin leşi, kanı ve domuz etini

haram kılmıştır?" Buyurdu ki: "Yüce Allah, bunları kullarına haram

kılmış, başkalarını da helâl kılmışsa bu, O'nun haram kıldığı şeylerden

hoşlanmadığı, helâl kıldığı şeylerden de hoşlandığı için değildir.

Tam tersine, ulu Allah muhlukatı yaratmış, bedenlerinin nasıl

ayakta kalacağını, hangi şeylerin onlara yarayacağını bilmektedir.

Dolayısıyla bunları onlara helâl kılmış yararlanmalarını serbest

bırakmıştır. Varlıkların çıkarı bunu gerektirdiği için katından bir lütuf

olarak mubah saymıştır. Yine onlara zararlı olan şeyleri de bilmektedir.

Bu yüzden zararlı olan şeyleri yasaklamış, istifade etmelerini

haram kılmıştır. Ardından zor durumda kalan kimselere bunları

mubah kılmıştır. Bedenlerinin ancak bunlarla ayakta kalabilecekleri

durumlarda helâl etmiştir. Böyle durumlarda bedenin ayakta

durmasını sağlayacak miktarın yenmesini emretmiştir, fazla

değil.

"Leşin haram kılınışının hikmetine gelince; leşe yaklaşan, ondan

yiyen insanın muhakkak bedeni zayıf düşer, cismi küçülür,

gücü azalır, soyu kesilir. Leş yiyen insan ancak ansızın ölür."

"Kan yemenin haram kılınışının hikmeti şudur: Kan yemek, insanların

dünyaya çok düşkün, katı kalpli, şefkat ve merhametinin

az olmasına sebep olur. Böylelerinin evlâtlarını, anne ve babalarını

öldürmeyeceklerinden emin olunmaz. Yakın akraba ve birlikte olduğu

arkadaşı onun tehlikesinden emanda olmaz."

"Domuz etinin haram kılınışının hikmeti şudur: Ulu Allah bir

kavmi domuz, maymun, ayı ve benzeri çeşitli hayvanlara dönüştürmüştür.

Sonra bu hayvanların yenmesini yasaklamıştır ki, on-

 

330 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

dan yararlanılmasın ve bu cezalandırma türü hafif alınmasın."

 

"İçkiye gelince; Allah, onu yıkıcı etkisinden ve çıkardığı fesattan

dolayı haram kılmıştır. Sürekli içki içen alkolik bir insan putperest

gibidir. Içkinin etkisiyle takatsiz düşer, beden sürekli titrer. Içki

kişinin aydınlığını yok eder, kişiliğini, onurunu ayaklar altına alır.

Onu kan dökmek ve zina etmek gibi haram olan davranışları işlemeye

sürükler. Sarhoş olup aklını yitirdikten sonra mahremine

musallat olmayacağını kimse garanti edemez. Içki, içeni her türlü

kötülükten başka bir şeye yöneltmez." [c.1, s.291]

 

GADIR-I HUM AYETININ HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

Gayet-ul Meram adlı eserde şöyle bir rivayet yer alır: Ebu-l

Muey-yed Muvaffak b. Ahmed "Fazail-u Ali" kitabında der ki: Bana

Seyyid-ul Huffaz Şehrdar b. Şireveyh b. Şehrdar ed-Deylemi

Hemedan'dan tarafıma yazdığı bir mektupta anlattı. Ona da Ebul

Feth Abdus b. Abdullah b. Abdus el-Hemedani bir mektupta aktarmış.

O da Abdullah b. Ishak el-Bağavi'den duymuş, ona Hüseyin

b. Uleyl el-Ganavî anlatmış, o Muhammed b. Abdurrahman ez-

Zarra'dan duymuş, ona Kays b. Hafs bildirmiş, o da Ali b. Hüseyin'-

den haber almış, ona da Ebu Said el-Hudrî'den naklen Ebu Hüreyre

aktarmış:

Resulullah (s.a.a) halkı Gadir-i Hum'a çağırdığı gün, orda bulunan

bir ağacın altındaki dikenleri ve çerçöpü toplayıp atmalarını

emretti; bunun üzerine ağacın altı temizlendi. O gün Perşembe

günüydü; Peygamberin insanları Ali'ye çağırdığı gündü. Ali'nin kolundan

tutup kaldırdı. Öyle ki, insanlar koltuk altının beyazlığını

görebiliyorlardı. Daha birbirlerinden ayrılmamıştılar ki, "Bugün sizin

için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size

din olarak İslâm'a razı oldum." ayeti indi. Bunun üzerine

Resulullah (s.a.a), dinin kemale erişinden, nimetin tamamlanmasından,

Rabbinin risaletinden ve Ali'nin velayetinden razı oluşun-

 

Mâide Sûresi 1-3 ........................................................... 331

 

dan dolayı "Allah-u Ekber." dedi. Sonra şöyle buyurdu: "Allah'ım!

Onu veli edinenin velisi ol. Ona düşman olanın düşmanı ol. Ona

yardım edene yardımcı ol. Onu terk edeni sen de yüz üstü bırak."

Hassan b. Sabit, "Ya Resulullah, birkaç beyit söylememe izin

veriyor musun?" dedi. Resulullah, "Söyle, onu Allah kalbine ilham

eder." buyurdu. Hassan şu beyitleri okudu:

"Gadir günü Peygamberleri haykırıyordu onlara

Hum mıntıkasında ve nebi ne değerli haykırıcı idi!

'Ben sizin mevlanız ve velinizim öyle mi?' derken.

Onlar hiç çekinmeden şöyle dediler:

'Senin ilâhın mevlamız, sen de velimizsin

İnsanlar içinde buna isyan eden kimse bulamazsın.'

Dedi ki ona: Kalk ey Ali, çünkü ben,

benden sonra İmam ve yol gösterici olarak sana razı oldum."

 

Gayet-ul Meram'da Hafız Ebu Nuaym'ın "Ma Nezele Min-el Kur'-

ân Fî Aliyyin Emir-il Mü'minin=Ali b. Ebu Talib hakkında inen Kur'ân

ayetleri" adlı eserinden merfu olarak [rivayet zincirine yer

vermeksizin] Kays b. Rebi'den, o da Ebu Harun el-Abdi'den, o da

Ebu Said el-Hudri'den aynı rivayeti nakleder; ancak beyitlerin

sonunda şu ifadelerin de yer aldığını belirtir:

"Ben kimin mevlasıysam, bu da onun velisidir.

Veli edinerek onun sadık yardımcıları olun.

Işte burada dua etti ki: Allah'ım, ona dost olanın dostu ol.

Ali'ye düşman olanın da düşmanı ol."

 

Yine Gayet-ul Meram'da, "Ma Nezele Minel Kur'ân..." adlı eserde

şöyle nakledilir: Müellif merfu olarak Ali b. Amir'den, o da Ebul

Haccaf'tan, o da A'maş'tan, o da Udda'dan şöyle rivayet eder: Şu

ayet Ali b. Ebu Talip'le ilgili olarak Resulullah'a (s.a.a) inmiştir: "Ey

Resul! Rabbinden sana indirileni duyur." [Mâide, 67] Yüce Allah şöyle

de buyurmuştur: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi

tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum."

 

332 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Gayet-ul Meram'da Ibrahim b. Muhammed el-Hameveyni'den

şöyle rivayet edilir: Bize Şeyh Taceddin Ebu Talib Ali b. Hüseyin b.

Osman b. Abdullah el-Hazin anlattı. Ona İmam Burhaneddin Nasır

b. Ebul Mekarim el-Mutarrizi anlatmış ve ona nakil izni de verilmiş.

Ona da İmam Ahtab Harezm Ebul Müeyyed Muvaffak b. Ahmed el-

Mekki el-Harezmi anlatmış. Ona da Seyyid-ul Huffaz Hamedan'dan

yazdığı bir mektupla bildirmiş, ona da bir yazıyla er-Reis Ebul Feth

haber vermiş, ona Abdullah b. Ishak el-Bağavi haber vermiş. Ona

da Hasan b. Akil el-Ganavi bildirmiş, o da Muhammed b. Abdullah

ez-Zarra'dan duymuş, ona Kays b. Hafs anlatmış, ona Ali b. Hasan

el-Abdi, Ebu Harun el-Abdi'den, Ebu Said el-Hudri'den naklen ilk

hadisin benzerini rivayet etmiştir.

 

Yine Hameveynî'den, o da Seyyid-il Huffaz ve Ebu Mansur Şehrdar

b. Şireveyhi b. Şehrdar ed-Deylemi'den rivayet etmiştir ki: Bize

Hasan b. Ahmed b. Hasan el-Haddad el-Mukri el-Hafız, Ahmed b.

Abdullah b. Ahmed'den, o da Muhammed b. Ahmed b. Ali'den rivayet

etti. Onlara Muhammed b. Osman b. Ebu Şeybe aktarmış. O

da Yahya el-Himmanî'den duymuş, ona Kays b. Rebi, Ebu Harun el-

Abdi'den, o da Ebu Said el-Hudri'den ilk hadisin benzerini aktarmıştır.

Gayet-ul Meram'da daha sonra Hameveynî'nin bu hadisin peşinden

şunları eklediği yer alır: "Bu hadis, değişik birçok kanaldan

Ebu Said Sa'd b. Malik el-Hudri el-Ensari'ye dayanır."

 

Gayet-ul Meram'da Seyyid Razî'nin (r.a) "el-Menakib-ul Fahire"

adlı eserinde Muhammed b. Ishak'tan, o da İmam Bâkır'dan (a.s),

o babasından, o da dedesinden şöyle rivayet ettiği nakledilir:

Resulullah (s.a.a) Veda Haccından dönünce Davcan adı verilen bir

yerde konakladı. Bu sırada, "Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni

duyur, eger bunu yapmazsan, O'nun elçiligini yapmamış olursun.

Allah seni insanlardan korur." [Mâide, 67] ayeti indi. Insanlardan

korunacağına ilişkin hüküm inince insanlara, "Namaz için toplanın"

diye seslendi. Bunun üzerine oradakilerin tümü etrafında toplandı.

Dedi ki: "Kendi canlarınıza kendinizden daha fazla tasarruf

 

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 333

 

hakkına sahip olan kimdir?" Hep birlikte "Allah ve Resulü" diye

haykırdılar.

 

Bunun üzerine Resulullah, Ali b. Ebu Talib'in elinden tuttu ve

"Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım ona dost

olanın dostu ol, ona düşman olanın düşmanı ol. Ona yardım edene

yardımcı ol. Onu terk edeni yüz üstü bırak. Çünkü o bendendir, ben

de ondanım. O benim için Harun'un Musa nezdindeki mesabesindedir.

Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir." buyurdu.

 

Bu [Ali'nin velayeti], yüce Allah'ın Hz. Muhammed'in (s.a.a) ümmetine

emrettiği son farzdı. Sonra Peygamberine şu ayeti indirdi:

"Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım

ve size din olarak İslâm'a razı oldum."

 

İmam Bâkır (a.s) der ki: "Orada bulunanlar namaz, oruç, zekât

ve hacla ilgili Allah'ın emrettiği bütün farzları kabul ettiler ve Peygamberi

bu hususta da tasdik ettiler."

 

İbn-i Ishak der ki: İmam Bâkır'a sordum: "Bu olay ne zaman

meydana geldi?" Dedi ki: Hicretin onuncu yılının zilhicce ayının on

dokuzuncu1 gecesinde, Peygamberimizin Veda Haccından döndüğü

sırada meydana geldi. Bu olay ile Peygamberimizin (s.a.a) vefatı

arasında yüz gün fark vardır. Gadir Hum'da Resulullah'ı on iki kişi

dinlemiştir."2

 

Gayet-ul Meram'da İbn-i Mağazilî'nin "el-Menakıb" adlı eserinde

merfu olarak Ebu Hüreyre'den şöyle rivayet ettiği aktarılır: "Zilhicce

ayının on sekizinci gününde oruç tutan kimseye Allah, altmış

ayın sevabını yazar. O, Gadir-i Hum günüdür. O gün Allah Resulü

Ali b. Ebi Talib için insanlardan biat almış ve şöyle buyurmuştur:

'Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım ona dost

olana dost ol, onun düşmanına düşman ol. Ona yardım edene yardımcı

ol.' Bu sözleri duyan Ömer b. Hattab şöyle dedi: 'Kutlu olsun,

-------

1- el-Burhan tefsirinde, "on yedinci gece..." şeklinde geçer.

2- el-Burhan tefsirinde, "Resulullah on iki kişinin adını zikretti." şeklinde

geçer.

 

334 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

kutlu olsun sana ey Ebu Talib'in oğlu, artık benim mevlam ve bütün

mümin erkeklerin ve kadınların da mevlası oldun.' Ardından

yüce Allah, 'Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi

tamamladım.' ayetini indirdi."

 

Gayet-ul Meram'da İbn-i Mürdeveyh'in "el-Menakıb" adlı eserinde

ve Merzübanî'nin "Serikatuş-Şiir"1 adlı eserinde Ebu Said el-

Hudri'den, Hatip'ten nakledilen hadisin benzerini rivayet ettikleri

yer alır.

Ben derim ki: Bu iki hadisi Suyutî ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde

Ebu Said'den ve Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir. Bu arada hadislerin

rivayet zincirlerinin zayıf olduğunu belirtmiştir. Birçok kanaldan

sahabeler içerisinden -dikkatle incelenirse- Ömer b. Hattab,

Ali b. Ebu Talib, Muaviye ve Semure'ye dayandırılarak ayetin Veda

Haccının Arefe gününde nazil olduğu ve bu günün Cuma'ya rastladığı

rivayet edilmiştir. Bunlar içinde güvenileni Ömer'den nakledilen

rivayettir. Müellif bunu Humaydi, Abd b. Hamid, Ahmed,

Buharî, Müslim, Tirmizi, Nesai, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Hibban

ve Beyhaki "Sünen"inde Tarık b. Şihab'dan, o da Ömer'den, yine

İbn-i Rahe-veyh'in "Müsned"inde, Abd b. Hamid Ebu Aliye kanalıyla

Ömer'den, İbn-i Cerir, Kubaysa b. Ebu Zueyb kanalıyla Ömer'den,

Bezzaz kanalıyla İbn-i Abbas'tan rivayet eder. Anlaşıldığı kadarıyla

İbn-i Abbas da Ömer'den rivayet ediyor.

 

Ben derim ki: Suyuti'nin söz konusu iki hadisin rivayet zincirlerinin

zayıf olduğunu belirtmesi, metnin de zayıf olmasını

gerektirmez. Önceki açıklamalarda, ayetin içeriğinin, kendisiyle ilgili

olarak dile getirilen ihtimaller ve anlamlar içinde ancak bununla

örtüştüğünü kanıtlarıyla ortaya koyduk. Dolayısıyla söz konusu

iki rivayet ve onlara benzer içerikli rivayetler, ilgili rivayetlerin içinde

Kur'ân'la uyuşan rivayetlerdir. Öyleyse onların esas alınması lazım

gelir.

 

Kaldı ki ayetin, "velayet meselesi" ile ilgili olarak indiğine iliş-

-----

1- [el-Gadir kitabında, "Mirkat-üş Şiir" diye geçer.]

 

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 335

 

kin açıklamalar içeren -ve Şiî ve Sünnî kaynaklardaki toplam sayısı

yirmiyi aşkın bulunan- bu hadİsler, "Ey Elçi, Rabbinden sana indirileni

duyur..." (Mâide, 67) ayetinin iniş sebebi olarak belirtilen gelişmelerle

de ilintilidir. Bu konuyla ilgili hadisler de, Şiî ve Sünnî

kaynaklarda on beşten fazladır. Bunların tümü de Gadir hadisiyle

yani, "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır." hadisiyle ilintilidir.

Çok sayıda sahabe tarafından rivayet edilen ve tevatür

düzeyine ulaşan bir hadistir bu. Gerek Sünnî ve gerekse Şiî âlimlerin

büyük bir kısmı söz konusu hadisin mütevatir olduğunu belirtmişlerdir.

Üzerinde görüş birliği sağlanan diğer bir husus da, olayın Peygamberimizin

(s.a.a) Mekke'den Medine'ye döndüğü sırada meydana

geldiğidir. Dolayısıyla velayet de (şayet önemi kavranır şaka

ve boş söz olarak yorumlanmazsa) tıpkı Kur'ân'ın birçok ayetinde

net olarak üzerinde durulan tevelli (müminleri dost edinmek) ve

teberri (müşriklerden uzaklaşma) gibi bir farzdır. Böyle olduğuna

göre, bu farzı içeren ayetin, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım."

ayetinden sonra inmiş olması mantıki değildir. Bu ayet, velayetin

farz kılınmasından sonra inmiştir. Eğer bu çıkarsamamızla çelişen

rivayetler varsa, onlara dayanıp güvenmek yersizdir.

Konuyla ilgili olarak aktarılan rivayetle ilgili yaklaşımımız biliniyor.

Ancak burada bilinmesi gereken bir hususa dikkat çekmek

istiyoruz: "Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni duyur, eger bunu

yapmazsan, O'nun risaletini yerine getirmemiş olursun..." ayeti -ki

ileride ifade ettiği anlam üzerinde duracağız- ile, "Bugün sizin dininizi

olgunlaştırdım." ayeti, bu iki ayetle ilgili olarak Sünnî ve Şiî

kanallarla aktarılan hadisleri ve tevatür düzeyine ulaşan Gadir-i

Hum rivayetleri üzerinde düşünülüp, Peygamberimizin (s.a.a) döneminin

sonlarına doğru İslâm toplumunun iç durumu incelendiğinde,

çok yönlü araştırmalara tâbi tutulduğunda, kesin olarak görülecektir

ki, velayet hükmünü içeren ayet, Gadir-i Hum gününden

birkaç gün önce inmiştir.

 

Yine bu tür bir irdelemede anlaşılacaktır ki, Resulullah (s.a.a)

 

336 ............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

bunu açıklamaktan sakınıyordu, kabul görmemesinden veya kendisine

yönelik bir suikast düzenlenmesinden, dolayısıyla İslâm

devletinin yara almasından korkuyordu. Bu yüzden, bu emrin tebliğini

günden güne erteliyordu. Nihayet, "Ey Elçi!... duyur." ayeti indi

de artık bu farzın tebliğini ertelemeye izin vermedi.

Buna göre, yüce Allah'ın surenin büyük kısmını, bu arada "Bugün

sizin dininizi olgunlaştırdım." ayetini, beraberinde velayet

hükmünü adı geçen Arefe gününde indirmiş olması, Peygamberimizin

(s.a.a) ilgili ayeti Arefe günü okuduğu, ancak velayet konusunu

açıklamayı Gadir-i Hum gününe kadar ertelemiş olması

mümkündür. Bu ayetin Gadir-i Hum günü nazil olduğunu ifade eden

bazı rivayetlere gelince, Peygamberimizin (s.a.a) tebliğ ettiği

meseleyle ilgili ayeti bu esnada yeniden okumuş olmasından dolayı,

ilk kez nazil olmuş gibi açıklanmış olması, uzak bir ihtimal

değildir.

Bu durumda, bu ayetin "velayet" meselesi ile ilgili olarak indiğini

ifade eden rivayetlerle, Ömer, Ali, Muaviye ve Semure'den aktarılan

görüşlerde olduğu gibi aynı ayetin Arefe günü indiğini ifade

eden rivayetler arasında çelişki yoktur. Çelişki, ancak rivayet gruplarından

birinin ayetin Gadir-i Hum gününde, diğerinin de Arefe

gününde indiğine delâlet etmesi durumunda söz konusu olabilir.

Rivayet gruplarından ikincisinde, ayetin dinin hac ve benzeri

ibadetlerle kemale erdirilmesine işaret ettiğine ilişkin olarak yer

alan değerlendirmeler, ravinin kişisel görüşüdür. Ne Kur'ân'ın ifadesi

ve ne de Peygamber (s.a.a) tarafından yapılan güvenilir bir açıklama,

bu kişisel görüşle örtüşüyor.

Bu açıklamayı, Ayyâşî'nin kendi tefsirinde Cafer b. Muhammed

b. Muhammed el-Huzai'den, onun da babasından aktardığı şu rivayetten

de algılamak mümkündür: Ravi der ki, İmam Cafer Sadık'ın

(a.s) şöyle buyurduğunu duydum: "Resulullah (s.a.a) cuma

günü Arefe'de konaklayınca Cebrail geldi ve ona şöyle dedi: Allah

sana selam ediyor ve diyor ki: Ümmetine söyle: Bugün dininizi sizin

için Ali b. Ebu Talib'in velayetiyle kemale erdirdim, üzerinizdeki

 

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 337

 

nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm'a razı oldum.

Bundan sonra size bir şey indirmeyeceğim, daha önce size namazı,

zekâtı, orucu ve haccı öngören hükümleri indirmiştim. Bu da

(velayet) beşincisidir. Bu adı geçen dört ibadetten sonra ancak, bu

beşincisiyle size yönelirim."

 

Kaldı ki, ayetin Arefe gününde indiğine ilişkin olarak Ömer'den

nakledilen rivayette bir diğer problem var. Bu rivayetlere göre, Ehlikitap'tan

birisi -bazısında bu birisinin Ka'b olduğu belirtilir- Ömer-

'e der ki: Kur'ân'da bir ayet vardır ki, eğer onun bir benzeri biz Yahudi

topluluğuna inseydi, onun indiği günü bayram ilân ederdik. O

şu ayettir: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım..." Ömer ona şu cevabı

verir: "Vallahi, ben o günü biliyorum. Veda Haccının Arefe günüdür."

İbn-i Raheveyh ve Abd b. Hamid'in Ebul Aliye'den aktardıkları

rivayetin metni ise şöyledir: Bir grup Ömer'in yanında bulunuyordu

ve ona bu ayeti söz konusu ettiler. Bu sırada Ehlikitap'tan bir adam

dedi ki: "Eğer bu ayetin indiği günü bilseydik, o günü bayram

ilân ederdik." Ömer ona şu karşılığı verdi: "Ayetin indiği günü ve

ertesi günü bize bayram kılan Allah'a hamd olsun. Ayet Arefe günü

indi. Ertesi günse Kurban Bayramı'dır. Böylece Allah bizim için işi

kemale erdirdi. Anladık ki, bundan sonra iş eksilme sürecine girecektir."

Rivayetin son bölümü farklı bir şekilde de aklarılmıştır. ed-

Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Ebi Şeybe ve İbn-i Cerir'in

Antere'den şöyle rivayet ettikleri yer alır: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım."

ayeti Hacc-ı Ekber günü inince, Ömer ağlamaya

başladı. Resulullah (s.a.a), "Niye ağlıyorsun?" dedi. Ömer dedi ki:

"Şunun için ağlıyorum: Bugüne kadar dinimiz bir artış sürecindeydi.

Ama bugün kemale ermiş bulunuyor. Kemale eren hiçbir şey

yoktur ki, eksilmesin." Resulullah (s.a.a), "Doğru söylüyorsun." dedi.

Bu rivayete bir açıdan benzeyen diğer bir rivayet de yer alır ed-

Dürr-ül Mensûr tefsirinde: Ahmed, Alkame b. Abdullah el- Muze-

 

338 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

ni'den şöyle rivayet eder: O demiş ki: Bana bir adam şunları söyledi:

Ömer b. Hattab'ın meclisinde bulunduğum bir sırada, Ömer

meclistekilerden birine sordu: "Resulullah'ın İslâm'ı ne şekilde nitelendirdiğini

duydun mu?" Adam dedi ki: "Resulullah'ın (s.a.a)

şöyle dediğini duydum: İslâm yeni doğmuş bir deve yavrusu gibi

hayata başladı, sonra iki yaşına, dört yaşına, altı yaşına girdi, derken

en güçlü dönemine girdi." Ömer dedi ki: "Güçlü ve olgunluk

döneminden sonra, sıra eksilmeye gelir."

Görüldüğü gibi, bu rivayetlerin ortak özellikleri, ayetin Arefe

günü inişinin anlamının, insanların dikkatini dinin egemen oluşuna,

hac mevsiminde Mekke'de tek başına etkin bir güç hâline gelişine

çekmek olduğunu açıklamaya yöneliktir. Bu rivayetlerde dinin

kemale erdirilişi ve nimetin tamamlanışı, Mekke atmosferinin

arındırılması, o gün için sırf Müslümanların yaşadıkları bir ortama

dönüşmüş olması, ondan başka ibadete esas alınacak bir dinin

bulunmayışı, artık düşmanlardan korkup sakınmalarını gerektirecek

bir durumun olmayışı şeklinde yorumlanmıştır.

Diğer bir ifadeyle; dinin kemale erdirilişinden ve nimetin tamamlanışından

maksat, onlara göre, düşmanların müdahalesinin

veya onlardan çekinmelerinin söz konusu olmadığı bir ortamda ellerinde

bulunan şeylere tamamen amel etmeleridir. Maksat, Allah

katından gelen bilgi ve hükümleri içeren şeriat değil. Yine rivayetlerden

anlaşıldığı kadarıyla, onlara göre İslâm, amel bazında iş

gördükleri İslâm'ın zahiridir. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Dinden

maksat, amellerine yansıyan, gözlemlenebilir dinin şeklidir, İslâm

da öyle... Çünkü artıştan sonra eksiliş ancak bu anlamda söz konusu

olabilir.

Oysa Allah tarafından konulan hüküm ve O'nun tarafından inzal

edilen bilgiler, Ömer'in; "Kemale eren hiçbir şey yoktur ki eksilmesin."

sözüyle anlatmak istediği türden bir artıştan sonra eksilişi

kabul etmez. Kuşkusuz "artışın ardından eksiliş" evrensel bir

yasadır, evrenin yapısı gereği tarihin ve toplumsal hayatın akışına

egemendir. Din ise, bu tür yasalara tâbi değildir. Sadece, dini diğer

 

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................ 339

 

toplumsal düzenler gibi gelişen ve değişen bir sosyal düzen olarak

görenler böyle bir yaklaşım içinde olabilirler.

Bu gerçeği kavradığına göre, bu tür değerlendirmelerde öncelikle

şu şekilde bir tutarsızlığın olduğunu bilirsin: Daha önce anlamını

sunduğumuz "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım." ayeti

dinin kemale erdirilişi olgusuna getirilen açıklamayla örtüşmüyor.

Ikincisi: İslâm toplumunda müşriklerden çok daha zararlı ve

yıkıcı unsurların bulunmasıyla birlikte, sadece yeryüzünün zahiren

müşriklerden temizlenmesine, toplumun zahiren İslâm üzere olup

müşrik düşmanlar tarafından tehdit edilmemesine dayanarak, Yüce

Allah'ın dini salt şekli olarak kemale ermiş sayıp bu durumu

kendine nispet ederek insanlara yönelik bir lütfü olarak nitelendirmesi

mümkün müdür? Müslümanların arasında gizlice toplantılar

düzenleyen, aralarına sızan, bozgunculuk çıkaran, işleri tersine

çevirmeye çalışan, dini ifsat edici çalışmalar yapan, kuşkular yaratan

münafık gruplar vardı. Bilindiği gibi münafıklar sorunu büyük

ve önemliydi. Kur'ân'ın birçok ayetleri bu hususa değinmiştir. Örneğin,

Münafikun suresinin neredeyse tüm ayetleri, Bakara, Nisâ,

Mâide, Enfâl, Tevbe ve Ahzâb surelerinin bir kısmı onlara ayrılmıştır.

Anlayamıyorum, o gün münafık gruplar nereye kayboldular?

Sesleri, solukları nasıl kesildi? Hileli düzenleri nasıl bir anda boşa

çıktı, batıl zihniyetleri yok olup gitti? Münafıkların varlıklarına

rağmen sırf müşriklerin Mekke'den uzaklaştırılmasına dayanarak

yüce Allah'ın o gün Müslümanlara, dinin zahirini kemale erdirmesini,

nimeti zahiren tamamlamasını, İslâm'ın zahirine razı oluşunu

lütuf sayması ve bunu bir minnet olarak zikretmiş olması nasıl

mantıklı olabilir? Oysa münafıklar, müşriklerden daha şiddetli ve

yıkıcı düşmandırlar. Nitekim "Onlar düşmandır, onlardan sakın."

(Münafikun, 4) ayeti bu sözümüzü doğruluyor.

Yüce Allah'ın iç yapısı bu şekilde karmaşık olan bir dinin zahirini

kemal olarak nitelendirmesi yahut iç yapısı bedbaht unsurlar

barındırmasına rağmen nimetini tamamladığını vurgulaması veya

 

340 .............................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

bu anlamıyla İslâm'ın zahirinden razı olduğundan haber verip bunun

bir lütuf olduğunu belirtmiş olması mümkün müdür? Oysa Yüce

Allah şöyle buyurmuştur: "Yoldan saptırıcıları yardımcı tutmuş

degilim." (Kehf, 51) Yüce Allah, münafıklarla ilgili olarak -onların dinini

kastederek- şöyle buyuruyor: "Siz onlardan razı olsanız bile,

Allah yoldan çıkan topluluktan razı olmaz." (Tevbe, 96) Bütün bunların

ötesinde ayetin ifade tarzı mutlaktır; kemale erme, tamamlama,

razı olma, din, İslâm ve nimet gibi olguları herhangi bir açıdan

kayıtlamıyor.

 

Diyebilirsiniz ki: Bu ayet -daha önce de işaret edildiği gibi- aşağıdaki

ayetin kapsadığı vadin yerine getirilişinin ifadesidir: "Allah

sizden, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir: Onlardan öncekileri

nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran

kılacak ve kendileri için seçip begendigi dinlerini kendilerine saglamlaştıracak

ve korkularının ardından kendilerini tam bir güvene

erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi ortak

koşmayacaklar." (Nûr, 55)

Görüldüğü gibi, ayette Müslümanlara kendileri için razı olunmuş

dinlerinin kemale erdirileceği vadediliyor. Tefsirini sunduğumuz

ayette ise, bu vaade şu ifadeler tekabül ediyor: "Bugün sizin

dininizi olgunlaştırdım (kemale erdirdim) ve size din olarak İslâm'a

razı oldum." Şu hâlde, razı olunmuş dinlerinin kemale erdirilişinden

maksat, dinin onlar için egemen kılınışı, onun müşriklerin

sıkıştırmalarından kurtarılışıdır. Münafıklara gelince, onların durumu

farklıdır, dini baskı altında tutup sıkıştırmayla bir ilintileri

yoktur. Ayetin Arefe günü nazil olduğuna ilişkin rivayetlerin işaret

ettikleri anlam da budur. Nitekim bir diğer grup da, burada dinî

amellerin ve bu amelleri yerine getiren Müslümanların müşriklerin

sıkıştırmalarından kurtuluşları kastedilmiştir, şeklinde görüş belirtmişlerdir.

Size verecek cevabım şudur: "Bugün... olgunlaştırdım." ayetinin,

"Allah inananlara vadetmiştir..." ayetinin içerdiği vaadin somut

ifadesi oluşu, keza tefsirini sunduğumuz ayette geçen, "sizin

 

Mâide Sûresi 1-3 ..................................................... 341

 

dininizi olgunlaştırdım." ifadesinin öteki ayetteki, "kendileri için

seçip begendigi dinlerini kendilerine saglamlaştıracak..." ifadesine

tekabül edişi, onun anlamını ifade ediyor oluşu bir gerçektir ve

bunda en ufak bir kuşkuya mahal yoktur.

Ne var ki Nûr suresindeki ayet, "Allah inananlara ve iyi işler

yapanlara vaat etmiştir" ifadesiyle başlıyor. Burada Müslümanlar

arasında amellerinin içi-dışı bir olan özel bir grup kastediliyor. Dinin

öngördüğü biçimde sergiledikleri amelleri, Allah katında hükme

bağlanan dinî kurallarla örtüşüyor. Dolayısıyla Allah'ın onlar için

razı olduğu dinlerinin sağlamlaştırılması hoşnut olunan dinin

Allah'ın ilmi ve iradesi kapsamındaki kısmının yasa kalıplarına

dökülerek, vahiy yoluyla cüzlerini onların nezdinde toplayarak kemale

erdirmesi anlamını ifade eder. Ki kâfirlerin onların dinlerini

yok etmekten yana umutsuzluğa düşmelerinden sonra, kendileri

kemale erdirilmiş bu dinin buyrukları doğrultusunda Allah'a yönelik

kulluk yükümlülüklerini yerine getirsinler.

 

Bizim söylediğimiz şudur: Yüce Allah'ın dini kemale erdirmesinin

anlamı, farzların yasa niteliğinde hükme bağlanması açısından

kemale erdirilmesidir. Dolayısıyla adı geçen ayetin inişinden sonra

herhangi bir farz konulmamıştır. Yoksa kastedilen, müminlerin

amellerinin, özellikle haclarının müşriklerin amellerinden ve haclarından

kurtarılması, iki tarafın amellerinin birbirine karışmayacak

şekilde ayrılması değildir. Diğer bir ifadeyle, dinin kemale erdirilişinin

anlamı, onun artıştan sonra eksilişi kabul etmeyecek

şekilde en yüksek mertebeye çıkarılışıdır.

 

Tefsir-ul Kummî'de müellif der ki: Bana babam anlattı, o da

Saf-van b. Yahya'dan duymuş, ona A'lâ haber vermiş. O, Muhammed

b. Müslim kanalıyla İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle dediğini duymuş:

"Allah'ın indirdiği son farz, velayettir. Ondan sonra herhangi

bir farz indirilmemiştir. Ardından, 'Kura-ul Gamîm' denilen yerde,

'Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım.' ayeti indi. Resulullah (s.a.a)

bu hükmü 'Cuhfe' denilen yerde tebliğ etti. Ondan sonra da herhangi

bir farz inmedi."

 

342 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Aynı anlamı içeren bir hadisi Tabersi Mecma-ul Beyan tefsirinde

İmam Bâkır ve İmam Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir. Ayyâşî de

kendi tefsirinde Zürare kanalıyla İmam Bâkır'dan aktarmıştır. [c.1,

s.292, h:20]

 

Şeyh Tusî el-Emalî adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle

Muhammed b. Cafer b. Muhammed'den, o babasından, o İmam

Cafer Sadık'tan (a.s), o da Emir-ül Müminin Ali'den (a.s) şöyle rivayet

eder: Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: "İslâm

beş temel üzerine bina edilmiştir: İki şehadet ve iki arkadaş..."

Orada hazır bulunanlar, "İki şehadeti biliyoruz, iki arkadaş nedir?"

diye sordular. Buyurdu ki: "Namaz ve zekât. Çünkü biri olmadan

diğeri kabul edilmez. Ayrıca oruç ve yol bulabilenlerin Beytullah'ı

haccetmeleri. Bunlar velayetle son bulmuştur." Ardından yüce Allah,

"Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım

ve size din olarak İslâm'a razı oldum." ayetini indirdi. [c.2,

s.132]

 

Fettal b. el-Farisi "Ravzat-ul Vaizin" adlı eserinde İmam Bâkır'-

dan (a.s) Peygamberimizin (s.a.a) hac için gidişini, Medine'ye dönüş

yolunda Ali'yi velayet makamına atayışını, konuyla ilgili ayetin

inişini anlatır. Burada Resulullah'ın (s.a.a) Gadir-i Hum günü yaptığı

uzun bir konuşmaya da yer verir. [Ravzat-ul Vaizin, s.89]

 

Ben derim ki: Benzeri bir hadisi, Tabersi el-İhticac adlı eserinde

kendisi bitişik rivayet zinciriyle el-Hadremi'den, o da İmam Bâkır'dan

(a.s) aktarır.1 Ayetin velayet hakkında indiğini Kuleynî el-

Kâfi'de,2 Şeyh Saduk da el-Uyûn'da3 rivayet eder. Tümü rivayet zinciriyle

Abdulaziz b. Müslim'e, ondan İmam Rıza'ya (a.s) isnat edilir.

Yine ayetin "velayet"le ilgili olarak indiğini Şeyh Tusi el-Emalî

adlı eserinde kendi rivayet zinciriyle İbn-i Ebi Umeyr'den, o

Mufaddal b. Ömer'den, o İmam Sadık'tan (a.s), o da atası Emir-ül

------

1- [el-Ihticac, c.1, s.68.]

2- [Usûl-ü Kâfi, c.1, s.282.]

3- [el-Uyûn, c.1, s.216, h:1]

 

Mâide Sûresi 1-3 ............................................................. 343

 

Müminin'den (a.s) rivayet eder. [c.1, s.124]

Bunu Tabersî de Mecma-ul Beyan tefsirinde kendi rivayet zinciriyle

Ebu Harun el-Abdi'den, o Ebu Said el-Hudri'den rivayet eder.

Şeyh Tusî el-Emalî adlı eserinde konuyla ilgili olarak Ishak b. Ismail

en-Nişaburî'den, o İmam Sadık'tan (a.s), o atalarından (a.s), onlar

Hasan b. Ali'den (a.s) bir hadis rivayet ederler.1 Konuyu kısa

tutmak istediğimizden epey uzun olan bu rivayetlerin metinlerini

sunmadık. Dileyen kaynaklara başvurabilir. Hidayeti bahşeden Allah'tır.

------

1- [el-Emalî, c.2, s.132]

 

344 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Mâide Sûresi 4-5 ................................................................

 

4- Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: Size

temiz şeyler helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek

yetiştirdiğiniz av köpeklerinin, sizin için tuttuklarını yiyin ve [hayvanı

av peşine salarken] üzerine Allah'ın adını anın, Allah'tan korkun

[eğlence için hayvanları avlamayın]. Çünkü Allah hesabı çabuk

görendir.

 

5- Bugün size temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin

yemeği [buğday vb. hububat] size helâl, sizin yemeğiniz de

onlara helâldir. Inanan kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce

kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar -iffetli olup zina etmemeniz

ve gizli dostlar tutmamanız üzere mehirlerini verdiğiniz

takdirde- size helâldir. Kim imanı [iyi amellerin kaynağı olan hak

itikatları] inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır ve o, ahirette

kaybedenlerdendir.

 

Mâide Sûresi 4-5 ........................................................... 345

 

AYETLERIN AÇIKLAMASI

 

"Sana kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: Size temiz

şeyler helâl kılındı." Bu ifadede genel ve mutlak bir soruya genel

ve mutlak bir cevap verilmiştir. Cevabın içeriğinde helâlı haramdan

ayıran bütünsel bir ölçüt sunulmuştur. Buna göre, üzerinde

normal-kabul edilebilir bir tasarrufta bulunulmak istenen şeyin iyi

ve temiz olması gerekir. Aynı şekilde "iyi ve temiz şey" kavramının

da herhangi bir kayıtlama getirilmeksizin mutlak olarak ifade edilmesi,

iyi ve temiz şeyin belirlenmesinde geleneksel-kabul edilebilir

anlayışın iyi ve temiz görüldüğü şeyin esas alınmasını gerektirmektedir.

Buna göre, geleneksel-normal insanların anlayışlarının

iyi ve temiz gördüğü şey, iyi ve temizdir. Iyi ve temiz olan her

şey de helâldir.

 

Bir şeyin helâl ve iyi oluşunun kriteri olarak geleneksel anlayışı

göstermemizin nedeni, fıkıh metodolojisi çerçevesinde vurgulandığı

üzere mutlak bir ifadenin ancak bu şekilde yorumlana bileceğidir.

"Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz av köpeklerinin,

sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın." Bir görüşe göre,

bu ifade "teyyibat=iyi ve temiz şeyler" konusuna matuftur. Yani

eğittiğiniz hayvanların tuttukları av hayvanları da size helâl kılındı;

yani ifadenin açılımı aslında şöyledir: "U-hille lekum saydu ma

allemtum minel cevarih." Buna göre, ifade mah-zuf bir muzaf takdir

edilmek suretiyle özetlenmiştir. Çünkü ayetin akışı buna

delâlet etmektir.

 

Ancak anlaşıldığı kadarıyla cümle, ilk cümlenin yerine matuftur.

"mâ allemtum=öğreterek yetiştirdiğiniz" ifadesindeki "mâ"

edatı, şart edatıdır. Şart cümlesinin cezası da, "fekulû mimmâ

emsekne aleykum =sizin için tuttuklarını yiyin." ifadesidir. Dolayısıyla

takdir etmeye gerek yoktur.

 

Ayetin orijinalinde geçen "cevarih" kelimesi, "carihe" kelimesinin

çoğuludur ve avlanarak beslenen kartal, şahin gibi kuşlar;

 

346 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

köpek ve pars anlamına gelir. Ayette geçen "mukellibîn" kelimesi,

cümlede hâl fonksiyonunu icra ediyor. "Teklîb" kipinin aslı, köpeklerin

av için eğitilmesi ya da av köpeklerinin edinilip av peşine salınması

anlamını ifade eder. Cümlenin bu kelimeyle kayıtlandırılması,

hükmün sırf av köpeğine özgü olduğuna, ötesini kapsamadığına

delâlet etmiyor değildir.

 

"Sizin için tuttukları" ifadesi, gramatik açıdan cümlenin "zarf"

ile kayıtlandırılmasına örnektir. Bununla, helâlliğin, köpeğin sahibi

için avlandıklarıyla sınırlı olduğuna, kendisi için avladıklarının bu

kapsama girmediğine işaret ediliyor.

 

"Üzerine Allah'ın adını anın." Bu, avlanan hayvanın etinin helâl

olmasının şartlarının tamamlanışına yönelik bir ifadedir. Buna göre,

avlanan şey, eğitilmiş av hayvanı, yani av köpeği aracılığıyla avlanılmış

olmasının, avcı için avlanmış olmasının yanında üzerine

Allah'ın adı da anılmalıdır.

 

Şu sonuç çıkıyor ortaya: Eğitilmiş av hayvanları -yani av

köpekleri- eğitilmişlerse ve boğazlandığında yenmesi helâl olan

yabani bir hayvanı sizin için tutmuşlarsa ve siz de üzerine Allah'ın

adını anmışsanız, siz ulaşmadan hayvan can vermişse yiyin; çünkü

bu, onun için boğazlanma hükmüne geçer. Şayet ölmemişse, bu

durumda boğazlanması ve üzerine Allah'ın adının anılması bir

gereklilik olur.

 

Ayetin sonunda, "Allah'tan korkun. Çünkü Allah hesabı çabuk

görendir." ifadesinin yer almış olması, bu hususta Allah'tan korkup

sakınmanın gerekliliğine yönelik bir işarettir. Bu uyarıyla güdülen

amaç, avın bir hayvan katliamına, sadist bir gösteriye, bir zorbalık

gösterisine, [çağdaş] av partilerinde olduğu gibi zavallı hayvanların

gereksiz yere öldürüldüğü bir can pazarına dönüştürülmesinin

önlenmesidir. Kuşkusuz Allah, hesabı çabuk görür. Zulmün,

haksızlığın cezasını ahiretten önce bu dünyada verir. Çoğu zaman

gözlemlediğimiz gibi zavallı hayvanları eğlence olsun diye tuzağa

düşürüp habersiz öldürenlerin akıbeti korkunç olmuştur.

 

"Bugün size temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin

 

Mâide Sûresi 4-5 .......................................................... 347

 

yemeği size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir." Önceki ayette

zikredildiği hâlde burada temiz şeylerin helâl kılındığı bir kez daha

tekrarlanıyor ve ifadeye, "Bugün" kelimesiyle başlanıyor. Bunun

nedeni, Ehlikitab'ın yiyeceklerinin ve iffetli kadınlarının müminlere

helâl kılınmış olması suretiyle Allah'ın onlara yönelik lütfüne dikkat

çekmektir.

 

"Size temiz şeyler helâl kılındı." ifadesinin, "Kendilerine kitap

verilenlerin yemegi..." ifadesine eklenmesi, kesin olanın kuşkulu

olana eklenmesine bir örnektir. Bununla güdülen amaç; muhatabın

tatmin olmasını sağlamak, kalbindeki rahatsızlığı ve huzursuzluğu

gidermektir. Bu tıpkı bir efendinin kölesine şöyle demesine

benzer: "Sana verdiklerimin hepsi senindir. Fazladan da şunu şunu

veriyorum." Eğer köle efendisinin vade verdiği şeylerin gerçekleşmesinden

kuşku duyarsa, imdada kendisine kesin olarak verdiği

şeyler yetişir ve konuya ilişkin kesin bilgisi sayesinde içindeki kuşkular

ortadan kalkar. Aşağıdaki ayetler de bir açıdan bu tarz bir

anlatıma örnek oluşturmaktadır: "Güzel davrananlara daha güzel

karşılık ve fazlası var." (Yûnus, 26) "Ora-da onlara istedikleri her

şey vardır. Katımızda daha fazlası da vardır." (Kâf, 35)

Müminler daha önce Ehlikitap'la iç içe yaşamama, onlara

karışmama, onlarla temas hâlinde olmama ve onları dost

edinmeme hususunda kesin bir dille uyarıldıkları için, onların

yiyeceklerinin helâlliği hususunda kalpleri bir türlü tatmin

olmuyordu. Bu yüzden Ehlikitab'ın yiyeceğinin helâl kılınışı

meselesi, temiz şeylerin helâl kılınışı meselesiyle bağlantılı olarak

zikredilince, Ehlikitab'ın yiyeceklerinin de helâl kılınan diğer temiz

şeylerin kapsamına girdiğini anladılar. Böylece nefİslerindeki

huzursuzluk dindi, kalpleri mutmain oldu. Aşağıdaki ifade için de

aynı durum geçerlidir: "Inanan kadınlardan iffetli olan kadınlar ile

sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar... size

helâldir." "Kendilerine kitap verilenlerin yemegi size helâl, sizin yemeginiz

de onlara helâldir." Şurası açıktır ki bu, tek bir hususu ifade

eden bir tek sözdür. Çünkü, "sizin yemeğiniz de onlara helâldir."

 

348 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

ifadesi, Ehli-kitap için helâl olmayı ifade eden bir teşriî hüküm konumunda

değildir. Onlara bir yükümlülük yöneltilmiyor. Her ne kadar,

kâfirlerin dinin temel prensipleri gibi ayrıntı nitelikli hükümleriyle

de yükümlü olduklarını da düşünüyorsak da... Çünkü onlar Allah'a,

Resulüne, Resulünün getirdiği dine inanmıyorlar; ne

dinliyorlar, ne de kabul ediyorlar. Bir yerde hitap gereksiz olacaksa,

konuşma boşa gidecekse, o tür konularla ilgili hitaplar yöneltmek,

Kur'ân'ın ifade tarzıyla bağdaşmaz. Ama edebi sanatlar açısından

etkili ve elverişli olması başka. Insanlara yönelik genel hitaptan

Hz. Peygambere (s.a.a) yönelik özel hitaba geçiş yapılması

(iltifat sanatı) vb. gibi. Aşağıdaki ayetleri buna örnek gösterebiliriz:

"De ki: Ey Ehlikitap, bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye

gelin." (Âl-i Imrân, 64), "De ki: Rabbimin şanı yücedir. Ben sadece

elçi olarak gönderilen bir insan degil miyim?" (Isrâ, 93) Bunun gibi

birçok ayet sunulabilir.

Kısacası, "Kendilerine kitap verilenlerin yemeği..." ifadesiyle,

Ehlikitab'ın yemeğinin Müslümanlara helâl kılınışının ayrı, Müslümanların

yemeğinin de Ehlikitab'a helâl kılınışının ayrı bir hüküm

oluşu kastedilmiyor. Bilâkis, bir tek hüküm açıklanıyor. O da yemeğin

üzerindeki haram oluş durumunun kaldırılıp, helâl oluş durumunun

vurgulanmasıdır. Demek isteniyor ki, ortada herhangi bir

yasak yoktur ki taraflardan biriyle ilintilendirilsin. Şu ayet-i kerime

bu tarz anlatıma bir örnektir: "Eger onların gerçekten inanmış olduklarını

anlarsanız, onları kâfirlere geri döndürmeyin. Ne bu kadınlar

onlara helâldir, ne de onlar bunlara helâl olurlar."

(Mümtehine, 10) Yani arada helâllik durumu yoktur ki taraflardan biriyle

ilintilendirilsin.

 

Kaldı ki, ayetin orijinalinde geçen "taâm=yemek" kelimesi, sözlükte

onunla beslenilen ve açlık giderilen tüm yiyeceklere şamil bir

kavramdır. Ancak bir görüşe göre, bununla buğday ve diğer hububat

kastedilmiştir. "Lisan-ul Arab" adlı sözlükte deniliyor ki: "Hicazlılar

'et-taam' kelimesini mutlak olarak kullandıklarında, onunla

özellikle buğday kastederlerdi... el-Halil der ki: Araplar konuşmala-

 

Mâide Sûresi 4-5 ............................................................. 349

 

rında 'et-taam' kelimesini daha çok buğday anlamında kullanırlar."

[Lisan-ul Arab'tan alınan alıntı burada sona erdi.]

 

İbn-i Esir de "en-Nihaye" adlı eserinde bu yönde görüş belirtmektedir.

Bu nedenledir ki, Ehlibeyt İmamlarından gelen rivayetlerin

çoğu-sunda, "Ayette geçen 'et-taam'dan maksat, buğday ve diğer

hububattır" diye açıklama yer almıştır. Fakat bazı rivayetlerde,

başka bir anlam ön plâna çıkmaktadır. Inşallah önümüzdeki rivayetler

bölümünde konuyla ilgili açıklamalara yer vereceğiz.

Her hâlükârda, bu helâl kılma, Ehlikitab'ın domuz eti gibi

boğazlansa bile helâl olmayan etleri veya boğazlanması

durumunda helâl olabilecek, ancak boğazlamadıkları, mesela

üzerinde Allah'ın adını anmadıkları ve İslâmî usullere uygun

kesmedikleri hayvanların etlerini içeren yemeklerini kapsamaz.

Çünkü yüce Allah, tahrim (haram kılma) ayetleri dediğimiz Bakara,

Mâide, En'âm ve Nahl surelerinde yer alan konuya ilişkin dört

ayette, daha önce açıkladığımız gibi bu saydıklarımızı

"(rics=)pİslik", "(fısk=)yoldan çıkma" ve "(ism=)günah" olarak nitelendiriyor.

Allah, "pİslik", "yoldan çıkma" veya "günah" olarak

nitelendirdiği bir şeyi helâl kılıp sonra da bunu, "Bugün size temiz

şeyler helâl kılındı." şeklindeki bir ifadeyle kullarına yönelik bir

minnet olarak sunmaktan münezzehtir.

Kaldı ki, haram olan bu şeyler, tefsirini sunduğumuz ayetin

hemen öncesinde de bu niteliklerine vurgu yapılarak zikredilmişlerdir.

Hiç kimse böyle bir konuda nesihten söz edemez. Özellikle

mensuh olmayıp nasih olduğu belirtilen Mâide suresiyle ilgili olarak

böyle bir husus düşünülemez.

 

"İnanan kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce kendilerine kitap

verilenlerden iffetli kadınlar..." Hükmün ilgili olduğu şahıslar hakkında

"Yahudi ve Hıristiyanlardan" veya "Ehlikitap'tan" gibi bir ifade

kullanılmayıp, "kendilerine kitap verilenler..." şeklinde bir vasfın

kullanılmış olması, ilâhî minnetin dile getirildiği, hafifletme ve kolaylaştırma

niteliklerinin ön plâna çıkarıldığı bir bağlamda hükmün

nedenine vurgu yapıyor değildir.

 

350 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

Buna göre şöyle bir anlam elde ediyoruz: Erkeklerinizle,

Ehlikitap'tan iffetli kadınların evlenmelerine ilişkin yasağı kaldırmakla

size minnet ediyoruz. Çünkü gayrimüslim gruplar içinde

bunlar size daha yakındırlar. Onlara kitap verilmiştir. Peygamberlik

kurumunu inkâr eden müşrik ve putperestlerin aksine tevhide

ve risalet misyonuna inanırlar. Bu çıkarsamamızı, "kendilerine kitap

verilenler" ifadesinin, "sizden önce" sözüyle kayıtlandırılmış

olmasından da algılıyoruz. Ki bu ifade, gayet açık bir şekilde adımların

aynı hedefe yönelik oluşuna, kaynaşmışlığa ve ortaklığa vurgu

yapmaktadır.

 

Dolayısıyla ayet, minnet ve hafifletme bağlamında söz konusu

olduğu için, "Müşrik kadınlarla, onlar iman edinceye kadar evlenmeyin."

(Bakara, 221) ve "Kâfir kadınların nikâh baglarını tutmayın."

(Mümtehine, 10) ayetleriyle neshedilmiş olmayacağı açıktır.

Kaldı ki, örnek olarak sunduğumuz ayetlerin ilki Bakara suresinde

yer almaktadır. Bakara suresi ise, Mâide suresinden önce

Medine'de inmiş ilk uzun suredir. Ikinci ayet ise, Mümtehine suresinde

yer alır. Bu sure de Medine'de, Mekke fethinden önce inmiştir.

Dolayısıyla inişi Mâide suresinden öncedir. Mâide suresinin

Resulullah'a (s.a.a) inen son sure olması, öncesindeki bazı hükümleri

neshedip kendisinden bir şeyin neshedilmemiş olmasının yanı

sıra, önce gelenin sonra geleni neshetmiş olması da mantıki değildir.

Öte yandan "Müşrik kadınlarla, onlar iman edinceye kadar

evlenmeyin." (Bakara, 221) ayetini, tefsirimizin ikinci cildinde incelerken

Bakara ve Mümtehine surelerindeki ayetlerin, Ehlikitap kadınlarıyla

evlenmenin haram olduğuna delâlet etmekten uzak olduklarını

belirtmiştik.

 

Bir açıdan Mümtehine suresindeki ilgili ayetin haramlığa

delâlet ettiği düşünülse dahi, nitekim minnet ve hafifletme bağlamında

Mâide suresindeki ilgili ayet o ana kadar yürürlükte olan

yasal bir engele işaret ediyor; -ki yürürlükte olan bir yasak yoksa,

minnet ve hafifletmenin bir anlamı olmaz- bu durumda Mâide aye-

 

Mâide Sûresi 4-5 .............................................................. 351

 

ti, Mümtehine ayetini neshet-miş olur. Bunun tersi doğru olmaz.

Çünkü neshetme, sonradan gelenin özelliğidir. Rivayetler bölümünde

bu ikinci ayet üzerinde duracağız.

 

Ayrıca ayetin orijinalinde geçen "muhsanat" kelimesi, "iffetliler"

anlamına gelir. Iffetlilik "ihsan" kavramının anlamlarından biridir.

Şöyle ki, "Inanan kadınlardan iffetli olanlar ile sizden önce

kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." ifadesi gösteriyor

ki, "muh-sanat"tan maksat evli olmayan kadınlardır. Bu husus

açıktır. Sonra, daha önce açıklamasını yaptığımız gibi Ehlikitab'ın

namuslu kadınlarıyla müminlerin namuslu kadınlarının bir arada

zikredilmesi, her iki bağlamda da "muhsanat" kavramının aynı anlamda

kullanıldığını gösterir. Ancak bununla "Müslüman olmak"

şeklinde bir anlam kastedil-miş olamaz. Çünkü, "sizden önce

kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." ifadesi kullanılmıştır.

Bununla sadece özgür kadınların kastedilmiş olması da söz

konusu değildir. Çünkü ayetten algıladığımız minnet havası, cariyeleri

dışarıda bırakan ve sırf özgür kadınlarla sınırlı kalan bir helâl

kılmayla bağdaşmıyor ve "muhsan"ın iffetli olma anlamı geride

kalıyor. Dolayısıyla "muhsenat" ifadesinden kast-edilen, iffetli kadınlardır.

Bütün bunların ötesinde ayet-i kerime, Ehlikitab'ın namuslu

kadınlarının müminlere helâl olduğunu vurguluyor. Ücretin verilmesinin

ve onlardan yararlanmanın iffeti korumaya yönelik olmasının

gizli dost edinme ve metres tutma şeklinde bir ilişki kurulmamasının

şart koşulması dışında, nikâhın sürekli veya geçici olması

gibi herhangi bir kayda yer verilmiyor. Tefsirimizin 4. cildinde,

"O hâlde ne zaman onlarla müt'a nikâhı yaptınızsa..." (Nisâ, 24)

ayetini tefsir ederken müt'ânın da tıpkı daimi nikâh gibi meşru bir

evlilik şekli olduğunu açıklamıştık. Daha fazla bilgi için fıkıh bilimine

baş vurulabilir.

 

"İffetli olup zina etmemeniz ve gizli dostlar tutmamanız üzere

mehirlerini verdiğiniz takdirde" Bu ayet, nikâhlanması haram olan

kadınları ele alan ayetlerin ifade tarzını andırmaktadır: "Bunun dı-

 

352 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

şında kalanı iffetli olmak, zina etmemek üzere mallarınızla aramanız

size helâl kılındı." (Nisâ, 24) Bu cümle, ayetin maksadının

Ehlikitap'tan iffetli kadınlarla evlenmenin helâlliğini açıklamak olduğuna

ve cariyeleri kapsamadığına ilişkin bir karinedir.

"Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır ve o, ahirette

kaybedenlerdendir." "Küfr" kelimesi, aslında "örtmek" demektir.

Dolayısıyla anlamının gerçekleşmesi, üzeri örtülebilen sabit bir

şeyle mümkün olabilir. Nitekim ortada örtülen bir şey olmadıkça

hicab=örtü de bir anlam ifade etmez. Dolayısıyla küfrün (örtmenin)

varlığı da "küfredilen" (örtülen) bir sabit şeyin varlığını gerektirir.

Allah'ın nimetini, Allah'ın ayetlerini, Allah'ı ve Resulünü ve ahiret

gününü inkâr etmek, üzerini örtmek gibi.

 

Şu hâlde imanı inkâr etmek (küfretmek), öncelikle sabit bir

imanın varlığını gerektirir. Bununla kastedilen, imanın mastarı,

yani inanmak manası değil elbette. Bilâkis, ism-i mastar anlamıdır.

Ki bu da, müminin kalbinde oluşan etki ve kalıcı niteliktir. Yani,

salih amellerin kaynağı olan hak itikatlardır. Dolayısıyla imanı

inkâr etme ifadesi, hak olduğu bilinen amelleri terk etmek anlamına

dönüktür. İslâm'ın hak olduğu bilinmekle beraber müşriklerin

dost edinilmesi, onlarla içice bir hayat sürdürülmesi ve onların

eylemlerine katılınması gibi. Ve dinin temel prensipleri oldukları

kesin olarak bilinmekle beraber namaz, zekât, oruç ve hac gibi dinin

temel prensiplerinin terk edilmesi gibi.

 

İşte imanı inkâr etmenin anlamı budur. Ancak burada bir incelik

söz konusudur. Şöyle ki: Küfür bir şeyin üzerini örtmek demektir.

Varlığı sabit olan olguların örtülmesi, zihinde canlandırdığı anlamı

itibariyle, ancak sürekli ve kesintisiz olması durumunda bu

nitelemeyi hakkedebilir. Dolayısıyla imanın inkârı, ancak bir insanın

imanın gerektirdiği ve bilgisinin de ilintili olduğu bir ameli terk

etmesi ve bunu sürekli yinelemesi durumunda söz konusu olabilir.

Bir kimse imanın gereklerini bir veya iki kere örtse, bunu sürekli

bir alışkanlık hâline getirmese, buna küfür niteliği taşır denilmez;

bu, gerçekte yapmış olduğu fısktır.

 

Mâide Sûresi 4-5 ............................................................ 353

 

Buradan hareketle anlıyoruz ki: "Kim imanı inkâr ederse..." ifadesinden

maksat, sıfat yerine fiil kullanılmış olsa bile, süreklilik

ve alışkanlık hâline getirmedir. Şu hâlde hak olduğunu bildiği, dinin

temel prensiplerinden olduğuna kesin olarak kani olduğu şeyleri

yerine getirmeyen insan imanın kâfiridir. "Onun ameli boşa

çıkmıştır" ifadesinde de vurgulandığı gibi, eylemleri sonuçsuz

kalmıştır.

 

Bu açıdan ayet, aşağıdaki ayetle aynı hedefe yönelik olduğunu

göstermektedir: "Dogru yolu görseler onu yol edinmezler, ama

azgınlık yolunu görseler, onu yol edinirler. Çünkü onlar, ayetlerimizi

yalanladılar ve onları umursamaz oldular, ayetlerimizi ve

ahirete kavuşmayı yalanlayanların eylemleri boşa çıkmıştır. Onlar,

yalnız yaptıklarıyla cezalanmıyorlar mı?" (A'râf, 147) Bu ayette

muhataplar gördükleri yani bildikleri hâlde azgınlık yolunu tutup

doğru yoldan sapmakla nitelendiriliyorlar. Ardından bunun yerine

ayetleri yalanlama niteliği kullanılıyor. Bir ayetin, yani işaretin ayet

ve işaretliği ancak onun kanıtsallığının bilinmesi durumunda söz

konusu olabilir. Bunu da ahireti yalanlama olarak açıklıyor. Çünkü

ahiret inkâr edilmemiş olsaydı, ona ilişkin bilgi hakkın terk edilmesini

engellerdi. Daha sonra böyle kimselerin amellerinin boşa

gittiği belirtiliyor.

 

Bunun bir benzeri de şu ayet-i kerimelerdir: "De ki: Size amelleri

bakımından en çok ziyana ugrayacak olanları söyleyeyim mi?

Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de

iyi iş yaptıklarını sanan kimseleri? Işte onlar, Rablerinin ayetlerini

ve O'na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa çıkan

kimselerdir. Kıyamet günü onlar için bir terazi kurmayız." (Kehf,

103-105) Bu ayetlerin, önceki açıklamada vurgulandığı anlam itibariyle

imanı inkâr konusuyla örtüştükleri açıktır.

Şimdiye kadar yapılan açıklamalar üzerinde düşünülünce,

"Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır." ifadesinin

öncesiyle ilişkisinin niteliği belirginleşir. Buna göre bu cümle, önceki

açıklamanın bütünleyicisi konumundadır. Bu, Allah'ın emirle-

 

354......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

rini ciddiye almama, kâfirlerle içli dışlı olma yoluyla müminlere

yönelebilecek bir tehlikeye karşı uyarı işlevini görmektedir. Çünkü

yüce Allah Ehlikitab'ın yemeğini ve iffetli kadınlarını müminlere

helâl kılmışsa, bu, tamamen müminlere yönelik bir kolaylaştırma

ve hafifletmedir. Takvanın yayılması için bir vesiledir. Burada amaç,

İslâm'ın tertemiz ahlâkının bunlara sahip Müslümanlar aracılığıyla

başka topluluklara sirayet etmesidir. Dolayısıyla yararlı bilgiye

teşvik eden, salih amel işlemeye yönelten bir işlevi vardır.

Söz konusu hükmün yasalaştırılmasının hikmeti budur. Yoksa

zevk ve eğlencenin girdabına düşülsün, Ehlikitap dilberleriyle gönül

eğlendirilsin, heva-heves vadilerine dalınsın, sevgilerinin, aşklarının

meftunu olunsun, güzelliklerin baştan çıkarıcı cazibesine

kapılınsın diye değil... Ehlikitap dilberlerinin baştan çıkarıcı cazibeleri,

bu ilişkide belirleyici olunca, onların ve soydaşlarının ahlâkı

Müslümanların ahlâ-kına baskın çıkar, onların yıkıcılıkları, bozgunculukları,

Müslümanların yapıcılığını, salahlarını alt eder. Sonra

Müslümanları gerisin geri cahiliye bataklığına yuvarlayan bir musibete

dönüşür. Bunun sonunda bir lütuf olarak sunulan bu ilâhî

minnet ölümcül bir fitne, bir mihnet olup çıkar. Aslında bir nimet

olarak bahşedilen hafifletme, yaman bir felâketin kendisi olur.

Bu yüzden yüce Allah, Ehlikitab'ın yemeğinin ve iffetli kadınlarının

helâl olduğunu açıkladıktan hemen sonra, müminleri uyarıyor:

Bu nimetten yararlanırken, sonuçta imanı örtecek, salih amelleri

örtbas edecek, inkâr edecek şekilde zevkusefa içinde başlarını

alıp gitmesinler. Dinin temel prensiplerini terk etmelerini ve haktan

yüz çevirmelerini gerektirecek şekilde cazibelerinin sarhoşu

olmasınlar. Böyle olursa, önceden yapmış oldukları ameller boşa

gider ve ahirette çabalarının başarısız olmasına ve ziyana uğramalarına

sebep olur.

 

Biliniz ki müfessirler, "Bugün size temiz şeyler helâl kılındı..."

ayeti üzerinde etraflıca durmuş, derinliklerine inmişler. Bu yüzden

oldukça farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ki neticede lafzın kaldırmadığı,

ayetin akışının onaylamadığı garip tefsirler ortaya çıkmış-

 

Mâide Sûresi 4-5 ...................................................... 355

 

tır. Örneğin bazılarına göre, "Size temiz şeyler helâl kılındı." ifadesiyle,

Bahi-ra, sâibe, vasîle ve hami gibi, yiyecekler helâl kılındı,

demek isteniyor. [Bu evcil hayvanlar, Arapların bâtıl inanç ve âdetlerine

göre, kesilmez ve etleri yenmezdi. Konuyla ilgili ayrıntılı açıklama

bu surenin 103. ayetinde gelecektir.]

 

Diğer bazısına göre, "Kendilerine kitap verilenlerin yemegi size

helâldir." ifadesinin anlamı şudur: Bu yemekleri ilk yasa itibariyle

Al-lah size haram kılmamıştır. Etleri de, İslâmî usûllere göre

değil de kendilerince boğazlamış olsalar size helâldir.

Diğer bazısı ise şöyle demiştir: "...yemekleri..." yani, onlarla

birlikte yemek yemek." Başkalarına göre, "Inanan kadınlardan iffetli

olanlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli

kadınlar." ifadesiyle, onların bu haram kılınmadan önce temelde

helâl oluşları kastediliyor. Hatta, 'Bunun dışında kalanı... size helâl

kılındı.' ifadesi, bunların helâl kılındığını göstermek bakımından

yeterli bir kanıttır." Bir diğer grup da şu görüşü savunmuştur:

"Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır." ifadesi uyarı

amaçlıdır. Ayetin giriş kısmında belirtildiği şekliyle Ehlikitab'ın

yemeğinin ve iffetli kadınlarının helâl olduğu hususunun inkâr edilmemesi

isteniyor."

 

Bu ve benzeri yorumlar, tefsir bilginlerinin ihtimal verdikleri açıklamalardır.

Ancak bunların bazısı boşboğazlıktan ve ipe sapa

gelmez zorlamalardan öte gitmediği ortadadır. Söz gelişi "Bugün...

helâl kılındı" ifadesinin, hiçbir kanıta dayanmaksızın önceki ifadeyle

kayıtlandırılması bunun tipik bir örneğidir.

Bazısı da ayetin akışının içerdiği gün, minnet, hafifletme vb.

sınırlandırıcı olguların çürüttüğü yaklaşımlardır. Ki biz bu olgular

üzerinde ayrıntılı bir şekilde durduk.

Ayetlerden anlaşılan anlamdan hareketle serdettiğimiz önceki

açıklamalar, bu tür değerlendirmelerin yanlışlığını ve yanlışlığının

kaynağını, nedenini gözler önüne sermek bakımından yeterli bir

kanıttır.

 

356.........................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

"Bunun dışında kalanı, size helâl kılındı." ayetinin Ehlikitap

kadınlarıyla evlenmenin helâl olduğuna delâlet ettiği iddiasına gelince,

bu iddia bütünüyle yanlıştır. Çünkü ayet, soy ve sebep açısından

evlenmesi haram ve helâl olan kadınları açıklama amacına

yöneliktir, dinler ve mezhepler açısından değil.

 

AYETLERIN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

 

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, "Sana, kendilerine neyin helâl kılındıgını

soruyorlar..." ayetiyle ilgili olarak İbn-i Cerir, Ikrime'den

şöyle rivayet eder: "Resulullah Ebu Rafi'yi köpekleri öldürmekle

görevlendirdi. O da Avali [Medine'nin büyük bağları] denilen bölgeye

varıncaya kadar gördüğü köpeği öldürdü. Bunun üzerine Asım

b. Adiy, Sa'd b. Hayseme ve Uveym b. Saide Peygamberin huzuruna

girip, 'Bize ne helâl kılındı ya Resulullah?' diye sordular. Bunun

üzerine, 'Sana, kendilerine neyin helâl kılındıgını soruyorlar...' ayeti

indi."

 

Aynı eserde, İbn-i Cerir, Muhammed b. Ka'b el-Kurazi'den şöyle

rivayet eder: "Resulullah (s.a.a) köpeklerin öldürülmesini emredince,

halktan bazıları Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna girip, 'Ya

Resulullah, bu cinsten bize ne helâl kılındı?' diye sordular. Bunun

üzerine, 'Sana, kendilerine neyin helâl kılındıgını soruyorlar...' ayeti

indi."

 

Ben derim ki: Bu iki rivayet birbirini açıklıyor. Buna göre, köpek

cinsinden, av ve benzeri şeylerde kullanılmaları hususunda

nelerin helâl olduğu sorulmuştur. "Sana, kendilerine neyin helâl

kılındıgını soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı." ayeti

ise, rivayetlerin içeriğiyle örtüşmüyor. Çünkü rivayetlerin içeriği özel

bir durumla kayıtlı, ayetin ifadesi ise mutlaktır, geneldir.

Kaldı ki, bu iki rivayetten ve bir sonraki rivayetten anlaşıldığı

kadarıyla, "vemâ allemtum min-el cevârih=öğreterek

yetiştirdiğiniz av köpekleri" ifadesi, "teyyibat=temiz şeyler" ifadesine

matuftur. Buna göre şöyle bir anlam çıkar karşımıza: "Uhille

 

Mâide Sûresi 4-5 ............................................................ 357

 

lekum mâ allemtum=öğ-reterek yetiştirdiğiniz av köpekleri size

helâl kılındı." Bu yüzden birçok tefsir bilgini, önceden de açıkladığımız

gibi anlamı düzeltecek bir ifadenin takdirini gerekli görmüşlerdir.

Oysa daha önce, "ma allemtum =öğreterek yetiştirdiğiniz"

ifadesinin "şart" olduğunu, dolayısıyla cezasının da, "fe kulû

mimmâ emsekne aleykum=sizin için tuttuklarını yiyin." ifadesi

olduğunu belirtmiştik.

 

Rivayette, hakkında soru sorulduğu belirtilen "cins"ten maksat,

bir sonraki rivayetin açıladığı kadarıyla, köpek cinsidir. [Rivayetin

orijinalinde "mâzâ uhille lenâ min hâzih-il ümme" ifadesi

geçmiştir ki, ümmetten kasıt köpek cinsidir]

 

Yine aynı eserde Faryabi, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Ebi

Hatem, Taberani, Hakim -sahih olduğunu belirterek- ve Beyhaki

"Sünen"inde Ebu Rafi'den şöyle rivayet ederler: "Cebrail Hz. Peygamberin

(s.a.a) yanına geldi. Evin içine girmek için izin istedi. Hz.

Peygamber (s.a.a) ona izin verdi. Içeri girmekte ağır davranınca,

Peygamberimiz (s.a.a) hırkasını üzerine alıp dışarı çıktı ve 'Sana

girmen için izin verdik' dedi. Cebrail, 'Evet, ama biz melekler, içinde

köpek ve resim bulunan evlere girmeyiz' dedi. Bunun üzerine

yapılan araştırma sonucu evlerin bazısında köpek yavrularının bulunduğu

anlaşıldı."

 

Ebu Rafi devamla der ki: "Resulullah (s.a.a) Medine'deki bütün

köpekleri öldürmemi bana emretti, ben de emri yerine getirdim.

Bunun üzerine insanlar geldiler ve 'Ya Resulullah, öldürülmesini

emrettiğin bu cinsin bizim için nesi helâldir?' diye sordular.

Resulullah bu soruya cevap vermedi. Bunun üzerine yüce Allah,

'Sana kendilerinden neyin helâl kılındıgını soruyorlar. De ki: Size

temiz şeyler helâl kılındı. Allah'ın size ögrettiginden ögreterek

yetiştirdiginiz av köpeklerinin...' ayetini indirdi. Ardından

Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: Bir kimse avcı köpeğini salarken

üzerinde Allah'ın adını ansa ve bu köpek onun için bir hayvan yakalasa,

kişi onun yakalayıp da yemediği hayvanın etinden yesin."

 

Ben derim ki: Rivayette, Cebrail'in inişinin şekliyle ilgili olarak

 

358 .......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

anlatılanlar, bu konuya ilişkin bilinen gerçeklerle bağdaşmıyor ve

şaşırtıcıdır cidden. Öte yandan rivayette bazı karışıklar da yok değildir.

Çünkü Cebrail'in, bazı evlerde köpek yavrusu vardır, diye

Resulullah'-ın (s.a.a) yanına girmekten kaçındığından söz ediliyor.

Ayrıca bu, ayetin içerdiği mutlak soru ve cevapla ve "yetiştirdiginiz

av köpekleri..." ifadesinin matuf olduğunu ifade ettiği için ayetin

zahiriyle bağdaşmıyor. Bu bakımdan rivayet daha çok uydurma rivayete

benziyor.

 

Aynı eserde Abd b. Hamid ve İbn-i Cerir, Amir'den şöyle rivayet

etmişlerdir: "Adiy b. Hatem et-Tai Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelerek,

ona köpeklerin avladıkları hayvanlarla ilgili bir soru sordu.

Resulullah (s.a.a) bu soruya nasıl cevap vereceğini bilemedi. Nihayet

yüce Allah, Mâide suresindeki 'Allah'ın size ögrettiginden

ögreterek' ifadesini içeren ayeti indirdi."

 

Ben derim ki: Aynı anlamı içeren başka haberler de aktarılmıştır.

Fakat önceki problemler bu rivayetler için de geçerlidir. Öyle

anlaşılıyor ki, bu rivayetler ve aynı anlamı içeren diğer haberler,

olayların ayete uyarlanışına örnek oluşturmaktadır. Ancak eksik

bir uyarlama. Buna göre, Müslümanlar Hz. Peygambere (s.a.a) köpeklerinin

avladıklarını sormuşlar, sonra helâl ve haramı ayırt etme

bağlamında bütünsel bir ölçüt sormuşlar. Dolayısıyla ayette,

onların soruları gündeme getirilerek, cevabi ifadede şu bütünsel

ölçüt ortaya konmuştur: "Sana kendilerine neyin helâl kılındıgını

soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı." Ardından onlara,

üzerinde konuştukları özel meseleye cevap veriliyor. Ayetin ifade

tarzından bunu algılıyoruz.

 

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle Hammad'dan, o

Halebi'-den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: "Ali'nin

(a.s) kitabında, 'ögreterek yetiştirdiginiz av köpeklerinin...'

ayetiyle ilgili olarak şu açıklama yer almıştır: "Onlar, köpeklerdir."

[Füru-u Kâfi, c.6, s.202, h:1.]

 

Aynı hadis, Tefsir-ul Ayyâşî'de Semaa b. Mihran kanalıyla İmam

Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilir. [c.1, s.294, h:28]

 

Mâide Sûresi 4-5 ........................................................ 359

 

Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle İbn-i Muskan'dan, o

da Halebi'den şöyle rivayet eder: İmam Cafer Sadık (a.s) dedi ki:

"Babam fetva verirdi ve fetva verirken takiyye ederdi. Biz de şahin

ve doğan gibi avcı hayvanlar hususunda fetva vermekten korkardık.

Ama şimdi korkmuyoruz ve bunların avını da ancak henüz can

vermeden yetişip boğazlanması durumunda helâl biliyoruz. Çünkü

Ali'nin (a.s) kitabında şöyle yer almıştır: Yüce Allah av köpekleri

hakkında, "yetiştirdiginiz av köpeklerinin..." ifadesini buyurmuştur.

[Füru-u Kâfi, c.6, s.207, h:1]

 

Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Ebu Bekir el-

Hadremi'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder:

"İmama şahin, doğan, pars ve köpek gibi avcı hayvanların yakaladıkları

avları sordum. Buyurdu ki: 'Av köpeklerinin dışındaki avcı

hayvanların yakaladıklarını kendiniz boğazlamadan yemeyin.' Dedim

ki: 'Köpek yakaladığını öldürse de mi yiyelim?' Cevapta buyurdu

ki: 'Ye. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Allah'ın size ögrettiginden

ögreterek yetiştirdiginiz av köpeklerinin, sizin için tuttuklarını

yiyin.' Sonra şöyle dedi: 'Yetiştirilmiş av köpekleri hariç

bütün avcı hayvanlar kendileri için avlanırlar. Çünkü av köpeği sahibi

için avlanır.' Ardından şöyle buyurdu: Av köpeğini saldığın zaman

üzerine Allah'ın adını an, bu, hayvanın boğazlanması yerine

geçer." [Füru-u Kâfi, c.6, s.204.]

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de Ebu Ubeyde'den, o da İmam Cafer Sadık'tan

(a.s), eğitilmiş av köpeğini salarken üzerinde Allah'ın adını anan

biriyle ilgili olarak şöyle rivayet edilir: "Av köpeği yakaladığı sırada

hay-vanı öldürse de, kişinin o hayvanı yemesi helâldir. Eğer yanında

eğitilmemiş bir köpek bulunursa ondan yemez." Dedim ki:

"Avcı kuşlardan doğan, kartal ve şahin için de mi aynı hüküm geçerlidir?"

Buyurdu ki: "Eğer yakaladıkları hayvan canlıyken yetişir

de boğazlarsan ye. Ama sen yetişmeden ölürse yeme." Dedim ki:

"Pars, köpek konumunda değil midir?" Dedi ki: "Hayır. Ancak köpek,

bu hususta eğitilmiş (mu-kellib) kabul edilir." [c.1, s.294, h:26.]

Aynı eserde, Ebu Basir'in İmam Cafer Sadık'tan (a.s), "Allah'ın

 

360 ..............................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

size ögrettiginden ögreterek yetiştirdiginiz av köpeklerinin, sizin

için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın." ayetiyle ilgili

olarak şu sözleri rivayet ettiği belirtilir: "Av köpeği, yakaladığından

yemediği sürece onun yakaladığı hayvanı yemenin bir sakıncası

yoktur. Şayet sen yetişmeden köpek yakaladığı hayvandan yemişse,

ondan yeme." [Bu, köpeğin eğitilmiş olmadığını ve avı sahibi için

değil, kendisi için yakaladığını gösterir.] [c.1, s.295, h:33]

Ben derim ki: Ayette geçen "mukellibîn" (köpek olarak eğitilmiş)

ve "sizin için tuttukları" gibi ifadelere dayanarak avın öldüğü

takdirde sadece köpeğin yakaladığının helâl olacağına ilişkin, aynı

şekilde av köpeğinin yanında eğitilmemiş bir köpeğin bulunmamasının

şart koşulması gibi rivayetlerde söz konusu edilen bütün

bu özellikler, ayetten çıkarsanan ayrıntılardır. Daha önce bu konuda

kısmen açıklamada bulunduk.

 

Aynı eserde Hariz'den, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle

rivayet edilir: "İmama bir Mecusî'nin köpeğini bir Müslüman eğitir,

sonra da üzerine Allah'ın adını anarak salarsa, yakaladığı yenir

mi? diye soruldu. Evet, dedi. O artık eğitilmiştir. Üzerine Allah'ın

adı da anıldıktan sonra herhangi bir sakıncası olmaz." [c.1, s.293,

h:24]

 

Ben derim ki: Bu rivayette "mükellibîn" ifadesinin mutlak tutulduğunu

görüyoruz. ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Ebu Hatem,

İbn-i Abbas'dan, Mecusî'nin eğitilmiş köpeğini ya da Mecusî'nin eğittiği

şahini veya doğanı alıp av hayvanının peşine salan Müslüman'ın

durumuyla ilgili olarak şöyle rivayet eder: "Bu hayvanı salarken

üzerine Al-lah'ın adını ansan da yakaladığı hayvanın etini

yenmez. Çünkü o, Me-cusî tarafından eğitilmiştir. Oysa Allah "Allah'ın

size ögrettiginden ögrettiginiz..." buyurmuştur.

Ancak bu rivayetin zayıflığı açıktır. Çünkü, "Allah'ın size ögrettiginden..."

ifadesindeki hitap zahiren müminlere yönelik olsa da,

Allah'ın öğrettiği şeylerle köpekleri eğitmeleri, Mecusîlerin ve diğer

top-lumların köpeklere öğrettikleri davranışlardan farklı değildir.

Bu anlamı, ayeti dinleyen herkes kavrayabilir. Çünkü müminin av

 

Mâide Sûresi 4-5 ....................................................... 361

 

köpeğini eğitmesini farklı kılacak ona özgü bir bilgisi söz konusu

değildir. Dolayısıyla eğitilmiş köpeğin bir Müslüman tarafından eğitilmiş

olması ile Müslüman olmayan biri tarafından eğitilmiş olması

arasında herhangi bir fark yoktur. Nitekim bir Müslüman'ın

malı olması ile başkasının malı olması arasında herhangi bir fark

yoktur.

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de belirtildiğine göre, Hişam b. Salim, İmam

Cafer Sadık'ın (a.s), "Onların yemegi size helâldir."1 ifadesiyle ilgili

olarak, "Mercimekleri, hububatları ve benzeri şeyler kastediliyor.

Onlardan maksat da Ehlikitap'tır" dediğini rivayet etmiştir. [c.1,

s.296, h:37]

 

Ben derim ki: Şeyh Tusi bu hadisi et-Tehzib adlı eserinde aktarır.

Oradaki metin şöyledir: "Mercimek, nohut ve benzeri yiyecekler."

[c.9, s.88, h:73.]

 

el-Kâfi ve et-Tehzib adlı eserlerde, Ammar b. Mervan'ın ve Sema-

a'nın İmam Cafer Sadık'tan (a.s), Ehlikitab'ın yemeği ve onlardan

helâl olanlarla ilgili olarak naklettikleri rivayetlerde İmam'ın,

"Bununla kastedilen, hububattır" dediği belirtilir. [Füru-u Kâfi, c.6,

s.263, h:1 ve 2. et-Teh-zib, c.9, s.88-89.]

 

el-Kâfi'de müellif kendi rivayet zinciriyle, İbn-i Müskan'dan, o

da Kuteybe el-A'şa'dan şöyle rivayet eder: Adamın biri İmam Cafer

Sadı-k'a (a.s) bir soru sordu, ben de yanındaydım. Adam dedi ki:

"Bir koyun sürüsü bir Yahudi veya Hıristiyan çobana teslim edilse,

sürüye bir hâl olsa ve o da koyunları kesmek durumunda kalsa,

kestiği yenir mi?" İmam şu cevabı verdi: "Ne kestiğinin bedelini

malına kat, ne de ondan ye. Çünkü hayvan kesilirken önemli olan

üzerine Allah'ın adının anılmasıdır. Bu hususta Müslüman'dan

başkasına güvenilmez." Bunun üzerine adam dedi ki: "Ama Allah,

"Bugün size temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin

yemegi size helâldir..." buyuruyor. İmam Cafer Sadık (a.s) şu

karşılığı verdi: "Babam derdi ki: Burada kastedilen, yemek, hubu-

-----

1- [Hadiste ayet lafız itibariyle değil de anlam itibariyle nakledilmiştir.]

 

362 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

bat ve benzeri şeylerdir." [Füru-u Kâfi, c.6, s.240, h:10]

 

Aynı hadisi Şeyh Tusî et-Tehzib adlı eserde1, Ayyâşî tefsirinde2

Kuteybe el-A'şa'dan, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir.

Görüldüğü gibi rivayetlerde, ayette helâl olduğu belirtilen

Ehlikita-b'ın yemeğinin, hububat ve benzeri şeylerden mamul olanlar

şeklinde açıklanıyor. "et-Taam" kelimesi mutlak olarak kullanıldığında

buna delâlet eder. İslâm'ın ilk dönemlerine ilişkin rivayet

ve hikayelerden de bu anlaşılıyor. Bu yüzden bizim mezhebimize

mensup ulemanın büyük bir kısmı, helâlliğin sadece hububat

ve benzeri şeylerden mamul besinlerle sınırlı olduğu görüşündedir.

Bazı müfessirler, bu sınırlandırmayı öngören görüşleri savunanlara

sert biçimde karşı çıkmış ve bunun Kur'ân'ın "et-taâm"

kelimesine ilişkin genel kullanımıyla bağdaşmadığını söylemişlerdir.3

Adı geçen müfessir diyor ki: Kur'ân terminolojisinde ağırlıklı

kullanım bu değildir. Örneğin yüce Allah Mâide suresinde, "Hem

kendinize, hem de yolculara bir geçimlik olmak üzere deniz avı

ve onun yemegi, size helâl kılındı." (Mâide, 96) buyuruyor. Hiç kimse

de çıkıp, deniz avının yemeğinden maksat, buğday veya hububattır,

demiyor. Yine: "Israil'in kendine haram kıldıgından başka,

Israilogullarına bütün yiyecekler helâl idi." (Âl-i Imrân, 93)

buyruluyor. Yine de biri çıkıp buradaki yiyecekten maksat buğday

veya mutlak olarak hububattır, demiyor. Çünkü ne Tevrat'ın inişinden

önce, ne de sonra, bunlardan bir şey Israiloğullarına haram kılınmış

değildi. Şu hâlde "yemek" (et-taâm), tadılan veya yenilen

her şey demektir. Yüce Allah, Talut'un dilinden nehir suyuyla ilgili

olarak şöyle buyurmuştur: "Kim ondan içerse, artık o benden degildir

ve kim de ondan tatmazsa, bendendir." [Bakara, 249] Bir di-

1- [c.9, s.74, h:269]

2- [c.1, s.295, h:36]

3- el-Menar tefsirinin müellifi.

 

Mâide Sûresi 4-5 ............................................................ 363

 

ğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Yemeği yiyince dagılın." [Ahzâb,

53] Ayetin orijinalinde geçen "taamtum" fiili, yeme anlamında kullanılmıştır."1

Keşke adı geçen müfessirin, "et-taâm" kelimesi mutlak olarak

kullanıldığı zaman hububat ve benzeri şeyleri ifade eder" sözünden

ne anladığını bir bilseydim. O, hiç duraklamadan buna "lem

yet'amhu =tadmazsa" ve "taamtum=yediniz" fiil türevleriyle karşı

çıkıyor? Oysa, yukarıdaki değerlendirme "et-taam" kelimesi için

yapılmıştır, bu kelimeden türeyen fiiller için değil. Bir de, "taâm-ul

bahr" (deniz yiyeceği) ifadesini örnek gösteriyor. Ki aslında tamlama

konuya ilişkin en güzel karinedir. Çünkü denizde buğday ve

arpa bitmez.

 

Aynı şekilde, "Bütün yiyecekler İsrailogullarına helâl idi." ayetini

örnek gösteriyor; sonra kendisi, dinlerinin onlara buğday ve

hububat türü bir yiyeceği haram kılmadığını belirtiyor. Oysa adı

geçen müfessir, Kur'ân'da bu kelimenin mutlak olarak kullanıldığı

aşağıdaki ayetlere bakmalı, sonra diyeceğini demeliydi. "...bir

yoksula yedirecek kadar fidye vardır." (Bakara, 184) "Yahut yoksullara

yedirme şeklinde keffaret." (Mâide, 95) "Yemegi yedirirler." (Insan,

8) "Insan şu yiyecegine baksın." (Abese, 24) vb. ayetler.

Sonra adı geçen müfessir diyor ki: "Hububat helâl veya harama

konu olan bir madde değildir. Böyle bir değerlendirme ancak

et için söz konusu olabilir. Bunun da gerisinde hayvanın eceliyle

ölmesi gibi somut bir gerekçe ya da üzerinde Allah'tan başkasının

adı anılarak kesilmesi gibi manevî bir gerekçe vardır. Bu yüzden

yüce Allah, 'De ki: Bana vahiy olunanda, yiyen kimse için haram

kılınmış bir şey bulamıyorum. Ancak leş yahut akıtılmış kan... olursa

başka.' (En'âm, 145) Bu ayette sayılan şıkların tümü hayvanla

ilintilidir ve söylendiği gibi haram oluşun sınırlılığını ortaya koyan

açık ve tevili kabul etmeyen bir ifade konumundadır. Dolayısıyla

bunun dışındaki herhangi bir şeyin haram olduğunun kanıtlanması

------

1- [el-Menar tefsiri, c.6, s.177.]

 

364 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

için nassa ve açıklamaya ihtiyaç vardır."

 

Adı geçen müfessirin bu açıklaması, bir önceki paragraftaki

açıklamasından daha ilginçtir. "Hububat helâl veya harama konu

olan bir madde değildir. Böyle bir değerlendirme ancak et için söz

konusu olabilir." sözüne gelince; ona sormak lazım, hangi zamanı

kastediyorsun? Asırlardan beri zihinlerin İslâm'a ve genel hükümlerine

adapte olduğu şu zamanları mı kastediyorsun, vahyin inmeye

devam ettiği ve dinin henüz birkaç yıllık bir ömre sahip olduğu

zamanları mı? Nitekim o dönemlerde hububat ve benzerlerine ilişkin

hükümlerden daha açığını ve daha belirginini içeren sorular

yöneltilmiş, net cevaplar alınmıştır. Yüce Allah, aşağıdaki ayette

olduğu gibi bunların bir kısmına işaret etmiştir: "Sana neyi infak

edeceklerini soruyorlar." (Bakara, 215)

 

Abd b. Hamid Katade'den şöyle rivayet eder: "Bize anlatıldı ki:

Bazı adamlar şöyle demişler: 'Bizim dinimiz ayrı, onların dini ayrı

olduğu hâlde onların kadınlarıyla nasıl evleneceğiz?' Bunun üzerine

yüce Allah, 'Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa çıkmıştır.'

ayetini indirdi..." Daha önce geçtiği gibi ileriki sayfalarda ve rivayetlerin

kapsamı içinde de bu sözlerin benzerlerine yer vereceğiz.

Nitekim temettü haccı ve benzeri konularda bu tür rivayetlere

yer verdik.

Ehlikitab'ın namuslu kadınlarıyla evlenmenin helâl olduğuna

ilişkin hükmü içeren ayetin inişinden sonra bile bu tür sözleri söyleyenler,

ayetin inişinden önce Ehlikitap'tan olan kimselerle bir

sofrada oturup yemek yemenin, onlardan alınan hububat türü

malzemeleri yemenin, bunlardan elde edilen ekmek ve helme gibi

gıdaları almanın ve bu türden yapılan yemekleri yemenin helâl olup

olmadığını sormazlar mı? "Bu yiyecekleri nasıl yeriz? Onların

dini ayrı, bizim ki ayrı." demezler mi? Üstelik yüce Allah da müminlere

onları sevmeyi, dost edinmeyi, onlara yaklaşmayı, onlara güvenip

dayanmayı birçok ayette yasaklamışken?!

Aslında onun, "Böyle bir değerlendirme ancak et için söz konusu

olabilir." şeklindeki sözleri, aleyhine kanıt olarak da kullanı-

 

Mâide Sûresi 4-5 .......................................................... 365

 

labilir. Şöyle ki: Yüce Allah Mekke döneminde inen, "De ki: Bana

vahyolunanda, yiyen kimse için haram kılınmış bir şey

bulamıyorum. Ancak leş... olursa başka." (En'âm, 145) ayetinde ve

Nahl suresindeki ilgili ayetinde, Mâide suresinden önce inen Bakara

suresinin ilgili ayetinde ve tefsirini sunduğumuz ayetten önce,

"Size şunlar haram kılındı: Leş..." ayetinde genel olarak yenilmesi

haram olan etleri açıklamışken, nasıl böyle bir soru yöneltebiliyorlar?

Dolayısıyla bu görüşü savunan kimsenin perspektifinden baktığımız

zaman, bu ayet Ehlikitab'ın kestiklerinin haram olmadığına

ilişkin bir nass ya da nass hükmünde olduğuna göre, Mekke inişlisiyle,

Medine inişlisiyle bunca ayet, ardarda ve defalarca helâlliğini

vurguladıkları hâlde, bu uygulama bu şekilde devam ettiği, korunduğu,

öğretildiği ve pratize edildiği hâlde, bunların Ehlikitab'ın kestiğinin

helâl olup olmadığını sormaları normal mıdır?

 

Adı geçen müfessirin, "En'âm suresindeki ilgili ayet haramlığın

orada zikredilenlerle sınırlı olduğuna ilişkin bir nass hükmündedir.

Bunun dışında, söz gelimi Ehlikitab'ın kestiğinin haramlığı için kanıt

göstermek gerekir." sözüne gelince; hiç kuşkusuz, her hükmün

dayanacağı bir kanıta ihtiyacı vardır. Adı geçen müfessirin bu sözü

açıkça ortaya koyuyor ki bu ayette zikredilenlerin ötesinde, herhangi

bir şeyin haramlığına ilişkin başka bir kanıtın olmaması durumunda

bu sınırlandırma geçerliliğini korur.

 

Şayet bu müfessirin kanıt derken kastettiği, hadisleri de kapsayan

türdense, Ehlikitab'ın kestiğinin haram olduğunu savunanlar,

ayetin açıklaması bağlamında buna ilişkin rivayetler sunmaktadırlar.

Biz de önceki açıklamalarımızda bunların bir kısmına yer

verdik.

 

Eğer kanıt derken kastettiği sadece kitap (Kur'ân) ise, bu kanıtsız

zorlama eseri bir yaklaşımdır. Çünkü sünnet, kitaptan

ayrılmaz ve kanıtsallık açısından ona paralel bir çizgide gelişir. Ayrıca

müfessire sormak gerekir: Ehlikitab'ın dışındaki putperest ve

materyalist kâfirlerin kestiklerine ne dersin? Acaba, meşru kesil-

 

366 ............................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

me yöntemi esas alınmadığı için, onların kestiklerini leş kabul edip

haram sayacak mısın? Bir hayvanı kıbleye doğru kesilmediğinden

ve üzerine Allah'ın adı anılmadığından dolayı tezkiye edilmemiş

saymakla onu gayr-i İslâmî bir yöntemle kesmek ve tezkiye

etmek arasında ne fark vardır? Ki yüce Allah böyle bir uygulamadan

hoşnut olmamış ve onun yerine İslâmî kesimi önermiştir?

Şu hâlde dinin nazarında bunların tümü pistir. Allah da, pis

şeyleri haram kılmıştır: "Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram

kılar." (A'râf, 157) Tefsirini sunduğumuz ayetin öncesindeki ayette

de şöyle buyurmuştur: "Sana, kendilerine neyin helâl kılındıgını

soruyorlar. De ki: Size temiz şeyler helâl kılındı." Gerek sorunun

ve gerekse cevabın üslûbundan, helâlliğin sırf temiz şeylerle

sınırlı olduğuna ilişkin gayet açık bir kanıt algılıyoruz. Tefsirini

sunduğumuz ayetin girişinde yer alan, "Bugün size temiz şeyler

helâl kılındı." ifadesi de, ayetin ana teması kullara yönelik lütuf ve

minnet olduğu için, sözünü ettiğimiz sınırlandırmaya delâlet ediyor.

Eğer kâfirlerin kestiklerinin haram oluşunun gerekçesi, onların

Allah'tan başkasının adını, örneğin bir putunkini anarak kesmiş

olmaları olsaydı, yeniden şu soru gündeme gelirdi: Bir hayvanı keserken

üzerine Allah'tan başkasını anmakla, Allah'ın razı olmadığı

için yürürlükten kaldırdığı bir yöntemle kesip üzerine Allah'ın adını

anmak arasında ne fark vardır?

 

Adı geçen müfessir daha sonra şöyle diyor: "Yüce Allah, Arap

müşriklerinin, yukarıda örnekleri sunulan leş türlerini yemelerini

ve putlar için kurbanlar kesmelerini sert bir şekilde kınamıştır. Ki

ilk Müslümanlar, gelenekleri üzere bu konuda yumuşak ve duyarsız

davranmasınlar. Ehlikitap, leş yemek ve putlar adına hayvan

kesmek geleneğine ilk Müslümanlardan daha uzaktılar. [Bu yüzden,

Allah onların kestiklerine ilişkin hükmü açıklamamıştır.]"

Mezkur müfessir, Ehlikitab'ın bir kolu olan Hıristiyanların domuz

etini yediklerini unutmuş bulunuyor. Oysa yüce Allah, onların

bu tutumunu gündeme getirerek sert bir üslûpla eleştirmiştir. Kal-

 

Mâide Sûresi 4-5 ............................................................ 367

 

dı ki Hıristiyanlar, Mesih'in kendini, feda etmesi suretiyle, haramlığın

ortadan kalktığını ileri sürerek müşriklerin mubah gördüğü her

şeyi yerlerdi. Kaldı ki bu çıkarsama, çürük bir istihsandır; bir yarar

sağlamadığı gibi, Allah'ın sözünün, ayetlerinin anlamının ve dinî

hükümlerinin kavranması bağlamında böylesine çürük bir mantık

esas alınmaz.

 

Daha sonra şöyle diyor: "Kur'ân'ın bu yaklaşımı, dinsel siyasetin

bir gereğiydi. Arap müşriklerine karşı sert davranılması gerekiyordu

ki, Arap yarımadasında İslâm'ı kabul etmeyen kimse kalmasın.

Buna karşın, Ehlikitap'la yumuşak ilişkiler geliştirildi." Müfessir,

buna ilişkin bir kanıt olarak bazı sahabelerin kilise ve benzeri

mekânlar için kesilen hayvanların etlerinin helâl olduğuna dair

fetvalarını gösteriyor.

 

Müfessirin bu değerlendirmesi, yüce Allah'ın Arapları diğer

uluslar arasında seçtiğine, diğer uluslara karşı bir üstünlüğe sahip

olduklarına ilişkin rivayetlere dayanan bir tezden kaynaklanmaktadır.

Nitekim bu tezin resmi ideoloji olarak benimsendiği dönemlerde

Arap olmayan Müslüman uluslar "mevâlî" (köleler, hizmetçiler)

olarak isimlendirilirlerdi. Ancak bu tez, Kur'ân ayetleriyle hiçbir

şekilde bağdaşmamaktadır: "Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir

kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve

kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, günahlardan

en çok korunanızdır." (Hucurât, 13) Ehlibeyt İmamlarından gelen

birçok hadis, bu tezin tersini içeren ifadeler kapsamaktadır.

İslâm dini, mesajını sunarken Arapları bir yana, diğer ulusları

da bir yana koymamıştır. Aksine Arap olsun, olmasın Ehlikitap'tan

olmayan tüm müşrikleri aynı kefeye koymuştur. Müşriklerin önüne,

İslâm'a girip mümin olmaktan başka bir seçenek bırakmamıştır.

Arap olsun, olmasın tüm Ehlikitab'ı da bir kefeye koymuştur.

Onlardan da, Müslüman olmamaları durumunda zimmet kapsamına

girip cizye ödemelerini kabul etmiştir.

 

Adı geçen müfessirin bu yaklaşımını bir an için doğru kabul etsek

bile, bu cümlenin kapalılığından dolayı en fazla onlar için bir

 

368 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

kolaylaştırma yönüne gidildiğine delâlet eder, başka değil. Fakat

bu kolaylaştırmanın, kendi yöntemlerine ve geleneklerine göre

kesseler bile kestikleri hayvanın etinin yenilebileceği şeklinde gerçekleşmesinin

gerekliliğine ilişkin bir kanıtın bu ifadeden çıkamayacağı

açıktır.

 

Söz konusu müfessirin, bazı sahabelerin uygulamaları ve sözleri

ile ilgili olarak söylediklerine gelince, bu hususta söyleyeceğimiz

şudur: Sahabenin uygulaması ve sözü kanıt değildir.

Buraya kadar yapılan açıklamalardan, ne tefsirini sunduğumuz

ayetin, ne de herhangi bir ayetin, Ehlikitab'ın gayr-i İslâmî bir yöntemle

kestiği hayvanların etinin de yenebileceğine yönelik bir kanıt

içermediği anlaşılıyor. Bizim mezhebimize mensup bazı âlimlerin

de belirttiği gibi, ayetin zahirinden hareketle, Ehlikitab'ın kestiklerinin

helâl olduğunu kabul etsek bile, bunun İslâmî ve meşru

bir boğazlamayla gerçekleştiğinin bilinmesini şart koşuyoruz.

 

Daha önce işaret ettiğimiz gibi el-Kâfi ve et-Tehzib adlı eserlerde

yer alan İmam Sadık'ın (a.s) sözünden şu anlaşılmaktadır:

"Hayvan kesilirken önemli olan, üzerine Allah'ın adının anılmasıdır.

Bu hususta da Müslüman'dan başkasına güvenilmez. [Önemli

olan, Allah'ın adının anılması ise, bu durumda Ehlikitab'ın hayvan

keserken Allah'ın adını andığını kesin olarak biliyorsak, bizim için

helâl olur.]" Daha ayrıntılı bilgi için fıkıh kaynaklarına başvurulabilir.

Tefsir-ul Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s), "Sizden önce kendilerine

kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." ifadesi hakkında,

"Burada [muhsan kadınlardan,] iffetli kadınlar kastedilmiştir." dediği

rivayet edilir. [c.1, s.296, h:39]

 

Aynı eserde İmam Sadık'ın (a.s), "İnanan kadınlardan iffetli

olanlar..." ifadesinden Müslüman [Şiî-Sünnî] kadınlar kastedilmiştir."

dediği de rivayet edilir.

 

Tefsir-ul Kummî'de Peygamberimizin (s.a.a) şöyle buyurduğu

belirtilir: "Sadece cizye ödeyen kitabîlerin kadınlarıyla evlenmek

helâldir. Bunun dışındakilerle evlenmek helâl değildir."

 

Mâide Sûresi 4-5 ........................................................... 369

 

Ben derim ki: Çünkü cizye ödemeyen Ehlikitap, bu sırada

muharib kâfir olur, ki onlarla evlenmek câiz değildir.

 

el-Kâfi ve et-Tehzib adlı eserlerde, İmam Bâkır'ın (a.s) şöyle

dediği rivayet edilir: "Ehlikitap kadınları içinde sadece kıt akıllılarıyla

evlenmek caizdir." [Füru-u Kâfi, c.5, s.357, h:2; Tehzib-ul Ahkâm, c.7,

s.299, h:7]

 

Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde, İmam Sadık'ın (a.s) Hıristiyan

ve Yahudi bir kadınla evlenen bir adamla ilgili olarak şöyle

dediği rivayet edilir: "Eğer Müslüman bir kadın bulabiliyorsa, Yahudi

ve Hıristiyan kadını ne yapacak?" Bunun üzerine denildi ki:

"Ama adam bu kadına aşık olmuşsa ne yapsın?" buyurdu ki: "Eğer

illa da bu işi yapmak zorundaysa, kadının içki içmesini, domuz eti

yemesini yasaklasın. Şunu da bil ki, bu evlilik adamın dini açısından,

bir kusur göstergesidir." [c.3, s.407, h:4422]

 

et-Tehzib adlı eserde İmam Sadık'ın şöyle buyurduğu rivayet

edilir: "Özgür, [köle olmayan] bir kadınla evli olan bir kimsenin,

Yahudi veya Hıristiyan bir kadınla müt'â evliliği yapmasının herhangi

bir sakıncası yoktur." [c.7, s.300, h:1253.]

 

Men la Yahzuruh-ul Fakih adlı eserde İmam Bâkır'dan (a.s)

şöyle rivayet edilir: "Bir gün ona, Müslüman bir erkek Mecusî bir

kadınla evlenebilir mi?" diye soruldu: "Hayır, dedi. Fakat Mecusî

bir cariyesi varsa, onunla birleşmesinin; ancak azil yapmasının

(meniyi dışarı akıtması) ve ondan çocuk edinmeyi düşünmemesinin

bir sakıncası yoktur." [c.3, s.407, h:4423]

 

el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Abdullah b.

Sinan'dan, o da İmam Cafer Sadık'tan (a.s) bir hadiste şöyle buyurduğunu

rivayet eder: "Müslüman bir erkeğin Yahudi ve Hıristiyan

bir kadınla evlenmesini istemem, çocuğunun Yahudileşmesinden

veya Hıristiyanlaşmasından korkarım." [Füru-u Kâfi, c.5, s.351,

h:15]

 

el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare'den, Tefsir-ul

Ayyâşî'de müellif Mes'ade b. Sadaka'dan şöyle rivayet ederler: "İmam

Bâkır'dan (a.s): 'Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden

 

370 ...............................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

iffetli kadınlar...' ayetini sordum." Buyurdu ki: "Bu ayet, 'Kâfir kadınları

nikâhınızda tutmayın.' ayetiyle neshedilmiştir." [Füru-u Kâfi,

c.5, s.358, h:8.]

 

Ben derim ki: Bu rivayette bir problem var. Çünkü "...tutmayın..."

ayeti, "iffetli kadınlar..." ayetinden önce inmiştir. Oysa

nesheden ayetin neshedilen ayetten önce inmiş olması caiz değildir.

Kaldı ki, rivayetlerde, Mâide suresinin neshedilen değil,

nesheden olduğu belirtilir. Daha önce bu hususa değindik. Ayrıca

ayetin neshedilmediğinin kanıtı, yukarıda yer verdiğimiz ve

Ehlikitap kadınlarıyla müt'a evliliği yapılabileceğini ifade eden rivayettir.

Ashap, Ehlikitap kadınlarıyla müt'a evliliği yapmışlardır.

Müt'a ayetini (Nisâ, 24) tefsir ederken, müt'anın meşru bir nikâh ve

evlilik şekli olduğunu belirtmiştik.

 

Evet! Biri diyebilir ki: "Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın..."

ifadesi, önceden inmiş olması ve tahsis edici özelliğiyle, "Sizden

önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar..." ifadesini

sınırlandırarak, daimi evliliği bu ifadenin mutlaklığının dışına çıkarmıştır.

Çünkü bu ayet, nikâhı tutmanın yasaklığına delâlet eder.

Bu ise, daimi nikâhla örtüştüğü gibi ayetin inişine konu olan,

kocanın Müslüman olmasından sonra nikâhın tutulmasına da

delâlet eder.

 

Buna şu şekilde itiraz edilebilir: "Söz konusu ayet, kocanın

Müslüman olması, karısının küfür üzere kalması problemi bağlamında

inmiştir." Ancak bu itiraza kulak asmamak gerekir. Çünkü

hiçbir zaman ayetin iniş sebebi, onun lafzının açıkça işaret ettiği

anlamı sınırlandırmaz. Tefsirimizin 1. cildinde Bakara suresinin

nesh konusunu içeren ayetini incelerken, Kur'ân geleneğinde ve

aslı itibariyle nesh olgusunu tahsis kılma gibi terminolojide belirtilmeyen

nesh eylemini de kapsadığını belirtmiştik.

 

Bazı rivayetlerde bu ayetin, "Müşrik kadınlarla evlenmeyin..."

ayetiyle neshedildiği belirtilmiştir. Daha önce bu tür rivayetlerin

problematiğine dikkat çekmiştik. Bu konuyla ilgili doyurucu bilgi

için fıkıh kitaplarına baş vurulabilir.

 

Mâide Sûresi 4-5 ........................................................... 371

 

Tefsir-ul Ayyâşî'de, "Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa

çıkmıştır..." ifadesiyle ilgili olarak Eban b. Abdurrahman'dan şöyle

rivayet edilir: İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle dediğini duydum:

"Kişinin İslâm'dan çıkması için yeterli olan en basit şey, hakka aykırı

bildiği bir görüşü belirtmesi ve bu görüşte ayak diretmesidir.

Nitekim yüce Allah, 'Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa

çıkmıştır.' buyurmuştur." İmam devamla şöyle buyurmuştur: Imanı

inkâr eden kimse, Allah'ın emrettiği şekilde amel etmeyen ve ona

razı olmayan kimsedir." [c.1, s.297, h:42]

 

Aynı eserde Muhammed b. Müslim, İmam Bâkır (a.s) ve İmam

Sa-dık'tan (a.s) birisinden şöyle rivayet eder: "Imanı inkâr etmek,

sonunda bütünü terk edecek şekilde peyderpey amelleri işlememektir."

[c.1, s.297, h:43]

 

Ben derim ki: Önceki açıklamalarımıza bakılırsa, bu tür rivayetlerin

içerdikleri tefsirle ilgili özelliklerin açıklığa kavuşturulduğu

net bir şekilde anlaşılır.

 

Aynı eserde, Ubeyd b. Zürare'den şöyle rivayet edilir: İmam Cafer

Sadık'tan (a.s), "Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa

çıkmıştır." ayetinin ne anlama geldiğini sordum." Buyurdu ki: "Kişinin

kendisinin de kabul edip inandığı ameli terk etmesi

kastediliyor. Sözgelimi hastalık ve engelleyici bir mazeret olmaksızın

namazı terk etmesi bunun bir örneğidir." [c.1, s.296, h:41]

 

Ben derim ki: Yüce Allah, "Allah sizin imanınızı zayi edecek

degildir." (Bakara, 143) ayetinde, namazı iman olarak nitelendirmiştir.

İmamın da özellikle namazı örnek göstermesi bu yüzden olabilir.

Tefsir-ul Kummî'de belirtildiğine göre, İmam Cafer Sadık (a.s)

şöyle buyurmuştur: "İman ettikten sonra şirk ehline itaat eden

kimse, imanı inkâr etmiş olur."

 

el-Besâir adlı eserde, Ebu Hamza'nın şöyle dediği rivayet edilir:

İmam Bâkır'dan (a.s), "Kim imanı inkâr ederse, onun ameli boşa

çıkmıştır ve o, ahirette kaybedenlerdendir." ayetinin anlamını

 

372 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

sordum. Buyurdu ki: "Bu ayetin, Kur'ân'ın batınî anlamı açısından

açıklaması, 'Kim Ali'nin velayetini inkâr ederse...' şeklindedir.

Çünkü Ali, somut imandır." [Besair-ud Derecat, s.77, h:5.]

 

Ben derim ki: Bu açıklama anlam itibariyle Kur'ân'ın zahirinin

karşısında yer alan batınî yönünün yansımasıdır. Tefsirimizin 3. cildinde

muhkem ve müteşabih kavramları üzerinde dururken, bu

konuda ayrıntılı bilgiler sunduk.

 

İmamın bu değerlendirmesi bir uyarlama, soyut ve genel bir

anlamın somut ve özel bir olguya tatbiki de olabilir. Nitekim Peygamber

efendimiz (s.a.a), Hendek Savaşında Amr b. Abduved karşısında

er meydanına çıkan Hz. Ali'yi (a.s), "İmanın tamamı küfrün

tamamının karşısına çıktı." sözleriyle iman olarak nitelendirmiştir.1

Bu anlamı destekleyen başka rivayetler de vardır.

------

1- [Bihar-ul Envar, c.20, s.215, h:2]